Yazılar

Tüm yazılarımız
Düşünemiyoruz

Düşünemiyoruz

Yazımızın temasıyla kendimizi ayağımızdan vurduk diyebilirim. Düşünmek temalı bir sayıya yazı düşünmek ne zormuş. Zihnimiz enteresan. Pembe bir fil düşünme deyince aklımıza hemen pembe bir fil geliyor, ama zihnimizin biraz zorlanması gereken bir konu olduğunda düşünmesi gereken işi yapmak yerine diğer her işi yapıyor. Ödevimizi yapmak yerine odamızı toplarız. İşimizi yapmak yerine e-posta kutumuzu temizleriz. Zihnimiz suyun en kısa yolu bulması gibi, bir elektrik devresindeki en kolay yolu seçen elektronlar gibi çalışır. Devrede boş bir kablo varsa bütün akım oradan akar. O boş kablo sistemin kısa devresidir. Zihnimizin de kısa devresi evde oturmak, telefona bakmak, bir dakikalık videolar izlemek, yani düşünmemek. Efektif bir makineyiz. Öyle de olmak zorundaydık. Doğada yedi gün avlanamamış bir canlının dergi yazısı düşünmeye harcayacak enerjisi yoktur. Zihnimiz marketten yemek alabildiğini kavrayana kadar da bu enerjiyi harcamaya direnecek. Bu bağlamda üst insan olmak, evrimde bir sonraki adıma atlamak düşünmektir. Hatta düşünmek var olmanın temelidir. Ancak görünebilirliğin artmasıyla birlikte “Düşünüyorum öyleyse varım” sözü yerini “Görünüyorum öyleyse varım” a bırakmıştır. Buraya çok kısa bir not düşmek istiyorum. Geçmişteki insanların çokça düşündüklerini, günümüzde ise insanların düşünmediklerini savunmuyorum. Cadı diye insanların yakıldıkları, “Eğer cadıysa yaşar insansa geçmiş olsun” denildiği dönemlerden geçtik. Günde bir patates ve bir dilim ekmekle de başka düşünce çıkmaz zaten o kafadan. Benim bahsetmek istediğim değer olarak görünebilirliğin düşüncenin önüne geçmesi. Artık bir işi yapmanız önemli değil, o işi yaptığınızın bilinmesi önemli. Kendi kitabımdan bir alıntı yapayım: “Diyelim ki bu dünyadaki en güzel şiirleri ben yazıyorum. Eğer benimle dünyadaki geri kalan insanların hepsi aynı fikirde değilse ya da bu bilgiden haberleri bile yoksa bu dünyadaki en güzel şiirleri ben mi yazıyorumdur gerçekten? Bu düşüncenin başka klasik örnekleri de var tabi. Hiç kimsenin olmadığı bir ormanda bir ağaç devrilirse bu ağaç ses çıkarır mı çıkarmaz mı?” Düşen ağacın ses çıkartması için onu işitecek bir çift kulağa, benim yazar olmam için de siz değerli okuyuculara ihtiyacım var (Okuyun şu kitabı valla güzel kitap). Ha bir de mutlu olmam için mutluluğumu görecek bir çift göze veya takipçilere ihtiyacım var. Cenazenizde de “Merhumu nasıl bilirdiniz?” Diye soracaklar. Kimse “Merhum neler yapmıştı” demeyecek. Bu noktada durup yazımın başından beri kabul ettiğim düşünceyi hatırlamakta fayda var. Düşünmek iyidir. Bunu kabul ederek başladım yazıma ama ne geçti elimize düşünerek? Shakespeare meşhur Olmak ya da Olmamak tiradında ne diyordu? Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor Yürekten gelenin doğal rengini. Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar Yollarını değiştirip bu yüzden Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar. Buradaki düşünce ölümden sonrasının düşüncesi. Ancak çalışan bir akıl bir şeyi düşünüp bir diğerini düşünmemezlik edemez. İnsanın kuvvetli bir aklı varsa iyi kötü her düşünce gelir aklına. Kuvvetli bir akıl da nöronlar arasındaki bağlantıları kurarak oluşturulur. Neil Postman’ın dilimize “Televizyon: Öldüren Eğlence” olarak çevrilmiş kitabının ön sözü aklıma geldi (güzel kitaptır, öneridir, bu yazımı okumaya vermiş olduğunuz emeğin geri dönüşüdür). Postman, dünyanın George Orwell’in 1984 kitabındaki haline bürünmediğinden bahsediyor. Orwell kitabında bilginin bir büyük birader tarafından kısıtlanacağı bir distopya düşünüyordu. Postman’a göre Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı daha gerçekçi bir distopyaydı. Her bilginin topluma açık olduğu ama kimsenin bilgileri umursamadığı bir dünya. Postman’dan direkt alıntı yapayım “Huxley’in görüşlerine göre ise insanların özerklikleri, olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. Huxley’e göre, insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır.” Bu son cümleden sonra da aklıma direkt bilim-kurgu yazarlarının babası Isaac Asimov’un “The Feeling of Power” hikayesi geldi (internetten kısa film olarak izleyebilirsiniz). Hikaye şöyle gelişiyor: İnsanlar hesap makinesiyle dört işlem yapmaya alışmışlardır. Aradan nesiller geçmiş, yeni doğmuş kimse kendi kafasından dört işlem yapmamıştır. Bir savaşta hesap makinelerinin hepsi yok edilir. Tersine mühendislikle dört işlemin nasıl yapıldığı bulunur ve insanlara gösterildiğinde herkes hayrete düşer. Bulan kişinin gösterdiği “Abicim bak bunları alt alta yazıyorsun birler basamağından toplamaya başlıyorsun bazen elde bir oluyor falan” demesine olmaz öyle saçma şey derler. Asimov bu hikayeyi yazdığında ortada daha hesap makinesi yoktu. Şu an geldiğimiz nokta bu kadar beter olmasa da gelecek asırda yaşanabilecek bir senaryo bu. Kaybedilen başka özellikler de var. Mesela ben yazı yazıyorum. İnsanlar bazen o kadar şaşırıyor ki, ağızları açık nasıl yazıyorsun diye soruyor. Nasıl mı yazıyorum? Yazıyorum işte. Grafit ve kilin tahta bir silindir tarafından hapsedilmesiyle oluşturulmuş aletle Antik Mısır dönemlerinde geliştirmiş teknolojik bir düzleme, daha önceden anlamları ve sesleri belirlenmiş bazı figürler çiziyorum. Bu figürler birleşip harfleri, kelimeleri, cümleleri ve paragrafları oluşturuyor. “Ben de yazmak istiyorum” diyorlar. “Yaz kardeşim o zaman” diyorum. Dünyadaki tartışmasız en ucuz hobi bu. Kalem almaya bile gerek yok. Bir taşı duvarlara sürterek de gayet güzel yazılar yazılır. Bu yazıda yeteri kadar şikayet etmemişsin demeyin diye son olarak da şu kitap okuma işine değinmek istiyorum. Kitap okumak düşünmek demek değildir. Bir neslin televizyon dizileridir birçok kitap. Kitap okurken durmak, ulan ben bunun bir benzerini şurada görmüştüm demek. İki düşüncenin arasındaki temel farklılıkları saptamak. Hangi düşüncenin sizin doğrularınıza uyduğunu belirlemek. Yazarın sizi hangi noktalarda aldatmaya çalıştığını anlamak düşünmektir. Siz aman ha düşünmeyin. Günümüzde her şeyin olduğu gibi zekanın da yapayı var. Siz ona sorun o sizin yerinize düşünür. Televizyondan dizinizi izlerken telefonunuzdan arkadaşlarınızın tatil fotoğraflarını beğenin. Bende “Over thinking” problemi var deyip kafanızı susturacak haplar alın. Bunu gerçekten yapın. Yoksa Neo gibi her tarafınıza borular sokulmuş bir biçimde kapsülünüzden çıkarsınız ve insan çiftliklerine bakakalırsınız. Kafayı sıyırırsın kanka, yapma.
Foto

Bora Tavman

10 dk.

Mono No Aware

Mono No Aware

Şu sıralar bir nostaljik oluyorum galiba. Yazılarımı nostaljik yazıyorum, geçmişe özlemle bakıyorum zamana ve olaylara... Çok mu üzgünüm yoksa şu anki durumumdan, şu anki yaşantımdan? Şu anki halimizden mutlu olamamak bir depresyon belirtisi mi acaba? Küçükken ne güzeldi her şey, ortaokuldayken hiç derdim yoktu, tek derdim bu akşam arkadaşlarımla Minecraft oynayabilecek miyim acaba, aileleri izin verir mi? Benimkiler izin verir mi? Şu anda bu kelimeleri de yazarken canım sıkılıyor. Zamanın geçmesi elimde olmayan bir şey ama üzülüyorum da aynı zamanda. Bir tane Japon terimi var bu olayı güzelce anlatan: Mono no aware. Bu terim, zamanın geçmesinin hüzünlü olan güzelliği demektir. Ne kadar da güzel anlatılmış - nostaljide, zamanın geçmesinde hep bir tamamen üzüntü yerine hüzünlü, ama güzel anıların verdiği de ufak bir tebessümle hatırlıyorum her şeyi. Minecraft işte benim mono no aware’m. Her oynadığımda, her müziğini duyduğumda beni durduran, eski anılara götüren bir oyun. O zamanlar versiyon 1.5 üzerinden oynardık, sonra 1.6 çıktı, 1.7, 1.8’ler. Oyunun gelişmesini, yeni şeylerin eklendiğini kendi gözlerimle takip ettim. Eskiden babam oyunlara para vermediği için “crack”ini internetten bulduğum, kim bilir de hangi Truva Atı virüsünü kucaklayan ellerle karşılaştığım bir anım. Crack versiyonuyla da multiplayer oynanmadığı için internet üzerinden başka bir uygulama indirerek oynayabiliyordum. Bu uygulamaların doğru çalışması için de antivirüs programınızı kapatmanız gerekiyordu. Ne salakmışım! Gelmiş geçmiş bütün Sims oyunlarına da para vermemek için internetten antivirüsü kapatıp indirdiğimde ve sonrasında babamın güzelim PC’sine Truva Atı girdiğinde şaşırmış taklidi yapmam da gerekiyordu. Hey gidi günler! Ne çekmişim bedava oyun indirmeye çalışmaktan... O zamanlar komik değildi tabii ki ama şu anlar yüzümde bir tebessümle anlatıyorum bunları. Her Minecraft oyununa girdiğimde de bu zamanları hatırlıyorum. Sims oynadığımda da hayatımı film şeridi gibi izleyebiliyorum. Babamın benden gizlice Sims 1 oynadığı zamanlar... Bana Nintendo alınan o zamanlar... Nintendogs bağımlısı olup kendimi Golden Retriever sanıp evde havladığım o güzelim günler... Ne kaldı geriye? Okul bitti, işe başlayacağım. Hayata atılıyorum. Kendi paramı kazanacağım, kendi ayaklarımın üstünde duracağım ama aynı zamanda da yorulacağım günler bekliyor beni. Artık oyun oynamaya bu kadar zamanım olmayacağı günler gelecek. Korkmuyorum da, heyecanlıyım bu geçişe. Bazen düşünüyorum da, acaba oyunlar eskisi gibi benim hayatımın en önemli yerinde midir... Bence hala öyle. Sadece artık eskisi gibi vakit bulamıyorum oyun oynamaya. Hayatımda yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biridir çünkü (diğeri de roller coasterlara binmek). Büyüdükçe hayat daha kompleks olmaya başlıyor sanki, tam da Inside Out 2’deki olay gibi, hayat ve duygular basitleşmekten çıkıp beynimi ele geçiriyor gibi hissediyorum, ve oturup, her şeyi düşünmeyi bırakıp biraz oyun oynayayım diyorum ama elimde olmuyor bu. Hep yapmam gereken, ya da daha çok yapabileceğim şeyler aklıma geliyor ve bu beni rahatsız da ediyor. Keşke eskisi gibi olsam, çocuk gibi hayattan ve basit şeylerden keyif alabilsem... 2. el gri Nintendo’sunu eline ilk defa almış bir Defne gibi olabilsem, heyecanlı ve çok mutlu. Gerçekten hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum... Ama çok da hüzünlenmeyelim şimdi. Hala hayatımın o zamanki keyfini Minecraft’ı açtığım gibi hissedebiliyorum. Eski Minecraft YouTuber’larının videolarını da hatırlıyorum hala. Ne kadar mutlulukla izlerdim, özellikle SkyDoesMinecraft ve Minecraft serileri yapan, şarkılarını da söyleyen müthiş CaptainSparklez. Eskilerden Sims oynayan YouTuber Quxxn’e de saygım sonsuz. Çocukluğumun önemli parçalarındandır bu kişiler, ve şu an İngilizcem bu kadar iyiyse bunları onlara borçluyum. Çok anlamazdım ne dediklerini o zamanlar ama yine de izlerdim, dedikleri şeyleri taklit etmeye çalışırdım kendi kendime, ve böyle geliştim. Minecraft ve diğer oyunların hepsi İngilizce’ydi ve Türkçe dili yoktu oyunlarda. Aslında her dili böyle öğrenmek lazım, dizileri ya da altyazılarını öğrenmek istediğimiz dil yapıp onu okumak lazım, ya da YouTube’da videolar izlemek lazım, ama artık kimde böyle zaman var ki... Geçenlerde bir konsere gittim. Bu konser de hayatımın en mutlu anlarından biri haline geldi... Sizlere konserine gittiğim bu grubu önereceğim: The Midnight. Mono no aware terimini onlardan öğrendim. Bu grup 80’ler temasında müzik yapıyor, yani buna synth müzik de diyebiliriz. Dinlediğinizde tam bir nostalji havasını sezeceksiniz. Altına da, dinlerken benzer şeyler hissettiğim Minecraft müziğini bırakıyorum, isterseniz dinleyip benim gibi eskilere dönebilirsiniz. Bu konu da hakkında yazdım da yazdım. O kadar çok diyecek şeyim varmış ki... İçimde birikmiş. Düşündükçe daha da geliyor aklıma anılar. Belki çok da kafa yormamak lazım böyle şeylere! Yoksa içinden çıkamam, şu anki durumumla mutlu da olamam... İşte mono no aware de, bu yüzden İngilizce olarak “Beauty of things passing” demek.

Defne Şerbetçioğlu

10 dk.

YAPAY ZEKA İLE DÜŞÜNMEK Mİ? YOKSA ONA DÜŞÜNDÜRMEK Mİ?

YAPAY ZEKA İLE DÜŞÜNMEK Mİ? YOKSA ONA DÜŞÜNDÜRMEK Mİ?

Tarih boyunca, teknolojik yenilikler dünya görüşümüzü ve yaşam tarzımızı derinden etkilemiştir. Bir anda hayatımıza giren yapay zeka gibi... Neredeyse her gün yeni bir modül çıkıyor ya da mevcut modüller güncelleniyor. Günümüzde yapay zeka sadece teknoloji meraklılarının değil, herkesin gündeminde yer almaya başladı. Nasıl almasın ki? Teknolojik dönüşümün bizzat merkezinde yer alıyor. Gündelik işlerimizi kolaylaştırmakla kalmadı, iş dünyasında yeni alanlar açtı. Yapay zeka, bilgisayarların ve insanların yaptığı işlere benzeyen işleri yapabilmesini sağlayan bir teknoloji. Temel olarak, bu sistemler bir görevi öğrenir ve sonra bu bilgiyi kullanarak o görevi yerine getirir. Yani, yapay zeka sayesinde bilgisayarlar, bizim gibi düşünebiliyor ve karar alabiliyor gibi görünüyor. Ancak yapay zeka gerçekten bizim gibi mi düşünüyor? Bu yazıda bu soruyu ele alacağız. Aslında yeni değil, yapay zeka zaten hayatımızın bir parçası haline geldi. Sabahları uyandığımızda telefonumuz bize hava durumunu, trafik durumunu gösteriyor ve o günkü randevularımızı hatırlatıyor. Hepsi bir yapay zekanın desteği ile gerçekleşiyor. Chat-GPT gibi bir sohbet modülüne sorduğumuzda, internetin derinliklerinden bulduğu bilgileri derleyip bize sunar. Aynı şekilde, hava durumu ve trafik durumu uygulamaları da yapay zekanın desteğiyle bize anlık bilgiler sağlar. Yapay zeka ile ilgili en önemli soru ise onu nasıl kullanacağımız: "Ona düşündürmek mi, yoksa onunla düşünmek mi?" İNSAN ZEKASI VE YAPAY ZEKA ARASINDAKI FARKLAR İnsan bilinci ve sezgileri çevresindeki olup biteni düşüncelerine katabilir. Bu şekilde çevresel şartlara uyum sağlayabilir ya da kendine düşüncelerine uygun bir çevre oluşturabilir. Farklı bakış açıları yaratıcı bir perspektif oluşturabilir ve düşüncelerde değişikliğe yol açabilir. Bu sayede insanlar, olaylara ve problemlere daha geniş bir çerçeveden bakabilirler. İnsan zekası, sanat, bilim ve teknoloji gibi alanlarda yaratıcı düşünme kapasitesine sahiptir ve bu sayede yenilikçi çözümler üretebilir. Peki ya yapay zeka nasıl düşünüyor? Bizlerin sorduğu sorulara ve verdiği görevlere internet ortamındaki veri setlerinden öğrenme ve algoritmalar üzerinden işlem yaparak yanıt veriyor. Bilinç ya da duygu yok. Farklı bakış açıları sadece internet alemindeki bilgiler ile sınırlı durumda. Yapay zeka, öğrenme ve karar alma süreçlerinde insan benzeri esneklikten yoksundur. Algoritmalar ve verilerle sınırlı olduğu için, beklenmedik durumlarda yaratıcı çözümler üretemez. ETIK DEĞERLER VE EMPATI Peki yapay zeka ile insan zekası arasındaki etik değerlere bakış farkı nasıldır? İnsan zekası bilinçli bir varlık olarak düşünür ve bu yönde karar alır. Bilinçli düşünce sayesinde insanlar, etik kurallar çerçevesinde sorumluluk alır ve hesap verebilir. İnsanlar düşüncelerinden ve eylemlerinden sorumludur ve bu sorumluluk, toplumsal ve ahlaki değerlerce şekillenir. Yapay zeka ise bilinçsizdir ve dolayısıyla etik sorumluluk taşımaz. Yapay zekanın yaptığı işlemler, programlandığı kurallar, internetin derinliklerinden aldığı veriler ve kullanıcısından öğrendikleri ile sınırlıdır. Kararlarının etik sonuçlarını anlamadığı için sorumluluk tamamen onu tasarlayan ve kullanan yani düşündüren insanlara aittir. Önyargılı verilerle eğitilmiş bir yapay zeka, adalet sistemi veya işe alım süreçlerinde adil olmayan kararlar verebilir. İnsan zekası empati kurma yeteneği sayesinde diğer insanların duygularını, yaşadıklarını anlamayı, görmeyi ve hatta hissetmeyi başarır. Hazır Paris 2024 Olimpiyat Oyunları dönemindeyiz. Olimpiyatlardan bir örnek vereyim: Türk bir sporcumuzun olmadığı bir branş olan artistik trambolin finallerini izliyordum. Kazanan sporcunun sevinçten ağlamasını gördüğümde neredeyse benim gözlerim dolacaktı. Ya da Japon bir judocu kadının elendiğinde hocasına sarılarak çığlık çığlığa ağladığı anlarda, tribündeki seyirciler ayakta kendisini alkışlıyordu. İnsan zekası, kararlar alırken bu etik kurallara ve duygulara özen gösterir. Yapay zeka ise yazılımındaki kurallar ve kullanıcısından edindiği öğrenime göre düşünür. Günümüzde henüz tam anlamıyla duyguları yok. İNSAN ZEKASI VE YAPAY ZEKA KARŞILAŞTIRMASI İnsan zekası, görerek, okuyarak ve üreterek öğrendikleri ile gelişir. Bizler sosyal, kültürel ve kişisel önyargılara sahip olabiliriz. Bu önyargılar düşüncelerimizi, kararlarımızı hatta tüm bu süreçleri etkileyebilir. Ve bazı durumlarda arada kalabiliriz. Öte yandan, yapay zeka farklı bir öğrenme sürecine sahiptir. Bu süreç sadece programlandığı algoritmalar, aldığı veriler ve kullanıcısından öğrendikleri ile sınırlıdır. Ayrıca, yapay zeka duygusal zekadan ve bilinçten yoksun olduğu için, insan gibi karmaşık sosyal ve kültürel durumları değerlendiremez ve empati kuramaz. Bu da yapay zekanın bazı durumlarda etik ve duygusal olarak yetersiz kalmasına neden olabilir. Toparlamak gerekirse… Her teknolojik gelişme gibi yapay zeka da insana yardım etmek amacıyla geliştirildi. Ancak, sadece yapay zekaya düşündürmek, beynimizi yapaylaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Aynı şekilde, yapay zekayı hiç kullanmamak da faydasız olacaktır. Asıl önemli olan, yapay zeka ile insan zekasının güçlü yönlerini birleştirerek daha verimli ve etik çözümler üretebilmektir. Yapay zekayı doğru bir şekilde kullanarak hem günlük hayatımızı hem de iş dünyasını daha etkili ve sürdürülebilir bir hale getirebiliriz. Gelecekte, yapay zeka ile birlikte nasıl bir dünya inşa edeceğimiz, onu nasıl kullanacağımıza ve onunla nasıl işbirliği yapacağımıza bağlıdır. Bu dengeyi kurmak, teknolojinin insan hayatına en olumlu şekilde katkı sağlaması için kritik öneme sahiptir. Bu yazı yapay zeka modülü Chat-GPT-4o ile birlikte yazılmıştır. Ona düşündürerek değil onunla düşünerek. Öte yandan görseller de Chat-GPT bünyesindeki Dall-e ile üretilmiştir. Peki siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz, sosyal medyadan bana ulaşarak fikirlerinizi paylaşabilirsiniz; @erche_bey & @dergifalan
erce

Erçe Aktaş

10 dk.

Düşünmek’ten Gelen Güç:

Düşünmek’ten Gelen Güç:

Düşüncelerimiz, fikirlerimiz... Bizleri, aynı dünyayı paylaştığımız pek çok canlıdan ayıran sihirli gücümüz. Öyle bir lütuf ki bu güç, bir yandan çatışan ruhlarımızın yoğun sisinde ilerlemeyi sağlarken diğer yandan da rotamızı kaybetmemize engel oluyor. Zaten tarihin tozlu raflarına şöyle dönüp de baktığımızda, düşüncelerin ve fikirlerin varlığı bu yazdıklarımı doğrularcasına selamlıyor bizleri: Hayatımızda varlığını sürdüren bu kavramların toplumsal yapıları, kültürleri ve hatta bizlerin yaşam kalitesini öyle ya da böyle ilerletirken veya değiştirirken bir yandan da neye dönüştürdüğünü gözlemleyebilmemiz, üzerimize birer birer düşen düşünce tanelerinin bile zamanla ne kadar büyük bir çığa sebep olabileceğini bizlere kanıtlıyor. İşte tam da bu sebepten “düşünmek” temalı bu sayımızda, tarihte büyük değişimlere yol açan bazı önemli düşünceleri ve bu düşüncelerin nasıl şekillendiğini incelemek istedim: Geçmişte spor, politika, sanat ve felsefe gibi çeşitli alanlarda gerçekleşmiş bu çeşitli ve güçlü fikirlerin izlerinin günümüz toplumundaki etkilerini de bu sayede hep beraber süreceğiz. Sanatta Devrim: Rönesans ve Günümüze Etkisi Pek çoğumuzun bildiği üzere rönesans, 14. ve 17. yüzyıllar arasında Avrupa'da sanat, bilim ve felsefe gibi birçok alanda köklü değişimlere yol açan bir dönemi sembolize etmekte. Bu kültürel uyanış, antik Yunan ve Roma'nın klasik değerlerinin yeniden canlandırılmasıyla şekillenip insan merkezli bir bakış açısını (hümanizm) toplumun önemli bir kesimine benimsetmeyi de başardı. Bu dönemin fikirleri bireyin yaratıcı gücüne olan inancı artırarak, sanatçıların ve bilim insanlarının özgür ve yaratıcı bir şekilde çalışmalarını sağladı. Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael gibi büyük sanatçılar bu dönemde ortaya koydukları "Mona Lisa", "Son Akşam Yemeği", "Davud" heykeli, Sistine Şapeli freskleri, "Atina Okulu" gibi eserleriyle, insan formunu ve doğayı yeni bir gözle keşfetmemizi sağladılar. Rönesansla ortaya çıkardıkları düşünce yapısını sanatla harmanlayarak perspektif kavramının ve kullanımının toplum bazında keşfini sağladılar. İşin bilim tarafındaysa Nicolaus Copernicus'un güneş merkezli evren modeli, Galileo Galilei'nin teleskopik gözlemleri ve Johannes Kepler'in gezegenlerin hareket yasaları gibi keşifleri bildiğimiz dünyayı mikroskop altına alarak gelecek nesillerin daha doğru bir sistematikte; gerçeklikle paralel giden bir yaratıcılıkta düşünebilmesini sağladı. Bu bilim insanlarının çalışmaları, evrenin anlaşılmasında yeni bir çağı başlatarak, modern bilimin de temellerini attı. İşte bu şekilde Rönesans'ın hümanist düşünce yapısı, bireyin potansiyeline olan inancını artırmış ve özgür düşüncenin önemini vurgulamış. İnsanlar, kendi yeteneklerini keşfetme ve geliştirme konusunda cesaretlenmiş. Bu düşünce yapısı, sanatta, bilimde ve felsefede de bu sayede büyük ilerlemelerin kaydedilmesini sağladı. Rönesans'ın etkileri günümüze kadar ulaştı. Modern sanat, Rönesans'ın perspektif, anatomi ve kompozisyon konusundaki yeniliklerinden büyük ölçüde etkilendi. Bugün bile sanatçılar, Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael gibi ustaların eserlerinden ilham alıyorlar. Bilimsel düşünce ve araştırma geleneği, modern bilimin gelişiminde hala önemli bir rol oynuyor. Galileo ve Copernicus gibi öncülerden ilham alan bilim insanları, evreni ve doğayı daha derinlemesine incelemeye devam ediyor. Yüzyıllar öncesinde daha da eski zamanlardaki düşüncelerin gelişimiyle ortaya çıkan fikirler, ilerleyerek ve gelişerek modern zamanlarımızın düşünce yapısına temel oluşturmaya ve onları dönüştürmeye devam ediyor. Tıpkı bizim fikirlerimizin gelecek nesillere ulaşarak onların dönüşümüne katkı sağlayacağı gibi... Felsefede Devrim: Aydınlanma Çağı Aydınlanma çağı, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'da ortaya çıkmış ve felsefede köklü bir devrime yol açmış bir düşünce hareketi. Bu dönem, akıl, bilim ve bireysel özgürlüklerin önemini vurgulayan entelektüel bir uyanış olarak da tarihte kendine önemli bir yer bulur. Aydınlanma'nın öncü düşünürleri, toplumun daha adil ve daha ilerici bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğine inanarak önemli eserler ortaya koydular. John Locke, Voltaire, Jean-Jacques Rousseau ve Immanuel Kant gibi filozoflar, Aydınlanma'nın teorideki en önemli figürleri arasında yer almakla kalmaz, eş zamanlı olarak hayatta, düşüncelerin toplum yapısını nasıl bir dönüşüme götürdüğüne de şahit olurlar: Bir yanda insan hakları ve hükümetin rızası kavramlarını geliştirerek, bireylerin doğal haklarının korunması gerektiğini savunurken modern demokrasilerin temelini oluşturmuş ve bireysel özgürlüklerin önemini vurgulamış olan Locke. Öteki tarafta; "toplum sözleşmesi" teorisiyle halkın egemenliğini ve hükümetin halkın iradesine dayanması gerektiğini savunan Fransız Devriminin fikir babalarından Rousseau. Dini hoşgörü ve ifade özgürlüğü üzerine yazılarıyla dikkat çekmiş, bireysel hakların ve özgürlüklerin savunucusu olmayı başarmış Voltaire. Ve, Aydınlanma'nın felsefi temellerini atan akıl ve ahlakın insan yaşamındaki önemini vurgulamış; "Sapere aude" (Bilme cesaretini göster) sloganıyla Aydınlanma'nın ruhunu özetlemiş olan Kant.. Bu isimler sayesinde bireylerin kendi akıllarını kullanarak bilgiye ulaşması gerektiği fikri günümüze ulaştı ve bireysel özgürlüğün / akılcı düşüncenin toplum tabanındaki köklerine can suyu olmayı başardı. Tabiki Rönesansta olduğu gibi Aydınlanma, sadece felsefi düşüncelerle de bitmemişti. Bilimde de büyük bir devrim yarattı. Isaac Newton'un "Principia Mathematica" adlı eseri, klasik mekaniğin temellerini atarak doğa yasalarının anlaşılmasını sağladı. Bugünün üniversitelerinde okutulan fizik ve matematik derslerinin temelini Newton'un bu konudaki çalışmalarına borçluyuz. Bu engin zihin, evrenin işleyişini akıl ve deneylerle açıklamış, bilimsel yöntemin önemini ortaya koymuştu. Zaman ilerledikçe aydınlanma düşüncesi, insan aklının gücüne olan inancı arttırdı ve bilimsel yöntemin yaygınlaşmasına katkı sağladı. Aydınlanma Çağında Rönesans’la birlikte gelen hümanist düşünce yapısı, bireyin potansiyeline olan inancını ilerletti ve özgür düşüncenin gelişimini destekledi. Bu dönemde insanlar, kendi yeteneklerini keşfetme ve geliştirme konusunda cesaretlendirildiler. Kısacası; aydınlanma süreci, bireyin yaratıcı gücüne olan güveni artırmış ve sanatta, bilimde; felsefede büyük ilerlemelerin kaydedilmesini sağlamıştı. Aydınlanma'nın etkileri günümüze kadar ulaştı. Modern demokrasiler, Aydınlanma'nın akıl, özgürlük ve eşitlik gibi değerleri üzerine inşa edildiler. İnsan hakları, özgür düşünce ve ifade özgürlüğü gibi kavramlar, Aydınlanma'nın mirası olarak modern toplumlarda varlığını sürdürdü. Eğitim sistemleri, bireyin potansiyelini en üst düzeye çıkarmayı hedefleyen hümanist ilkeler üzerine kuruldu. Dönemin entelektüel özgürlüğü ve yaratıcı düşünceye verdiği değer, bugün bile eğitim ve kültür alanlarında temel prensipler olarak kabul edilmekte. Aydınlanma, felsefede büyük bir devrim yaratmış ve modern dünyanın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bu dönemin düşünürleri, insan aklının ve özgürlüğünün gücüne olan inançlarını ortaya koyarak toplumların daha adil ve ilerici bir şekilde yeniden düzenlenmesine katkı sağladılar. Sporda Devrim: Toplumsal Eşitlik ve İnsan Hakları Spor, her zaman sadece fiziksel yeteneklerin sergilendiği bir arena olmanın ötesinde, toplumsal değişimin mücadelesi için de güçlü bir platform olmayı başardı. Tarih boyunca, birçok sporcu adaletsizliklere, ayrımcılığa ve diğer toplumsal sorunlara; kendi düşüncelerini paylaşarak, onları savunarak ve yayarak karşı çıktı ve toplumda önemli değişimlere imza attı. 1947 yılında Jackie Robinson, Major League Baseball'da (MLB) oynayan ilk siyahi oyuncu olarak tarihe geçti. Tüm insanların eşitçe mücadele edebileceği bir dünya düşüncesiyle yola çıkan Robinson, Brooklyn Dodgers ile sahaya çıkarak, Amerika'daki spor dünyasında ırk ayrımcılığına karşı büyük bir adım attı. Sahadaki başarıları ve sahadışı mücadeleleri, sivil haklar hareketine ilham verdi ve dünyanın pek çok bölgesindeki insanı etkiledi. Irksal eşitlik için önemli bir sembol haline geldi. Muhammed Ali, sadece boks ringlerindeki başarılarıyla değil, aynı zamanda sivil haklar hareketlerine olan desteği ve Vietnam Savaşı'na karşı çıkışıyla da tanındı. 1967'de sadece politik sebeplerden gerçekleştiğine inandığı ve insanları birbirine düşürdüğü Vietnam savaşında askerlik yapmayı reddettiği için hapis cezasına çarptırıldı ve tüm şampiyonluk unvanları elinden alındı. Ancak cesareti ve kararlılığı, ırksal eşitlik ve barış konularında tüm dünyaya yankıları hala devam eden güçlü bir mesaj verdi. Ali'nin çeşitli platformlarda yaptığı konuşmalar ve bir aktivist olarak katıldığı projeler , onun toplumsal adalet konusundaki düşüncelerine derin bağlılığını gösterdi. Ve ırkçılık, toplumsal adalet gibi konulardaki düşünceleriyle bizlere zor zamanlarımızda geriye dönerek güç alabileceğimiz bir miras bıraktı. Billie Jean King, kadın sporcuların eşit haklar için verdikleri mücadelenin öncülerinden biri olarak, 1973'te "Cinsiyetler Savaşı" maçında Bobby Riggs'i yenerek kadınların tenis dünyasındaki etkinliğini kanıtladı ve sporda cinsiyet eşitliği mücadelesine büyük bir ivme kazandırdı. King, Kadın Tenis Birliği'ni (WTA) kurarak kadın tenisçilerin profesyonel dünyada daha fazla tanınmasını ve eşit ücret mücadelesini destekledi. Ve teniste hem kadın hem erkeklerin dengelenmiş refah şartlarında mesleklerini sürdürebilmelerinde büyük pay sahibi oldu. Son olarak da büyük düşünür ve insan hakları savunucusu Nelson Mandela, Güney Afrika'nın ilk siyahi Cumhurbaşkanı olarak, 1995 Rugby Dünya Kupası'nda Güney Afrika takımının zaferini takımdaki oyuncuların ülkenin hangi bölgesinden olduğuna bakmaksızın destekledi. Güney Afrika’ya bağlı olan Güney Batı Afrika bölgesindeki siyahi insanların beyazlara göre daha altta görüldüğü 46 yıl boyunca devam etmiş ve Apartheid sistemi olarak geçen, ırkçılığı bizzat onaylayan, ülkeyi bölen sistemi kaldırarak Güney Afrika'da ulusal birliği ve uzlaşmayı teşvik etti. Mandela'nın spor aracılığıyla barış ve birlik mesajı, sporun toplumsal iyileşme üzerindeki gücünü ortaya koydu. Bu özel düşüncelere sahip insanlar düşünceleri ve hayallerini birleştirerek dünyayı daha güzel bir yer haline getirdiler. İnsan hakları için verdikleri mücadele, sadece spor dünyasında değil, genel toplumda da derin etkiler bıraktı. Onların cesareti ve azmi, insanlık hakları konusundaki ilerlemelerin temel taşları oldu ve dünya genelinde milyonlarca insana ilham verdi. Bu sporcuların mirası, gelecekte de insan hakları savunucuları için kuşkusuz ki yol göstermeye devam edecek. Tüm bu örneklerden de görülebildiği üzere düşüncenin gücü, insanlık tarihinin karanlıkla bütünleştiği, kötüyü normalleştirdiği dönemlerinde bile kendini göstermeyi başardı. Sanat, felsefe, politika ve spor gibi alanlarda ortaya konan çeşitli ve güçlü fikirler, toplumların şekillenmesine, bireylerin özgürleşmesine ve toplumsal adaletin sağlanmasına büyük katkılar sağladı. Rönesans'ın hümanist düşünce yapısından Aydınlanma'nın akıl ve bilim odaklı devrimlerine, spor dünyasında insan hakları için mücadele eden cesur sporculardan toplumsal değişime kadar, düşüncenin dönüştürücü gücü kendini bizlere her alanda kanıtladı ve kanıtlamaya devam ediyor. Billie Jean King, Jackie Robinson, Muhammed Ali ve Nelson Mandela gibi isimler, sadece kendi alanlarında başarılar elde etmekle kalmadı, aynı zamanda insan hakları ve eşitlik için verdikleri mücadelelerle toplumsal değişimlere öncülük ettiler. Onların cesur adımları, sporun toplumsal birleştirici gücünü ve insan hakları mücadelesindeki önemini gözler önüne sermeyi başardı. Sadece yukarıda verilen birkaç örnekte bile açıkça görülebileceği üzere geçmişin bu güçlü fikirleri, günümüz toplumlarında hala etkisini sürdürmekte ve gelecekteki nesillere ilham vermekte. Bizlere burada düşen görev ise geçmişte olduğu gibi tarihin kolektif düzenimizde bıraktığı izleri dikkatlice takip ederek düşüncelerimizi büyütmek, ilerletmek; adalet, eşitlik ve özgürlük için verdiğimiz mücadelelerin dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirdiğini hatırlamak. Bu güçlü düşünceler, her zaman toplumsal değişim ve ilerlemenin temel taşları olmaya devam edecek. Ve düşünmekten gelen bu güç, geçmişten günümüze ve geleceğe uzanan bir ilham kaynağı olarak kalmaya devam edecek...
Yiğiter Tuncer

Yiğiter Tuncer

15 dk.

Mevsimler Nasıl Oluşur

Mevsimler Nasıl Oluşur

Size bundan bin yıl önce yaşamış insanların bilmediği bir bilgi paylaşayım: dünyamız yuvarlak. Bilim insanlarının asılmasına sebep olan başka bir bilgi daha: bu yuvarlak dünya evrenin merkezi değil, başka gezegenler gibi güneşin etrafında dönen bir küre. Bu keşifleri yapmak kolay olmadı. Bunun da ilk adımını atan medeniyetlerin beşiği, tarihin kanla yaşıt olduğu yer Mezopotamya’ydı. M.Ö. 3 bin yıllarında camı keşfettiler. Yıllar geçti birisi bu camları farklı şekillere sokup mercek yaptı. Ardından Hans Lippershey 1608 yılında içbükey ve dışbükey mercekleri bir tüpün içine yerleştirip teleskopu buldu. Merdiveni basamak basamak oluşturduğumuz 4500 yıllık bu serüven Youtube’daki bazı komple teoricileri tarafından yalanlansa da siz onlara inanmayın. Dünyamız düz değil ve bir öküzün iki boynuzu arasında durmuyor. Ve hayır, depremler Amerika’nın icat ettiği bir “earthquakematic” tarafından meydana gelmiyor. Depremlerin neden meydana geldiğini anlamlandırmaya çalışmamız gibi mevsimlerin de neden meydana geldiğini anlamaya çalışıyoruz. Bilim insanları buna da cevap verdi. Dünyamız düz bir eksende değil eğik bir eksende dönüyor. Yaz aylarında kuzey yarımküre güneşe dönük olduğu için daha sıcak oluyor. Peki eski insanlar bu konuda ne düşünüyorlardı? Karakterimiz Yunan mitolojisindeki diğer her karakter gibi Zeus’un kızı olan Persephone. Kendisi arkadaşlarıyla çiçek toplamaya çıkmışken bir nergis çiçeğinin kokusunu takip etmek için gruptan ayrılır. Çiçeği kopardığında yer yarılır ve içinden yeraltı dünyasının ve ölülerin tanrısı Hades çıkar. “Ya benimsin ya kara toprağın” der Hades. Ancak bu şaşırtmacalı bir sorudur. Zira onun yanı kara toprağın altıdır. Persephone’un annesi, tarımın, bereketin ve anne sevgisinin tanrıçası Demeter bunu duyunca çılgına döner. O da “bu dönemde kız kaçırmak mı kaldı” der ve bütün köyü ayağa kaldırır. Amerikan başkanı dahil herkesi devreye sokar, kızım uzaylılar tarafından kaçırıldı der ve bunları yaparken görevlerini yerine getirmeyi unutur. İnsanlar tarlalarından ürün alamazlar ve açlıktan ölme noktasına gelirler. Bunun üzerine Zeus, Hermes’i kızını yeryüzüne getirmek için görevlendirir. Ancak Persephone yeraltından çıkmadan önce Hades’in narından 6 tane (kimisi 9 der) yer ve "ölüler ülkesinde bir şey yiyenlerin yeryüzüne çıkma hakları bulunmamaktadır" kuralı nedeniyle yediği nar tanesi kadar ay yeraltında kalır. Yeraltına indiği zaman hayat durur, kış gelir. Yeryüzüne çıktığındaysa yaz gelir ve hayat başlar. Yaz neden mi gelir? Yaz, bir anne kızıyla buluştuğu için gelir. Kaynak: https://www.greekmythology.com/Other_Gods/Persephone/persephone.html#:~:text=Who%20was%20Persephone%3F,also%20a%20goddess%20of%20fertility. https://tr.wikipedia.org/wiki/Persefoni
Foto

Bora Tavman

5 dk.

Kendinden Uzakta

Kendinden Uzakta

Sıkışmış, tamamen rutine binmiş hayatlar yaşayan insanlar için tatiller olması gerekenden de değerli. Her yıl iki hafta, bilemedin bir ay için yapılan planlar o insanlar için günlük memnuniyetsizliklerden kaçmak için tek fırsat. Değiştiremeyeceği problemleri fark eden ve kabullenen herhangi bir insanın bir sonraki adımı bulunduğu yeri değiştirmeye çalışmak, iki haftalığına da olsa uzaklaşmak. Eric Rohmer’in filmi Le Rayon Vert de bu milyonlarca insandan biri olan Delphine’in Fransa’nın güneyindeki tatilinin hikayesi. Aynı zamanda da tatiller de dahil bir türlü olmak istediği yeri bulamayan bir karakterin kendisiyle çıktığı bir yolculuğun. Hikayenin ana karakteri Delphine 30lu yaşlarında, dikkat çekici bir hayat yaşamayan, içine kapanık bir kadındır. Paris’te bir ofiste sekreter olarak çalışması dışındaki hayatıyla alakalı çok fazla detay öğrenmeyiz filmin başında. Büyük ihtimalle çok fazla bilinecek şey de yoktur, sorsan kendisi de farklı bir bilgi veremeyebilir. Bu 9-5 hayatını yaşayan Delphine’in o yaz tatil için arkadaşlarıyla yaptığı plan arkadaşının bir işi sebebiyle iptal olmak zorunda kalınca can sıkıntısı yerini telaşa bırakır. Delphine tatilini de Paris’te geçirmeyi hiç istemiyordur. Arkadaşları bu kadar istiyorsa tatile tek başına gitmesini önerirler, o zaten onun için teklif dahi edilemez. Sonrasında bir yerden başlayıp tatile bir şekilde çıktığındaysa artık kafasında sürekli sığınıp bırakmadığı benlik algısı yıkılmıştır, kamera Delphine’in hayatından Delphine’in kendisine dönmüştür. Çıktığı yolculuklar Delphine’I farklı yerlere sürüklerken, tesadüfen gittiği bir yerde tesadüfen orada bulunan bir grup karakterlerin konuşmasını duyarız. Bir arkadaş grubu çok iyi bir manzarası olan bir duvarın üstüne oturmuş, güneşi ve denizi izlerken filme ismini veren yeşil ışın hakkında konuşmaktadırlar. “İnanılmaz bir şey, vay canına, doğa harikası” gibi konuşmalar geçerken tecrübeli, çok güvenilir duran bir dayı sözü alır ve filmin içinde veya dışında olan herkese bu fenomeni açıklar. Yavaş konuşan dayının sözlerini bir-iki dakika kısaltacak olursam, yeşil ışın gün batımında farklı renkler farklı hızlarda kaybolurken geride kalan yeşilin bir kaç saniyeliğine insan gözüne görünmesiyle oluşur. Bu nadir görülen doğa olayının sebebi güneşin aslında gözüktüğü yerde olmamasıdır. Bu sahneyle beraber filmin asıl teması da Delphine’in hikayesiyle parallel olarak anlaşılır. Onun yaşadığı, çoğu insanın yaşadığı ait olmama hissinin sebebi kendileri olmak konusunda yaşadıkları sıkıntılardır. Bu sıkıntılar konusunda ise kaçmak, uzaklaşmak veya kendini anlık olarak oyalamak çözüm değil bu can sıkıntısını büyüten sebeplerdir anca. Eric Rohmer’in anlattığı bu sade hikayenin en özel yanı orijinalliği değil. Kendin ol, konfor alanından çık gibi cümleler sadece yan yana gelmiş harflere dönüşeli uzun zaman oldu. Yine de bence bu sözlerin asıl sıkıntıları yanlışlıklarından ziyade yetersizlikleri. En basitleşitirlmiş halleriyle birer slogan olarak bakılmayıp az da olsa uygulamaya geçildiğinde hala insanı dönüştüren tecrübeler ortaya çıkabiliyor. Delphine’in yaşadığı yolculuğa benzer şekilde bazen bu tecrübeler insanın kontrolünde olmadan gerçekleşiyor, bazen ise o ilk adımı gözünü karartıp atmak gerekiyor. Günün sonunda insana kendini en çok tanıtan tecrübeler sevdiği ya da nefret ettiği aktiviteler yapmak oluyor, çok da fena olmayan rutine devam etmek değil. Yaz ise bunun için herhalde en uygun zaman. Yıl içinde mecburi olarak bazı alışkanlılarından çıkamayanlar için akıntıdaki balık gibi yaşamayı bırakıp kendisini tanıma, oynadığı rolü bırakma, kendi kafasındaki algısını şaşırtma fırsatı. Sürekli kaçış halinde yaşayanlar için de kendine yaklaşmak için en güzel dönem.

Cem Cahit Gülan

10 dk.

Yaz ve Astroloji

Yaz ve Astroloji

YAZ VE ASTROLOJİ Yaz mevsimi, doğanın canlandığı, günlerin uzadığı ve insanların enerjisinin arttığı bir dönemdir. Bu dönemde güneşin etkisi altında, yaşam enerjimiz yükselir ve dışarıya dönük aktiviteler artar. Astrolojiye göre, her mevsimin ve gezegenin insanlar üzerinde farklı etkileri vardır. Yaz mevsimi de bu açıdan oldukça özel bir zaman dilimidir. Güneşin burçlar üzerindeki etkileri, yaz aylarında daha belirgin hale gelir ve her burç, bu dönemi farklı şekilde yaşar. BURÇLARIN YAZ MEVSIMLERINDE İNSANLAR ÜZERINDEKI ETKILERI Ateş burçları (Koç, Aslan, Yay), yaz mevsiminde enerjileri doruk noktasına ulaşır. Güneşin etkisiyle daha cesur, girişimci ve enerjik olurlar. Enerji ve macera dolu bir yaz! Koç burçları genellikle yaz döneminde oldukça enerjik ve maceracıdır. Yeni aktiviteler, sporlar ve seyahatler için harika bir zamandır. Ancak aşırı enerjinizi kontrol etmekte zorlanabilirsiniz. Dinlenmeye de zaman ayırmayı unutmayın. Aslan burçları yaz döneminde enerjilerini en üst seviyede hissederler. Sosyal etkinlikler, tatiller ve kendini ifade etme bu dönemin ana temalarıdır. Liderlik pozisyonlarında başarılı olabilir ve dikkat çekebilirsiniz. Macera ve keşif! Yay burçları yaz döneminde macera ve keşif arzusu içinde olabilir. Seyahatler, yeni deneyimler ve özgürlük hissi bu dönemi tanımlar. Ancak, aşırı risk almamaya ve sorumlulukları ihmal etmemeye dikkat edin. Toprak burçları (Boğa, Başak, Oğlak) yaz mevsiminde daha istikrarlı ve pratik yaklaşımlar sergiler. Yavaşlayın ve keyfini çıkarın! Boğa burçları rahat yaz mevsiminin ve güzelliklerinin tadını çıkarır. Bu dönem, doğal güzelliklerin tadını çıkarmak, keyifli yemekler yemek ve sevdiklerinizle zaman geçirmek için idealdir. Ancak, bütçeye dikkat etmekte fayda var. Organizasyon ve sağlık! Başak burçları yaz aylarında organizasyon ve düzen konularına odaklanır. Sağlık ve kişisel bakım konularında adımlar atmak için harika bir dönemdir. Ancak, detaylarda kaybolmamaya özen gösterin. Kariyer ve hedefler! Oğlak burçları yaz döneminde kariyer ve hedeflerine odaklanabilir. İş ve projelerde ilerleme kaydetmek için enerjik hissedebilirsiniz. Ancak, iş ve özel yaşam dengesini korumaya özen gösterin. Hava burçları (İkizler, Terazi, Kova) yaz mevsiminde sosyalleşme ve iletişim yeteneklerini ön plana çıkarır. Sosyal hayatın zirvesi! Yaz, İkizler burçları için sosyal etkinliklerin ve iletişimin arttığı bir dönemdir. Arkadaş toplantıları, yeni insanlarla tanışmalar ve kısa seyahatler bu dönemi renklendirir. Ancak, çok fazla dağılmamaya ve dinlenmeye zaman ayırmaya dikkat edin. Sosyal denge ve romantizm! Terazi burçları yaz döneminde sosyal dengeyi ve romantizmi ön planda tutar. Sosyal etkinlikler, arkadaşlıklar ve romantik ilişkilerde güzel gelişmeler yaşanabilir. Ancak, kararsızlık yaşayabileceğiniz durumlar olabilir. Kova burcu ise yenilikçi fikirler ve projeler peşinde koşarak bu dönemi yaratıcı bir şekilde değerlendirir. Su burçları (Yengeç, Akrep, Balık) yaz mevsiminde duygusal yoğunluklarını daha derinden hissederler. Aileye odaklan! Yengeç burçları yaz aylarında aile ve evle ilgilenir. Aile ziyaretleri, evde geçirilen keyifli zamanlar ve duygusal bağların güçlenmesi bu dönemi tanımlar. Ancak, duygusal dalgalanmalar yaşayabilirsiniz. Derinlik ve dönüşüm! Akrep burçları yaz aylarında içsel dönüşüm ve derin duygusal deneyimler yaşayabilir. Kendinizi ve ilişkilerinizi daha derinlemesine anlamak için harika bir dönemdir. Ancak, duygusal yoğunluğunuzu dengelemeye çalışın. Hayal gücü ve duygusal derinlik! Balık burçları yaz döneminde hayal güçlerini ve duygusal derinliklerini keşfedebilir. Sanatsal aktiviteler, meditasyon ve içsel yolculuklar için harika bir zamandır. Ancak, gerçek dünyadan fazla kopmamaya dikkat edin. Yaz mevsimi, her burç için farklı deneyimler ve etkiler sunar. Güneşin sıcaklığı ve ışığı altında, burçların karakteristik özellikleri daha belirgin hale gelir. Ateş burçları enerjilerini zirveye taşırken, toprak burçları istikrar ve pratiklikle hareket eder. Hava burçları sosyalleşme ve iletişim yeteneklerini ön plana çıkarırken, su burçları duygusal derinliklerde kaybolur. Yaz, her burcun kendini yeniden keşfetmesi ve hayatına yeni bir enerji katması için mükemmel bir dönemdir. Astrolojinin rehberliğinde, bu rehberliğinde, bu dönemi en verimli şekilde geçirebilirsiniz.
erce

Erçe Aktaş

10 dk.

Kings League Pro & Limon FC

Kings League Pro & Limon FC

Futbol dünyası sürekli olarak yeni ligler, turnuvalar ve formatlar deniyor. Bunlardan biri de Gerard Pique’nin kurduğu Kings League Pro… Modern anlamda tamamen farklı bir futbol deneyimi sunmasıyla Kings League Pro dikkatleri üzerine çekiyor. Bu ligin bir parçası olarak futbolun büyüklüğünü hem saha içinde hem de ekran başında hissediyorsunuz. Çünkü yeni nesil bir yayın sistemi kullanılıyor. Aktüel kameralar uygun zamanlarda saha içinde, dronlar havada, bir kamera da hakemin üzerinde bulunuyor. Ve yaz sezonu ile ilk defa bir temsilcimiz turnuvaya katılıyor. Eski Milli Futbolcu Arda Turan ve Sosyal Medya Fenomeni Elraen işbirliği ile kurulan Limon FC… Bu yazıda, Kings League Pro’yu ve temsilcimiz Limon FC'yi yakından tanıyacağız. Kings League Pro'nun Genel Kuralları ve Formatı Kings League Pro, geleneksel futbol kurallarından farklı bir yapıya sahiptir. Oyun 7'şer kişilik takımlar arasında oynanır ve iki 20 dakikalık devreden oluşur. Ama tabii bu kadar basit değil. İlk yarının 18’inci dakikasında zar atılıyor. Takımların maça kaç kişi ile devem edeceği belirleniyor. Bu, oyunun hızını ve temposunu artırarak seyircilere daha heyecan verici bir deneyim sunar. Bir başka kural ise “Başkan Penaltısı”… Maçın durumuna takım başkanı sahaya inip penaltı kullanabiliyor. Eğer takım başkanı sahada ise bu penaltı Amerikan Penaltısı olarak kullanılıyor. Diğer heyecan verici özelliklerden biri de Kings League Pro'da kullanılan kartlardır. Bu kartlar, takımlara geçici avantajlar sağlar. Örneğin, “Yıldız Oyuncu Kartı”… Kaptanlık pazıdandı gibi bir band teknik direktöre tarafından bir oyuncuya takılır. Bu oyuncu yarı sonuna kadar atacağı goller 2 gol sayılır. Bir başka örnek “Penaltı Kartı”… Teknik direktörün seçeceği oyuncu penaltı kullanabilir. Bunun gibi kartlar bulunuyor. Hepsi ile sıkılmayalım. Asıl olan “Sürpriz Kart” bir zarf içinde olan kart maçın gidişatımı değiştirebiliyor. Hele “Joker Kart” ise... Diğer tüm kartları kapsıyor istediğini seçebiliyorsun. Futbolcu Emeklileri ve Yıldızlar Lig, nostalji ve deneyimi bir araya getirerek kariyerinin en büyük hayranlık toplayan futbol yıldızlarını geri getiriyor. Güçlü isimler, Ronaldinho, Iker Casillas, Totti, Eden Hazard, Rio Ferdinand, Götze ve Kun Agüero gibi efsanevi futbolcular yeniden sahaya çıkıyor ya da takım başkanları olabiliyor. Bu yıldızlar, yetenekleri ve tecrübeleriyle genç oyunculara rehberlik ediyor ve ligin kalitesini artırıyor. Arda Turan ve Elraen’in Takımı: Limon FC Elraen, Türkiye'den sosyal medya ile tanınmış bir isim olarak eski futbolcu Arda Turan ile Kings League Pro'nun bir parçası olarak Limon FC'yi kurdu. Limon FC, hem saha içinde hem de saha dışında renkli ve enerjik bir takım olarak bilinir salon futbolu severler tarafından. Limon FC, Kings League Pro'nun yaz sezonunda büyük başarılar elde etmeyi hedefliyor. Yaz sezonu, genellikle Mayıs ve Haziran aylarında oynanır ve bu dönemde takımlar sıkı bir mücadele içindedir. Limon FC, Elraen'in ve Arda Turan’ın liderliğinde ve taraftarlarının desteğiyle bu sezonda önemli bir performans sergilemeyi amaçlıyor. Sonuç Kings League Pro, futbolun bilinen kurallarını değiştirerek yeni ve heyecan verici bir deneyim sunuyor. Yenilikçi kuralları, eski futbol yıldızlarının katılımı ve dinamik oyun yapısıyla bu lig, hem futbol severler hem de izleyiciler için büyük bir çekim merkezi haline geldi. Türkiye’den Arda Turan, Elraen’in takımı Limon FC, bu ligdeki enerjisi ve farklı tarzıyla dikkat çekiyor. Yaz sezonunda sahaya çıkan Limon FC'nin Final Four şansı hala devam ediyor. Şu an “Son Şans” aşamasında… Maçları EXXENSPOR ve EXXENSPOR Youtube kanalından takip edebilirsiniz.
erce

Erçe Aktaş

8 dk.

Yaz denince akla gelen son oyun bu olmalı

Yaz denince akla gelen son oyun bu olmalı

Yaz geliyor ve bu en sevdiğim mevsim sezonunu bir oyunla açmak istiyorum: Phasmophobia! Şimdi, ne alaka diyeceksiniz. Benim geçen yazım şahsen Phasmophobia oynamakla geçti. O sıralar evimden pek çıkmıyordum ama arkadaşlarımla Phasmophobia oynamak hep evde olmama rağmen beni çok eğlendirmişti. Her akşamı dört gözle beklerdim çünkü o zaman arkadaşlarımla Phasmophobia girerdik (saat 9-10 gibi). O zamanlar hem çok geç yatar ve çok geç uyanırdım, o yüzden programıma iyi düşmüştü doğrusu. Eğer ki gün içerisinde planım varsa da eve erken dönmeye çalışırdım ki akşam arkadaşlarımla Phasmophobia oynayayım. Eğer siz Phasmophobia’yı daha önce duymadıysanız size oyun hakkında minik bir bilgilendirme yapmama izin verin. Phasmophobia bir “indie” oyun, yani geliştiricileri bağımsız bir ekipten oluşuyor ve genelde büyük bütçeli olmuyorlar. Oyunu yapan Kinetic Games, ve oyun Steam’de 10/10 puanda. Şimdilik sadece Steam’da olmasına rağmen oyunun ileride Playstation’a da geleceği duyuruldu, böylelikle herkes beraber oynayabilecek ve yeni oyuncu kitlesi toplayabilecekler. Oyun, 2020’de, korona zamanı çıktı ve insanlar tabii ki deli gibi bu oyunu oynadılar. Üstüne VR da eklendi ve bu oyunu VR’da oynayanları ayakta alkışlıyorum doğrusu. Peki neden mi? Phasmophobia’da siz hayalet avcısısınız ve göreviniz girdiğiniz oyundaki hayaletin türünü doğru bir şekilde anlayabilmek. Bunun için eve girip belirli checklistleri doldurmanız lazım. Hayaletin bulunduğu oda dondurucu soğuklukta mı? Dokunduğu etrafta parmak izi bırakıyor mu? Sizi avladığı zaman hızlı mı? Bütün bunlar bir kanıt olarak kullanılabiliyor ve bu kanıtlarla hayaletin türü ortaya çıkıyor. Doğru hayaleti de journal’dan işaretlemeniz lazım, böylelikle doğru bildiğinizde seviye atlıyorsunuz hem de para kazanıyorsunuz ve daha fazla ekipman alabiliyorsunuz. Bazen oyun sizi korkutmak için sesler çıkarıyor. Rastgele üfleme ya da çığlık sesleri, bebek sesleri, hayaletin sizi avladığı zamandaki kalp atım sesleri… Korkunç değil mi? Üstelik, bu oyunu kulaklıkla oynamanız lazım, yoksa hayaletin sizi avlarken nereden geldiğini, ayak seslerinden ne kadar hızlı olduğunu, hayaletin odada bir şeyleri fırlattığındaki sesleri duyamazsınız. Bu oyunun en önemli öğesi arkadaşlarınızla beraber oynayabilmenizdir. Şahsen ben bu oyunu tek başıma oynayabileceğimi sanmıyorum, ama arkadaşlarımla inanılmaz zevkli oluyor. Üstelikle çok da komik anlar yakalayabiliyorsunuz. (https://www.dropbox.com/scl/fi/9kj8cie4eh69na7f5xjjb/phasmo-efso-loop.mp4?rlkey=y81fu8jdpwuqn3vay9v6mrqj2&st=n7uh5vyi&dl=0) Üstteki linke tıkladığınızda Dropbox’a yönlendirilip arkadaşlarla Phasmophobia oyununda ne kadar eğlendiğimizi görebilirsiniz. Oyunu yarı dalga geçip yarı ciddiye alarak oynadığınızda zaman hızla geçiyor. Yaz geldi geldi sonunda! Daha geçenlerde tekrar başladım oyunu oynamayı. Geçen yazı hatırlıyorum oynarken, bir nevi deja vu. Bazen eskiden oynadığınız oyunlara geri dönmek de sizi mutlu edebiliyor işte… League of Legends dışında. Sakin o oyuna geri dönmeyi düşünmeyin! Sizi daha mutlu edecek zararsız oyunlar oynayın sevgili okuyucularım, sonra sınır hastası olmayın :) Neyse, kısaca bütün yaz Phasmophobia oyununu oynadım denenebilir… Ne komik oldu bir de öğütleme sıkıştırmam yazıya. En sevdiğim şey hayatta eğlence. Geçen sene de ne yazık ki tek eğlencem buydu. Beni hep meşgul tuttular, onlar sayesinde başka dünyalara kaçabiliyorum. Oyunları bu yüzden çok seviyorum, özellikle korku oyunlarını. Bir şeyi başardığınızda aldığınız o haz tahmin edilemez, işte bu yüzden korku oyunları o hazdan dolayı bence çok eğlenceli. Phasmophobia’da hayaleti doğru tahmin ettiğinizde çok seviniyorsunuz ve kendinizi profesyonel bir oyuncu zannediyorsunuz. Neyse, kısaca geçen yaz evden hiç çıkmamama rağmen çok eğlendim. Hayalim bu oyuna daha fazla insan toplamak ki oyunu oynayan çok kişi olsun, oyun da hep başarılı olsun! Amacım da siz okuyucularımın, belki yeni bir oyun denemeye motivasyonunuz olsun, oyunlardan da hiç bıkmayın!

Defne Şerbetçioğlu

8 dk.

Arkadaşım nostalji ve geri dönemediğimiz yaz akşamları

Arkadaşım nostalji ve geri dönemediğimiz yaz akşamları

Hepimiz arada sırada deneyimleriz, eski fotoğraflarımızı kurcalarken kafamıza doluşan anılar, yaşandıkları andan daha parlak canlanırlar zihnimizde. Bir fotoğraftan ötekine atlarken, kendimizi rengarenk bir zaman yolculuğunda buluruz. Beynimizin arkasına attığımız, unuttuğumuz o önemsiz anılar birer birer geri gelir bize. Sadece anılara özel renkler, neşeli sesler, yanımızdakilerin sıcaklığı, yaz rüzgarının ferahlığını hisseder gibi oluruz. Cıvıltılı, huzurlu, sevdiklerimizle dolu yaz akşamları, ağaçlar yapraklarını dökmeye başlarken, sıcak havanın yerini sağanak yağmura bırakırken, birer anı olarak bizi ısıtırlar. Bir sonraki yaza geri dönerken ise, içimize bir umut dolar. Umut, heyecan, ama aynı zamanda bir melankoli, azıcık da korku. İşte tüm bunların karışımıdır nostalji. Nostalji en beklemediğimiz anlarda bizi bulan bir arkadaş gibidir. Beni en son bulduğunda, eğitim hayatımın son gününe, yılın ilk yaz güneşinin selamıyla uyanmıştım. Bahçeden gelen çiçek kokuları, kuş sesleri, tenimde hissettiğim güneşin sıcaklığı, hepsi yaklaşmakta olan yaz mevsiminin habercileriydi. Üniversite kampüsünün etrafında açan Mayıs güllerini görmek, bu kampüste mevsimlerin değişimine, çiçeklerin açmasına son kez tanık olacağım gerçeği, içimde bir burukluk yarattı. Elbette, hepsini teker teker fotoğrafladım, unutmak istemiyordum çünkü; bu çiçekleri, hayatımın dört yılının geçtiği bu kampüsü, bu duygusal anı. Bazı anlar vardır, hayatımızın bir faslının sonuna geldiğini, yeni bir sayfa açtığımızı hissederiz. Alışageldiğin rutin, kişiler, manzaralar, maziye dönüşecektir yakında. Bu tür “son”lar beraberinde hem varoluşsal kaygı hem de geçmiş özlemini getirir. İşte bu melankoli dolu günde, son birkaç senenin tüm fotoğraflarını yedeklemek aklıma geldi. Telefonumun hafızasının tamamen dolduğunu fark etmiştim, bir yandan da sembolik gelmişti, bu son günde hayatımın bu dönemini baştan sona yeniden deneyimlemek. Üç saat sonra, kendimi bulduğum yer nostalji kuyusunun tam dibiydi. “Kütüphanem bir özlemler arşividir.” der Susan Sontag. Her şeyin bir fotoğrafta bitmek için var olduğunu söyler. Belki de haklıdır da. Ona göre, fotoğraf çekmek bir başa çıkma mekanizmasıdır. Bazen, dünya ile biz arasında bir lense dönüşür; bir olaya nasıl tepki vereceğimizi çözemediğimizde onu bir fotoğrafta yakalamayı tercih ederiz. Sontag’in deyimiyle “Yakalayıp kaçarız.” Bazen bir kibir göstergesidir fotoğraf, güzel olduğumuz, mutlu olduğumuz zamanlara geri bakarak, en çok beğendiğimiz halini başkalarına göstererek, kendimizi değerli görürüz. Belki de bu mutlu halimizi muhafaza etmek isteriz; kendimize mutlu olabildiğimizi kanıtlamak için. Bazen bir delildir fotoğraf, gittiğimiz yerlerin, gördüğümüz şeylerin, sonsuza dek kalacak bir kanıtıdır. Bazen bir anı yaşamış gibi hissetmeyiz, eğer kaydetmemişsek. Dijital çağda doğup büyümenin en büyük özelliklerinden biri, hayatımızın her anının kaydedilmiş olması. Herhangi bir cihazımızı açınca, ne zaman istersek bakabileceğimiz, tüm yaşamımızın gözlerimiz önüne serildiği bir arşivle karşılaşırız. Bu arşivi doldurmak, genişletmek isteriz. Yaşamımızı kaydetme eylemi bir içgüdü haline gelmiştir; ya da belki, kaydetmek için yaşarız. Arkadaşlarımızla geçirdiğimiz güzel bir günden sonra, ilk yaptığımız şey onlardan çektikleri fotoğrafları istemek olur. Bir tatile gidince, her şeyin fotoğrafını çekmezsek bir şeyleri eksik yapmış gibi hissederiz. Binlerce fotoğraf, bu şekilde hayatımızın kronolojik bir arşivini oluşturur. Peki geçmişimizin bu kadar erişilebilir olması bizi nasıl etkiler? Fotoğrafların olmadığı bir dünyada, anılarımızı saklamak için sahip olduğumuz tek yer zihnimizdi. Anıları saklamak kolaylaştıkça, zihnimizin anı saklayıcısı yavaşça tembelleşti. Artık anıları, kaydettiklerimizden ayıramadığımız bir gerçeklikte yaşıyoruz. Mesela ben küçüklüğümü çok iyi hatırlamam. Aklımda kalan anılar ise, defalarca izlediğim video ve gördüğüm fotoğrafların oluşturduğu hikayelerdir aslında. Peki o zaman benim zihnim de bir sabit diske mi dönüşmüş olur? Gerçek şudur ki, fotoğraflar ile eriştiğimiz şey gerçekten yaşadığımız geçmiş değil, sadece görüntülerdir. Platon’un mağara alegorisi misali, hepimiz bu anılarımızın mahkumuyuzdur, onların yarattığı sahte gerçeklikten besleniriz. Oysaki o yaz akşamlarını bize özel yapan fotoğraflar değil, içimizde kalan o sıcaklık hissidir. Anları canlı tutma çabasından ibarettir fotoğraf çekmek. Fotoğraflar, yalnızca o sıcaklığı hatırlamamıza, alevi birazcık daha canlı tutmamıza yararlar. Onları vazgeçilemez yapan belki de budur. “Çok daha parlak bir mürekkeple basılmış anılar, bana sevdiğimi hatırlatıyor, düşünmeyi öğretiyorlar.” (Dodie, “When) Geçmiş, her zaman olduğundan daha tatlı gelir bize. O güzel yaz akşamlarını tekrar tekrar yaşarız. Davulun sesi uzaktan hoş gelir misali, anılarımızdan uzaklaştıkça bize daha güzel gelmeye başlarlar; her ne kadar o zaman da şimdiki kadar zorlandığımız, mutsuz olduğumuz anlar olsa da. Anda yaşayalım yaşamasına, hiçbir zaman tam olarak tatmin olamayız, özellikle geçmişin o tatlı çağrıları her an aklımızdayken, hala elimizdeyken. Her kış, yazın geri gelmesi için yaşarız. O dönemde ne kadar derdimiz tasamız olsa da geçmişe hep özlemle bakarız. Bazen bu özlemin içine pişmanlık karışır: "Ah o zamana geri dönseydim, her şeyi farklı yapardım!" Bazen de yas baş gösterir: "Keşke onunla bir gün daha geçirebilseydim, o yaz." Bizi yakaladığı gibi esir alır anılar; onların içinde yaşadığımız sürece güvendeyizdir, ama aslında yaşamış olmayız. Belki bir zamanlar, nostalji sadece arada sırada ziyarete gelen uzak bir akrabaydı. Şimdi, onu gittiğimiz her yerde buluruz; girdiğimiz her uygulamada, evimizin duvarlarındaki fotoğraflarda, eski mesajlar ve günlüklerde. Eğer ayarında kullanmazsak, nostalji bizi ayaklarımızdan bağlayıp sürekli geriye doğru çeker. Ve biz sürekli bu şekilde sabit kalırız, Orpheus gibi bir gözümüz hep arkamızda. Sontag’in sözleriyle, eğer hayatımızın odak noktası şimdiyi değiştirmek değil, geleceği anmak ise, asla ilerleyemeyiz. Bilmeliyiz ki, o yaz akşamları hiç geri gelmeyecek, biz de ne kadar istesek de onlara geri dönemeyeceğiz. Hayatımın bu bölümünün ve bu yazının kapanışını yaparken, eski kitap ve defterlerimle, eski fotoğraflarımla, eski cümlelerimle birlikte, bu bitmez tükenmez nostalji hissini de bir kutuya kapatarak veda etmek istiyorum. Öyle ki, geri dönemeyeceğimizi, arkamızda kalanların sadece bir seraptan ibaret olduğunu fark ettikten sonra yapabileceğimiz tek şey, silkinip önümüze bakmaktır. Kamera lensimizin kadraja almadığı o detaylar ile baş başa kalıp, sadece o anı yaşamak… Ne olacak ki sonsuza kadar o yaz gecelerinin serabında yaşayamayacaksak? Sırada yeni yaz akşamlar var.
Deniz Onuk

Deniz Onuk

14 dk.

En Sevdiğim Mevsim

En Sevdiğim Mevsim

“En sevdiğin … ne?” sorusu hangi bağlamda sorulursa sorulsun genelde cevap vermem, veremem. Çünkü bu değişken bir şeydir. En çok karşılaştığım soru en sevdiğim film üzerine oluyor ve ben gerçekten bilmiyorum. Veya en sevdiğim şarkıyı gerçekten bilmiyorum. O zaman sevdiğim bir tane olabilir ama iki gün sonra bu değişebilir. Buna ikna etmek de zor oluyor tahmin edeceksiniz ki. En sevdiğim renk hemen geliyor bu soruların arkasından ona cevap veriyorum ve genelde mavi diyorum. O da bana umudu hatırlattığı için. Ama neden umudu hatırlatır onu da bilmem. Arada bir bağ var kafamda kurduğum, bu 49 ile perşembe arasındaki bağ gibi bir bağ olabilir. Bir düşünün bu ikisini, 49 gerçekten de perşembeyi çağrıştırıyor. En azından benim içim. Yaz temalı bir yazı ne kadar farklı bir şekilde başladı. Ama ben de bunu istemiştim zaten. Biraz sizle konuşmak, biraz aklıma gelenleri çok az bir süzgeçten geçirerek anlatmak, biraz da sadece zihnimdekileri aktarmak… Neyse ilk paragrafa bağlamaya geri dönelim. En sevdiğim mevsim… Bu soruyu birkaç sene önce duyduğumda düşünmeden kış derdim. Kar ve soğuk hava. Karın kapladığı bir İstanbul ve ben şehir merkezinden biraz daha uzakta ve o yıllarda karın gerçekten de yağdığı bir yerde yaşarken güzel bir mevsimdi kış. Arada okullar tatil mi diye beklediğim vali açıklamaları da olurdu bu mevsimde. Sahi başka bir ülkede ortaokul öğrencisi bir çocuk yaşadığı şehrin valisinin adını bilir miydi? Hoş bu soru yavaş yavaş “başka bir ülkenin genci o ülkenin resmi gazetesini takip eder mi?” diye de evrildi. Neyse o dönem bilirdim valinin adını -tabi şu an vermeyeceğim ismini çünkü kendisi başka bir şehirde vali olarak devam ediyormuş işine- şimdi ise zaman zaman resmi gazete kontrolü yapıyorum. Fark ettim ki bu yazıyı yazmaya başladığım zaman kafam çok fazla karışıkmış o yüzden sürekli konudan uzaklaşıyor gibi olmuşum. Umarım okuması zor olmamıştır. Biraz sohbet havasında ilerlemesini istedim. En güzel sohbetler de konudan konuya atlayıp ama en sonunda da en baştaki konuya geri dönenler değil midir? Neyse… Beş altı sene önce bu en sevdiğim mevsim sorusunu duyduğumda sonbahar derdim. Ne kış ne yaz… Ağaçlar yapraklarını döker, kaldırımlar yaprakla dolardı. O dönemler romantik bir mevsim gibi gelirdi bana. Bazen hafif, bazen de sırılsıklam eden bir yağmur yağardı ve ikisinde de yürümek farklı bir güzeldi. Kuşlar da yavaş yavaş göçmeye başlardı. Sonbaharın başlaması ile Beşiktaş maçları da başlardı. Aslında şimdi düşündüm de çocukken, yani yazı sevdiğim zamanlar Beşiktaş’ın yazın oynadığı hazırlık maçlarına bile giderdim. Şimdi ise sadece sonuç ne olmuş diye kontrol ediyorum. Sonbaharda hem Beşiktaş ile bir heyecan gelirdi hem de okul başlar ve yeni bir dönemin heyecanı olurdu. Havalar çok soğuk olmaz ama rüzgarlı olurdu. O dönem sonbaharı düşünmek güzeldi. Bu kelime pek hoşuma gitmezdi. Son ve bahar. Yani zaten iki tane bahar var niye ilk ve son denir ki… Büyük ihtimalle üzerine çok düşünmemişlerdir. “Pazartesi” gibi bir kelime aslında. Pazardan sonra, pazarın ertesi. Pazar ile hiçbir anlamı olmayan bir gündür pazartesi. Sonbahar da son değil ki… Üç ay sonra zaten tekrar bahar…. Bu yazıyı yazarken 2024’teyiz. O zaman bir beş sene önce bu soruyu duyduğumda en sevdiğim mevsim bahardı diyebilirim. Belki de en sevdiğim rengi umudu çağrıştıran mavi ile eşleştirmek gibi baharı da umut ile eşleştirmiştim. Baharda hem bir şeyler değişmeye başlayıp içimde bir umut kıpırtısına yol açmıştı hem de sonbaharda kaybolan güzelliğin tekrar ortaya çıkmaya başladığını fark etmiştim. Güzel bir fark edişti. Hava ne kış kadar soğuk, ne yaz kadar sıcak, ne de sonbahar kadar yağmurluydu… Bir iki sene sonra bahara olan “en” duygum da geçti. Benim bu duygum geçtikten bir iki sene sonra “sana söz yine baharlar gelecek” diye bir slogan başladı. Ona da kızgınım zaten. Kardeşim sen söz versen de vermesen de bahar zaten gelecekti. Hala bekliyoruz gelmesini ve bunu kimsenin engelleyemeyeceğini biliyorum. Geliyor gelmekte olan! Neyse son üç senedir en sevdiğim mevsim sorusuna yaz derim. Ciddi cevaplamam ama hızlı bir şekilde yaz derim. Çok küçükken en sevdiğim mevsim olan yaz tekrardan en sevdiğim mevsim olmuştu. Belki de tatilin çok vurgulandığı bir mevsim diye düşündüğüm içindir. Ya da denize girmeye başlanan mevsim diyedir ki bu sene ilkbaharda da girdim denize ama yine de yazın farklı gelir deniz. Güneş farklıdır, ağaçların hışırtısı, Bodrum’da cırcır böceklerinin sesi, klimanın gürültüsü, yenen kızartmaların tadı hepsi farklıdır. Biraz da yurt dışında yaşayan arkadaşlarımı da en çok bu mevsimde gördüğüm ve onları çok özlediğim için de son zamanlarda bu mevsim ile bir bağım olmuş olabilir. İlkbahar nasıl umudu çağrıştırıyorsa bu mevsim de “neşeyi” çağrıştırır. Sezen Aksu bir şarkısında şey der: “Ben her bahar aşık olurum; rüzgar olur yağmur olurum” bana. Ben de her yaz aşık olurum; deniz olur sivrisinek olurum. Bu aşk denizde gördüğüm bir balığa da olur, ilk defa denize girdiğim yerdeki dubaya da, çok sıcakladığımda bütün camların kapanmasını sağlayan klimaya, çok özlediğim bir arkadaşıma veya hiç tanımadığım birine de olabilir. Yazın hissedilen bütün duygular bir farklı geliyor bu aralar. Belki bu duygu da kaçıp gidecek bir gün ve ben yine başka bir mevsimi seveceğim (biliyorum baharı sevmeye geri döneceğim fakat şimdilik yazı sevmek güzel).

Ali Aktaş

10 dk.

Turnuva Yazıları

Turnuva Yazıları

“Futbol önemsiz şeylerin en önemlisidir.” Arrigo Sacchi Futbol sadece bir takım tutmaktan, onu desteklemekten ibaret değil, çok daha fazlasıdır. Beşiktaş’a karşı bütün güzel duyguları en yoğun şekilde besleyen biriyim, hiçbir maçı izlerken o kadar heyecanlanmam veya hiçbir takımın yenilgisine Beşiktaş’ın mağlubiyeti kadar üzülmem. Ama futbola da hemen hemen bir o kadar değer veririm. Ben Beşiktaş’ı futboldan, futbolu da önemsiz olan her şeyden çok seviyor olabilirim. Futbol hakkında konuşmak, maçları teknik açıdan yorumlamak, futbolun kurallarını bir maça göre yorumlamak, hepsi bambaşka bir zevk verir insana. Mesela Şampiyonlar Ligi müziğini duymak bile ne kadar mutlu eder insanı. Futbolu taraftarlıktan ayrı takip etmek başka ligleri ve uluslararası turnuvaları takip etmekle geçer. Bu turnuvaların da yaz mevsimi ile ortak olanları Dünya Kupaları ve Euro diye adlandırılan Avrupa Şampiyonası’dır. 2024 de bir “Euro” yılı olduğu için hatırladığım turnuvalardan bahsetmek istiyorum. Çok daha eskileri hatırlamak isterdim bu turnuvalarda, en azından Euro 2008’den aklımda bir şeyler kalmalıydı. Türkiye’yi bir daha bir turnuvada bu kadar ilerlemiş görebilir miyiz, bilinmez. İşte o yüzden biraz hafızamda kalmasını isterdim o anların. Ben en fazla Euro 2012’ye kadar geri gidebiliyorum. Oradan da aklımda kalan maçlar çok geç başlıyor: artık turnuvanın sonlarına doğru gelinmiş ve İtalya ile Almanya yarı finalde karşılaşacaktı. Maçın ilk yarısı çok hareketli geçmesinden midir yoksa daha kariyerinin çok başında olan ve dönemin genç yeteneği Mario Balotelli’nin attığı gollerin ardından yaptığı ikonikleşen gol sevincinden midir bilmiyorum bu turnuva benim aklımda bu maçla başlıyor. Bu maçın sonunda Almanya’yı eleyen İtalya, bu turnuvaya Dünya şampiyonu olarak gelmiş ve başlarında Beşiktaş’ın da eski teknik direktörü olan nam-ı değer “Yeniköy Kasabı”, Vicente del Bosque’nin takımı İspanya ile final maçına çıkacaktı. Benim de bu turnuvada tuttuğum takım İspanya’ydı, aynı zamanda çok kişinin de favorisiydi. Gerek kadrosu gerekse oynadıkları futbol ve oyun anlayışları ile bambaşka bir takımdı. O dönem benim de çok sevdiğim oyuncuların hepsi de İspanya’nın bu kadrosundaydı: Torres, Xavi, Iniesta, Fàbregas, Xabi Alonso, Casillas ve daha fazlası… Diğer yandan da İtalya’ya da her zaman turnuvalarda desteklenebilecek bir takım olmuştur benim için. Öyle bakınca bu final tam benim isteyeceğim bir finaldi. Çocuk aklımla İspanya’nın tabiri caizse İtalya’yı ezip geçmesi beni futbola bir kez daha aşık etmişti. Bir sonraki turnuva, Fransa ve Türkiye’nin ev sahibi adaylığı sürecinde Fransa’da yapılması uygun görüşmüştür. Bu turnuvayı 2012’ye kıyasla çok daha net hatırlıyorum. Bu turnuvanın bir diğer önemi de benim hatırladığım Türkiye’nin katıldığı ilk uluslararası turnuvaydı. Kendi maçının yanı sıra 7 farklı maçın skoruna da bağlıydı Türkiye’nin elemeleri geçmesi ve bir mucize oldu, doğrudan turnuvaya katılabildi Türkiye. Turnuva çok sıkıcı bir maç olan Fransa – Romanya karşılaşması ile başlamıştı. O maç Romanya kazansın çok istemiştim ya da en azından puan alsın fakat son dakikada attığı uzaktan golle Payet hayallerimi yıkmıştı. Grup aşamalarında en çok aklımda kalan ise Türkiye’nin performansıydı. İlk maçı izlerken çok heyecanlıydım. Dedem ve anneannemin kentsel dönüşümüne gitmemiş evlerinde, çok eski bir televizyonda izliyordum. Hiç de aklımdan gitmeyen bir görüntüdür yediğimiz gol: top ceza sahası yayına doğru seker, Ozan Tufan bir saniyeliğine saçını düzeltir, Modric uzaklardan vurur ve gol… Zaten Hırvatistan ile birlikte İspanya ve Çekya’nın bulunduğu zorlayıcı bir gruptaydık fakat yine de insanın içinde bir ümit vardı. Fakat her maç Türkiye adına ayrı bir rezaletti desem yanlış olmaz. Sadece sahada oynanan futbol değil, giyilen formalar ve kombinlenen şortlar da çok ayrı bir faciaydı. Grubun Türkiye için ikinci maçını teyzemlerin eski evinde izliyordum ve Türkiye’nin giymiş olduğu turkuaz/beyaz forma ile siyah şort gerçekten de rahatsız ediciydi. İspanyollar da rahatsız olmuş olmalılar ki 3 gol atıp bitirdiler. Turnuvanın son maçını kazansak da o mağlubiyetler kadar aklımda yer etmemiş. Diğer maçlara gelince yine çok heyecanlı bir turnuvaydı. Benim favorim Fransa’ydı. Alttan alttan da bir Belçika’yı destekliyordum, onların gelmekte olan jenerasyonları beni futbol adına heyecanlandırıyordu fakat o jenerasyon hiçbir zaman gelemedi. Fransa gruplardan çıktıktan sonra çok kolay bir yoldan kendini yarı finale getirmiş ve yarı finalde de son dünya şampiyonu Almanya’yı eleyip finale kendini atabilmişti. Turnuva ağacının diğer tarafında kalan Belçika beni şok ederek Galler’e çeyrek finalde elenmişti. Galler’i de yarı finale kadar daha 90 dakika içerisinde hiç galibiyeti bulunmayan Portekiz 90 dakikada yenerek finale kendini atmıştı. Paris’teki finali de çok farklı şekilde güveler basmıştı ve sürekli kameralara konuyordu. Finalde turnuvanın da ev sahibi olan Fransa kesin alır diyordum. Diğer yanda ise daha milli takımlar seviyesinde hiç kupa kazanamamış Cristiano Ronaldo bulunuyordu. Portekiz aynı zamanda yedek kulübesinde Ricardo Quaresma’yı da barındırıyordu. Oraya Beşiktaş ile şampiyon olan Quaresma son 16 karşılaşmalarında uzatmalarda Hırvatistan’ı eleyen golü de atmıştı. Ondan dolayı çok hafif bir Portekiz kazansın mı acaba sorusu aklımda dolanıyordu fakat Ronaldo – Messi tartışmasındaki tutumum da Ronaldo kupayı kazanmasın dedirtiyordu. Böyle düşünürken de maçın daha ilk yarısında Ronaldo sakatlanıp oyundan çıkmak zorunda kaldı. Fakat oyundan çıktıktan sonra bu sene de Beşiktaş’ta kısa bir süre teknik direktörlük yapmış olan ve o dönem Portekiz’in başında olan Fernando Santos ile birlikte kendisi de teknik direktörlük yapıyordu kenarda. Bu final bir öncekine kıyasla biraz daha sıkıcı geçiyordu ve yine 90 dakikası berabere biterken uzatmalarda oyuna giren Éder uzaklardan yerden giden bir şut ile Portekiz’e kupayı kazandırtıyordu. Böylece bu turnuvanın sonunda Portekiz grup maçları dahil olmak üzere sadece bir kere 90 dakikada kupayı kazanmıştı. Keşke kazanmasaydı diyenler 2016 yazında çok olmuştur belki ama 2024 kışında bir daha dendi bu keşkeler. Çünkü biraz önce yukarıda belirttiğim Portekiz teknik direktörü bu başarısı sayesinde seneler sonra ilk defa bir kulüp takımı yönetmek için Beşiktaş’ın başına çok kötü bir dönemde, çok kötü bir futbol anlayışı ile geldi, fakat bu da bir başka yazının konusu olabilir. Bu finalin bir diğer akılda kalan yanı ise Paris’i basan güvelerdi. Sürekli kameranın önünde uçup yerdeki futbolcuların etrafında dolanıyordu güveler. Daha önce bir futbol maçında kameraya konan bir sinek görülmüştür elbet ama bu kadar fazlası bilmiyorum var mıdır tarihte. Son turnuvaya gelince beni en çok heyecanlandıran turnuva olmuştur: Euro 2020. Pandemiden dolayı 2020’de yapılamayıp 2021’de oynandı bu turnuva. Türkiye Şenol Güneş’in teknik direktörlüğünde olağanüstü bir eleme sezonu geçirip turnuvaya katılmaya hak kazanmıştı. Futbolda önlerinde olduğumuz takımlar her zaman sorun çıkartsa da bu elemelerde Arnavutluk ve Moldova’yı yenerek başlamıştık. Üçüncü maç ise Konya’da son dünya şampiyonu, son Euro finalisti ve Euro 2020’nin de daha başlamadan favorilerinden olan Fransa’ya karşıydı. Statta canlı izleyebildiğim için şanslı olduğumu düşündüğüm maçlardandı çünkü bir daha Türkiye’nin Fransa’yı hem skor hem de oyun olarak yenebileceğini düşünmüyorum. Fransa’ya isabetli şut attırmayan takımın dördüncü eleme maçı İzlanda’ya karşıydı. Kazansak elimizin çok güçleneceği maçta ilk otuz dakikada 2-0 geri düşmüş fakat ilk yarıyı 2-1 kapatmayı başarmıştık. O maçı Üsküdar’da lise arkadaşlarımla birlikte bir arkadaşımızın evinde izlemiştik ve o maç, Türkiye’nin bu kadrosu bana çok özel gelmişti. Maçı her ne kadar kaybetse de artık maçlarda geri düşünce kopmayan ve mücadeleyi hiç bırakmayan bir takım oluşmuştu. Bu maçların üzerinde bir de Fransa ile deplasmanda berabere kalınca bu milli takım beni gerçekten heyecanlandırmaya başlamıştı. Ertelenen bu turnuvanın açılış maçı Türkiye ve İtalya arasındaydı. Turnuvanın da en iyi takımlarından olan İtalya doğal olarak bu grubun favorisiydi. Bu maçı eski evimizde yakın bir arkadaşım olan Bora ile izlemiştim. Ezici bir İtalya oyunundan sonra Bora daha ilk maçtan turnuvayı İtalya’nın kazanacağını söylemiş fakat ben hiç emin olamamıştım. Fransa’yı elemelerde yendikten sonra İtalya karşısında da bir sürpriz beklerken sahadan silinmişti takım. Ama zaten hedef onları yenmek değil gruptaki diğer takımlar olan İsviçre ve Galler’i yenmekti ki onları yenecek güce sahiptik. Fakat geri kalan iki maç da Türkiye için kabus gibi geçmiş, üç maçta da üç mağlubiyet alınırken 8 gol yemiş ve sadece 1 gol atabilmiştik. Türkiye adına çok çok kötü geçen turnuva futbol adına çok heyecanlıydı. Benim en keyif aldığım yaz olan 2021 yazını bir de Euro 2020 süslemişti. Maçların bir kısmını İstanbul’da takip ettikten sonra yine Bora ile birlikte Bodrum’a anne ve babamın yanına yola çıkıp turnuvanın geri kalanını orada takip etmiştik. İlk defa bu turnuvada favorim veya desteklediğim bir takım yoktu. Maç maç, tek tek takımları destekliyordum. İtalya ile İngiltere kendinden emin bir şekilde ilerliyordu turnuvada fakat ikisi de bana turnuvayı kazanacak takım havasında gelmiyordu. Fransa penaltılara giden maçta şok bir şekilde İsviçre’ye elenmiş, Çekya Hollanda’yı elemiş, İngiltere Almanya’yı ve de İtalya İspanya’yı eledikten sonra artık turnuvanın bütün büyük takımları elenmişti. Ve finalin adı İtalya İngiltere olmuştu ki aynı zamanda final İngiltere’nin başkenti Londra’da Wembley Stadyumundaydı. Finali Bodrum’da bizim evde izliyorduk. İngiltere maçın daha ikinci dakikasında öne geçmiş ve çok erkenden şampiyonluk şarkıları söylerken İtalya ikinci yarıda eşitliği sağlamıştı. Çok da sıkıcı olmayan final penaltılara gitmişti. Penaltılarda İtalya ikinci penaltıyı kaçırırken İngiltere’de en çok eleştirilen stoperlerden biri olan Harry Maguire kurtarılması çok zor bir penaltı atmıştı. Fakat buradan sonra oyuna sadece penaltı vuruşları için 120. dakikada giren Rashford ve Sancho ikilisi penaltıyı kaçırmıştı. Beşinci ve son penaltıda İtalya’da Jorginho da penaltıyı kaçırmış ve artık durun eşitlenmişti fakat İngiltere yine penaltıyı kaçırıp kupanın sahibi İtalya olmuştu. Euro’ların farklı yazlara farklı keyifler ve heyecanlar kattığı tartışılmaz bir gerçek. Bunu Euro ile kısıtlamamak lazım tabi, bunu sağlayan futbolun kendisidir. 2024 yazındaki turnuvaya gelecek olursak bu turnuvanın ev sahipliğine iki aday vardı Türkiye ve Almanya fakat her zaman olduğu gibi yine Türkiye alamadı ev sahipliğini. Bu turnuvanın Türkiye’de oynanmayacağı belli olduktan sonra Türkiye’ye üst üste UEFA Süper Kupa Finali ve Şampiyonlar Ligi Finali verildi çok büyük ihtimalle sus payı olarak verildi fakat onlara da ev sahipliği yapmak güzel her hâlükârda. Ayrıca Euro 2032 için hem Türkiye hem İtalya başvurmuştu ve iki tarafın da anlaşmasıyla bu başvurular birlikte başvuruya dönüştü ve iki ülke 2032’de Euro’ya eş ev sahipliği yapacak. Bu yaza dönecek olursak, bu turnuvada beklentim Türkiye açısından eğer ilk maçta Gürcistan’ı yenerse gruptan çıkmak için bir şansı olabileceğini düşünüyorum. Fakat ilk maçta bir mağlubiyet moral bozabilir ve aynı zamanda da sonraki rakiplerin daha zor olduğunu kabul etmek lazım: Portekiz ve Çekya. Turnuvanın geneline bakınca yine en güçlü ve en alternatifli kadroya sahip takım olan Fransa, genç ve iyi futbol oynayan bir takım olan İspanya, her turnuvada bir şeyler başarabilir düşüncesi ile gelen ve kadrosunda yine çok formda isimler bulunduran İngiltere, son Dünya Kupası’na katılamamanın hırsı ile gelen son şampiyon İtalya, her turnuva kendini geliştiren yakın zamanın Dünya ikincisi ve turnuvaların başarılı takımı Hırvatistan ve son olarak benim de turnuvayı kazanmasını favori gördüğüm ev sahibi Almanya ön plana çıkıyor. Euro heyecanlandırıyor, yaz ayı heyecanlandırıyor, denize girme isteği artıyor. Bu heyecanlar ve isteklerle birlikte futbol dolu bir yaz mevsiminin ilk ayı Haziran’a giriyoruz.

Ali Aktaş

10 dk.

Deliyi Yaratan Zaman

Deliyi Yaratan Zaman

Yazıma başlarken kendimi tutmaya söz vermiştim. Bora dedim, sadece kitabını tanıt öyle lafı boş boş dolandırma. Ancak elimde değil, her yazıda ufak bir bilimsel zırvalama yapmam gerektiğini hissediyorum. Dileyen birkaç paragraf atlayarak yazıyı okumaya başlayabilir. Zaman, bir ölçü birimi aslında. Elimize bir metre alıp bir masanın uzunluğunu ölçebiliriz. Bir tartı kullanarak ağırlığını ölçebiliriz. Zaman neyi ölçer peki? Zaman bize düzensizliği yani entropiyi gösterir. Klasik örneklerle devam edelim. Elimizde iki tane fotoğraf olsun. Birinde masanın üstünde kitapları diğerinde ise bu kitapların bir deprem sebebiyle yere düştüğünü görüyoruz. Ardından bize bir soru yöneltiyor: hangi fotoğraf daha önce çekilmiştir? Biz biliyoruz ki hiçbir kitap doğal yollarla yer çekimini yenip masanın üstüne düzenli bir biçimde çıkamaz. O yüzden kitapların yerde olduğu fotoğrafın daha sonradan çekildiğini anlayabiliyoruz. Bir sistemin düzensizliğinin, entropisinin arttığı yön, zamanın ilerlediği yöndür. Eğer ki sistemin düzensizliği dışardan bir müdahale olmadan azalsaydı zamanın geriye doğru aktığını söyleyebilirdik. Ama böyle bir sistem doğada yok, dolayısıyla zaman geriye doğru akmıyor. Murphy kanunlarından biri olan "Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir." Entropinin tanımından başka bir şey değildir. Veya insanın evini toparlama isteği entropisini düşürüp zamanda geriye gitmek istemesi olabilir. (Tabii ki de öyle değil ancak öyle diyelim öyle olsun. Kim bize karşı çıkabilir?) Zaman aslında yekpare, bölünemez bir kavram. Saniye, dakika, saat, bunlar insan icadı. Bir aslana gidip tembel hayvan iki saattir yatıyorsun git de biraz avlan derseniz boş boş bakar suratınıza. Aslan kalkmak istediğinde kalkar, acıktığında yemek yer, yorulduğunda uyur. Bunları yapmak için saate bakmaz ama biz bakarız. Saat kaç olmuş bu saatte yemek yenmez deriz ve bileğimizdeki cihazın midemizin üzerindeki hakimiyetini kabul ederiz. Bu işin sadece başlangıcı. Bir de yılları bölüyoruz. Hangi yaşta olduğumuzu hatırlamak için de doğum günümüzde bir parti veriyoruz. Sonra insan ömründeki bazı yılları gruplaştırıp o dönemlere çocukluk, ergenlik, yetişkinlik gibi isimler veriyoruz. Ergenken aşık olmadınız mesela. Geçmiş olsun. Bir daha hiç o yıllara dönemeyeceksiniz ve bu tecrübeyi edinemeyeceksiniz. Dediğimiz gibi zaman sadece ileri yönde akıyor. Siz bu hayatta olduğunuz sürece entropiniz artacak ve işler içinden çıkılamaz bir hal alacak. Çocukken hayatınız süperdi çünkü sadece 8 sene yaşamıştınız. Ama sonra büyüdünüz ve kararlar vermeniz gerekti. Kaçırdığınız fırsatlar oldu. Mesela üniversiteye girişte seçim yapıyorsunuz ve iki üniversite arasındasınız. Yaptığınız seçimin sizin hayatınızdaki etkisi inanılmaz büyük olacak. Ve maalesef zamanı geriye alıp seçiminizi değiştirme şansınız olmayacak. Hangi seçimi yaparsanız yapın aklınız hep seçemediğinizde kalacak. Diğer seçeneği seçseydiniz hayatınızın nasıl olacağını düşüneceksiniz ve bu sizi içten içe delirtecek. Zaman bir deliyi böyle yaratır. Kaçan fırsatlar ve bu fırsatların bir daha geri gelmeyeceğini bilen insanlar. Sonsuz zamanımız olsaydı 15 üniversite okurduk ve hiçbir zaman pişman olmazdık. Ama dünya üzerindeki zamanımız sınırlı. Sadece doğru kararlar vermemiz yetmiyor. En iyi kararı vermeliyiz yoksa en iyi opsiyonu kaçırmış oluruz. Benim kitabımın ana karakterlerinden biri olan Cem zamanın sonsuz olduğu bir evrende yaşıyor. Kitabın başlangıcı şu şekilde “Burası her istenilenin olduğu ama daha da önemlisi istenmeyen hiçbir şeyin olmadığı bir diyar. Ne bir doğuşu vardır bu diyarın ne de bir sonu. Var olduğundan beri tek bir medeniyete ev sahipliği yapmıştır çünkü burada yaşamaya başlamış insanlar savaşmak istememişlerdir ve hiç savaş olmamıştır. Belki de en önemlisi, burada yaşamaya başlamış ilk insanlar hâlâ burada yaşamaktadırlar. Ölmek istememiştir hiçbiri. Böyle bir cenneti bırakıp başka bir mekâna göç etmek istememişlerdir. Ya da kim bilir, belki de başka bir diyarın var olmadığından korkmuşlardır.” Cem bu satırları babasının kitabından okuduğunda on sekiz yaşında olduğunu düşünüyordu. Ne bir doğuşu ne de bir sonu olan diyarda zaman kavramı farklı işler. Cem şu anda on sekiz yaşında da olabilir yüz on iki de. Sonu olmayan zamanı saymanın anlamı yoktur. Güneş yine doğar elbette bu diyarda, sabah da olur akşam da ama kimse hangi günde olduğunu bilmez. Bir de zaman her insan için farklı işler. Bir insan güneş batana kadar bir gün yaşarken başka birisi iki gün geçirebilir bu döngüde. Kimileri için iki yıllık hasret bir ömür gibi gelirken kimilerine öyle gelmeyebilir. Zaman hakkında bilinen tek şey, zamanın sürekli ileri yönde aktığıdır. Geçmişe yolculuk mümkün değildir. Madem bu diyarda zaman ve ölüm yoktur, o zaman bu diyardaki insanlar aslında yaşamazlar çünkü yaşamak için ölmek gerekir. Cennet gibi bir diyar işin doğrusu. Cem zamanının sınırsızlığından dolayı hiç hata yapmaz. Oysa kitabın diğer ana karakteri olan Samet bizim aşina olduğumuz bir evrende yaşar. Ölümüm yakın artık hissedebiliyorum. Hatta ölmek istiyorum. Ama öyle aniden, bir yıldırım çarpması hızında değil. Hazırlanmak istiyorum ölümüme. Dokuz ay hazırlanarak geldiğim bu dünyadan dokuz ay hazırlanarak ayrılmak istiyorum. Beni bu dünyada yaralayan herkese nefretimi kustuktan sonra, beni mutlu etmiş herkese teşekkür ettikten sonra, geçmişte kaçırdığım her fırsatı düşünüp onlara üzüldükten sonra, yaşamı bu hale getirmiş her insana sitem ettikten sonra ölmek istiyorum. Düşünün ki bir tek ölüm sarabilir acısını kanayan yaralarımın, silebilir izini yaptığım tüm hataların… … Ah olmasaydı insanın üstüne bir öküz bacağı gibi basan zamanın baskısı, yapmazdım geçmişimde yaptığım hiçbir hatayı. Nefesimin sınırlı olduğunu bilmeseydim, nefesimi tutup kendimi boğmazdım. O an, o istediğin şeye tam ulaşacakken ki durma anı. O bitirdi işte beni. Bilardo ıstakasını ileri geri savururken topa vurma anı gelince korkmam, ellerim yağlıyken burnumu kaşımak istemem, çalışmam gerekirken odamı toplamam bitirdi. Yanlış yaparsam geriye dönemeyecek olduğumu bilmek bitirdi beni. Gerisini kitap çıktığında incelemeniz için size bırakıyorum. Deliyi Yaratan Zaman, iki dünyanın, cennetin ve cehennemin, ütopyanın ve distopyanın, zaferin ve mağlubiyetin, zamansızlığın ve zamanın hikayesi.
Foto

Bora Tavman

15 dk.

Hatırlayabildiğim ilk oyuna geri dönmek istiyorum!

Hatırlayabildiğim ilk oyuna geri dönmek istiyorum!

Zamanla her şey değişir, değil mi? Zevkler değişir, akımlar değişir, moda değişir, teknoloji ve bakış açıları da değişir… Peki, değişmeyen ne olur? Şimdi, zamanda yolculuk yapalım ve 2003 senesine gidelim. Babanız bilgisayar başında bir oyun oynuyor ve siz de onu izliyorsunuz. O kadar küçüksünüz ki bu oyun gördüğünüz ilk oyunlardan biri, ismi de Zuma. Oyun aslında çok basit, aynı renkteki topları bir araya getirerek onları patlatmanız gerekiyor, tıpkı Candy Crush gibi diyebilirsiniz. Toplar sıra halinde ilerliyor ve bütün topları yok ederseniz bölüm tamamlanmış oluyor. (Yukarıdaki fotoğrafta en kolay olan birinci seviyeyi görebilirsiniz. Farklı renkteki toplar yan yana dizilip o altın renkli güneşe benzeyen yüze doğru yavaş yavaş ilerler. Toplar o “güneş” e yaklaştıkça güneşin ağzı açılır, ve tek bir topun oraya değmesiyle toplar ağzın içine düşer ve oyunu kaybedersiniz. Dikkatinizi çekerim ki arka sıradaki toplara erişmeniz için ya boşluk bulmanız ya da en on sıradakileri patlatmanız lazım. Siz ortadaki kurbağasınız.) Oyunun ilk başlarda çok kolay gelen ancak ilerledikçe sizi zorlayan bir yapısı var. Her seviye atladığınızda ya toplar daha hızlı hareket ediyor, ya da önünüze daha çok top konuyor, ya da toplar yer altından geçmeye başlıyor, alttaki resim gibi. Şimdi, neden bu oyun? Sizce neden bu yazıyı yazıyorum dersiniz? Nostalji çok pis bir şeydir. Hatırladığınız zaman sizi hüzünlendiren bir duygudur. Nostalji, geçmişteki hislerimize geri dönmek isteğidir, çünkü bu hisler bize eski mutluluklarımızı hatırlatır. Bu oyunu babam oynarken izlemek benim için özlem duyduğum güzel bir anıdır, küçüklüğüme, saflığıma ve dünyayı yeni yeni, şimdi hobi olan oyunları da yavaşça keşfettiğim zamanlara geri döndüğümü düşünürüm hep. Babam bu oyunu oynardı sürekli, hatta bitirmişti. Çoğunlukla işte nöbetlerde oynardı. Nostalji dendiğinde akla gelen bir başka oyundan da bahsetmek isterim. Bu oyunun ismi Motherload’dur. Bu oyun ücretsiz bir Flash oyunuydu, ancak artık Adobe Flash Player’in kapanmasıyla oyun kendi sitesinde oynanamaz hale geldi. Ancak bu oyunu isterseniz CrazyGames’den oynayabilirsiniz. Yukarıda gördüğünüz görsel Motherload’in ana ekranıdır. Vereceğim linke bastığınızda oyunun ana müziğini dinleyebilirsiniz. Bu müzik beni çok strese sokardı. Tam nostaljik! https://www.youtube.com/watch?v=-5XtOtHaQI4 Bu oyun çok güzel bir oyun! Hala insanlar bu oyunu “speedrun”lıyor, çünkü geçmişin başarılı nostaljik Flash oyunu. Hatırlarım, bu oyunu oynarken çok stres olurdum… Babam daha çok oynardı bunu da, ben de izleyerek ögrenmiştim ilk. Bu oyunun amacı yeri kazarak madenleri almak, sonra da yukarı çıkıp madenleri satmanız lazım, böylelikle para kazanıp benzin alabilirsiniz, ve daha derine kazabilirsiniz. Oyunu en derine ulaştığınızda kazanıyorsunuz. Bu oyunun müziği çok güzeldir. Böyle güzel oyunlardan bahsederken duygulandım vallahi. Zaman da ne çabuk geçiyor, değil mi… Geçen duşta bunu düşündüm. İnsan ömrü çok kısa, toplam 70 sene yaşayacağız dersek, benim 23 senem doldu bile. Geçmişi düşünüp üzülüyorum bazen. Çocukluğumu… Oynadığım eski oyunları, Mario, Sonic, Wii ve bu örnekler… Ancak biliyorum ki zamanı geri alamayız. Elimizde olan tek şey, eskiye dönüp yaşananları mutlulukla hatırlamaktır. Şimdi bana müsaade, gidip Sims 3 oynayacağım. Kaynak: https://motherload.fandom.com/wiki/Motherload

Defne Şerbetçioğlu

10 dk.

Zaman

Zaman

“Zaman sadece birazcık zaman…” Sezen Aksu’nun bütün aşkları yüreğinde nasıl gittiğini anlattığı şarkı böyle başlıyor. Ben de ne zaman Zaman kelimesini duysam aklıma bu şarkının başlangıcı gelir. Şarkı “Geçici bu öfke, bu hırs, bu intikam” şeklinde devam eder. Fakat gerçekten duygular zamanla geçer miydi yoksa zamanın çok bir ilgisi yok ve duygular sadece geçer miydi? Yani demem o ki “zamana bırakmak” dediğimiz olayın bir mantığı var mı diye sormak istiyorum. Bunu yapmamanın bir başka yolu var mı ki zaten? “Zaman her şeyin ilacıdır” gibi sözlere çok abartılı ve süslü geliyor bana. Bence her şeyin ilacı zaman değil de unutmak olabilir. E bu da zamanla olan bir şey tabi. İki sene önce canımı sıkan bir olayı düşünüyorum. İlk başıma geldiğinde olayın tamamını hatırlıyordum çünkü o zaman daha dün başıma gelmişti. Daha sonra biraz hikayeyi kendi yorumumla hatırlamaya başladım ve ona inandım. Biraz daha vakit geçtikten sonra şimdi ise bir şekilde o zaman canımın sıkıldığını biliyorum -ve bu benim bazen hala rahatsızı ediyor- fakat olayların tam nasıl gerçekleştiğini hatırlamıyorum. Zihnimde kopuk kopuk anlar olarak kaldılar. Belki de zamana bırakmak da böyle bir şeydi aslında. İlk başta olan biteni çok fazla düşündüğüm için aklımda her ayrıntısı ile yer eden anlar düşünmeye düşünmeye ilk başta başka bir yorumlama ile değiştiler daha sonra da iyice silik hale gelip nasıl gerçekleştiğinden şüphe eder hale geldim. Fakat o dönem bana tavsiye veren arkadaşlarımdan şunu duyduğumu hatırlıyorum: “Düşünmemeye çalış”. Bu noktada iş biraz komikleşiyor. Onlar bana düşünmemeye çalış dedikçe ben neyi düşünmemeye çalışmalıyım diye düşünürken aklıma canımı sıkan olay geliyor ve böyle bir sarmala giriyorum. Aynı pembe fili düşünme dendiğinde aklımıza sadece pembe filin gelmesi gibi bir durum. Başka bir arkadaşım da bana biraz zamana bırakmam gerektiğini söylemişti. Ben de bu gibi durumlarda çok sabırsız olduğum için ne kadar bir zaman diye sormuştum. Espri yaptığım zannedildi fakat ben o an çok ciddiydim. Bizi üzen olayların “acıların” geçmesi için ne kadar bir zamana bırakmak gereklidir? İlk başta bahsettiğim şarkıda Sezen Aksu şöyle devam ediyor: “Acılarımız tarih kadar eski”. Tarih kadar eski olduğuna göre üzerinden çok zaman geçmiştir diye Türkçe ve mantık çerçevesinde devam ediyorum, o zaman bu acılardan da bahsetmeye gerek var mı yoksa zaten üzerinden çok zaman geçtiği için kapanmış gitmiş konular mıdır? Zamana bırakmak konusu genellikle bir de ikili ilişkiler üzerine yaşanan tartışmalarda da tavsiye olarak verilir. Ama mesela iki arkadaş veya bir çift sevgili tartışıp araları açıldıktan sonra üzerine bir de her iki taraf da “zamana bırakmak” kafasına girdiğinde sanki aralar daha da açılıyor ve o an anlatılması gerekenler benim daha demin yukarıda bahsettiğim gibi araya zaman girdiğinden biraz daha yorumlanmış şekilde kafalarda kalıyor ve bazen de hiç konuşulmadan dostlukların ve ilişkilerin bitmesine sebep olabiliyor. Zamana bırakmak çok uzun bir süreç olmaması gerektiğini düşünüyorum. Zaman çünkü hiçbir şey yapmaz. Zaman sadece geçer, ilerler. Zaten zamandır bir insanı öldüren, bir çiçeği solduran, bir şarkıyı bir filmi bitiren… Tabi ki kötü duyguların, hislerin ve acıların da sonunu getiren zamandır fakat iyi şeyleri de zamana bıraktığında onların da sonunun geleceğini unutmamak lazım. Zaman sadece geçer. Galiba yazımı burada bitiriyorum ve ben de Sezen Aksu gibi “Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde”.

Ali Aktaş

5 dk.

Bosna'daki Çocuk

Bosna'daki Çocuk

Yıl 1992, yer Bosna-Hersek. Yaşını göstermeyen yedi yaşında bir çocuk. Boyu yaşıtlarına göre hatırı sayılır derecede uzun, yüzünde kaygılı ama pervasız bir ifade var. İleride ailesinden devraldığı güçlü genetiğini, metanetli ve cesur etnisitesiyle birleştireceğiyse daha o zamanlardan belli. Henüz güneş doğmamış, ev halkı yarı uykulu yarı uyanık bir halde haber bekliyor: Vahşetin bitmesini diliyor. Büyük bir huzursuzluk ve tedirginlik tüm Mostar şehrinde olduğu gibi onların hanesine de hakim. Şehir kabuğuna çekilmiş durumda. O ise aceleyle evden çıkmak için kapıya koşuyor. Kaybedecek vakti yok. Bugün önceki günlere göre daha geç kaldığının farkında. Saat altıyı çoktan geçmiş ve kaybettiği zamanı telafi etmesi gerekli. Zira, bir an önce ulaşmak için can attığı hayalleri var. Önceki gün babasından yine aynı hikayeleri anlatmasını istemiş ve motivasyonunu tazelemiş. Drazen Petrovic’in dönerek attığı cemşatı, Toni Kukoc’un ofansif çeşitliliği ve Dino Radja’nın dans ederek süzüldüğü çembere bıraktığı nazik toplar evden çıktığından beri aklının bir köşesinde tekrar tekrar oynuyorlar. Büyük bir heyecanla, içinde bulunduğu tüm sıkıntıları unutarak koşmaya başlıyor. Evinden fazla uzak olmayan basketbol sahasına da yaklaşık iki üç dakika içerisinde varıyor zaten. İşte bu çocuğun hayalleri için olan mücadelesi bu şekilde başlıyor: Talihsiz bir zamanda, korkunç koşullar altında hayallerini gerçekleştirebilmek adına ölümü göze alıyor. Onun için “ball is life” mottosu sadece bir tutkuyu değil aynı zamanda bir gerçekliği temsil ediyor. Sabahları tek başına, ilerleyen saatlerde de arkadaşlarıyla basketbol oynayabilmek için her gün gerçek anlamda ölümle burun buruna geliyor. Gün doğumuyla başlayan idmanları, şehre atılan bombaların habercisi, o şeytani sirenleri duyana kadar devam ediyor. Pek çok komşusunu ve akrabasını bu savaşta kaybediyor. Ölüm kavramıyla çok erken yaşlarda tanışıyor, bu da elinde olan kısıtlı zamanı fark etmesine sebep oluyor. Zamana karşı da ölüme karşı da gelemeyeceğinin farkında. Yapabileceği tek şey kısıtlı zamanı, kendi için anlamlı bir edinime dönüştürmek: İşte Mirza Teletovic için bu anlam basketbolda hayat buluyor. 1995 yılında biten Bosna savaşı, on sekiz ay boyunca kuşatma altında kalmış Mostar şehrini fazlasıyla etkiliyor. Savaşın bitimiyle yavaş yavaş insani standartlara dönmeye başlayan yaşam, Teletovic içinde daha fazla kişiyle basketbol oynaması anlamına geliyor. Ortaokul ve lise zamanları klüp ve okul takımlarında gösterdiği performanslarla adının ülke çapında duyulmasını sağlıyor. On sekiz yaşında profesyonel kariyerine Sloboda Tuzla’da başlıyor. Kendisi hala Bosna Hersek’te oynarken yaşıtlarının çoktan NBA’e girdiğinin farkında olsa bile NBA hayallerine sıkı sıkı tutunmaya devam ediyor ve en büyük hayali için girdiği savaşta en ön safta yürümeye devam ediyor. Ülkesinde oynadığı iki sene sonunda önce belçika ligine ve oradan da ispanya ligine geçiş yapıyor. Ancak bu dönemdeki rakamları NBA’e girebilecek bir oyuncunun istatistiklerine yaklaşamıyor bile. En azından profesyonel kariyerinin bu ilk çeyreğinde çalışmalarının karşılığı henüz hayallerini gerçekleştirmesine yetecek seviyede değil. Yirmi iki yaşında NBA Draftına katılıyor ve doğal olarak hiçbir takım tarafından seçilmiyor. Kendi adına üzgün ve yorgun geçen bu dönem asla ama asla, içindeki o pervasız ve savaşçı çocuğu yok edemiyor. Sonuçta ne olursa olsun hiçbir stres, çocukluğunda yaşamış olduğu stresin yanından bile geçemezdi. Mentalitesi de hep bu şekilde ilerliyor. Hayatı boyunca zamanın kısıtlı yapısını kabullenmiş biri olarak zor durumlar altında mücadele etmeyi hep başarıyor. 2.06’ya ulaşan boyu ve yüzde 40’a yakın üçlük yüzdesiyle sonraki senelerde kendisinden beklenen çıkışı en sonunda yapıyor. Avrupa şampiyonalarında Bosna Herseği takımın en değerli oyuncularından biri olarak temsil ediyor. Ricky Rubio, Marc Gasol, Tiago Splitter gibi gelecek NBA efsanelerinin yer aldığı İspanya liginde Baskonia’yla beraber iki kere şampiyon oluyor. Ve en sonunda senelerdir beklediği o kontratı 27 yaşında imzalıyor. Çocukluğundan beri kurduğu hayalleri, altı sene sürecek bir NBA kariyeriyle gerçeğe kavuşuyor. Ancak NBA’e girse bile bahtsız talihi onu yalnız bırakmıyor. Süreleri artmaya başladığı ve ilk takımı Brookly’ne neredeyse tamamen adapte olmaya başladığı vakit, akciğer pıhtısı olduğu ortaya çıkıyor. Damar tıkanıklığına da yol açan bu durum, hem basket oynamasını hem de yüksek tempoda nefes almasını zorlaştırıyor, öyle ki kendini zorladığı idmanlarda saha içinde bayılmaya kadar giden görüntüler ortaya çıkabiliyor. Bir senelik aranın ardından kararlı ve hırslı mizacının da yardımıyla iyileşmiş bir şekilde sahalara dönüyor. Kontratı bulunmayan NBA macerası sahalara Phoenix Suns’la dönmesiyle devam ediyor. Bu savaştan da galip ayrılarak bir kez daha talihine karşı girdiği savaşı kazanmış oluyor. NBA kariyerine fazlasıyla geç başlamış biri için hiç de fena sayılmayacak bir rotayla 33 yaşında Milwaukee Bucks’ta emekliliğini açıklıyor. Bu dönemde basketbolu bırakarak Bosna Hersek Basketbol Federasyonun’da ülkesi için çalışmaya başlıyor ve bu görevinden de 35 yaşında ayrılarak bir ülke takımı olan KK Turbina’yla tekrardan baskete dönüyor. 38 yaşında ise tekrardan emekliliğini açıklıyor ve basketbolun gelişimi için kendini ülkesine adamaya devam ediyor. Mirza Teletovic, kendi zamanına göre yaşamış koca yürekli o çocuğun ilham verici hikayesini simgeliyor. Zamanın hepimiz için eş zamanlı akıyor gibi gözüken konseptine karşı, herkes için ne kadar göreceli bir kavram olabileceğini bizlere gösteriyor. Herkesin kendi zamanı olduğunun ve yaşadığımız sürece hiçbir şey için geç ya da erken olmadığının canlı kanıtı olarak karşımızda duruyor. Şehrine bombalar atılır ve komşularının evleri yağmalanırken, hayallerinin peşinde koşmak için çok küçüktü. Çoğu insan için basketbolun zamanı değildi. Ailesiyle evinde oturup, savaş bittikten sonra bu idmanlara başlamalıydı belki de. Ama akan zamanın ve ölümün farkına varması kendi hayalleri için zamanla birlikte hareket etmesini sağlıyor. Zamana karşı gelmeden kendi isteklerini gerçekleştirebilmek ve kendi zamanının gelmesini sağlayabilmek için sürekli çalışıyor. Sonuç olarak da; 19 yaşında draft edilen oyuncuların olduğu NBA’e 27 yaşında bir çaylak olarak girmeyi başarıyor. Çoğu insan için NBA’e girdiği yaş geç kalınmış bir zamanı temsil ediyor. Fakat Mirza’nın saati onun zamanının geldiğini gösteriyor. NBA kariyeri başarılarla dolu geçmese de gittiği takımlarda değerli bir rotasyon parçası olmayı başarıyor, hayallerini gerçekleştiriyor. Hepimizin bu hayatta hayallerimiz ve hedeflerimiz için ter dökerken kendimizi başkalarıyla karşılaştırmadan kendi zamanımıza odaklanmamız gerektiğinin göstergesi olmayı başarıyor Teletovic. Ve umarım hepimiz kendi zamanımızı onun kadar sabırlı bir şekilde bekleyebilir ve onun gibi doğru kullanabiliriz…
Yiğiter Tuncer

Yiğiter Tuncer

15 dk.

Canavarlar da  Sevebilir Mi?

Canavarlar da Sevebilir Mi?

“Sadece bazı kişiler buna sahip olabiliyorsa bu mutluluk değildir.” Ekim ayında Filmekimi programında gösterilen 2023 tarihli yeni Hirokazu Kore-eda filmi olan Monster’ı izlemeye gittim. Broker, Shoplifters ve Our Little Sister gibi filmleriyle izleyicilerin kalbini kazanmış yönetmenin yeni filmi, Cannes’da en iyi senaryo ödülünü aldığı için, beklentilerim oldukça yüksekti. Kore-eda filmlerini izlerken hissetmeyi beklediğim duygular vardır; karakterlere üzülürüm, onlarla empati kurarım, yalnızlık ve umutsuzluğun nasıl sevgi ile iyileştiğini, insanların nasıl birbirlerinin kurtarıcısı olduğunu görür ve filmin sonunda kalbimde bir parça umutla sinema salonundan çıkarım. Bu filmden de benzer bir kurgu bekliyordum. Ancak Monster tüm beklentilerimi, en güzel şekilde yerle bir etti. Monster, iki defa izlenmesi gereken bir film. İlk izleyişte, özellikle Kore-eda’nın tarzını bilmeyen izleyiciler için, farklı karakterlerin perspektifleri üzerinden çözülen bir gizem filmi olarak karşınıza çıkıyor. İkinci izleyişte ise filmin asıl temalarını anlamış olarak izliyorsunuz: yabancılaşma ve sevgi. Film, bir anne ve oğlu üzerinden gelişiyor. Minato bir gün annesine soruyor: “Anne, ben ne olarak yeniden doğacağım?” Hem bu soruyu hem de Minato’nun son zamanlardaki davranışlarını anlamlandıramayan annesi ise, oğlunun artık gerçekten anlayamadığı bir kişiye dönüştüğünü fark etmenin rahatsızlığını yaşıyor. Ne de olsa bir annenin en kötü kabusu, çocuğunun aklını kaybetmesi. Bir gün oğlunun okulda yaralandığını fark ediyor. Suçlanan kişi ise, filmin ilk canavarı: oğlunun okuldaki sınıf öğretmeni Hori. Anne, öğretmeni şikayet edince, okul müdiresi ve öğretmenlerin umursamaz, zombiye benzer tavırları ile karşılaşıyor. Onların gözünde hem Hori hem de müdire birer cani, birer canavar. Annenin deyimiyle onlarda “insan kalbi yok.” Peki insanlık nasıl kaybedilir? Bir kişi sahip olduğu insanlığı nasıl yitirir ve bu çevresindekiler tarafından nasıl anlaşılır? Daha da önemlisi, insanlık yitirilebilen bir şey midir? Minato’nun sınıf arkadaşı Yori, okulda zorbalanan, çevresindekiler tarafından tuhaf bulunan bir erkek çocuk. Minato’ya, beyninin insan beyni değil, domuz beyni olduğunu söylüyor. Bu sözler, ona babası tarafından aşılanmış. Bu sözler Minato’yu o kadar derinden etkiliyor ki, ona en büyük hayalinin oğlunun sıradan bir aile kurup sıradan bir hayat yaşaması olduğunu söyleyen annesine şu soruyu soruyor: “Bir insana domuz beyni nakledilirse o kişi insan mı olur domuz mu?” Hem Minato hem de Yori, birbirlerini sevdiklerinden dolayı beyinlerinin domuz beynine dönüştüğüne, insanlıklarını yitirdiklerine inanıyorlar. Bu sevgileri, toplum tarafından aşağılanıyor, ötekileştiriliyor. Annenin Minato’yu anlayamayışı ve bundan dolayı gelişen korku ve rahatsızlık hisleri, onun toplumsal normlar tarafından sınırlandığını gösteriyor. Çocuklar ise yetişkinlerin yarattığı bu dünyada kısıtlanmış ve izole edilmiş hissediyorlar. Minato, annesinin hayallerini asla gerçekleştiremeyecek olmasının ve olduğu kişinin annesini üzecek olmasının yükünü taşıyor. Ona bu duygularını anlatmaya da çalışıyor: “Anne, benim için üzülme.” Çünkü onu mutlu eden sevgisinin, annesini üzeceğini biliyor. Filmin ikinci kısımda bu olayların hepsini Hori öğretmenin gözünden en baştan izliyoruz. Aslında hiçbir şekilde öğrencilerine şiddet göstermeyen Hori, suçun kendisine atılmasının şokunu yaşıyor. İzleyici olarak tam bu anda biz de onunla birlikte bu şaşkınlığı yaşıyoruz; çünkü o ana kadar biz de Hori’ye, ve onu savunan okul müdiresine bir canavar gözüyle bakıyorduk. Filmde aslında canavar kelimesi birkaç defa geçiyor. Babasının Yori’ye canavar demesi dışında, anne öğretmenleri, öğretmenler de velileri canavar olarak niteliyor. Peki bu kişileri canavar yapan ne? Farklılıkları mı? Etrafındaki insanlara çektirdikleri acılar mı? Küçük bir çocuğun kendini canavar olarak görmesine neden olan bu toplum yapısı ve ağır yargılar, ne kadar kabul edilebilir? Kore-eda’nın ağzından: "Bazı insanlar kendilerini anlayamadıkları şeylerden ayırmak için 'Canavar' etiketini kullanıyor.” Filmin en etkileyici sahnesinde Minato ve müdire konuşuyorlar. İkisi de toplumun gözlerinde birer canavar. Minato, ona sıcak davranan müdireye, en büyük sırrını paylaşıyor: Yori’ye olan sevgisi. “Benim sevdiğim biri var.” diye başlıyor; “Hiç kimseye söyleyemeyeceğim için yalan söylüyorum. Çünkü asla mutlu olamayacağımı bilecekler.”  Bu sahne Minato’nun üzerindeki yükün ne kadar ağır olduğunu gösteriyor bize. Farklılıkları, onun sevgisini, annesi ve tüm dünyanın gözlerinde acınası, utanılası bir şeye dönüştürmüş. Bu sözleri duyan müdire ise filmin bence en can alıcı repliğini söylüyor Minato’ya: “Bu çok saçma. Sadece bazı kişiler buna sahip olabiliyorsa bu mutluluk değildir. Mutluluk, herkesin sahip olabileceği bir şeydir.” Minato, sevgisini utançla taşıyor. Düşünsenize, sizi dünyanın gözünde canavar yapan şey sahip olduğunuz sevgi. Oysaki sevgi ne kadar saf, güzel bir duygu. Hele bir çocuğun sevgisi. Müdirenin sözleri de tam bu noktaya parmak basıyor. Eğer sevgi dediğimiz duygu, sadece belirli kişilerin hissetmesine izin verilen, sadece belirli kişiler sahip olunca mutlulukla ilişkilendirilen bir kavramsa, o sevgi gerçek değildir. Çünkü sevgi, herkesin sahip olabileceği bir şeydir. Filmin sonuna doğru Minato, Yori’yi görmek için evine gidip kapısını çalıyor. Kapıyı Yori açıyor, arkasında ise agresif bir ifadeye bürünmüş babası. Babasının zoruyla Yori, Minato’ya artık hastalığının iyileştiğini, normal olduğunu söylüyor. Minato’nun cevabı ise onun artık kendisini ve sevgisini kabullenişinin, bir bakıma yeniden doğuşunun göstergesi: “Sen hep normaldin.” Yori babasının gözünde, okuldaki zorbalarının gözünde bir canavar; ama Minato’nun gözünde o sadece bir çocuk, sevginin ne olduğunu anlamaya, anlamlandırmaya çalışan, ona nefretle bakan insanların arasında kendini bulmaya, sevgisi ve saflığını korumaya çalışan bir çocuk. Monster, çevremizdeki canavarların hikayesi. Belki bazılarına göre bir gerilim filmi, bazılarına göre ise bir trajedi. Yine de tüm bu kaosun arkasında ise aslında filme bir iyimserlik duygusu hakim. Bu duygunun kaynağı ise bu ayki konumuz: sevgi. Karakterlerin taşıdığı sevgi; annenin ve öğretmenin çocuklara, çocukların ise birbirlerine olan sevgisi, önyargı ve sınırlarla dolu bu dünyanın engellerini aşmayı başarıyor. Ve en nihayetinde, Minato ile Yori yeniden doğuyorlar. Birer canavar değil, birbirlerini ve kendilerini seven iki insan olarak. Sevgili okuyucular, hepimiz bazı insanların gözünde birer canavarız, elbet bizim gözümüzde de bazı insanlar birer canavar. Ama unutmamalıyız ki o canavarların da hikayeleri var, o canavarlar da özlerinde birer insan. En nihayetinde, “canavar”lar da sevebilir. Kore-eda’nın röportajı: https://www.forbes.com/sites/danidiplacido/2023/12/14/director-hirokazu-kore-eda-talks-the-meaning-of-monster/?sh=6a1e1fac1af1
Deniz Onuk

Deniz Onuk

15 dk.

Neyi Seveceğiz?

Neyi Seveceğiz?

Derginin temasını gördükten sonra içinden güçlü bir ah çeken var mı? Eh bizi milyonlar takip ediyor tabii ki de içinizden birisi (belki de bir çoğunuz) bu tepkiyi vermiştir. Aşk: olmazsa olmaz diyorlar. Kadınlar: başımızın tatlı belaları. Sevgi olması gereken bir duygu. Sevgi lazım ama işleri çok karmaşıklaştırıyor. “Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, insan kendi bilincine mahkumdur.” Jean-Paul Sartre Karşınızdakini anlamak, onu dinlemek, ortak paydada buluşmak, ikili dinamikleri geliştirmek… Kadınlar erkeklerden şikayetçiler erkekler kadınlardan. Erkekler Mars’tan kadınlar Venüs’ten. Sevgi lazım ama bu duyguyu karşı cinse yönlendirmek şart değil. Şimdi durup bir soluklanalım. Yazı farklı yerlere gidiyor diye düşünmüş olabilirsiniz. Hayır, sizi o aklınıza gelen şeye ikna etmeye çalışmayacağım. İnsanın sevgisi var ama başka bir insanla bunu tatmin etmek çok zor. İnsanların çoğu da bu yüzden evlerinde hayvan beslemeye, sevgilerini hayvanlara aktarmaya başladı. Ne de olsa hayvanlarda, “Beni dün neden aramadın?” gibi sorunlar yaşanmıyor. Hayvanın dinamiği bellidir. “Bana yemek veriyor musun? Cevabın evetse seninleyim.” Düşünme becerisi hayvanlar gibi olan başka bir canlı daha var: bebekler. İlişkimizde sorunlar mı var? Birbirimizi artık sevmiyor muyuz? Bunları konuşup evliliğimizi bitireceğimize, mahkemeden gün alıp avukat tutacağımıza, devlet dairelerinden saçma sapan belgeler toplayacağımıza bir çocuk yapalım. Bu kadar işin altına gireceğimize 80 yıl sonra ölecek, bazen mutlu olacak, bazen acı çekecek, bazen de aşık olacak bir canlı dünyaya getirelim. Ne de olsa 30 yıl sonra o da aynısını yapacak. Sevgisini işine aktaran insanlar da var. Bana belki inanmayacaksınız ama en mantıklısı bu. Görüyorsunuz kapitalizm ruhuma işlemiş. Beni sömüren sisteme karşı çıkacağıma onun yanında savaşıyorum. Gerçekten beynim mi yıkanmış? Hayatın ne kadar anlamsız olduğunu anlatmaya gerek yok herhalde. Sonsuz büyüklükteki bir evrendeyiz. Güneş sistemindeki büyük bir göktaşında yaşıyoruz. 100 sene önce yoktuk 100 sene sonra da olmayacağız. Değer verdiğimiz her şey yok olacak ve hiç var olmamış olacağız. Sevdiğimiz her insan ölecek, yok olacak. Biz de öleceğiz. Ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’a güneş tanrısı Şamaş ne demişti? “Tanrılar insanoğlunu yarattıklarında ölümü insanoğluna verdiler. Yaşamı kendilerine sakladılar. Bu senin kaderindir.” Ama şu anda hayattayız. Bu yazıyı okuyan her insan şu anda varlar. Umut ediyorlar, seviyorlar, küsüyorlar, mutlu oluyorlar, üzülüyorlar. Şu anda hayattayız. Bir dağa çıkmanın, “zen” olmanın, Tibet’teki keşişlerle benliği öldürmeye çalışmanın hiçbir anlamı yok. Tamam, zaten hiçbir şeyin anlamı yok. Ama madem hiçbir şeyin anlamının olmadığı bir hayat verildi size (ve bu trilyonlarda bir gelebilecek bir olasılık) o zaman ne gerek var dağa çıkıp boş bir beyinle yaşamaya. Sevgiyi işe yöneltmek, daha fazla iş yapmak, üretmek yüceltebilir insanı. Üretmenin derdi tasası yoktur (bu yazı yasadışı şeyler üretilmediğini var sayarak yazılmıştır). İşine sevgisini katan her insan hem kendi tatmin duygusu yaşar hem de çevresindekilere tatmin duygusu yaşatır. Siz de konuştuğunuz garson size gülümseyip güzel şakalar yaptığında mutlu olmuyor musunuz? Herkes içindeki sevgiyi işine aktarsa milletçe öyle gülümseriz işte. Şimdi laf salatası yapmayı bırakıyorum. Yazıya başlarken okuyucuyu bu fikre ikna edebilirim diye düşünmüştüm ama kendimi bile zor ikna edebildim. Her zaman böyle düşünmüyordum. Gerçeği söylemek gerekirse hala da tam olarak böyle düşünmüyorum. 21. yüzyıl insanı iyice bencilleşti. Herkes kendisinin en iyi hali olmak istiyor. Ama kimse bir başkası için iyi olmak istemiyor. Yazımın başında kendinizi işinize vererek daha “iyi” olabileceğinizi söylüyordum. Çünkü çalışmak sizi hiçbir zaman üzmez. Biz de üzüntüden kaçmak için kendimizi gerçek mutluluklardan alıkoymaya başladık. Sevginin getireceği zorluklardan dolayı kendimizi aşka kapattık. Oysa bir insanı sevmek kadar güzel başka bir duygu var mı? İnsan yürüyen bir şiire dönüşüyor bu gibi durumlarda. Başkasını düşünmek, onu özlemek, onunla vakit geçirmek, sonunda ne kadar üzüleceğimizi bilsek de kendi isteğinizle bunu yapıyoruz. Zeytinyağının en acısı en sağlıklısıymış. Sevginin de en güçlüsü en acı vereniymiş. Yarım kalan sayfam bir şiir eklemek için harika bir bahane. Sevmek İçin Geç Ölmek İçin Erken Akşamın acı su karanlığı içinden Soğuk kadife teması yalnızlığın Şuh bir kahkaha balkonun birinden Gizli işareti midir bir başlangıcın Sevmek için geç ölmek için erken Başbaşa çay elele yürümek derken Boğaz vapurları mı iskele sancak Telefonda kaybolmak sesini beklerken İnsan insanı yeniler doğrudur ancak Sevmek için geç ölmek için erken İçimdeki gökkuşağı besbelli neden Bulutların içinden kuşlar yağıyor Bir şiire başlarsın birini bitirmeden Hiç kimse gözlerine inanamıyor Sevmek için geç ölmek için erken Sevmek sevildiğini bile farketmeden Yaklaştıkça ölüm soğuk bir yağmur gibi Sevmek zehir zemberek ve yürekten Gecikerek de olsa vuruşur gibi Sevmek için geç ölmek için erken Attila İlhan
Foto

Bora Tavman

10 dk.

Hiç Olamayacaklara Bir Kadeh

Hiç Olamayacaklara Bir Kadeh

Kendinizi tanıtmanızı istesem nasıl tanitirsiniz? Veya sizce başkaları sizin hakkında konuşurken sizi nasıl anlatıyor? İnsanlar büyüdükçe kalıplara giriyorlar, çocukken sahip olduğumuz kocaman hayal gücü hayatın gerçekleriyle yüzleşiyor. Hayalin gücü hayatta kalmak için harcanıyor. Astronot olup uzayı keşfetmek isteyen Ahmet, bankacı Ahmet oluyor. Arkadaşları da Ahmeti tanıtırken, bankacı Ahmet diyerek milyonlarca insani tarif ediyor. Bu ayki konumuz biraz zor, insanlığın başından beri hissettiğimiz ve hala anlaşılamayan bir duyguyu ben nasıl anlatabilirim bilmiyorum. O yüzden farklı bir bakış açısıyla bakmak istiyorum: Kendimizi adadığımız, heyecanla kovaladığımız, uğruna ağladığımız ,her şeyden çok istediğimiz amaçlara âşığız diyorum. Belki zamanında bu bir erkek/kadın olmuştur, belki ileride başka bir erkek/kadın olur. Bazen bir okul olur, ileride de ise bir iş ve para olur. Ondan sonra sağlıklı çocuklar olur, ondan sonra da sağlıklı torunlar. Yani aslında sürekli değişen isteklerimiz, olması için çaba harcadığımız tutkularimiz. Hayatımıza anlam katan, bizi mutlu eden , bizi heyecanlandıran, 2 trilyon galakside ne kadar da anlamsız olduğumuzu unutturan amaçlarımız. Sevgili Ahmetlere geri dönersek, onlar için üzülmeyin, çünkü herkes hayatta aşık olacak bir şey buluyor. Herkesin işini sevmesi ve kendini işine adamasina gerek yok. Bu zaten çok sıkıcı bir dünya olurdu. Mesela Ahmet sevgili kızı Ayşeyi dünyadan çok seviyor, onun sağlıklı büyümesi milyon dolarlardan daha değerli. Bir diğer Ahmet ise sonunda istediği arabayı elde edebileceği için çok heyecanlı. Peki Ahmetleri Mehmetleri bırakalım, kendimizi düşünelim. Tek şansımız var. Bizi ne diye tanıtacaklar? Ne özelliğimiz hatırlanıcak? Potansiyelimiz ne? Ahmet astronot olabilir miydi? Hayatımızın her anında bir karar veriyoruz. Her verdiğimiz kararda da milyonlarca kararı vermemiş oluyoruz. Her kararı doğru versek ne oluruz? Veya doğru karar diye bir şey var mi? Kafanızı böyle bulandirtiktan sonra umarım ki hepimizin istekleri, tutkuları ve aşkları gerçek olur. Peki ya hiç aşık olamadıklarımıza ne olur? Hayatta her şeyi görebilmeye, yasayabilmeye , bilmeye ve tecrübe edebilmeye zaman yok. Hatta her şey dediğimiz hayal gücümüz bile aslında sadece kalıplarla mevcut. Bir hayatımız var o da maksimum bir yüz yılı görebiliyor. Zamanın kendisine göre çok anlamsız ve önemsiz. insanlık için çok küçük ama bizim için çok büyük bir hayat. Sonsuz farklı olabilecek hayatlarımız arasında sadece 1 tanesi. Yazımın burasına kadar dayanabildiyseniz size bu yazımdaki düşüncelerimi tetikleyen `Everything Everywhere All At Once` filmini izlemenizi öneririm. Hayatı anlamlı veya anlamsız görmemizdeki o çok ince çizgiye çok güzel parmak basan bir film. Spoiler uyarımı da verdikten sonra bir kadeh kaldırmak istiyorum. Filmdeki gibi diğer Yunusları görmeyi çok isterdim. Eminim ki bankacı Yunustan çok daha önemli işler yapan Yunuslar da vardır. Tam tersi olarak ailemi ve arkadaşlarımı çok kıskanıcak Yunuslar da vardır. Hayate gelebilmiş olmamızın bile inanılmaz bir şans olduğu bir evrende, hep daha iyi olmalıyım sarmalına çok takılmadan, yaşamımızın ve sahip olduğumuz şeylerin değerini bilelim. Yazımı bitirmeden bir kadeh kaldırmak istiyorum, astronot Ahmete, şair Yeldaya, doktor Yunusa ve daha nicelerine. Ama üzülerek değil, hafif efkar ve keyif ile. Hiç yaşanamamış aşklara, hayal gücümüzün uzanamadığı amaçlara. Belki de başka bir evrende.

Yunus Emre Tekgül

8 dk.

Dünyanın En Kötü ve En Bencil İnsanıyım!

Dünyanın En Kötü ve En Bencil İnsanıyım!

Dünyanın en güçlü duygusu sizce nedir? İnsanı motive eden, beyin kimyasını değiştiren o duygu... İnsanın paha biçilmez değerini belirleyen o duygu… Doğru bildiniz sevgili okuyucularım, o duygu sevgidir. Sevilen bir kişi başka insanlardan daha değerlidir. Kişinin de hayatta sevdiği kimse yoksa, o hayatın yaşanılırlığı kalmaz. Peki bu nedendir? Değer subjektif bir kavramdır. Herkes bağ kurabilecek insanlar arar hayatta, çünkü bizi yalnızlıktan kurtaran şey de budur. Değer verdiğimiz insanlar bize mutluluk katar, duygusal olarak bizim için bir destektir. Bize aidiyet hissi sağlarlar, onların yanında kendimizi mutlu, güvende ve evdeymiş gibi hissederiz. Belki de, sevdiğimiz insan bizim için başkalarını anımsatıyor da olabilir. Eskiden kaybettiğimiz bir arkadaşımızı ya da ailemizi hatırlatıyor olabilir. Bizim o kişiyle olan duygusal bağımız, kendimize özel, farklı bir histir. İşte sevgi böyle güçlü bir duygudur. İnsanları bazen yanlış kararlara iter. Mantıksız, rasyonel olmayan davranışlar sergilettirir. Sizin hiç böyle bir anınız olmuş muydu? Şöyle diyelim, hayatınızın aşkı size bir ikilem sundu: Arkadaşların mı, ben mi? Bu sorunun cevabı kişiden kişiye farklıdır. Kimi arkadaşlarını seçer, kimi de hayatının aşkını. Sevgiliyi seçenlerin psikolojisi hemen hemen aynıdır, en sevdikleri kişiyi diğer insanlara karşılaştırmak istemezler ve aşıkların gözünde en değerli kişi sevgilileridir. Beyin kimyanız öyle bir oynanıyor ki bir bilseniz, aşık olunca ya da sevince kendinizi tanımaz oluveriyorsunuz ve kişiliğiniz partnerinize göre değişiyor. Size bir soru sorayım o zaman, sevdiginiz kisiyi mi tercih edersiniz, yoksa tanimadiginiz diger insanlari mi? Size o zaman muthis bir oyundan bahsedeyim… Tabii bahsedeceğim sevgi yukarıda verdiğim örnek gibi romantik değil. Bu oyunu eğer birinci sayıdaki yazımı okuduysanız bu oyunu ne kadar çok sevdiğimi biliyorsunuz demektir: The Last of Us. Tabii Last of Us’ın iki tane oyunu var, ve ikisi de anlatmak istediğim konuyu barındırıyor, o yüzden hem birinci oyun hem de ikinci oyunu da örnek olarak verecegim. Bu iki oyun, sevginin ve değerin nasıl kişiden kişiye olduğunu ve bir insanın sevenin algısındaki yerini en guzel anlatan örnektir. Oyunu oynamayanlar veya dizisini izlemeyenler buradan sonrasını okumasın. Herkes hazır mı? O zaman başlıyorum. Oyunda Joel Miller olarak oynuyorsunuz ve Ellie sizin yirmi yıl önce kaybettiğiniz kızınız Sarah’ı anımsatıyor. Oyunda Ellie’yle vakit geçirdikçe ona değer vermeye başlıyorsunuz ve aranızda baba-kız ilişkisi doğuyor. Ellie,  hiç babası olmadığı için aile sevgisine ve ilgisine aç 14 yaşındaki bir kız. Joel da daha önce kızını kaybettiği için de Ellie’ye çok değer veriyor ve onu kaybetmeyi de göze alamıyor. Aralarında tatlı ve samimi bir ilişki oluşuyor ve siz oyuncu olarak onların ilişkisine hayran kalıyorsunuz. Şimdi, oyunun sonunda Joel’ın yaşadığı o önemli ikilemi basitleştirerek anlatacağım size: Ellie’nin pandemik ve ölümcül bir hastalığa karşı bağışıklığı var, ve gerçekleştirilecek bir ameliyat sonrasında onun ölümü diğer insanlara aşıya dönüştürülecek ve dünyada artık insanlar bu hastalıktan dolayı ölmeyecek. Joel’ın bu durumda iki seçeneği var: Ellie’nin canını mi kurtarmalı, yoksa dünyadaki diğer insanların canını mı? Siz neyi seçerdiniz? Sevdiğiniz bir insanın insanlık uğruna, bir amaç için kurban gitmesine karşı çıkar mıydınız? Şimdi Joel sizce bu durumda kimi seçmiş olabilir dersiniz? Düşünsenize, yirmi senedir yalnızsınız. Bir sürü kayıplar yaşadınız ve depresyondasınız. Hayattan keyif almayı geçin, hastalıkla dolu bir dünyada yaşıyorsunuz ve sürekli hayatta kalma mücadelesi vermeniz lazım. Hayatınızda tek bir insan var ve bu zalim hayatta en çok ona değer veriyorsunuz, çünkü size kaybettiklerinizi hatırlatıyor ve onları geri getiriyor bi nevi. Ölen kızınızı Ellie’de buluyorsunuz. Kolaylıkla söyleyebiliriz ki Ellie’nin ölümü, Joel’ın yaşama amacının da beraberinde ölmesi demektir. Joel’ın bütün dünyası artık Ellie’dir, ve oyunda kaybettiği kızını bir daha kaybetmeyi seçmek yerine diğer bütün insanları ölüme terk etmeyi seçer. Şimdi size ikinci oyunu da örnek vermek isterim, ancak bayağı basitleştirerek anlatacağım çünkü oyun çok karışık. Eğer oyunu oynamadıysanız bundan gerisini okumayın. Joel ne yazık ki tahtalı köyü boyluyor, isterseniz karma deyin isterseniz de demeyin. Ellie’nin de başına aynı şey geliyor diyebiliriz, tabii Ellie kafayı sıyırıyor ve inanılmaz bencil ve kötü bir insana dönüşüyor. Ellie de artık rahmetli Joel gibi hayatta en sevdiği şeyi kaybetmiş durumda. Sevgi ne yazık ki kişileri dünyanın en bencil insanlarına dönüştürebilir. İsterseniz Joel hakkında dünyanın en bencil insanı diyebilirsiniz ki size bir nevi hak veririm, ancak ben şahsen Joel’a hak veriyorum, bencil derseniz deyin, bence sevgi uğruna her şey yapılır bu dünyada! Kaynak: https://medium.com/@abrarasrar12/valuing-relationships-and-loved-ones-the-essence-of-a-fulfilling-life-aa08cd7ee262

Defne Şerbetçioğlu

10 dk.

Sevginin Dili Olsa Da Konuşsa

Sevginin Dili Olsa Da Konuşsa

Sevgi kelimesi dilimizde 1000 yılı aşkın süredir (Kaşgarlı Mahmut’un Divanında “Sew” olarak geçer), bir konsept olarak ise insanlığın en başlarından beri varlığını sürdüren ve insanlığın hem kendi içinde hem de başka canlılarla kurduğu ilişkilerde kilit taşı görevini üstlenen bir unsurdur.  Romantik olarak sevilen bir eş ya da sevgili, anne-baba-çocuk sevgisi, kardeşçesine sevilen arkadaşlar, kediler, köpekler ve çok daha fazlası. Limiti olmayan, paylaştıkça ve karşılık verdikçe hayata ve içindeki ilişkilere renk ve mutluluk katan bir duygudur sevgi. Fakat sevgi aynı zamanda bir “al-ver”’dir ve herhangi bir alışverişte olduğu gibi iki tarafın da bu alışveriş içerisindeki dinamiği anlamasına, paylaşılan ve verilenlerde mutabık olmasına ihtiyaç vardır. Sanılanın aksine bu o kadar da kolay bir işlem değildir maalesef. İnsanların “ben sevgi gösteriyorum ama bana hiç karşılık vermiyor” ya da “bana hiç ilgi ve sevgi göstermiyor” gibi yakınmalarının bir kısmı aslında karşı tarafın sevgi göstermemesinden değil, kişinin anladığı “sevgi dilinden” konuşmamasından kaynaklanmaktadır.  Peki bu “sevgi dilleri” nedir ve biz ilişkilerimizde bunları nasıl konuşabiliriz? Gelin sevgide polyglot (çok fazla dil konuşan/bilen insan) nasıl olunuyormuş ona bir bakalım. Sevgi dillerini ve sevgi iletişimsizliğinin nasıl bir durum olduğunu açıkça yansıtabilmek için önce basit bir sevgi senaryosunu paylaşmak istiyorum: insanlar ve kediler arasındaki iletişim. (“Kaan her hikayende de bir kedi bahsi geçiyor” diyebilirsiniz. Fakat hem kedileri ve farklı hayvanları seviyor ve onlardan bahsetmekten mutluluk duyuyorum, hem de anlatacağım argümana gerçekten de iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum). İnsanların birbirlerine sevgi belirtmek için kullandığı en “klasik” yöntemlerden ikisi karşısına sözel olarak “Seni seviyorum” demek veya karşı tarafa sıkı sıkı sarılmaktır. İnsanlar arasında bunlar genel olarak efektif sevgi belirtme metotları olsa da ve genel olarak benzer bir karşılık görmeyi doğursa da, (bu yazıda değineceğim sevgi dili uyuşmazlıkları haricinde) aynı iki sevgi gösterisini kedinize yaptığınızda çok daha farklı karşılıklar doğuracaktır. Birinci örnek olan “seni seviyorum” cümlesinin kediler için bir anlam ifade etmemesi bir yana, kendi hareketliliğine ve bulunduğu konumdaki stratejik durumuna önem veren bir mini-avcı için sıkı sıkı sarmalanmak bir sevgi ifadesinden çok “avlanılıyor olma” içgüdüsünü tetikleyecek bir harekettir. Bunun sonucunda kediniz çok yüksek ihtimalle ya kaçacak ya da size tırnak atacaktır. Sizin niyetiniz iyi olabilir, küçük dostunuza bir kucak dolusu sevgi vermek, ona ne kadar değer verdiğinizi uzun uzun anlatmak istiyor olabilirsiniz. Fakat maalesef bunların kediniz tarafında pek de bir karşılığı ya da anlamı yok. Peki ne yapabilirsiniz bu durumda? Çok basit, kedinize doğru bakıp hafifçe gözlerinizi kısın, sonra da yavaşça açın ve tam ona bakmayacak şekilde hafifçe gözlerinizi kaçırın. Karşılığında kedinizin de size aynı eylemi tekrarladığını göreceksiniz! Kedilerin dünyasında “seni seviyorum”’a karşılık gelen bu hareket üstüne düşündüğünüzde aslında oldukça tatlı ve anlamlı: Doğada hem av hem de avcı konumunda bulunan ve her zaman etrafı görmesi ve kolaçan etmesi gereken bir canlı size sevdiği ve güvendiği için (ve bunu ifade etmek istediği için) gözlerini kapatıyor. Bu küçük bir eylem olabilir, fakat karşıdaki canlıyı anlamaya ve onunla empati kurmaya başlayınca bunun ne kadar kıymetli ve anlamlı bir hareket olduğu anlaşılıyor. Belki kendi istediğimiz ya da tercih ettiğimiz sevgi verme biçiminden sapmamız ve empati ile değişik metotlar denemememiz gerekiyor. Fakat bunun sonucunda hem karşı tarafın anlayabileceği ve takdir edebileceği bir şekilde sevgi göstermeyi başarıyoruz ve sonucunda sevgi görmeyi de başarabiliyoruz. Sevgi dilleri ile alakalı bütün mesele de aslında bundan ibaret: karşı tarafın sevgiyi almayı bildiği ve sevdiği dillerden konuşmak ve kendi sevgi dillerimizi de karşıya iletebilmek. Peki nelerdir sevgi dilleri? Olumlu Sözler: Karşındakine olumlu sözler sarf etmek, insanın sevdiği kişiye karşı onu mutlu edecek, yaptığı bir şeyi takdir edecek, ona değerli olduğunu hissettirecek ve buna benzer pozitif duygular uyandıracak güzel sözler söylemesidir. İnsanın annesine “ellerine sağlık annem, yemek çok lezzetli olmuş” demesinden sevgilisine yeni aldığı elbiseyi giydiğinde iltifat etmesine, arkadaşı kıymet verdiği bir hedefi başardığında can-ı gönülden tebrik etmeye kadar her türlü sözel olumlama bu sevgi dilinin bir parçasıdır. Fiziksel Temas: Bu sevgi dilinden bahsedildiğinde belki de akıllara öncelikli olarak seks ve cinsel eylemler gelse de aslında fiziksel dokunuş bunun çok daha ötesinde ve çok daha geniş bir eylem yelpazesini kapsayan bir sevgi dilidir. Karşıdakine sıkı sıkı sarılmak, öpmek (dudaktan romantik bir öpücük de, alından yapılan tatlı bir öpücük de), yolda giderken el ele tutuşmak ya da elini sevgilinin beline atmak fiziksel dokunuşun çok önemli örnekleridir. Sevgiyi fiziksel temas ile karşıya ilettiğimiz her eylem aslında fiziksel dokunuş sevgi dilinin bir parçasıdır. Hediye Alma: Adından da anlaşılabileceği üzere bu sevgi dili insanın sevgi duyduğu kişiye maddi veya manevi değeri olan hediyeler almasını/hazırlamasını, ve sevgisini bu medyum aracılığı ile iletmesidir.  Bu saat, küpe, kıyafet gibi daha materyalist hediyeler olabileceği gibi özenle yazılan bir mektup, ya da “hoşuna gideceğini düşündüm” deyip alınan küçük bir makaron bile olabilir. Önemli olan karşı tarafın zevklerini ve onu mutlu edecek olguları bilip bu bilgiyi kullanarak sevgiyi hediye yoluyla iletmektir. Kaliteli Zaman Geçirmek: Bu sevgi dilinde kişi sevdiği insan ve insanlarla nitelikli zaman geçirmek ister. Burada kastedilen “kaliteli zaman” gündelik hayat içerisinde çok alışık olduğumuz rutin aktiviteleri beraber yapmak değil. Beraber televizyon izlemek, ya da yan yana telefona bakmak bu sevgi dilinin birer parçası değildir. Burada kastedilen daha çok birlikte yeni deneyimlerin yaşanması, yeni düşünceler üzerine sohbet etmek, yeni yerleri keşfetmek, uzun yürüyüşlere çıkmak, belki beraber oyun oynamak ya da güzel bir date’e çıkmaktır. Yani bu sevgi dilinde önemli olan hayatın rutin olaylarından ve dikkat dağıtıcı unsurlarından uzaklaşıp yanındaki insanla hayatın ve anın tadını çıkarabilmektir. O anda, o insanla aktif olarak bulunmak ve gerçek manada “yaşamaktır” aslında bu dilin özü. Hizmet Davranışları: Son olarak hizmet davranışları kişinin sevdiği insan için, onun hoşuna gideceğini düşündüğü/bildiği davranışları gerçekleştirmesi, işleri yapmasıdır. Bu sevdiği insan için yemek hazırlamak, çiçeklerini sulamak ya da en basitinden arabasına benzin almak olabilir. Bunlar karşıdaki insanın da kolaylıkla gerçekleştirebileceği eylemlerdir fakat önemli olan karşı tarafı düşünüp, o zamanı ayırıp onların uğraşmasına gerek bırakmamaktır. “Seni çok seviyorum onun için bunlarla uğraşmaman için ben hallettim” demektir karşı tarafa. Sevgi dillerinin neler olduğunu öğrenmek ve anlamak bu doğrultuda atılan ilk önemli adımdır; fakat bu bilgileri hayatınızdaki sevdiğiniz insanlarla olan ilişkilerinizi güçlendirmek ve daha iyi bir hale getirmek için kullanmak istiyorsanız konseptin dinamiğini anlamanız ve karşınızdaki insanla gerçek ve dürüst bir iletişim kurmanız gerekir. Çünkü… İnsanlar tek bir sevgi dilini konuşmazlar. Alıcı oldukları durumda genelde bir sevgi diline ağırlık verseler de (istatistik olarak), birden farklı biçimde sevgiyi almaktan hoşlanıyor olabilirler. Aynı şekilde verici oldukları tarafta da bir sevgi dilini daha çok sevseler de birden fazla şekilde sevgi göstermekten hoşlanıyor olabilirler. Burada önemli bir noktaya değinmek gerekir: İnsanların almak ve vermek istediği sevgi biçimleri (sevgi dilleri) birbirleriyle aynı değildir! Hediye vermekten hoşlanan bir kişi hediye almak değil de olumlu sözler duymayı isteyebileceği gibi hizmet davranışları vermeyi seven bir kişi kendisine o tarz hizmet davranışları yapılması yerine basit bir sarılmayı tercih edebilir. Bu oldukça kritik bir durumdur çünkü sizin “konuşmayı” sevdiğiniz sevgi dili, sevdiğinizin almak istediği sevgi metodu olmayabilir; aynı şekilde onların “konuşmaktan” mutluluk duyduğu sevgi dili sizin “duymaktan” hoşlandığınız sevgi dili olmayabilir. Bu durumda nasıl sizden farklı dili konuşan birine bağırarak yüksek sesle anlatmak iletişime yardımcı olmayacağı gibi, karşıdakinin sevmediği bir “dilde konuşmak” da ilişkinizin güçlenmesine yardımcı olmayacaktır. Peki bunun çözümü nedir? İletişim ve taviz vermek. Herkes her zaman kendi sevdiğini yapamaz/alamaz; hayat böyle bir yer değildir. Eğer sağlıklı ilişkiler kurmak ve geliştirmek istiyorsak sevdiklerimizle konuşmalı, neleri sevip tercih ettiklerini, nelerden hoşlanmadıklarını öğrenmeli ve kendilerine de kendimizle alakalı olan bu bilgileri dürüstçe ifade etmeliyiz. Kimse kimsenin aklını okuyamaz ve davranışlarından tahmin yürütmek zorunda değildir; bunun için açık ve dürüst olmak bazen zor olsa da en efektif yoldur. Bu bilgileri edindikten sonra da geriye bunları aksiyona dökmek kalır sadece. İlk tercihiniz olmasa da karşınızdakini mutlu ettiğini bildiğiniz için taviz verip onların almaktan hoşlandıkları şekilde sevgi verirsiniz, onlar da size aynısını yapar. Bu süreçte vermekten hoşlandığınız sevgi formlarından da vazgeçmezsiniz; karşı tarafın onları kabul etmesi de gerekli bir tavizdir. Önemli olan sağlıklı bir iletişim içinde bu sevgi alışverişinin dengesini kurabilmek ve sürekli değişen hayatta bu dengeyi sağlayabilmektir. “Sevmek bil ki doğmaktır yeni baştan” diyen Erkin Baba’ya katılıyor, sizi daha da çok, daha da güzel, daha da özenli sevmeye davet ediyorum sayın okuyucularımız. Sevin, yeniden doğun, doyasıya yaşayın!

Kaan Sayın

15 dk.

Dünyaya Geldik Bir Kere

Dünyaya Geldik Bir Kere

Bildiğimiz kadarıyla dünyaya sadece bir kereliğine gelebiliyoruz, yani yaşayacağımız tek bir hayat var. Sonrasında ne olacağı biraz daha karmaşık bir mevzu. Bu konuda çeşitli inanışlar var fakat o bu yazının içeriği değil. Yaşadığımız bu hayatta bazı gerekliliklerimizin olduğunu düşünüyorum, yerine getirmemiz gereken bir şeylerin olduğu kanısındayım ve aşık olmanın da bu gereklilikler arasında en önce gelenlerden olduğunu düşünmekteyim. Bu gereklilikler arasında en önemlilerinden bir başkasının da üretkenlik, bir şeyler üretmek olduğuna inanmakla beraber onun da ilk sıralarda olduğunu düşünürken çok sevdiğim bir filmde -Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi- “sizce her aşık kendini mucit zannediyor mudur?” diye bir soruyla karşılaşınca anladım ki aşık olmak üretmenin de üstünde bu öncelik sırasında yukarıda olduğuna ve aynı zamanda aslında aşık olmanın da bir nevi üretkenlik olduğuna uzun düşünmeler sonucunda emin oldum diyebilirim. Aşık olmak demişken sadece birine yoğun duygular hissetmekten bahsetmiyorum aynı zamanda bu yaşanılan duygulara karşılık bulmak gerek diğer türlü çok büyük ihtimalle hayat kötü bir ıstıraba dönüyordur herhalde. Aşık olup buna karşılık bulmak da insanın elinde diye düşünüyorum ve tabi ki buna yüzde yüz eminim diyemem. Aşık olmanın karşımızdaki kişiyle güzel ve yeterince vakit geçirdikten sonra hissedilmeye başlanan bir duygu olarak tanımladığım için karşımızdakine bu birlikte geçirdiğimiz vakit süresince davranış şeklimize göre onu da etkilemenin ve ona da bu “aşk” duygusunu hissettirmenin kişinin elinde olduğunu düşünüyorum. Fakat aşkı böyle tanımlarken bunun nasıl bir his olduğunu ve aşık olunduğunda nasıl bir şey hissedildiğini tanımlamak zor olsa gerek. Aşık olmanın önemini kişinin yalnızlığının gitmesini de sağladığı için önemli olduğunu düşünüyorum. “Öylesine” biriyle bir birliktelik yaşamakla yoğun hisler hissedilen biriyle ilişkide olmanın farklı olduğunu tartışmaya gerek yok. Alacağımız kararları danışmaktan tutalım üzüntümüzü paylaşmaya kadar bütün her şeyin konuşulabildiği bir ilişki insanın hayatını güzel ve verimli bir şekilde devam ettirmesi için oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Tabi ki insan sahip olduğu iyi bir aile ile de bu verdiğim örnekleri yaşayabilir fakat aileden biriyle konuşmak ve hayatımıza sonrada giren -ve ilk başta kesin sevme şartı ile tanışmadığımız- biri ile konuşmanın bile ne kadar farklı olduğunu biliyorum. Fakat aşık olmayı her zaman sevgiliye duyulan his olarak görmemek gerekiyor, en azından benim anlatmak istediğim “gereklilik olan aşık olma” fikri sadece bundan ibaret değil. Kurduğumuz arkadaşlıklara da aşık olabiliriz. Çok sevmenin haricinde duyulan bir aşık olma hissinden bahsettiğimi tekrarlamam gerek olmadığını düşünüyorum. Her arkadaşımızla paylaşamayacağımız düşüncelerimizi, hislerimizi paylaşabileceğimiz birkaç kişi ile yaşadığımız normal arkadaşlığın üstünde bir ilişkinin de insan hayatında iyi gelen bir aşık olma süreci olarak nitelendirilebilir. Aynı zamanda bu aşık olma bir insana veya bir canlıya olmak zorunda da değil. İnsan yaptığı işe aşık olunabilir ve hayatı ona göre şekillendirebilir, işe yoğunlaşmaya başladıktan sonra da o yoğunlukta ve ayırdığı zamanda kendini daha iyi hisseder ve bazı dertlerinden uzaklaşabilir. Yalnızlığında yanında işi olur fakat buradaki sorun emekli olduktan sonra o aşk boşluğunu nasıl dolduracağı sorunsalı var ama hiçbir aşk zaten bitmemekle sözlenmediği için bu bütün aşklar için geçerli. Fakat insan her zaman aşkını yeni bir aşk ile doldurabilecek kapasitededir. Farklı bir aşk olarak insan bir yaratıcıya, tanrıya ve/veya bir dine de aşık olabilir. Yalnızlığını onunla çözüp onun yeryüzündeki yansıması olabilir. Din ile birleşip kendini ona adadıktan sonra hayatına başka türlü bir anlam katabilir. Zaten aslında benim de anlatmaya çalıştığım bütün aşkların temelinde hayatın anlamı ve bir arayış yatmaktadır. Bu arayışını aynı zamanda bir spor ile ve bir spor takımı ile de anlamlandırmayı deneyebilir. Özellikle futbolun daha tutkulu takip edildiği ülkelerde bunun örnekleri görülebilir. Napoli’de bir çocuk Maradona’yı tanrısı olarak görüp SSC Napoli’ye açık olabilir. İstanbul’da bir adam Beşiktaş’a aşık olup kendi yalnızlığına onunla çare bulabilir. Anlatmak istediğim aşık olmak hayatımıza bir eşlikçi bulmak, hayatına anlam katmak ve hayatı daha da yaşanılabilir hale çevirmek için bir gereklilik. Dünyaya bir kere geliyoruz aşık olmamız lazım

Ali Aktaş

10 dk.

Tutkunu Takip Etme

Tutkunu Takip Etme

Büyüklerimizin kullandığı, “ Aşk karın doyurmaz” lafını muhakkak hepimiz duymuşuzdur. Bu öğüt niteliğindeki söylem, yaşadığımız topraklarda fazlasıyla popüler ve farklı kanallar aracılığıyla karşımıza sıklıkla çıkıyor. Temelde para-aşk arasındaki çatışmada nasıl bir denge olmaması gerektiğine değiniyor bu söylem. Ancak buradaki aşktan kasıt, sadece birisine karşı hissedilen aşırı sevgi ve bağlılık duygusu değil. Aşk kelimesi, aynı zamanda <bir şeye karşı duyulan> aşırı sevgi ve bağlılık duygusuna da atıfta bulunuyor. Biz gençlerse, pek çok genellemede olduğu gibi haliyle bu lafı biraz beylik buluyoruz ve karın doyurmayan aşka, muhalefet edebilecek kadar güçlü başka bir söylem çıkartıyoruz ortaya, “Tutkunu takip et !”. Pazarlamasını da güzel bir şekilde yapıyoruz bu tutku dolu yolun… Aşırı sevdiğimiz, bağlılık hissettiğimiz bir meslek / konu üzerinden para kazanmaktan, hayat kurmaktan daha güzel ne olabilir ki ? diye soruyoruz büyüklere. Etrafımızda gösterilmeyi bekleyen pek çok kanıt da mevcut tabii ki. Sonuçta, karşımızda hepimizin hayranlık duyduğu pek çok örnek bize el sallıyor. Her sabahın dördünde kalkıp, tutkusu uğruna saatlerce idman yapan Kobe Bryant’tan, hayatı boyunca sadece bir tablo satabilmesine rağmen yüzlerce resim çizmiş Van Gogh’a; onlarca kez reddedilen bir kitabı (Carrie) en çok satanlar listesine sokan Stephen King’den, sekiz sene boyunca sürekli zarar etmiş ve çok kez işini bırakmayı düşünmüş Shazam’ın kurucu ortaklarından Chris Barton’a … Farklı alanlarda tutkusu olan ve bu tutkularını işe dönüştürmekle kalmayıp şöhreti veya refahı da bu inatçı ısrarın sonunda elde etmiş pek çok isim var önümüzde. Peki, sevgi ve tutku yolunu büyük bir ısrarla takip etmenin yaşamda çoğu zaman hüsranla sonuçlanacağını savunan büyüklerimiz ve refahın, mutluluğun tutkularımız önderliğinde gelişmesi gerektiğini düşünen biz gençler arasındaki bu kavgada kimin görüşü gerçeği daha çok yansıtıyor, hangimiz davasında daha haklı ? Bu sayıdaki yazımda, gelin hep beraber bu konuya bir göz atalım. Yazar Cal Newport, Görmezden Gelemeyecekleri Kadar İyi Ol adlı kitabında “tutkunu takip et” mottosu üzerinden bu konuyu detaylıca inceliyor. Bu tarz klişe sloganların pek çok kişinin hayatında bir kariyer ve anlam karmaşası yaratabileceğinden hatta çoğumuzun yaşantısını halihazırda olumsuz bir şekilde etkilemekte olduğundan bahsediyor. Kitap belirli başlıklar altında bu tutku ve sevdiğin işi takip et öğütlerinin neden çoğumuz için işe yaramayacağını anlatmaya çalışıyor. Öncelikle şunu unutmamak lazımki, yaşamın her alanında olduğu gibi, bu konuda da istisna durumlar bulunmakta. Azınlık sayıda olsa da bazılarımız için tutkularını takip etmek diğerlerimize oranla daha pozitif sonuçlar doğurabiliyor. Yukarıda verdiğim örnek isimler ve daha niceleri de bunun bir göstergesi. Diğer taraftan, eğer az da olsa bir anlam ya da sevgi yükleyemediğimiz bir işi yapıyorsak o işte başarılı olma şansımız da yok denecek kadar az. Bu da sevdiğimiz işi yapmamız gerektiğini kanıtlayan diğer bir gerçek. Bu iki konuda bu tartışmanın iki ucunun haklılığına giden yolda bir argüman olarak kendilerine yer bulabilir. Ancak, pek çoğumuz için işin gerçeği başka etkenlere de bağlı bulunuyor. Tutkunun girift yapısı ve sevgiyi tanımlama biçimimiz bizler için fazlasıyla aldatıcı olabiliyor. Tutku, sevgi ve bağlılığın aşırılığa kaçmış haline verilen ad. Bu açıdan baktığımızda, bu öğütleri kendi rotası olarak belirleyen kişilerin pek çoğunun haliyle bir tutkusu bulunmuyor. Ve bu bir problem değil, aksine gayet normal bir durum. Herkes kendi davasına Gandhi kadar bağlı, ilgilendiği konulara karşı Da Vinci kadar obsesif olamaz. Büyük bir kesimimizde öyle değil zaten. Çok sevdiğimiz, ilgili olduğumuz belirli hobilerimiz olabilir ancak bu hobilerle haftada üç dört gün ilgilendikten sonra kafamızı yastığa rahatça koyabiliyoruz. Sevgiye ait doygunluk sınırımıza ulaşıyoruz. Bir konuya gerçekten tutkusu olan insanlarsa o konu hakkında zaman mekan fark etmeksizin ilgili konuya karşı sürekli bir doyumsuzluk besliyor, o konuyla ilgilenmeden yaptıkları her işte büyük bir eksiklik hissediyorlar. Sonuçta; bir Messi kolay yetişmiyor. Peki tamam, diyelimki tutkumuz var. Sadece bu yeterli mi, tüm tartışma burada bitiyor mu bizim için ? Sadece bir tutkuya sahip olmak yeterli mi ? Hayır, tabiki yetmiyor. Aynı zamanda o konuda yetenekli de olmamız gerekiyor. Tutkumuzla yetenekli olduğumuz alanın birbiriyle çakışması şart. İşte bu değerlendirmeler sonucunda köprünün şanslı tarafında kalıyorsak eğer, en azından hayatta para-tutku ikileminde tutkumuzu takip ederek başarılı olma ihtimalimiz bulunuyor. Ama maalesef, iş dünyasının ve yaşamın tamahkar yapısı genelde burada da karşımıza çıkıyor. Bu yolda başarılı olabilmemiz için bizlerden daha farklı zorluklara göğüs germemizi istiyor. Bir işe veya alana yeni girdiğimizde o alanda hali hazırda var olan bir hiyerarşinin içerisinde buluyoruz kendimizi. Bu rekabet ortamı çoğu zaman işe girmeden önce kurduğumuz toz pembe hayalleri yerle bir edebiliyor. Örnek olması için hobi olarak oyunculuk yapan birini ele alalım. Farklı bir işte çalışırken tutkusunu takip etmeye ve dizi sektörüne girmeye karar versin. Bu sektörde doğal olarak kimse onu bir anda ana kasta almayacak ve yeteneklerini sergilemesinin pek mümkün olmadığı küçük rollerle başlayacak kariyerine. Tutkusu olduğu işle ilgili karşılaştığı bu ortam hiç tahmin etmediği bir ortam olarak karşısına çıkacak. Bunun ötesinde rekabet ettiği kişiler arasında da onun kadar yetenekli pek çok kişi olduğunu görecek. Tabii ki tutkusunu takip ettiği için, artık tutkusundan para kazanması da şart. Tüm bunların üzerine eklenicek yaşam kaygısı ve para kazanma stresi de işin cabası. Kısacası geç kalmışlık, rekabet ve para kaygısı bir anda beklentilerinizi suya düşürebilecek diğer zorluklar. Böyle bir yola giren insanların pek çoğu da bu zorluklarla karşılıyor. Hatta pek çoğu bu sebeplerden dolayı kendi tutkularından bile soğuyabiliyorlar. Sonuçta tutkunuzu hobi olarak yapmak ile profesyonel olarak yapmak arasında pek çok fark bulunuyor. Bu farklardan bir diğeri de, tutkunuzu kariyer yolu olarak seçtiğinizde artık onu bir mecburiyet haline getiriyor olmanız. Çoğu hobinin bize çekici ve rahatlatıcı gelme sebebi, onu keyfi yapabiliyor olma durumumuz. Zira, pek çok sporcuda da gördüğümüz tükenmişlik sendromu; veya yaptığı işe yeterince odaklanamamasından kaynaklı düşüş durumu da bu sebepten kaynaklanıyor. Sonuçta haftada dört gün ikişer saatten tenis oynamakla; tüm yaşamınızı turnuvalara, Grand Slamlere hazırlıkla, zirveye çıkma veya orada kalma çabasıyla geçirmek arasında büyük bir fark bulunuyor. Tüm bu okuduklarınızdan sonra aklınızda “eğer şanslı kesimin arasında değilsem; nasıl hem fazla ilgilenmediğim bir alanda çalışıp hem de çalıştığım işi sevebilirim” sorusu belirmiş olabilir. Bu durumda bir işe başlarken, o işe bu iş bana neler sunabilir, hangi hayatı verebilir sorusundan daha öte bir şeyi sormamız gerekiyor: “Ben ona ne verebilirim ?”. Böylece yukarıda aldatıcı bir unsur olarak bahsettiğimiz sevgi algımızı o işe yönelik daha pozitif bir biçime dönüştürmüş oluruz. Çünkü; günün sonunda bizler yaşamlarımızda önemli bir hata yaparız. Enerjimizi, anılarımızı, vaktimizi, emeğimizi sevdiklerimize verdiğimizi düşünürüz. Ancak işin gerçeği bir şeyler verdikçe sevdiğimizdir. Esas önemli nokta, kendimizden bir şeyler vererek aslında kendimize bir yatırım yapıyor oluşumuzdur. Bu sebepten çoğunlukla ve sanılanın aksine siz bir işe zaman ayırdıkça, o işi yaptıkça ve o işte ilerlemeye başladıkça o işi sevmeye başlarsınız. İşte durum bu şekilde. Bu tarz genellemelerin kesin bir kazananı bulunmasa ve durum kişiden kişiye farklılık gösterse de, en azından “aşk karın doyurmaz” lafının daha büyük bir çoğunluğa hitap ettiğini kabul edebiliriz. Ancak buna rağmen, halihazırda süregelen bu tartışma yakın zamanda biteceğe de benzemiyor. Günün sonunda umuyorum ki hepimiz, kendimiz için en doğru olan yolda yaşam dengemizi bulur; hayatımıza bol sevgi ve bol tutkuyla devam ederiz. Şu anda aklınızın bir köşesinde belirmiş o düşünceyi duyar gibiyim. Evet doğru, bu söylediklerimi muhtemelen farklı şekillerde daha önce pek çok kez ve pek çok farklı kişiden duydunuz. Not: Büyük ihtimalle hepsine hak vermenize rağmen, kişisel maceranıza kaldığınız yerden bildiğiniz şekilde devam ettiniz ya da pratikte işlemeyecek fazla teorik düşüncelere kaptırmak istemediniz kendinizi. Duydunuz, çünkü hayatımızda çözülmesi en zor gözüken sorunlar; genelde anlaşılması en kolay sebeplerden, basit ama içgüdüsel olanlardan kaynaklanırlar. Durum böyle olunca da çok daha karmaşık meseleler üzerine kafa yormuş bilgili ve yaratıcı zihinler; yaşam çizgilerinin bir noktasında bu konunun üzerine de konuşur veya eserlerinde bu sorundan bahsederler. Eee, sizin de tüm bunlar üzerine yazılmışları çizilmişleri duymamış görmemiş olmanız düşük bir ihtimaldir dolayısıyla. Özellikle, kolektif bilincimizin habercisi olarak kabul edilen başarılı yazarlar, topluma bu derece sirayet edebilen böylesi tehlikeli bir duyguyu eserlerinde sıklıkla işlerler ve ondan bahsederler. Mesela, her eseri insanlığın geleceğine dair ayrı bir kehanet niteliği taşıyan George Orwell: "Hiçbir duygu saf değil, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumda." diyerek özetlemiş bu durumu veya çok uzunca bir süre Amerika’daki göçmen işçilerin, kısaca ezilenlerin sesi olmayı başarmış John Steinbeck “Güç yozlaştırmaz. Korku yozlaştırır; belki de gücü kaybetme korkusu.” diyerek aktarmış düşüncelerini. Albert Camus ise olaya tamamen başka bir şekilde bakmış. Duygular aracılığıyla anlam kazandırmaya çalıştığımız varoluştan farklı bir şekilde bahsetmiş bir eserinde: "Bireysel yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.” diyerek bireysel yolculuğun, tesirine girilen duyguların şiddeti karşısında yok olabiliceğine ve bir salgına dönüşebileceğine değinmiş günümüzü öngörür gibi. Tamam, tamam. Bu kadar da korkutmak istemiyorum sizi. Merak etmeyin, zaman zaman tüm bu öngörüler, eserler ve düşünceler arasında sıkışıp kalsak da her zaman korku ve çaresizliğin arasından bir umut ışığı da ortaya çıkar, illaki ! Belki de hep oradadır, bu konuda tam emin değilim. Ancak emin olduğum bir şey varki o da: Bu kaos döngüsünü bizzat yaşamış yazarların aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılığını müthiş bir hiddetle savunmaları kesinlikle fazla optimist veya ütopik bir bakış açısından kaynaklanmaz. Ernest Hemingway’in bu konudaki "Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları tam olarak o kırık yerlerinden güçlenir.” sözü ve Charles Dickens’in “Dünya üzerinde karanlık gölgeler var, fakat ışıkları bu karşıtlık içinde daha da güçlüdür” alıntısı içinde bulunduğumuz her türlü zorluğa karşı gelebilecek bir güç rezervine sahip olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bu sebepten de çok değerlidirler. Bugün geldiğimiz noktada, korkunun ve karanlığın günümüze uzanmış gölgeleri geleceğimize de uzanıyor gibi gözüküyor. Aksini söylemek, bizleri tozpembe bir dünya kurgulamaktan ileri götürmez. Yolculuğumuzun güzergahı zaman zaman başkalarının yönlendirmesine maruz kalıyor ve hissettiklerimiz varoluşumuzun gidişatına şüphe düşürüyor. Peki, buraya kadar konuşulanların yanında, belirsiz olan bir yarının karşısında korkmak normal değil mi? Evet, çok normal. Fakat bilinmeyenin, ufkun ötesinde olanın korkusu; bir yandan da teslim olmamışları, tamamen çürümemişleri birbirine bağlayan evrensel bir kaygıdır. Bunu sürekli unutuyoruz bence. Ve insanlığın esas gücü de tam olarak burada yatmaktadır. Bizi ele geçirebilecek duygularımızın varlığı, sadece bir zayıflık işareti değil, aynı zamanda zor durumlarda bizleri birbirimize bağlayan ortak insanlığımızın bir mirası, kanıtıdır. Gerçekçi bir sistem de işte tam olarak bu yüzden, mükemmelliğin yakalanması zor bir serap olduğunu kabul eder, ancak nezaketin zulmün ve korkunun yerini aldığı; şefkatin ilgisizliğe galip geldiği bir dünya için çabalar. Tarihin en karanlık dönemlerinden günümüze, hep aynı tuzağa düşerek umut ateşimizi söndürecek pek çok fırtınalar atlatsak da korku karşısında bizler hep bir irade sergilemeyi başardık. Sonunda hep başa dönsek ya da çok az bir ilerleme kaydetsek de kolektif ruhumuzun gücü, zorluklar karşısında bir şekilde galip gelmeyi bildi. Bence bu, içimizde bulunan ve doğuştan gelen aydınlığın bir kanıtı. Kelimeler zihnimden bu şekilde taarruz ederken, ne olursa olsun bu anlattıklarımın arka planında kasvetli bir not da bulunduğunu söylemeden bitiremicem yazıyı. Başlangıçta bahsettiğim karamsar durumun ortaya çıkardığı sonuçları kolayca çözmek mümkün değil. Yanlışları ve korkunun tekelindeki zalim eğilimleriyle dünya, içimizdeki dönüştürücü gücün varlığına hala direniyor. Zaten en başında da konuştuğumuz gibi, içimizdeki gölgeler bir kez oluştuktan sonra silinmeleri gittikçe zorlaşıyor ve korku, fısıltılar şeklinde zihinlerimizin koridorlarında hüküm sürmeye devam ediyor. Tamamen “ele geçirilmiş ruhların” otoritesi hepimizin üzerinde bir şekilde devam ediyor ve anlayışlı yazarların sözleri, yara bere içinde kalmış insanlığın sebatkar hatırlatıcıları olarak bizlere hizmet ediyorlar. Gelecekten korkmamız, korkunun bu derece baskın olduğu bir dünyada çok normal. Ancak tarih, insanlığın direncinin ve gücünün en karanlık zamanları bile aşabileceğini bize milyon kere gösterdi. Umarım bu bitmek tükenmek bilmeyen döngü en kısa zamanda sona erer ve tüm duyguları hissederken ışığımızı kaybetmediğimiz bir gelecekte; kolektif ruhumuzu lekeleyen bu savaşta, nihai zaferi kazanmış olarak bu satırları verilmiş bir mücadelenin anıları arasında hatırlarız. O zamana kadar kendi karanlıklarımızı azaltmamız dileğiyle …
Yiğiter Tuncer

Yiğiter Tuncer

15 dk.

Batı'nın  ve  Doğu'nun  Gözünden  Hayal

Batı'nın ve Doğu'nun Gözünden Hayal

Batı ve doğu, aynı gezegende bulunan iki kutup. Mıknatısın kutupları gibi birbirlerine çok yakınlar ama onları ayıran öyle temel özellikler var ki birbirlerine hiç benzemiyorlar. “Batıda hayaller gerçekleştirmek için kurulur, doğuda gerçeklerden kaçmak için.” Derginin giriş yazısını okuduysanız en son okuduğum kitabın (doğrusu hala okumakta olduğum kitabın) Oblomov olduğunu anlayabilirsiniz. Gonçarov’un yazdığı bu roman batı ile doğu arasındaki farkı anlamak için okuyabileceğiniz en iyi kitap. Kitaba ufak bir değinelim. Okumadıysanız heyecanlanmayın. Bu öyle kitabın olay örgüsünü bildiğinizde büyüsü kaçan kitaplardan değil. Zaten bir kitap günümüzdeki matematik denklemi çözme mentalitesiyle yazılmadığı sürece büyüsünü kaybetmez. Giriş, gelişme, sonuç, climax, sonra işlerin çözülmesi falan filan bunlara yer yok. Sadece sayfalarca okuyabileceğiniz betimlemeler, hayret edeceğiniz çözümlemeler ve kendinizi bulabileceğiniz paragraflar var. Oblomov neydi? Oblomov emekti. Yok pardon, hatlar karıştı. Oblomov doğuydu. Yıkılmakta olan derebeyi sınıfının yarattığı bir insandı. "Benim 5 dairem var, onlardan gelen kirayla gül gibi yaşarım bir daha hiç çalışmam" zihniyetiydi. Zihni örümcek ağı tutmuştu. Yataktan kalkmak bile bir işti onun için. Hele terliklerini giymek? İşlerin en beteri! Eğer doğrulduktan sonra terliklerinden bir tanesini bulamazsa hemen yatağına geri yatardı. Oblomov tembel miydi? Oblomov tembellikti, tembellik Oblomovluktu! Ama o her zaman böyle değildi. O da her çocuk gibi dışarıya çıkıp oyun oynamak isterdi. Arkadaşlarının suratına kartopu fırlatır, ona atılan kartoplarından kaçamayınca yüzü soğuktan kıpkırmızı olurdu. Sorun ailesinin derebeyi sınıfından olmasıydı. Bir Rus asilzadesi dışarıya çıkıp oyun oynamaz, evinin sınırlarını aşamazdı. Ne zaman dışarıya kaçacak olsa evde kıyamet kopar, bütün köy seferber edilir ve küçük Oblomov aranırdı. Bulunduktan sonra günlerce sıcak yatağına yatırılır, hasta olmasın diye bol bol çorba içirtilirdi. Kitaptaki en sevdiğim kısımlardan bir tanesi: "İlyuşa somurta somurta evin içince, kış bahçesinde büyütülen bir sıcak ülke çiçeği gibi kalıyor ve onun gibi ağır ağır, cansız cansız büyüyordu. Harcanmak istenen güçleri harcanamayınca içinde kalıyor ve yavaş yavaş körleniyordu." Anlayacağınız Oblomov her zaman tembel değildi. Problem, Oblomov’un çalışmanın ayıplandığı, iş yapan insanın aşağı taaka olarak görüldüğü Oblomovka’da hayata gelmesiydi. Oblomov emeksizlikti. En yakın arkadaşı olan Ştolts ise onun tam tersiydi. O batıydı, babası bir Almandı. Kendisi Rusya’da yaşasa da babasının ilkelerine göre yetiştirilmişti. İş yapması ayıplanmaz hatta iş yapmaya zorlanırdı. Meyve toplar pazarda satar, tarlayı sürer, babasından aldığı yevmiyeyi da çarçur etmezdi. Dünyanın her tarafını gezmişti. Köylüler ise arkasından şu Alman’ın elinden bir iş gelmez, o hiçbir şey yapamaz. Derlerdi. Ama Ştolts onların yapamadıkları her işi yapardı. Köylüleri aklı yüzyıllarca anlatılan hikayelerle ve batıl inançlarla dolmuştu. "Bir ölümün nedeni onlarca, bundan önceki ölünün evin kapısından çıkarken başının ayaklarından önce çıkmasıydı. Bir yangının nedeni, bir köpeğin üç gece pencerenin altında uluması idi. Bu yüzden ölülerin evden daima ayakları önde çıkmasına dikkat ederler; ama aynı yemekleri aynı oburlukla yerler; eskisi gibi ot üstünde uluyan köpeği döverler veya kovarlar ama gene de çıranın kıvılcımlarını çürümüş döşemenin aralıklarına kaçırmaktan geri kalmazlardı." Bazı ormanlara gece gidilmezdi çünkü insanlar yüzyıllarca anlatılan hikayelerden korkmuşlardı. Geceleri ormanda bazı canlıların hortladığına inanmışlardı. Gece oldu mu köylerin sokaklarında kimsecikler kalmazdı. Burnun kaşınması bir anlama gelirken sağ kaşın kaşınmasıyla sol kaşın kaşınması farklı bir anlama gelirdi. Hatta kitapta bir köylü isyan edip ulan bunların hepsini nasıl hatırlayacağız bile demişti. Ancak bunlara inanmamak mümkün değildi. Gelin beraber okuyalım "Oblomovka'da hortlaklara, çarpılmalara inanmayan yoktu. Bir yulaf demeti tarlada oynamaya başladı deseler, hepsi birden inanıverirdi. Koçlardan birinin koç değil, başka bir şey olduğu, Marfa'nin ya da Stepanida'nın cadı olduğu söylense herkes koçtan da, Marfa'dan da korkardı. Kazara biri çıksa da koç ne diye başka bir şey olsun ya da Marfa niçin cadı olacakmış, diye sorsa, Oblomovka'nın mucizelere inancı o kadar sağlamdı ki, herkes bu şüpheciye düşman kesilirdi." Oysa Ştolts’a küçükken korku hikayeleri anlatılmamıştı. Havlayan köpeği sever, istediği saatte istediği ormana girerdi. Başkalarının onun hakkında ne söyleyeceği umurunda değildi. Beyni zırva bilgilerle doldurulmamıştı, o özgür bir insandı. Batı yükselip gelişirken doğu anlatılan eski hikayelerin sanrısıyla uyukluyordu. Batı hedefler koyarken doğu hayaller kuruyordu. Siz yeni yılda kendinizi uyutacak hayaller kurmayın, ulaşabileceğiniz hedefler belirleyin. Ve belki de hedeflerinizi çok dillendirmeyin. Çünkü "Cambazı batıda ha geçti geçecek diye izlerlermiş doğuda ise ha düştü düşecek diye" Bu da ne doğuymuş be kardeşim. İçinizdeki Oblomovu öldüreceğiniz bir yıl dileğiyle..
Foto

Bora Tavman

10 dk.

Seslerin Peşinde

Seslerin Peşinde

Yine duyduğu seslerin arasında kaybolmuş, uykuya bir türlü dalamamıştı. Yatakta sağa sola döndüğü, gözleriyle açık kapının ardındaki karanlığa bir şeylerin cevabını bulmak ister gibi baktığı bir gece daha geçiriyordu. Daha önce hayatında hiç uykusuzluk problemi yaşamamış birisi için son bir haftadır içinde bulunduğu bu durum gerçekten sinir bozucuydu. Bu sebepten kendisine karşı herhangi bir anlayış da gösteremiyordu. Bir haftadır yaşadığı bu sağlıksız döngünün zihni üzerinde oluşturduğu boğucu baskı ise günden güne artmaktaydı ve bu durum artık canına tak etmişti. Son zamanlarda oluşan uykusuzluğunun sebebi; sadece kendisinin duyduğu ve ona bir şeyler aktarmaya çalıştıklarını hissettiği o anlamsız seslerdi. Onları görmezden gelmek için takındığı vurdumduymaz tavra karşın, bir türlü üstesinden gelemediği bu seslerin varlığını sonunda kabul etmişti. Seslerin ne anlama geldiklerini arkaplanlarında oluşan gürültüden dolayı bir türlü anlayamıyordu. Adeta şifrelenmiş bir mesaj gibi kulaklarında çınlayan bu sesler kolay kolay sinirlenmeyen sakin mizacını bile çileden çıkarmayı başarmışlardı. O artık, sadece uyku kalitesini değil, gün içindeki hayat kalitesini de gittikçe artan bir şiddetle etkileyen bu sorunu kökünden çözmeye karar vermişti. Yanı başına koymuş olduğu telefonunu eline aldı. Saat on bir buçuktu, yatağın içinde debelenerek bir buçuk saati devirmişti. Güzel bir uyku ve tamami sessizlik hayaline kavuşma ihtimalinin verdiği motivasyonla kendisini olabildiğince çabuk bir şekilde yatağının dışına attı. Dağılan yatağına ve yere düşen yastığına karşı onun gibi takıntılı birinden asla beklenmeyecek bir umursamazlıkla hole çıktı. Yatak odasının hemen karşısındaki banyoda yüzünü yıkadıktan sonra doğruca mutfağa yöneldi. Aslında bu seslerin anlamını çözebilmek için ne yapması gerektiğinden bihaberdi. Zaten böylesine saçma bir durumda ne yapılabilirdi ki. Gerçek anlamda gaipten sesler duymaktaydı. Aklına gelen tek şeyse az önce inadını kırarak bıraktığı vurdumduymaz tavırdan uzak durmaya devam etmek olmuştu. İtinayla dikkatini topladığı bir ortamda bu seslerin üzerine yoğunlaşmalı ve zihnini her türlü sınırlamaya karşı özgür bırakmalıydı. Ancak tüm bu düşünsel sürece girerek bu seslerin gerçek anlamını çözebilirdi. Fakat bu sürece de girmeden önce, yapması gereken önemli bir şey olduğunu hatırlamış ve bu yüzden de mutfağa doğru yönelmişti. Mutfağa girdiğinde Beyoğlundaki aktardan almış olduğu kış çayı tezgahın üzerinde duruyordu. Portakal,limon, elma, ayva gibi meyvelerin yanı sıra ıhlamur, adaçayı, zencefil, zerdeçal benzeri zengin bitkileri içeren bu çay; aslında zihninin en ücra köşelerine kadar girmiş anlamsız seslerin başlama sebebi sayılabilirdi. Tam bir hafta önce, tüm bunların başladığı sıradan bir iş gününde aldığı bu çayı henüz demlememiş olması da arkaplana ittiği seslerin davranışsal bir yansıması olabilir miydi acaba. Bu düşünceleri arasında kaybolmuş bir şekilde ilk defa demlediği kış çayını kupasına koydu ve yoğun iş dönemi sebebiyle çokça vakit geçirdiği çalışma masasının başına geçti. Önce çayından bir yudum aldı. Her içtiğinde düşünceleri arasındaki bariyerleri kaldıran ve zihninin bir bütünlük hissine kavuşmasına olanak veren bu inanılmaz tadın ve kokunun eşliğinde artık kendisini bulunduğu mekandan ve zamandan tamamen soyutlamıştı. Arkasına güzelce yaslandı ve uykusuz gecelerinin müsebbipi olan o aktar ziyaretini hatırlattı kendine. İçindeki huzursuzluğun ve zihnindeki seslerin ana kaynağına inmesi gerekliydi ve bunun için yaşananları tekrar gözden geçirmesi gerekiyordu. O da öyle yaptı ve bir hafta önce yaşanmış o rutin çarşamba gününe geri döndü. Reklamcılık sektöründe kreatif direktörlük başından beri hedeflediği bir kariyerdi ve sektör ortalamasına göre çok da uzun olmayan altı buçuk senelik başarılı bir yolculuk sonucunda sektördeki görece büyük şirketlerden birinde bu hedefine ulaşmıştı. İçerik editörlüğü yaparak başladığı bu yolculukta bu kadar çabuk bir şekilde gelmiş olduğu konuma bazen kendisi bile inanamıyordu. Toplantıdan yeni çıkmış olduğu sırada zihni bu düşüncelerle dolup taşmaktaydı. Yanına gelmiş olan diğer çalışanların varlığını fark etmemişti bile. İş odaklı yaşamı, şirket içi ilişkilerini mümkün olabildiğince resmi bir şekilde kurmasına yol açmış; yükselme hırsı ve rekabetçi yapısı mesleki başarıyı getirse de iş arkadaşlarıyla arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulamamasına sebebiyet vermişti. Bununla ilgili bir sorunu da yoktu. Gerçi kendisini sık sık sağlıklı sosyal ilişkilere sahip tanıdıklarının hayatlarına imrenirken buluyordu ancak en azından henüz tüm bunların kendisine ne ifade ettiğini fark edememişti. Kısacası, hayatı tek bir yönde ve alanda başarılı bir şekilde ilerlemekteydi. Parçalara bölerek çeşitli hedefler koyduğu hayatında, iş yılları olarak tanımladığı bir bölümün içindeydi ve bu sebepten yaşamın diğer alanlarına yeterli önemi göstermiyordu. Yemeğe katılıp katılmayacağının sorulmasıyla düşüncelerinden bir anlığına da olsa sıyrıldı. Herkese afiyet dileklerini sunarak bu daveti her zamanki gibi reddetti. İstiklaldeki aktara uğraması gerekiyordu. Karaköyle istiklali bağlayan tünelin çok yakınında konumlanan ofisinden aktara doğru yola koyuldu. Aktara giderken yine aynı şeyleri düşünmeye başladı. Kendisine koyduğu ilk büyük hedefe görece yeni bir vakitte ulaşmıştı. İlk başlarda kendisinde oluşan tatmin ve mutluluğun sarhoşluğu, kendisini başkahraman olarak gördüğü bir dünyanın içinde yaşadığına inanmasına sebep olmuştu. İşe girdiği günden beri obsesif bir şekilde beklediği ve uğruna meslektaşlarından kat be kat fazla çalıştığı hayali, kanlı ve canlı bir şekilde onundu artık. Yediği her yemeğin tadı daha güzel, gördüğü her manzara daha büyüleyici ve yapmış olduğu her eylem daha anlamlı geliyordu. İnsanlara bir direktöre yakışan şekilde davranmaya özen gösteriyor, eskiden olsa kendisini rahatsız edebilecek pek çok duruma karşın daha önce göstermediği bir sebat göstermeyi başarıyordu. Hayatının tartışmasız en keyif aldığı dönemini geçirmekteydi. Özellikle işi dışında özel bir hobisi veya ilgisi olmayan biri için, almış olduğu bu terfinin anlamı çok büyüktü. Kendini hiç bitmeyecek bir rüyanın içinde hissediyordu, ta ki o rüya bitene kadar. Terfisinin üzerinden geçen hatırı sayılır bir süre sonunda, yeni hayatına dair alışkanlıkları net bir şekilde oluşmuş ve yavaş yavaş zihnine inmiş olan toz pembe perde aralanmaya başlamıştı. Daha fazla sorumluluğa sahip olduğu, daha fazla mesai yaptığı ve daha çok sorunla uğraştığı bir döngünün içerisinde kendisine yine sözde hedefler koymuş olsa da içindeki harekete geçirici o ateşin söndüğünü net bir şekilde hissetmekteydi. Mesai sonrası Beyoğlunda yeni kiralamış olduğu geniş apartman dairesine doğru yola koyuluyor ve tüm akşamı ya yeni projesi üzerinde çalışarak ya da oyun oynayarak geçiriyordu. Bu durumdan o kadar da zevk almıyordu aslında ancak daha iyi bir seçeneği yoktu. Sosyal hayatı zayıftı, işi ve evde oynadığı bilgisayar oyunları dışarısında başka bir hayata da sahip değildi. Bu farklı hayatı kurmak içinse geç kaldığını hissediyordu. Yıllardır planladığı “önce iş sonra yaşam “ felsefesi aksamaya başlamıştı. Özellikle zamanında ona sunulan tüm beyaz bayrakları çöpe attıktan sonra… Uzun yıllar boyunca haftasonları herkesten fazla içerik yazmakla meşgul olmuş, yalnızlığın ve tek yönlülüğün getirmiş olduğu hüznü hissettiği zamanlarda günümüz dünyasında ekmekten ve sudan daha bol olan motivasyon videoları ile para ve mesleki başarının geri kalan her şeyin kilidini açacağını söyleyen tek yönlü instagram reelslerini izlemiş; bunlarla duygularını baskılamıştı. Kısacası başarısı bir süre de olsa yalnızlığını törpülemeyi başarmış fakat yalnızlığı belirli bir sürenin sonunda tekrardan baskın duygu olarak hayatına girmişti. Tüm bunların üzerine yalnızlığının da içerisinde bir anlam bulamaması ve kelimelere bir türlü dökemediği benliğine olan uzaklığı; onu tanımlamaktaki acizliği kendisine acı vermeye başlamıştı. İdealleri ve varlığı hakkında bir şüphe ağının içerisine düşmüştü. Henüz ortaya tam olarak çıkmamış bu duygu birikimlerinin ve hayatını sorgulayan düşüncelerinin eşliğinde aktara vardı. Bu aktara ilk defa geliyordu. Düzenli müşterisi olduğu eski aktarının kapanmasıyla, karşısındaki ara sokakta konumlanmış bu eski ve sönük dükkanı fark etmişti. İstiklal’in karışık ve hızlı akan yapısı içerisinde adeta üzerine görünmezlik pelerinini çeken bu dükkan tüm bunlara rağmen hatrısayılır bir müşteri profiline sahipti. Aktardan ne alacağı başından beri belliydi. Özellikle bu soğuk kış günlerinde evde biraz da olsa rahatlamasını sağlayan kış çayı favori içeceğiydi. Paketlenmiş halde tezgahta bulunan çayı eline aldı ve ödemeyi yapmak için kasaya geçti. Önündeki kadın ödemesini yaptıktan sonra tezgahta bulunan yumuşak bakışlı, tahmini yetmişlerinin başında olan amcaya çayı uzattı. İçindeki huzursuzluk yüzüne de vurmuştu elbet ancak o an için düşüncelerini ve duygularını bastırmayı başarmış; ödemesini yaptıktan sonra öğleden sonraki toplantıda konuşulacakların bir taslağını çıkartmaya başlamıştı kafasında. Aniden gelen bir sesle düşüncelerinden sıyrıldı ve gözleri çayı yerden almak için eğilen amcanın kamburuna takıldı. İnsanların kusurlarına uzun süre bakmaktan rahatsızlık duyardı. O yüzden gözlerini refleksif olarak aşağıdan yukarıya çevirdi. Bu sırada duvarda asılı olan resimlerse hemen dikkatini çektiler. Bu resimler önünde duran yaşlı amcanın pek de eski olmayan fotoğraflarıydılar. Amca, elindeki yan flütle kısmen genç sayılabilecek otuzlu yaşlarındaki bir grubun arasındaydı. Hep beraber çok da geniş olmayan ama hatrı sayılır bir kalabalığın olduğu sahnede reverans yaptıkları bu fotoğraf ve devam hikayesini anlatan diğer iki kare tezgahın arkasındaki duvara düzgün bir üçgen oluşturacak şekilde asılmışlardı. Gözlerini tekrardan amcaya çevirdi, bu sırada amca çoktan çayı poşete koymuş; kendisinin gözleriyle süzdüğü resimlere yüzünü dönmüştü. Yüzünde bu resimlere bakmanın verdiği bir gurur vardı. Büyük bir tebessümle resimlerin dikkatini çekip çekmediğini sordu. Başlangıcı tesadüfi ancak gidişatı bilinçli geçen bir konuşma sonucundaysa saatin çoktan öğle arasını geçtiğini fark etmemişti bile. Amcayla yaklaşık bir saate yakın ettiği bu sohbet sırasında belirli özgünlükleri olan ama Türkiye’nin klişe gerçeklerinden biri haline gelmiş bir hayat hikayesi dinlemişti. Zamanında babasının dükkanı olan bu aktarda 60 yıla yakın çalışmak, amcanın hayat hedefleri arasında yoktu. 17 yaşında babasının vefatıyla beraber devraldığı ve en büyük tutkusu olan konservatuar hayaline hem o zamanki yılgınlığı hem de yaşamış olduğu travmanın etkisiyle veda ettiği bir süreçti bu. Geleneksel, insanların düşüncelerine, ne dediklerine fazlasıyla önem veren bir neslin ferdi olarak da özellikle akrabalarının inanç kırıcı konuşmalarına kendini inandırması da şüphesiz bunda etkili olmuştu. Aktarı devralarak kendi isteklerinden uzaklaşmış, ekonomik olarak zor durumda olan kardeşi ve annesinden oluşan ailesine bakmaya başlamıştı. Yan flütü nasıl çalacağını babasından öğrenmişti fakat babasının genç yaşında vefatıyla birlikte suya düşen hayalleri o suların dibine müzik sevdasını da atmasına sebep olmuştu. En azından uzunca bir süre... Tamamiyle işine odaklandığı ve benzer şekilde hayatının diğer alanlarını aksattığı bir on beş sene sonucundaysa İstanbulun bir ucundan diğer ucuna yayılan bir aktar ağı kurmayı başarmıştı. İstanbul içinde tamı tamına altı dükkan açarak, zamanında kimsenin bu küçük dükkandan beklemediği bir başarıya imza atmıştı. Ancak amca, tüm bunlara rağmen sürekli olarak bu senelerin ne kadar zor geçtiğinden bahsetmiş ve tek yönlü bir hedefe baki kalarak yaşadığı hayatın kendisine asla yeterli tatmini ve mutluluğu getirmediğini vurgulamıştı. Evet, başarının ve ailesine gittikçe iyileşen koşullarda bakabilmesinin getirdiği huzur ve rahatlık vardı. Ancak bu huzur ve rahatlığa rağmen aynaya baktığında gördüğü kişiyi bir türlü kendiyle bağdaştıramıyordu. Hayati hedeflerinin gerçekleşmesiyle beraber hayattaki diğer detaylar ortaya çıkıyor ve kendisinin bu alanlarda çok geride kaldığını hissediyordu. Hikayeleri de aslında bu noktada birbirlerine benziyordu. Başarı, yalnızlık, tek bir sürece ve hedefe adanmış bir hayat… Gençlik yıllarını bu şekilde harcamış olan amca yoğun geçen yılların sonrasında otuzlu yaşlarına gelmişti. Bir zamanlar bakmakla yükümlü olduğu kardeşi büyümüş, annesi ise iyice yaşlanmış ve hastalanmıştı. Aktarların hepsinde işler düzenli ve bereketli bir şekilde devam etse de tüm hayatını ailesine adamış biri için ailesinin yaşamın akışı içerisinde organik bir şekilde yollarının birbirinden ayrılabileceği olasılığını görmesi tüm varlığını tehdit etmiş; benliğinde bir şok etkisi yaratmıştı. Annesinin kaybıyla beraber gelmiş olduğu noktadaysa geçmişe dair pişmanlıkları dayanılmaz bir hal almış ve işte böyle bir çıkmazın içerisinde çıkış yolunu tekrardan müziğe sarılarak bulmuştu. Önce babasından yadigar bu dükkan dışında geri kalan tüm dükkanları satarak elden çıkartmış, önceden değiştirdiği isim hakkını da satarak tekrardan eski dükkanın ismine geri dönmüştü. Bununla beraber otuzlu yaşlarından sonra müziğe tekrardan başlamıştı. Bir yandan aktarla ilgilenirken bir yandan da müziğe vakit ayırmayı başarmış; kendisini gereksiz bir strese sokmadan hayatın akışı içerisinde doğru ve somut hedeflerle paslanmış yeteneğini geri kazanmıştı. Ve yine 40’lı yaşlarının sonlarına doğru gitmeye başladığı müzik kursu aracılığıyla tanıştığı altı,yedi kişilik arkadaş grubuyla amatör olarak çeşitli kültür sanat etkinliklerinde sahne almaya başlamışlardı. Hayata karşı olan tek yönlü düşünce yapısını pişmanlıklarının ağırlığına ve travmalarının kederine rağmen değiştirmeyi böylece başarmıştı. Geçmişinde sahip olduğu pişmanlıklar kesinlikle ailesine bakmak için çektiği zorluklar veya yaptığı fedakarlıklar değildi. O zaten böyle biriydi. Karakteri, fıtratı, benliği bu ideal uğruna yaşamaktan memnundu. Kardeşi okuyup mühendis olmuş, annesine son ana kadar iyi şartlarda bir hayat sunabilmiş ve bir şekilde kendi hayatını kurmayı başarmıştı. Pişmanlığı, hayatın kompleks ama bütünleşik yapısını tek bir amaç ve hedefe yoğunlaşarak yakalamaya çalışmasıydı. Bu uğurda kendi isteklerinin tamamından herhangi bir çaba sarf etmeden uzaklaşmış, kendisine yabancılaşmış, kendisini değersizleştirmişti. Ve bunu fark etmesi, kendisini tanıyabilmesi maalesef erken sayılamayacak bir yaşta gerçekleşmişti. Hayat kitabının ilk sayfasını okumaya otuzlu yaşlarının sonunda ancak başlamıştı. Fakat tüm pişmanlıkları ve geçmişi de hayatın bir parçası olarak görüyordu. Yaşadıkları hatalar sadece onun yaşayabileceği bir hayat çizgisinin özgün eserleriydiler. Bu doğrultuda şu anda da baba yadigarı olarak gördüğü bu dükkanda hala satış yapmaya devam ediyor, bir yandan da hayatını müzikle ve diğer yönleriyle olabildiğince yaşamaya çalışıyordu. Herkesin yazgısı özeldir evladım demişti, hiç kimse kendini tam anlamıyla başka bir hikayenin içinde yüzde yüz isabetle imgeleyemez. Bu sebepten kendi yazgını belirlemeye çalışırken başka hayatların görüntüsündeki cazibeye kapılma, onlarla kendi hayatını karşılaştırma. Önce kendini tanı, çünkü; eğer ki kendini tanıyamadığın bu yolda başkalarının yazgılarını taklit etmeye, özgünlükten kaçınmaya çalışırsan içindeki o kara delik, gittikçe büyür. Seni sen yapan ışığın, kaçamayacağı bir fenomen haline gelir. “Ve sonunda, tüm ışığını kaybedersin”, diyerek de uğurlamıştı kendisini. İşte şu anda çözmeye çalıştığı tüm o anlamsız sesler de ilk defa o akşam çınlatmıştı kulaklarını ve yavaş yavaş ele geçirmişlerdi zihnini. Bu anıları anımsarken, elinde tuttuğu kalemin yere düşmesiyle çıkan ses onu kendine getirdi. Zihninde bir türlü çözemediği o gizemli seslerin artık yavaş yavaş çözümlenmeye başlandığını seziyordu. Onlara kulak veriyor, anlattıklarını yavaş yavaş anlamaya başlıyordu. Bugüne kadar kendisiyle hiç yürekten gerçek bir konuşma gerçekleştirmemişti. Sevdiği mesleği yaptığından emin olsa bile, hayatını sadece iş temelli tek yönlü bir hedef haline getirmiş ve hayatın diğer alanlarını ihmal etmişti. Belki de mükemmeliğe parça parça ulaşmaya çabaladıkça kusursuz dengeyi bozmuştu. Belki de mükemmellik denilen fenomen kusurların içerisinden toplanan ışıltılar sonucunda tesir ediyordu hayatın içerisine. En azından dönüp geriye baktığında bu durumu böyle yorumlayabiliyordu. Her yaşayış, her hedef, her ideal insan hayatına farklı şekillerde etki etse de herkes aynı ölçek içerisindeki duyguları farklı oranlarda ve farklı biçimlerde yaşamaktaydı. Hayatı parçalara ayrılmış bir hedefler bütünü olarak görmekse bu sebepten yanlıştı belki de. Ancak şu ana kadar yaşadıklarından tecrübe ettiği tek bir şey vardı; o da bir bütün olarak var olan, gelişimin ve değişimin yer aldığı ömür denen bu süreçte insan zihninin sürekli parçalanmış ve farklı doğrultudaki hedefler yerine, doğal yollarla oluşan kimliği üzerinden kendini gerçekleştirmesi, hedeflerini koyması; değerli hissedebilmesi için geçerli tek formüldü. Ve hedef, nefesti. Herhangi bir doğrultusu olmayan hayat, yaratıcılıktan uzak bir yaşam demekti. Önündeki bu kısıtlı ömürde kendini gerçekleştirmeyi başarmak da kişinin kendini değerli hissetmesi için gereken yegane unsurdu. Öbür türlü hiçbir şey kalıcı olmuyordu. Saatler üçü gösteriyordu, gecenin sessizliği artık iyice çökmüş; zihni yavaş yavaş filtrelemeyi başardığı ses karmaşasının gürültüsünden kurtulmuştu. Sonunda uykusu gelmeye başlıyordu. Son bir kez tekrardan amcayı düşündü. Kendi hayatını ve hedeflerini tamamen ailesine adamıştı. Hayatta yapmış olduğu eylemlerin ahlaki tarafını da önemsemiş, içinde bulunduğu topluma adapte olabilmeyi önemli bulmuştu. Onun ideali buydu. Ancak bunu yaparken uzun bir süre kendi egosunu yok saymış, amatör olarak olsa da genç yaşlarında bırakmadan devam edeceği müziğe uzun bir süre ara vermişti. Değersizleştirdiği egosu, hayattaki idealleriyle birlik olamamış aksine onlar tarafından baskılanmış ve uzun bir süre ortak bir zemin bulamamıştı. Yaşadığı çeşitli travmalar sonucu ise otuzlu yaşlarında zihinsel bir değişim geçirmiş. Ulaştığı bu yeni farkındalık sayesinde, hayatın akışı içerisinde kendi egosunu, duygularını mantığının ve tecrübelerinin desteklediği kendi idealleriyle ortak bir zemine getirmeyi başarmış ve mükemmel olmasa da çabalamaya devam etmişti. İçinde bulunduğu o karamsarlıktan işte tam olarak bu çabanın yarattığı umutların ve hayallerin sayesinde kurtulmuştu. Sonuç olarak ne şanslıydı ki; bu anlamsız sesler kulaklarını bir kurtuluş çığlığı olabilmek amacıyla çınlatmışlardı. Kaybolmuşluk, yalnızlık vb. duygu birikimleriyle geçen hayatında fark ettiremedikleri varlıklarını bu aktar ziyareti sonrası bir şekilde öne çıkarmak istemişlerdi. O bu sesleri anlamlandırdıkça, onların kendisinin içsel rehberi olarak egosuna ve ideal arayışına destek olduklarını görüyordu. Bu sesler, birçok insanın farklı yollardan kalıcı mutluluğa ve başarıya ulaşabileceğini öne sürüyor, ancak ortak nokta her zaman, bireyin kendi özgün ideallerini belirleyip egosunu ve özgürlüğünü tamamen kaybetmeden idealleri çerçevesinde kısıtlayabileceği bir noktada tutmasıydı. Egonun idealle buluşması, içsel bir tutku ve dışsal bir amacın potasında kaynaşıyordu. Yani tek bir hedef uğruna değil, hayatın bütünü uğruna yaşaması gerekiyordu. Yapacağı fedakarlıklar, çekeceği acılar, biriktireceği değerli anılar hem belirli bir çerçeveye oturttuğu egosuna hizmet etmeli, arzularını yok etmemeli hem de hayat yolculuğundaki o ana amacın dışarısına çıkmamalıydı. Bu yüzden de o kendi için, tutkuları ve inançları doğrultusunda hedefler belirleyerek, egonun idealle buluşmasını sağlamalıydı. İşte zihnindeki bu sesler, bunları söylüyordu ona. Bunları anlatmaya çalışıyordu. Gerçek başarı, bireyin kendi özünden gelenlere ulaşabilmesinde yatıyordu. Formülü çözmüştü artık, kendi için doğru olan bu formülün detaylarını doldurmayıysa yarına bırakacaktı. Zira artık zihninde dolaşan munzur seslerin ne anlama geldiğini çözmeyi başarmıştı. Üzerinden büyük bir yük kalkmış ve uykusuzluğun getirdiği yorgunluk sonunda zihnine hücum etmeye başlamıştı. Önce çalışma odasının sonra da mutfağın ışıklarını kapadı. Mutfağa girdiği sırada tezgahın üzerinde duran kış çayına son bir bakış daha attı. Ona karşılaştığı amcayı hatırlatan bu favori içeceğine içten ama sessiz bir bakışla teşekkürlerini sundu ve bir haftadır bir türlü alamadığı uykusunu biraz da olsa alabilmek için yatağına gitti. Uzun ve yorucu bir dövüşten çıkmış gladyatör edasıyla kendini yatağına bıraktı. Derin uykusuna dalarken, içinde oluşan huzursuzluk ve değersizlik hislerinin yavaş yavaş yok oluşunu hissetti. Yılbaşının da yaklaştığı bu günlerde, bir şömine sıcaklığıyla soğuk benliğini ısıtan o gizemli seslere hürmetlerini sundu. Artık o da, hayatının ilk sayfasını okumaya hazırdı. Hem de görece erken bir yaşta…Buraya kadar soyut bir kavram olarak ele alınan ve köklerini kalbimize çoktan atmış olan korku, çoğunluğun üzerinde böylesine bir tesire ulaşınca; ortak insanlığımızın değerlerini ve dünyanın hatlarını şekillendiren somut bir güç olarak görülmeye başlanır. Aynı zamanda kontrolden çıkmış doğasının koyu tonlarını istikrarlı bir şekilde benimseyen bir dünyada, merakını hala kaybetmeyen birkaçımızın sistemin yanlış taraflarını incelemek için kullanabileceği bir mercek haline gelir. Bunun sonucunda da geriye dönüp baktığımızda, tek bir gerçek gözükür: Tarihin hangi noktasında bulunmuş, hangi milletten ve arkaplandan gelmiş olursak olalım; bugünde dahil yaşadığımız her günü, biraz daha derine biraz daha genele yayılan bir korku ağının; zulmün mürekkebiyle lekelenmiş, unutulmuşların gözyaşlarıyla yazılmış bir anlatının içerisinde yaşıyoruz. Ve hala korkuyu bir simbiyot gibi üzerine geçirmiş olanların, gücün sembolü, kontrolün sahibi olmasıda; belki de başından beri aynı formülün kullanıldığı ve farklı yanıtın arandığı bir problemi çözmeye çalıştığımızı gösteriyor bizlere. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin sadece öne çıkan veya “sıradan” hayatların dosyalarında sağlandığı dünyamızın, satır araları belki de hala bu yüzden yazım hatalarıyla dolu. Sokaklarda, medyada, ekranlarda ve tarihin tozlu sayfalarında insanlığın zulmü trajikomik bir şekilde sahnelensede, korkularımızın varlığı bizi, bizden olanların acılarına karşı daha da duyarsızlaştırmaya devam ediyor.
Yiğiter Tuncer

Yiğiter Tuncer

30 dk.

Amaçsız Özgürlük

Amaçsız Özgürlük

Her oyunun temel öğeleri vardır. Bu öğelerden biri de hedeftir. Hedef, oyuncunun ulaşmaya çalıştığı bir nokta veya süreçtir. Oyuncunun oyunu nasıl oynadığı bu sürece bağlıdır, konulan hedef oyunun gidişatını belirler, oyuncuya oyunda bir motivasyon sağlar. Genelde, bu hedefe ulaşıldığında oyun kazanılır. O zaman diyebiliriz ki oyunlarda hedef belirlemek zorunludur. Hedefsiz oyuncu kendisini yönlendirmekte sıkıntı çekebilir, hedefler oyuncuya oyun hakkında rehberlik eder ve oyuncuyu bilgilendirir. Şimdi bir oyun canlansın gözünüzde: Grand Theft Auto 5. Oyun size neredeyse sınırsız bir biçimde imkan sunuyor. İstiyorsanız günahsız gezen sivilleri tarayabilirsiniz, istiyorsanız striptiz kulübüne girip bütün paranızı harcayabilirsiniz, istiyorsanız da treni takip edip tren gelmeden önünde durup ne olacağını da bekleyebilirsiniz. Ama burada kesin olan bir durum var, o da böyle amaçsız devam ettikçe oyundan sıkılacağınızdır. Elbette ki görevlerin arasında dinlenmek adına istediğinizi yapma hakkı veriliyor oyunda, ki insanların çoğunda görevleri tamamlamak daha tatmin veriyor çoğunlukla. Şimdi size bir soru sorayım: İnsanlar neden bir oyunun yüzde yüzünü tamamlamak için uğraşıyor dersiniz? Oyunda istedikleri her şeyi yapabiliyorlarsa, oyunu neden her göreviyle bitirmeye çalışıyorlar bu insanlar? Yukarıda bahsettiğim şeyi söyleyeceğim şimdi size sevgili okuyucularım: Bir oyunu tamamlamak oyunculara tatminlik katar. Uzunca bir oyunda, belirlenen küçük hedefler bir bir uygulanarak oyun bitirilir, ve bu mekanik çoğu oyunda geçerlidir. Bu, oyunu zevkli kılan önemli ögelerden bir tanesidir. Bir oyunu tamamlamak da insana mental bir kapanış sunar, bu, artık o oyunu tamamen bitirmiş ve deneyimlemişsinizdir ve bu da artık başka oyunlara odaklanabilirsiniz demektir. Oyunların tabii oyuncuların oyunu tamamen bitirebilmesi için kendi içinde ödül sistemi oluşturması gerekiyor. Bu olay, bir görev tamamlandıktan sonra ya oyuncuya oyun içi para verilerek olur, ya da oyuncuya içsel bir tatminlik hissi verilerek de olur. Oyunu aslında kabaca zevkli yapan şey de budur, oyuncuya konulan hedefleri tamamlaması için motivasyon vermek ve tamamladıkça da oyuncuya devam etmesini teşvik etmek oyunu başarılı kılar. Sonuçta kimse sıkıcı bir oyunu oynamak istemez, değil mi değerli okuyucularım? Düşünün, oynadığınız en zevkli, en eğlenceli oyun hangisiydi? Eğer bu sorunuzun cevabı League of Legends ise sevgili okuyucularım, bu oyun hakkında açıkçası tez yazılabilir, o yüzden ben kısaca değineceğim oyuna. League of Legends, şahsına münhasır, bu motivasyonları en iyi yöneten oyunlardan bir tanesidir, bundan dolayı dünyada en çok oynanan oyunlardandır, zaten League of Legends ‘bağımlılık yapmakla’ bilinir herkes arasında. Bu nedendir? Bilmiyorsanız size anlatayım: oyunun en büyük hedeflerinden olan olaylar karşı takımın ‘nexus’ denen ‘çekirdeği’ yok etmektir, ki bu size oyunu kazandırır. İkinci en büyük olay ise karşı takımı öldürmektir, gerek bir tanesini ya da çoğunu, bu oyuncuya inanılmaz bir mutluluk verir sevgili dostlarım… Oyun eğer siz birisini öldürürseniz sizi fazlasıyla ödüllendirir, gerek ışıltılı bir biçimde görsellerle, gerek de sizin isminizi tanrıyla özdeşleştiren anons sesi verir size, oyun içi para da alırsınız ki bu sizi o maçta daha da yenilmez yapar, kendinizi önemli biri gibi hissedersiniz ve oyunun içine resmen kaybolursunuz, saatler geçer ve anlamazsınız. Her maç aşağı yukarı 30-40 dakika sürer ve bu size beş dakika gibi gelir. Oyun kazandıkça da puanınız yükselir, ve seviyeniz de yükselir. Seviyeniz yükselince de arkadaşlarınıza hava atabilirsiniz. İşte bu oyun, size fazlasıyla tatmin veren bir oyundur, o yüzden oyuncular resmen hedefleri tamamlamak için canla başla savaşırlar Sihirdar Vadisi’nde, o kişilerden biri de bendim sevgili dostlar. Peki neden illaki bir hedef lazım? Hayatta da aynı League of Legends ve GTA örneklerini görebilirsiniz, hayat belirli hedeflerin peşinde koşulduğunda asıl yaşanılırdır, o zaman zevklidir ve o zaman tıpkı bir oyuncu gibi düşünürsünüz: Size içsel veya dışsal tatminlik veren hedefler koyar ve onun peşinden koşarsınız. Sizi motive eden şey de budur. Hayat da bir oyun gibidir aslında. Çok basit bir taslağı olan ancak küçük detaylarından dolayı hayatın yüzde yüzünü tamamlamak imkansız ne yazık ki. Önemli olan aradaki dengeyi bulmaktır, içsel ve dışsal tatminlik ve motivasyondur bizi sürükleyen. Oyuncular da bunun peşindedir. Çok alakasız bir benzetme gibi gözüküyorsa da çok mantıklı bir bakış açısı bu bence. Neyse değerli okuyucularım, şimdi size hayat dersi vermek istemiyorum o nedenle beni fazla ciddiye almayın o konuda. Ama oyunlar hakkında birkaç bilgimi sizinle paylaşmak da bana tatminlik veriyor. Bu dergiye yazmam da böyle çok benzer bir örnek olarak görülebilir sevgili okuyucularım… Henüz bir hedef gözükmese de benim için şu anlık, motivasyonum sizlersiniz. Kaynaklar: https://brandnewgametr.com/temel-oyun-ogesi/ Wang, Hao & Sun, Chuen-Tsai. (2012). Game Reward Systems: Gaming Experiences and Social Meanings.

Defne Şerbetçioğlu

10 dk.

Sıradaki

Sıradaki

1920’lerin sonunda birgün Edward Hopper ve eşi Josephine Nivinson trenle bir yolculuğa çıkarlar. Saatler süren bir yolculuktan sonra rotalarındaki ilk şehre varırlar. Eşyalarıyla birlikte o gece kalacakları otel odasına gittiklerinde Josephine odaya girdikleri gibi bavullarını bırakır, yatağın üstüne oturur ve elindeki rehberi çıkarıp yolculuğun sıradaki durağını düşünmeye başlar. Bu sürekli geçişte olma, hareket halinde olma hissi Edward Hopper’ı beklemediği bir şekilde etkiler ve ona sonraları Hotel Room tablosunu yapmasını sağlayacak fikri verir. Böylece o günkü anı yaşayamama günlük akışta kaybolma hissinden bu hissi yıllar boyunca başkalarına hissettirecek bir tablo doğar. Edward Hopper tablolarına ilk bakışta hissedilen duygulardan biri sıradan anları yaşamak. Resim sanatının, özellikle Hopper’ın bir takipçisi olduğu realizm akımının bu konudaki güçlü etkisi bir yana, rutini ölümsüzleştirmek Hopper’ın bir imzası. En ünlü eseri “Nighthawks” ve yine en ünlü tablolarından “Automat”, “Chop Suey” Hopper’ın bu konudaki yeteneğini gösteren güzel örnekler. Bu özelliği onun 20.yy’ın en önemli ve bilindik ressamlarından olmasında oldukça etkili. Öte yandan Hopper tablolarının bakanların üzerindeki etkisini anlamak için onun neden devrinin insanı olduğunu anlamak da önemli. 1882’de New York’ta doğan Edward Hopper 1967’de yine New York’ta öldü. Sanayi Devrimi’nin etkilerinin artık iyice yerleşmiş olduğu şartlarda bir metropolde yaşadı. İçinde yaşadığı hayat koşulları özellikle 2.Dünya Savaşı sonrası tüm Dünya’ya bir ölçüde yayılacak, o dönemde sadece Batı ülkelerinin büyük şehirlerinde yaşanılan hayatlar zamanla Türkiye’de, Singapur’da veya Brezilya’da da yaşanmaya başlayacaktı. Bu sebeple kendisinden önce gelen ressamlara karşı bulunduğu yer ve zaman olarak şanslıydı. Bu şansı daha önce bahsedilen kendine has yetenekleriyle birleştiren Hopper çoğu gelişmekte olan ülkelerde yaşayan bir çok insanın yarınını resmediyordu. Bu yeni hayat tarzı herkes için farklı kelimelerle anlatılabilir. Öncesine göre çok daha dakik yaşanan bir hayat, gün akışları, deadlinelar, finaller, terfiler ve daha bir sürü hedef. Mesai bitiminde başlayan gidilmesi gereken yerler, kaçırılmayacak etkinlikler. Ölmeden önce mutlaka gideceğimiz yerler ve bir ara alınacak 16 dakikada patates kızartan airfryer. Fight Club’tan fırlamış gibi duran anti-kapitalist veya anti-modernist klişeler bir yana çok planlı veya planlı olmaya çalışan hayatlar yaşadığımız bir gerçek. Bu hayat tarzının büyük bir kısmında bireyin söz hakkı az görülebilir, elden gelen bu, modern toplumun şartları bunlar denilebilir. Bu noktada ayırt edici olabilecek olan ise insanın bu şartları ne kadar içselleştirdiği. Zira günlük sorumlulukların zorunlu olmaları bir yana insanın hayatına bakışını da etkileyen bir yanları var. Günlük hayatlarını 09.30’ta burada olup 10.00’da burada olmam lazım diye yaşayan insanların bir noktadan sonra hayatlarını “30 yaşına kadar bunu yapmalıyım”, “acilen yazılım öğrenmeliyim” bakış açısıyla yaşaması çok şaşırtıcı değil. Aynı zamanda hayatı sürekli gelecek kipiyle yaşamanın rahatlatıcılığı da önemli tabii. Mental enerjimizi bugün yerine geleceğe -benzer şekilde geçmişe- harcadığımızda hem bugünün tatminsizliklerinden bir nefes almış oluyoruz hem de aslında mevcut sorumluluklardan kaçarak elimizden gelenin daha sınırlı olduğu dolayısıyla sorumluluklarımızın da daha az olduğu zaman dilimlerinde yaşıyoruz. Bizi bugünün özgürlüğünün boğuculuğundan kurtaran bu öteleme hissi geçici olarak rahatlamamızı sağlıyor. Bununla kalmayıp bize sürekli oyunun sıradaki bölümü olduğunu gösterip çaresi kolay olmayan sonluluk hissinden de uzaklaştırıyor. Aslında bu bakış açısının en büyük tehlikesi de belki burada yatıyor, farklı zaman dilimlerinde yaşayan insanlar, hatta toplumlar kendilerini gerçekleştiremeyip ileride gerçekleştirecekleri günlerin umuduyla hayatlarına devam ediyor. İnsanların kendilerini geliştirmek için hedefler koymaları, beklentileri olması çeşitli amaçlara hizmet eden ve kişiye hayattan tatmin sağlayan bir durum. Aynı zamanda büyük değişiklikler için de uzun süreli planlama bir gereklilik. Fakat bu bakış açısının tek yol olmadığının, insanın sürekli gelişmek zorunda olan bir proje olmadığını, başka şekillerde var olabileceğini de arada sırada hatırlamak lazım. Carpe diem klişesi ve daha radikal görüşler bir yana,  günlük hayatta gelecek hedeflerine gereğinden fazla odaklanıp odaklanmadığımız sorgulamaya değer bir konu. Sürekli dozu artan ve asla sonu gelmeyecek hedeflerin arasında kaybolurken bazen kafamızı kaldırabilmek de en azından arada hatırlanması gereken bir yeti. Nasıl yıllar sonra insan geriye dönüp en az hedefler kadar ulaşmaya çalışırken geçen anları hatırlayacaksa bazen de bugünün nostaljisini hissetmeye çalışmak bence hoş bir değişiklik olur. İnsanın anın farkında olması, bugününe geçmişi veya geleceği gibi bir gözle bakması her zaman çok kolay değil. Çoğu zaman bu sözler klişeleşmiş bir şekilde mindfulness sloganlarının arasında kaybolur, biz de sırada gideceğimiz yeri düşünmeye devam ederiz. En azından geçiçi bir çözüm olarak ise  bazen Edward Hopper’ın resimleri, sevdiğiniz bir film veya bir günbatımı insanı kaçırıyor olduğu ana döndürebilir. O dönüş anlarında hikayeyi tersine çevirip bir değişiklik olarak kendimize sorabiliriz, asıl derdimiz gelecekteki hedeflerin bize ne getireceği mi yoksa bu anın geleceğe ne götürdüğü mü?

Cem Cahit Gülan

15 dk.

Dünya Barışı

Dünya Barışı

1 yaşında yürümek istedi, 2 yaşında konuşmak. Hayatının hiçbir anında hedefsiz veya hayalsiz kalmadı. Her zaman yerine getirilmesi gereken bir hedefin peşinden, atılması gereken adımlarla yürüdü. Kendinde o kadar güç bulamadıysa da, hayalleri ve istekleri vardı. Hedefleri ve hayalleri giderek spesifikleşti, kendine her şeyi ve herkesi katmak istedi. Gerçekleşme ihtimali olan ve ilk adımı atılmaya cesaret edilen her şey hedef oldu. Başkaları ulaşmıştı. Hepsi değilse bile, ulaşan vardı. İnsanın kendini tasarlayabilmesi fikri her zaman çok çekici bir düşüncedir. İlk hedef, insan olarak anılmaktır. Bu ancak sağlıklı bir fiziksel gelişim ve şansa dayalı bir aile tecrübesiyle olur. İnsan, genleri veya çevresi değil, ikisinin karışımı, bu iki faktörün birbirini besleyişi ve/veya birbirine engel oluşunun bir sonucudur. Yeni doğmuş bebek, tecrübesiz  insana dönüşmeyi başardığı zaman, tasarlamaya hazırdır. Sağlıklı insan her an, genel veya spesifik hedeflerle yaşar. Bunun için bir aksiyon planı hazırlar ve çoğunlukla başarısız olsa da, bu döngüye devam eder. Başarılı olanı tabii ki de var. Denemeyeni bulmak biraz daha kolay. Kişiye özgü hedefleri her duyduğumda büyük bir ilgiyle dinlerim; insanın bir yanı, toplumun bir parçası olarak değil, kendi için ve kendi adına, sevdiği, doğrudan hoşuna giden kimliği ve hedefleri gerçekleştirme hayaliyle yaşar. Tasarımın kişiye özgülüğü küçümsenemeyecek kadar büyük de olsa, bi adım geriden bakıldığında toplumsal faktörler, hangi yaşta neye odaklanıldığını, neye öncelik verildiğini belirler. Genç yetişkinlerin eğitim, bireysel aile odaklı hedefleri, orta yaşlı yetişkinlerin çocuklarla ilgili konularda veya mal mülkle kafayı bozuşu, ilerleyen yıllarda ise kişinin kendi sağlığı, emeklilik ve dünyayı ilgilendiren arzuları vardır. Kişi büyüdükçe kendinden uzaklaşmaya başlar. Yaş ve hedeflerle ilgili birçok araştırma, yaş ilerledikçe hedeflerin dışsal etkenlere evrildiğini gösteriyor. Neredeyse diğer her canlı gibi bencil olarak doğan insan, yine bencilce yaşamaya devam etse de, hedeflerin değişkenliği insanların kendinden başka endişeleri ve istekleri olduğunu gösterdiği için biraz umutlandırıyor. İnsanın empati yeteneği, psikolog ve yazar Pinker’in birçok örneğini verdiği gibi, kişinin kendisi ve yakın çevresinden (in-group members) yabancılara (out-group members) ve hatta diğer canlılara uzanmaya çok uzun bir süre önce başladı. Hatta kendini effective altruists olarak tanımlayan bir insan topluluğu bile var. Bu insanlar, bencilliğe meydan okuyup, yardımı ve odakları ihtiyaç sahibine yönlendiren, paralarının ve enerjilerinin çoğunu başkalarına verenler. Kendilerini ve yakın çevrelerini yabancıların istekleri ve ihtiyaçlarıyla bir tutan, Utilitarist bir bakış açısıyla kendilerini "kurtarmaya" adayanlar. Effective altruism'in kurucusu sayılabilecek filozof Singer, bir çocuğun hayatını kurtarmanın onun dileğini yerine getirmekten daha iyi olması gerektiğini savunuyor. Bunun etikliğinin tartışması ise başka bir konu. Benim bu konuyla ilgili tek yorumum, hayatın kalitesinin üzerine düşünülmemesi olabilir. Hayat, sadece kurtarılmak ve nefes almak mı, bilmiyorum. Bu gruptan bahsetmek istemem, insanların (çoğunluk olmasa da) hedeflerinin ve arzularının (belki çok iyi bir disiplin ve kontrolle) kişinin kendisinden bağımsızlaşabilmesi veya bastırılabilmesi. Bunun mümkünlüğü. Ben genel olarak, çevremdeki insanlara sağlık, mutluluk, huzur, aşk vs. dilesem de, belki de kendimi ilgilendirmeyen hiçbir hedefim olmadı. İnsanların çoğunluğu da bu şekilde. Belki de daha sadece 23 yaşındayım. Empati duygusu bile, en özünde bencil bir mekanizma, insanın başkasının duygusunu, kendine uyarlayabilmesidir. Empati çoğu araştırmada insana özgü sosyal bir mekanizma olarak tanımlansa da, bu mekanizmanın ancak insanın kendi başıma gelirse nasıl hissederim duygusu ve bu çevirinin tekrarıyla doğallaştığını savunuyorum. Çünkü her zaman (belki effective altruistler dışında — aslında onlar da dahil ama farklı bir disiplin) kişinin kendisi ve çevresi için olan duygularının yoğunluğu, bir yabancının onlarda uyandırdığı duygudan daha güçlüdür. Belki de yaş ilerledikçe ve hayat yaşandıkça, insan başkalarının duygularını yeteri kadar kendi içinde tekrarlayıp etkiyi güçlendirme fırsatı bulabildiğinden, başkaları için kendisine yakın tepkilere erişebiliyor. Tecrübe ve dolaylı olarak da yaş, insanı tekrardan dolayı başkaları için “daha iyi bir insan” olmaya yaklaştırıyor. Hedefler de ona göre evriliyor. Hayalleri ve istekleri vardı. Öğrenmek, okumak, üretmek istedi. İnsanları sevmek, onlar tarafından sevilmek istedi. Gezmek, görmek, düşünmek. Sonra para kazanmak istedi. Ailesi olsun, çocukları olsun istedi. Kaçı hedef, kaçı hayal kaldı, o da onunla ilgili. Kendine dair iştahı azaldı bir süre sonra, 70 yaşında torunları mutlu olsun istedi. 90 yaşındaysa dünya barışı. Referans: https://psycnet.apa.org/record/1992-34650-001 https://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/016502549201500404

Selin Işık

10 dk.

Hedefler ve Zamanlar

Hedefler ve Zamanlar

Yine üniversitenin önemsiz(!) derslerinden birinde öğrendiğimiz bir konu. Hedefler. Kendimize nasıl hedefler koymalıyız. Daha doğrusu koyduğumuz hedeflerin nasıl kriterleri olmalı, hedefin içeriği tamamen tabii ki insandan insana değişir. Koyduğumuz hedefin kriterleri S.M.A.R.T diye kısaltılmış.Yani  koyduğumuz hedef spesifik, ölçülebilir , yapılabilir, uygun ve zamanı belirli olmalı. Tabii ki çoğu şeyde olduğu gibi, teori ve pratik çok farklı. Kimse hedefini koyarken bunları düşünmüyor, hedefler isteklerle doğuyor, istekler ise ihtiyaçlarla. Bu süreç bile düşünerek olmuyor, birden bir bakıyoruz ki bir şey istiyoruz, sonra onun için çabalamaya başlıyoruz. Veya çabalamayıp sadece hayal kuruyoruz, o zaman da hedefimize ulaşamıyoruz. Ama zaten ulaşıp ulaşamamak değil de , işin zevki çabasında. Neden böyle bilmiyorum. Hedefimize ulaştığımız zaman büyüsü kaçıyor bir süreden sonra. Yeni hedefimizi arıyoruz. Geçen instagramda hedeflerim için çabalamıyorken bir söze denk gelmiştim. ‘’Sahip olduğun şey bir zamanlar hayalindi.’’ Mükemmel bir söz, sahip olduğumuz şeylerin değerini bilememek, çünkü zaten sahibiz, alışmışız. İnsanın doğası böyle işte maalesef . Aslında belki de maalesef değil, sürekli ilerlemek için bir mekanizma. Elindekiyle hiçbir zaman yetinememek, sürekli bir fazlasını istemek. Biraz karışık bir konu, hem yerinde saymanı engelliyor, ama aynı zamanda da sürekli bir doyum kovalıyorsun ancak hiç bir zaman ulaşamıyorsun. Aslında koyduğumuz hedefler hayatımıza anlam yüklüyor. Bir amaç sunuyor ve yol gösteriyor, çaba istiyor emek istiyor. Çabalamayan, emek harcamayan insan zaten bitkiye benziyor, gittikçe çöküyor. Yani insan ister istemez bir amaç ediniyor kendine. Bu hedef tabii ki ulaşılabilir olmalı. Kimse ihtimalsiz bir şeyin hayalini kurmamalı. Çok az bir ihtimal olsa bile beyin o umudu görmeli.Yani herkes önce bilinçaltında tartıyor ediyor, sonra hedefini koyuyor, hayalini kuruyor. Mümkün şartlar doğrultusunda hayallerimizi kuruyoruz, gerçekçi oluyoruz. Örnek vermek gerekirse ben trilyoner olma hayali kurmuyorum. Beynim bunun gerçek olmadığını fark ediyor ve bana izin vermiyor. Onun yerine daha ulaşılabilir, zamanı belli olan hedeflerle ilerliyorum. Belki de bilinçaltım üniversitedeki önemsiz dersimi hatırlıyor. İlk hatırlayabildiğim hedefim sanırım anaokulundaydı. Bir kızdan hoşlanıyordum, hedefim onun da benden hoşlanmasını sağlamak. Ondan sonraki birkaç benzer hedefimden sonra ortaokulda bir akademik hedefim oldu. Lise sınavında başarılı olup en iyi okullara girebilmek. Sonuçtan bağımsız olarak bu hedef uğruna çalışmak çok hoşuma gidiyordu. Hoşuma gittikçe de daha motive olup daha da başarılı oluyordum. Hedefime ulaştığım zamanki mutluluğumdan çok, yolunda aldığım keyif aklımda kalmış. Ve tabiki en önemlisi istediğim zaman yapabiliyorum özgüveni. Bu konu da benim için biraz karışık, istediğim zaman yapabildiğimi görmem hem özgüven sağlıyor ama bazen de aylaklığa yol açıyor. Lisenin ilk fizik sınavına çok iyi çalıştım, hedefim çok iyi bir not alıp seneye çok iyi başlamaktı. İyi çalışıp çok iyi bir not aldım, çalıştığım zaman yapabildiğimi gördüm. O sınavdan sonra hiç bir fizik sınavından iyi alamadım. İşte böyle geçiyor hayat, hedef koyuyoruz çalışıyoruz başarıyoruz salıyoruz sonra bir daha hedef koyuyoruz yine çalışıyoruz. Bunun başka bir yolu yok sanırım. Ya çok zor bir hedef koyup çok uğrasacagiz, ki bunun sonucunda da ya başaramayıp üzüleceğiz, ya da başarıp hikayenin başına döneceğiz. Yani bir şey değişmiyor, sanırım tek yapabileceğimiz şey iki hedefimiz arasındaki süreyi en kısa süreye indirmek, yeni hedefimize doğru yola çıkmak, başaramayınca pes etmemek, hedeflere çok odaklanmamak, yolculuktan keyif almak. Nasıl bir hedef koyulmalı sorusu çok zor bir soru. Özellikle yaklaşık 10 sene süren bir akademik macerada en önemli hedefinin sürekli sınavları geçmek ve eninde sonunda mezun olmak olduğu zaman. E peki mezun olduktan sonra? İşte uzun süren bir hedefsizlikten sonra mezun olunca bir dumura uğruyor insan. İşte şimdi sonsuz seçebileceğin hedefin var, hangisini seçmeli? Çok zor bir soru, cevabı olduğunu da sanmıyorum. Ben ne yapıyorum onu anlatayım, belki benim gibi zorlanan insanlara bir yol olur. Öncelikle uzun dönem hedef koymuyorum çünkü hayatta karşıma neler çıkacağı, neler değişeceği çok belirsiz. Uzun dönem için bir plan yapmak çok zor. O yüzden ilk adım olarak uzun dönemi umursamıyorum. Kısa kısa planlar yapıyorum, hedefler koyuyorum. İleride nasıl biri olmak istiyorum, hayatımda neyi değiştirmek istiyorum ve ona göre şu an bu konuda ne yapabilirim diyorum ve başlıyorum. Yavaş yavaş, küçük adımlarla, çok da şey yapmadan, keyif alarak.

Yunus Emre Tekgül

10 dk.

Hayaller, hedefler ve sonu olmayan bir yol

Hayaller, hedefler ve sonu olmayan bir yol

İlkokul öğretmeni, sınıfta öğrencilere bir ödev verir. Ödevin konusu: “Hedefleriniz”. Gelecekte yapmak istedikleri mesleği resim olarak çizip ertesi gün teslim edeceklerdir. Herkes bilir ki çocuklar için hedef ve hayal eş anlamlı sözcüklerdir, bu yüzden kafalarında bu konuyu “hayallerim” diye anlarlar. O yaşlarda hayal güçleri geniş, gelecek uçsuz bucaksızdır. İstedikleri her şey olabilecekleri söylenir; uzaya çıkıp aya adım atabilirler mesela, ülke başkanı olup insanlığı yönetebilirler, milli futbol oyuncusu olabilirler, balerin olup dünyanın etrafında dans edebilirler, ressam, müzisyen, bilim adamı, bunların hepsini aynı anda veya art arda olabilirler. Çocuklar için imkansız yoktur, sınıfın hayalperest kızı prenses olacağını söyleyince hoca onu terslemez, sadece gülümser, çünkü çocuklukta yaratıcılık takdire şayan bir özelliktir, çünkü bu yaratıcılık onların geleceğini etkilemeyecek bir yaratıcılıktır. Lisenin son yılında, sınava hazırlanacak öğrencilere öğretmen soru sorar. Konu yine aynıdır: “Hedefleriniz”. Çocuklukla yetişkinlik arasındaki o sancılı dönemde hapsolmuş genç öğrenciler, çoktan kategorilere ayrılmaya mahkum bırakılmıştır bile. Sınavda hangi derslerin sorularını çözecekleri onları sınıflara, ve daha da önemlisi meslek gruplarına ayırmıştır. Artık seçenek havuzu sınırlıdır; doktor, mühendis, avukat, dişçi, bankacı, çevirmen, öğretmen, psikolog… Bu havuzun dışarısında hedefleri olan öğrenciler yok değildir tabii ki. Bunlar ya hayal kurmaya lüksü olan yüksek gelirli aile çocukları, ya bir alanda müthiş yetenekli veya tutkulu olan şanslılar, ya da hayal kurmaktan asla vazgeçememiş Peter Pan’lardır. Hayal gücü, artık eskisi gibi rağbet görmez. Makul miktarda hayal gücü bizleri ilgi çekici yapar, ama çok fazlası bizi gerçeklikten uzaklaştırır. Aileler, öğretmenler ve dünya, bu hayal gücünün çevresine sınırlar inşa edip bir kutuya hapseder. İçimizdeki minik çocuk azarlanır: Hayalperestliği artık bırak, hayatın için gerçekçi hedefler koyma vakti geldi. Artık hayal ve hedef gençlerin kafasında kalın bir çizgiyle ayrılmıştır. NASA’ya girmeleri için Amerikan vatandaşı olmaları gerektiği, milli sporcu olmak için yeterince uzun, atletik veya çevik olmadıkları, bir sanat alanında kendilerini geçindirmek için seçeneklerin çok sınırlı olduğu defalarca tekrarlanarak kafalarına kazınmıştır. Artık çocuk değillerdir. Üniversiteden mezun olacakken iş bulma telaşı başlar. Yirmilerinin başlarındaki genç yetişkinler, büyük umutları ve heyecanlarını ceplerine sığacak kadar küçülterek geleceğe bitmez tükenmez, onlara defalarca aşılanmış bir karamsarlıkla bakarlar. Artık onlara söylenen yalanları anlamışlardır ama çok geçtir; liseye girince, üniversiteye girince ve mezun olunca hayat sihirli bir şekilde güzelleşmeyecektir. Hatta bu zorlu dönemlerin sonunda onları daha da zorlu dönemler bekliyordur ve en kötüsü, bu cümleyi kendilerine defalarca tekrarlayacaklardır. Aile yemeğinde hedefler konusu açılır ve herkes gence döner. İleride onu parlak, hatta göz kamaştırıcı bir gelecek bekliyordur. Ailenin yaşlı üyeleri bu sözleri söylerken, kelimelerinin arasından umudun yanında hafif bir kıskançlık sızar. Her tavsiyenin altında yatan yakarış: “Senin yerinde ben olsaydım, ben de gençliğe geri dönseydim, birçok şeyi farklı yapardım, farklı kararlar alırdım.” Oysaki gence verdiği tavsiyeler hayal kurması, hayatı tadını çıkararak yaşaması değil, ona uygun görülen hedefleri bir asker edasıyla taşıyıp ona hazırlanan tahta oturmaktır. Hukuk okuyan bir gence avukat mı hakim mi savcı mı olacağı sorulur. Tıp okuyanın hayatı boyunca kimliği ailenin doktoru olacaktır. Mühendislik okuyana hangi büyük firmada çalışacağı sorulur. Sanat okuyan kuzene bir soru sorulmaz, herkes biliyordur ki onun hedefi sadece bir hayaldir, gerçekçi değildir, ileride bu yolu seçtiği için pişman olacaktır. O da hayallerinin yükü altında ezilmemeye gayret ederek hayatta kendine biçtiği yolda ilerlemeye devam eder. Mutlu olacak mı olmayacak mı, cevabı kendisi bulacaktır. Yetişkin kelimesini kendine yakıştırmaya başladıktan sonra büyükler dünyasına adım atmanın en son basamağı, içindeki çocuğun izlerini tamamen silmektir. Bir zamanların hülyalarından vazgeçmiş yetişkinler, içinde barındırdıkları hayallerin sonsuza kadar hayal olarak kalacağı gerçeğini kabullenmiş, kaderine boyun eğerek onları refaha götüren yolda ilerlemeye devam etmişlerdir. Bu hayaller asla tamamen kaybolmayacaktır. Öyle bir gün gelir ki, bu hayalleri çocuklarının hayalleri olur. Veya, ki bu en iyi ihtimaldir, bir gün hiçbir hedefin yaşı olmadığını anlarlar ve bu yolu kendilerine açmak için var güçleriyle işe koyulurlar. Yetişkinler için hedefler hayalden en çok uzaklaşmış, ama aslında bir anlamda özdeşleşmiş haldedir. Onlardan hayal kurmaları istenince içlerinde hapsedildikleri kutuyu o kadar özümsemişlerdir ki, gerçekçilikten yoksun bir hayali kafalarında canlandıramazlar bile. Hedefleri sorulunca basit şeyleri düşünürler: şu yaşa kadar şu kadar terfi almak, şu kadar kazanıyor olmak, ev veya araba sahibi olmak, çocuklarını şu okula göndermek, şuraya tatile gitmek, şu kıyafeti almak, şu kadar zayıflamak, şu kitabı okumak, şu dili öğrenmek… Hedefler artık yaşıtlarımızın hazırladığı ve bize altın tepside sunduğu seçkilerden ibarettir. Özendiğimiz herkes bu sınırlı hedeflerden birini gerçekleştirdiklerinden övünür, biz de önümüzdeki yıl için hedefimizi bunlar arasından seçeriz. Hedeflerimizin olmaması ise kabul edilemeyecek bir ihtimal olarak görünür. Hedefi olmayan bir kişinin hayata dair tüm umutları ve isteği bitmiştir. Toplum, her daim ilerlemeye gayret göstermeyen kişileri küçümser. Gelgelelim nereye ilerlediğimiz sorulunca cevabı kimse bilmez. Bu yol nereye kadar, ne için yürümeye devam ediyoruz, yolun sonunda ne olmasını bekliyoruz, tasvir ettiğimiz bu sona ulaşınca sonraki adımı nereye atacağız? Duraksamak o kadar kötü müdür? Olduğumuz yerde nefes alıp, sahip olduklarımıza bakıp minnet duymak. Derin nefesler alıp dünyanın bize sunduğu güzellikleri kucaklamak. Hayatın tek anlamı ilerlemek midir, yoksa hayatın anlamı sadece yaşamak olabilir mi? Bu tür düşüncelerle, bir yıla daha adım atıyoruz. Fark etmeyiz ki içimizdeki çocuk hala yaşıyor ve bize her an bir yakarış içerisinde. Aradığımız cevabı aslında o söylüyor. O çocuğu dinlemekten korkarız çünkü biz küçükken büyüklerin bize söylediklerini biz de artık ona söyleyeceğiz: hayallerin gerçekçi değil, akıllıca değil, onları göm, üzerlerini ört, görülemeyecek, ulaşılamayacak kadar gizle onları. Belki bu yıl bir değişiklik yapıp bu sözcükleri sarf etmek yerine o çocuğa kulak vermeyi seçeriz, belki de bir bildiği vardır. Her yeni yıla girerken o yıl için hedeflerimi yazarım. Seneler boyunca bu hedefler o kutunun içinden, hedef kitabından alınmıştı: istediğim üniversiteye gireceğim, daha fazla spor yapacağım, yeni bir dil öğreneceğim… Bu hedefleri gerçekleşemeyince ise tüm yılım boşa geçmiş gibi hissederdim. O yüzden artık hedeflerimi içimdeki çocukla beraber yazıyoruz. Yanıma oturuyor, bize çay yapıyorum, sevdiğim müzikleri açıyorum ve önümüzdeki yıla bakıyoruz. Sonu olmayan bu yolun yolcuları olarak, bir anlık bile olsa duraksıyoruz, soluklanıyoruz. Sevmeyi, sevilmeyi öğrenmeyi, anda yaşamayı, hayatı anlamlı kılan asıl şeyleri keşfetmeyi hayal ediyoruz. Ve yazmaya başlıyoruz.
Deniz Onuk

Deniz Onuk

15 dk.

Yas Tutmanın Beş Evresi ve Tepedeki Ev

Yas Tutmanın Beş Evresi ve Tepedeki Ev

Not: Dizi Haunting of the Hill House adlı dizi ve/veya kitaba ait spoiler içeriyor.  Beni tanıyan herkes korku filmlerini, kitaplarını, oyunlarını veya dizilerini sevmediğimi ve izleyemediğimi çok iyi bilir. Kolay korkan ve izlediğim şeylerden çok etkilenen birisi olarak neden 2018 yılında Tepedeki Ev isimli Netflix dizisini izlediğimi hala bilmiyorum ama iyi ki de izlemişim çünkü en sevdiğim diziler arasında yerini aldı. Bu diziyi kime önerdiysem korkunç bulmadı (benim günlerce rüyalarıma girmesine rağmen) ama zaten bu yazıyı yazma amacım dizinin geriliminden bahsetmek değil daha çok karakterlerin arkasında yatan psikolojik bir teoriyi anlatmak. Elisabeth Kübler-Ross, İsviçreli bir psikiyatrist, insanların kayıplarla nasıl başa çıktığını açıklamak için yasın beş aşamasını tanımlamıştır: inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Bu yazımda bu beş evreyi ve Netflix dizisi olan Tepedeki Ev (orijinal adıyla Haunting of the Hill House) karakterlerinin nasıl bu teoriyi sembolize ediyor olabileceğinden bahsedeceğim. İnkâr-Steven İnkar yaşanan kaybı kabullenememe durumudur. Dizi ilk bölümde ailenin en büyük çocuğu olan Steven Crain ile başlıyor. Steven, ailesindeki diğer üyelerin aksine bu evde yaşarken para normal hiçbir olay yaşamadığını iddia ediyor ve bu tarz olaylara inanmadığını sıkça dile getiriyor. İnanmamasına rağmen kendisinin günümüzde para normal olayları anlatan bir yazar olduğunu görüyoruz ve en çok satan kitabının “Tepedeki Ev” hakkında olması diğer kardeşlerle arasına mesafe girmesine sebep oluyor.  Steven kardeşlerinin başına gelen olayları hem çocukluk zamanlarında hem de yetişkin yani günümüz zamanlarında inkâr ettiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Kendisi sürekli yaşadığı “garip” anlara bahaneler üretiyor. Doğaüstü (supernatural) bir şey olmadığını doğa öncesi (pre-natural) şeyler olduğunu ve bunların henüz kanıtlanmamasına rağmen mantıklı açıklamaları olduğunu söylüyor. Steven ailesinin başına gelen olaylara psikolojik hastalık diyor ve hatta genetik olduğunu düşündüğü için çocuk sahibi olmayacağını belirtiyor.  Öfke-Shirley Kişi inkâr etmeye devam edemeyeceğini fark ettiğinde öfke evresine geçer. Öfke genelde kaybedilen kişiye ya da kişinin kendisine yönelik olur. Dizide Shirley çocukluğunda yaşadığı bazı olaylar yüzünden ailesini, kardeşlerini hatta çevresindeki herkesi kontrol etmeye çalışıyor. Bu nedenle kendisi cenaze evi yönetiyor ve ölenleri cenaze için “düzeltiyor”. İkinci bölümde Shirley’nin abisi Steven’a olan öfkesi ile başlıyor. Nell’in ölüm haberinden sonra abisine “ben sana Nell için endişelendiğimi söylemiştim” diye bağırmaya başlıyor. Günümüzdeki sahnelerde ve geçmişe dönük anılarda hep bir şeye kızgın olduğunu görüyoruz. Bunlara örnek olarak çocukken ölen kedisine, uyuşturucu bağımlısı kardeşine (Luke), en büyük olmasına rağmen Nell’i koruyamayan abisine ve olup bitenleri saklayan babasına olan öfkesini verebiliriz. Ancak öfkesinin en büyük kaynağının kendisi olduğunu fark etmek çok da zor değil. Olayları kontrol edemeyişinden kaynaklı bir öfke. Pazarlık-Theo (Theodora) Yasın pazarlık evresinde kişi kendi ya da daha kuvvetli bir güç (Tanrı veya herhangi bir inanç) ile pazarlık yapar, yaşanan kaybı geri alabilme amacıyla. Theo, bana sorarsanız dizinin en ilgi çekici karakterlerinden biri. Diğer kardeşlerden farkı bir nevi “güçleri” olması. Theo dokunduğu insan ve nesnelerden bazı duyguları hissedebiliyor. Hatta duyguların ötesinde bazı görüntüler ve olayları anlayabiliyor. Hissetmekten korktuğu şeyler için eldivenle dolaşıyor.   Theo’yu kendiyle (özellikle bu hisleriyle) bir pazarlık içinde buluyoruz. Kendisinin günümüz zamanlarında başarılı bir çocuk psikoloğu olduğunu görüyoruz. Theo bu hisleriyle etrafındaki olaylara mantıklı açıklamalar bulabiliyor. Örnek olarak bir tane danışanı ona “bay gülen surat” adlı yaratıktan bahsediyor ve bu hisleriyle Theo o yaratığın kendisine istismarda bulunan babası olduğunu öğreniyor. Ancak Nellie’nin ölü bedenine dokununca hiçbir şey hissetmiyor. Onu öldürenin açıklanabilir bir olay olmadığını fark ediyor. Depresyon-Luke Depresyon evresinde kişi kaybettiği kişinin geri gelmeyeceği konusunda bir şey yapamayacağını fark ederek beraberinde gelen çaresizlik duygularını hissetmeye başlar. Luke, Nell’in ikizi ve ailenin en küçük kardeşi. Luke o evdeki paranormal olayları net bir şekilde görebilen tek kişi ve hayatı boyunca Nell dışında kimse ona bu gördükleri için inanmadı. Küçükken gördüğü hayaletler ve hissettikleri onu uyuşturucu kullanmaya itti ve günümüz zamanlarında rehabilitasyon merkezinde olduğunu görüyoruz. Luke ve Nell arasında özel bir bağ var ve birbirlerinin hissettiklerini hissedebiliyorlar. Hatta Nell hayatını kaybettiği saniye Luke boynunda inanılmaz kötü bir ağrı ile uyandı. Luke dizide rehabilitasyondaki 90. gününde en yakın arkadaşının kaçması ve ona yardım edememesi yüzünden kendini kaybediyor (Nell’in öldüğü gece). Küçükken gördüğü canavarı görüyor, bir yandan hala boynu ağarırken bir yandan da üşümeye başlıyor. Dizide sürekli “yardım edemedim” dediğini görüyoruz ve bu Luke’un çaresiz hissetmesine neden oluyor.  Kabullenme-Nell (Eleanor)  Yas tutmanın beşince ve son evresinde kabullenme yer alıyor. Bu evrede kişi eski yaşamına geri dönmeye karar verir. Nell’i anlatabiliyor olmasının en büyük sebebi kendisinin yıllar sonra o eve geri dönmesiydi. Nell küçüklüğünden beri eğri boyunlu bir kadın silueti görerek uyku felcinden şikayetçiydi. Hatta bunun için uzmana gittiğinde kocasıyla tanışmıştı ve kocası sayesinde iki yıl boyunca hiç görmemişti o kadını. Kocasının ölümü üzerine kadını tekrar görmeye başlayınca psikoloğu evle yüzleşmesi gerektiğini söylüyor ve bu da onun o eve gitmesine sebep oluyor. Yalnız gittiğinde gerçeklik algısını kaybedip yıllar öncesine dönüyor yetişkin bedeniyle ve annesini, kocasını ve tüm kardeşlerini yanında görüyor. Ancak beşinci bölümün sonunda Nell o kadının başından beri kendisi olduğunu anlıyor. Bütün uykusuz kaldığı günlerin ve korkularının nedeninin kendisi olduğunu fark ediyor.  Nell hayattayken tüm kardeşlerine destek olup onları sevdiğini söylerdi. Ancak öldükten sonra bile evin onu ele geçirmesine izin vermeden önce kardeşlerinin tüm hatalarını affettiğini söylüyor. “Ben sizi tamamen sevdim ve siz de beni aynı şekilde sevdiniz, bu kadar" demesi bence kendisinin ölmesine rağmen durumu kabullendiği anlamına geliyor.  Diziyi yasın evrelerini göz önünde bulundurularak tekrar izlemenizi tavsiye ederim. Çünkü ben tekrar izlerken fark ettim ki tüm kardeşlerin kendine özel hayaletleri var ama en korktukları hayaletler aslında kendileri.    Yas tutmak kişiye özel bir durumdur ve herkeste farklı süre ve şekillerde olabilir.  Dizinin sonuna doğru tüm kardeşlerin kabullenme aşamasına vardığını ve yaşadıkları para normal olayları geride bıraktığını görüyoruz.  Gündelik hayatımızda da bu aşamaları anlamak hem atlatmak açsından hem de yas tutan yakınlarımıza karşı daha duyarlı olmamıza yardımcı olabilir.
Naz Gülan

Naz Gülan

15 dk.

Korkunç Kazada Yaşananlar

Korkunç Kazada Yaşananlar

ALEVLER İÇİNDE HAYATA TUTUNDU, F1 TARİHİNE GEÇTİ Siz hiç canlı yayında elleriniz kollarınız bağlı ve korku dolu gözler ile bir insanın alevler içinden çıkmasını izlediniz mi? Kulağa ne kadar korkunç geliyor. Madem bu ay konumuz korku, gelin size izleyen herkese bir ömür gibi gelen ama normalde sadece 2 dakika 45 saniye süren korkunç bir kazadan bahsedeyim. Baş karakterimiz Romain Grosjean… Takvimler 29 Kasım 2020’yi gösteriyor. Formula 1’de o sezonunun sondan üçüncü yarışına gidelim. Bahreyn Grand Prix'si bir gece yarışı, alevler ile aydınlanıyor. Yarışın daha ilk turu İtalyan takımı Scuderia AlphaTauri Honda’nın Rus pilotu Daniil Kvyat’ın aracı ilk turda Amerikan Takımı Haas Ferrari’nin Fransız pilotu Romain Grosjean’ın aracı ile temas ediyor. Temasın etkisi ile Grosjean’ın aracının sağ arka tekerleğinde blokaj yaşanıyor. Yani kitleniyor. Sağ arka tekerleğin kitlenmesi ile Grosjean aracı aniden sağ savruluyor ve kontrolden çıkıyor ve son sürat bariyere giriyor. Çarpmanın etkisi ile ikiye ayrılan araç bir anda alevler içinde kalıyor. Böylece korku dolu 2 dakika 45 saniyelik süre başlamış oluyor. Kaza sonrası her pilotun telsizden takımına sorduğu soru aynıydı; “O iyi mi?” Fakat motor cayırtılarının yankılandığı pistte, tüm takımların ekipleri ve binlerce seyirci sessizliğe gömülmüştü. “Henüz bir bilgi yok!” diyebildi telsizlerin ucundaki takımların yarış mühendisleri. Neyse ki kaza ilk turda yaşandı ve sağlık aracı konvoyun arkasındaydı. Yangına ve Grosjean’a anında müdahale edildi. Onu kurtaran bir diğer unsur ise Halo (yani pilot koltuğunun üstündeki halka çamber) oldu. Bariyerlere kafasını çarpmasını engelleyen oydu. Roman Grosjean ve eşi Marlon Jolles tedavi sonrasında Netflix Drive to Survive’a röportaj verdi. Jolles’ın ilk sözü “Kelimeler kifayetsiz… Zaman geçtikçe öldüğüne daha çok inanıyordum” oldu. Dehşet anlarından günler sonra bile çocukları olayın etkisinden kurutamamışlardı “Her tarafı yanacak diye korkuyordum” derken ikisi de aynı anı tekrar yaşar gibiydi. Hepimize oldukça sert bir kaza olarak görünse de Grosjean’a göre bariyere çarpma anı o kadar da sert değilmiş. Ama gariptir ki kazanın G kuvveti 56 birimdi. Bir insanın bilincini yitirmeden dayanabileceği G kuvvetinden 11 kat daha fazla. Şöyle düşünün; çarpma anında üzerinde 4 ton ağırlık bulunuyordu. F1 pilotları nasıl bir antrenmandan geçiyor, siz düşünün. Yaşanan kazaya bir de pilot gözünden bakalım. Yüksek G kuvvetindeki çarpma anından sonra Grosjean araçtan çıkmak istemişti. İlk denemesinde başaramadı, bir şey onu engelliyordu. Aracın yan ya da ters döndüğünü düşündüğünden başaramadığını farz ediyordu ama onu engelleyen unsur arasına girdiği bariyerlerdi. Tıpkı kurtarma planlarından yazıldığı gibi pistteki ekiplerin kendisini kurtaracağını düşünmüş ve beklemeye başlamıştı. O sırada çevresine baktığında gözüne turuncu ışık kümeleri çarptı. Bahreyn gece düzenlenen bir yarışıtı, gün batımı olamazdı, pist ışıkları da güvenlik gerekçesiyle bu kadar yakın değildi. Ne olduğunu anlamadığı turuncu ışığa elini uzattığında, şoktan kurtuldu ve gerçeği anladı; aracı alevler içindeydi. Kurtulmak için hareket etmeye çalıştı fakat, sıkışan ayaklarını kurtaramadı. O an, “Buraya kadarmış” diye mırıldandı. Çaresizlik içinde ölümü kabul etmişti. En acısı ise kendine sorduğu sorulardı; “Önce nerem yanacak?” ya da “Canım çok yanacak mı?” Verdiği röportajdı o anı şöyle antıyordu: Gözümün önüne çocuklarım geldi ve ikisi birden bana hayır baba böyle olmaz dedi. Çocuklarını düşünerek önce ayaklarını kurtardı, sonra başını hareket etmesini engelleyen bariyerlerden sıyrıldı. Bir an için öldüğünü düşünmüştü ama o son anda yaşama tutunmayı tercih etti. Bu kadar detaylı nereden mi biliyorum? Bir insanın alevler içinden hayata tutunma anına tanık olduğunuzda o olayı takip etmeden duramıyorsunuz. Romain Grosjean kaza sonrasında tedavisi tamamlanıp ayağa kalktığı ilk anda korkunç kazanın gerçekleştiği piste gitti. Kendisinin kurtarılmasında görev alan pist çalışanlarına teşekkür etti. Takımı ziyaret etti, vedalaştı çünkü eşinin ısrarı ile Formula 1’i bırakmıştı. Ama yarış dünyasından kopamadı. Kariyerine IndyCar serisinde Andretti Autosport takımında devam ediyor. Grosjean’ın hedefi yarışlar ve şampiyonluklar kazanarak Formula 1 tarihine geçmekti. Hedefine ulaştı organizasyon tarihine geçti ama tam istediği tarzda değil. Eşi Marlon Jolles bu tabire tepkili olsa da o “Alevler İçinden Çıkan Pilot” olarak hatırlanacaktı.
erce

Erçe Aktaş

20 dk.

Bir Şeyler Değişiyor Korkusu

Bir Şeyler Değişiyor Korkusu

Akıp giden hayatta, koşuşturma içinde, hay huy sürerken, küçücük bir değişim insanı ne kadar sarsabilir? Her şey yerli yerinde gibi görünüyor oysa…Aynı rutin, aynı kalıplar, aynı ilişkiler, aynı kısırdöngü… Fakat karşıma çıkan küçük bir değişim, beni bütün hayatı sorgulamaya itti. Aslında buna değişim değil de, konfor alanındaki çok ufak bir farklılık demek daha doğru olur belki de… Ufak ama sarsıcı, ufak ama belirleyici, ufak ama küçük bir domino taşını düşürüp hayatımdaki bir çok şeyi sorgulamama neden oldu. Sahafları gezmeyi seviyorum, özellikle de eski dergileri bir hazine gibi raflarında tutan, sahaf dükkanlarını.  Akbaba gibi cumhuriyetin ilk yıllarına, GırGır gibi 70’lere, 80’lere, Penguen ve Leman gibi 90 ve 2000’lere damga vuran mizah dergilerinin yanı sıra birkaç sayı Sess dergisinin de olduğu mütevazı bir koleksiyona sahibim. Sahafları da gezme motivasyonum bu koleksiyona katabileceğim parçaları bulmaktan geliyor. Güneşli ve güzel bir pazar günü,  yine sahafları dolaşmak için, Kadıköy’ün o çok sevdiğim sokaklarına daldım yine… Dergi konusunda arşivi oldukça geniş olan ve benim de en sevdiklerimden İmge Sahaf’ın yolunu tuttum. Zaman zaman hiçbir şey almasam bile İmge’nin raflarına bakmaktan çok keyif alırım. Hedefsiz, amaçsız giderim bazen, hiçbir şey olmasa bile, dergileri veya kitapları karıştırmak, sahaf ruhunu içime çekmek için bile giderim zaman zaman İmge’ye. Fakat bir süredir vakitsizlikten uğrayamadığım bu sahaf dükkanını bir türlü bulamadım. Yerinde yoktu. Kadıköy’de o sokaktan girdim bu sokaktan çıktım ama bir türlü göremedim. Canım sıkıldı.  Orada olmayacağını bildiğim sokaklara bile girip çıktım. Yaklaşık bir saat geçti ama ben İmge Sahaf’ı bulamadım.  Çaresizce her zamanki yerine tekrar döndüm. Bir anda muhteşem bir hayal kırklığıyla bu yazının fotoğrafı ile karşılaştım. Kepenkleri yarıya kadar indirilmiş ve içi de boşaltılmıştı İmge Sahaf’ın. Yaklaşıp camdan içeriye baktım fotoğrafı çekmeden önce. Gözümün önüne içerisinin bütün rafları, masaları, merdivenin etrafı geldi ve gitti. Bütün hevesim kaçmış artık günümün çok bir amacı kalmamış ve kafam da tamamen boşalmış, hiçbir şeyi düşünemez olmuştum. İşte en tehlikeli düşünceler de o zaman gelir aklıma. Yine aynısı oldu ve kendi kendime şu soruyu sordum:  “Konfor alanım  değişiyor mu yoksa?” İnsanın konfor alanını kendisi ve üretkenliği için değiştirmesi gerektiği düşüncesine ben de inanıyorum fakat kendimle ilgili bu değişimin, benim dışındaki nedenlerle gerçekleşmesi bana korkutucu geliyor. Geleceğin de belirsizliği varken bir de şimdinin istenmeyen bir şekilde değiştiğini hissetmek, stresi ve paniği de tetikliyor beraberinde. Bu düşüncelerin başlangıcı tabi ki de sadece bir sahaf dükkanının kapanması değil. İmge Sahaf’ı bıraktığım yerde bulamamak, bende bir farkındalığa yol açtı. Konuya sadece genel hatlarıyla bakınca, artık bir yetişkin olmanın verdiği sorumluluklar ve o sorumlulukların yarattığı farklılıkları var. Kimsenin benden bir şey beklentisi olmasa bile benim kendi beklentilerim var. Zaman değişiyor, hayat değişiyor, tabi etrafımdaki insanlar da değişiyor. Benim farkındalığım hep olumsuzluklar üzerinden gittiği için hayatıma yeni giren sevdiğim insanları değil de hayatımdan çıkan veya değişen insanları da düşündüm. Eski arkadaşlarımı, birlikte geçirdiğimiz zamanları düşündüm. Şu an hayatımda olan arkadaşlarımı düşünürken de onların da aslında biraz değiştiğini ve devam etmesi zorunlu bu değişimle, dostluklarımızın nasıl değişebileceğini düşündüm. Bencilce ama üzücü bir düşünce olduğunu kabul ediyor ve insanları olmasını istediğimiz şekilde tekrardan yaratamayacağımızı da biliyorum. Mezun olduğum, Boğaziçi Üniversitesi’nin, yaşadığı değişim de bu düşüncelere eklendi. Bir üniversiteye hissedilebilecek en büyük hayranlıkla kapısından girdiğim okuldan, yaşadığı kötü değişimi ve uğradığı tahribatı göre göre mezun oldum. Eskiden oturduğum ev ve ona duyduğum özlem bile aklıma geldi. Hepsinin üstüne bir de İstanbul’un -aynı zamanda Türkiye’nin- yaşadığı değişimi ve insanların duygularının nasıl olumsuza doğru gittiğini ve artık çoğunluğun mutsuz olduğunu düşündüm. Bunları düşüne düşüne yürürken, bir de Rexx’in yanından geçmemle düşüncelerim fiziksel olarak da karşıma çıktı.    Bütün bu düşünceler beni iyiden iyiye sararken yürüyerek eve döndüm. Okuduğunuz bu satırlar, sizlere abartılı gelebilir tabi ki ama bir sahafın dükkanının kapandığını gördükten sonra hissettiklerim, beni bu düşüncelere itti işte. Şehirde artık kendimi rahat hissettiğim, yalnız kalabildiğim ve vakit geçirmeyi sevdiğim bir yer eksilmişti. Yavaş yavaş değişen bu şehrin değişimini bir anda hissettiğim için hepsi birden bana fazla geldi. İstanbul’da nerede yaşamak isterim sorusu da zihnimde tekrardan yer etti. Hiçbir mahallede de kendimi rahat hissedemeyeceğim cevabı da bu sorunun yanına ilişti kaldı. Önceden sorulduğunda veya düşündüğümde bu soruyu her zaman bir cevabım olurdu fakat artık o da yok. Değişen binalar, sokaklar, insanlar ve şehrin yanına bir de değişen ben ve fikirlerim eklendi. İyice korktum, çünkü her zaman insanın kendini rahat hissedebileceği bir yer olmalı diye düşünüyor ve bu yeri de o kişinin doğup büyüdüğü -başka bir deyişle daha fazla vakit geçirdiği- kendi hayatını kurduğu yer olabileceğini düşünürdüm. Fakat artık bu korkuyla birlikte ondan da emin olamıyorum. Başka bir şehre veya yurt dışına taşınsam bile kendimi asla ait hissedemeyeceğimi düşünmeye başladım. Bu düşüncelerle geçirdiğim günlerden bir gün, telefonumda “Safari” uygulamasına girdim ve açık kalan sekmelerden birine tıkladım. Ne tesadüftür ki bu sekme İmge Sahaf’ın adresine bakmak için kullandığım sekme. Google’daki adres sayfası da buranın kapanması ile güncellenmiş fakat küçük iki detay eklenmişti: “Geçici olarak kapalı” ve “Çok yakında yeniden beraberiz.” cümlelerini okuyunca  bile içine daldığım bu korkulu düşüncelerden kurtulamadım. Beni bu düşüncelere, çok sevdiğim sahaf dükkanının kapandığını görmek iterken, yeniden açılacağını öğrenmek bile kendime getiremedi. Konfor alanımın değiştiğini bir kere abartılı bir şekilde fark edince korkmuyorum demek yalan olurdu benim için. Fakat bu değişimi kabullenip biraz da kendimi buna hazırlıyorum sanki. Biraz uzaklaşmaya çalışıyorum bu değişikliklerden, biraz da onlarla yüzleşmeye. Öyle ya da böyle son zamanlarda yaşadığım ve yaşamakta olduğum bir korku durumu bu.

Ali Aktaş

15 dk.

Üstadın Gözünden korku

Üstadın Gözünden korku

Korkuyor İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermedigi için. Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için. William Shakespeare Bu ayın konusunu belirlediğimizde aklıma direkt William Shakespeare’in bu şiiri geldi. Yoğun bir ay geçirdim, uzun süren (yaklaşık 23 senelik) bir işsizlikten çıktım. Derginin giriş yazısını yazmak bir yana bu sayıya yazı yazmamayı bile düşünüyordum. Sonra dedim ki bu şiir boşa gitmesin. Okuyucularımız normal hayatlarına devam ederken bununla karşılaşsınlar ve afallasınlar istedim. Yazımın devamında şiir hakkında biraz geveleyeceğim. İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. Hiçbir hayvana sahip olmadım (ömürleri 2 gün olan Japon balıklarını saymazsanız). Birçok arkadaşımın sahip oldukları köpeklere, kedilere sahip olmadım ve bu hayvanlara bakan insanların da saçma bir iş yaptıklarını düşündüm. En fazla 10 sene yaşayacak bir canlıya bağlanmak ne kadar tuhaf. Sonunda öleceği ve kaybolacağı aşikar. Acı çekeceğimi bildiğim bir olayın içine kendimi neden sokayım ki? Ancak daha hayatının gençlik yıllarında olan ben (ve sen) biteceğini bildiğimiz ilişkilerin içine de sokuyoruz kendimizi. Sonunda karşımızdakini kaybedeceğimizi bilmemize rağmen onu seviyoruz. Ama bazen sevmekten korkuyoruz. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Bir de sosyal medyamızın çok trip bir sözü vardır. Sen daha kendini sevmezken başkasının seni sevmesini nasıl bekleyebilirsin ki? İnsan kendisini karşısındakinden hemen hemen hep aşağı görüyor. Seni seven insan ne kadar da temiz, iyi kalpli duruyor. Onun kötü özelliklerini görmediğin için böyle düşünüyorsun. Sen kendi kötü özelliklerini bildiğin için kendini birçok insandan aşağıda görüyorsun ve sevilmeye layık olmadığını düşünüyorsun. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. “Ah nefret ederim vermek zorunda olduğum her karardan, her karar için düşünmek zorunda olduğumdan” Bu umarım yakında çıkacak olan kitabımdan bir cümle… Falan filan, anladınız siz olayı. Burada her dize için bir şey yazmanın anlamı yok. İnsan harbiden korkuyor. Peri masallarından, vampirlerden, cinlerden, köpeklerden, böceklerden, palyaçolardan değil. Yaşamın kendisinden korkuyor. Hep düşünüyor. Kendisini hayvandan ayıran en büyük özellik hayatına bela oluyor. Hayat da o kadar acımasız ki. ÖSYM’de bile 3 yanlış 1 doğruyu götürüyor (gerçi bu sistem de değişti galiba da takılmayın siz oraya bir daha değişir ne de olsa) ama hayatta 1 yanlış bütün doğruları götürüyor. İnsanın aklında sürekli bir dert. Hayatını yaşamayı bilmiyor. Günün birinde de bende ölüm anksiyetesi var deyip bir psikoloğa gidiyor. Oysa bilmiyor ki hayatı boyunca yaşamayı becerememiş bir insan ölemez. Çünkü ölmek için yaşamak gerekir. (Ben 2 sene önce de bu kitabı yakında çıkarıcım diyordum… bekliyoruz efendim) Shakespeare de öyle millete korkuyorsunuz deyip kaçmıyor, yazmaya devam ediyor. Korkuyorum Yağmuru seviyorum diyorsun, yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun... Güneşi seviyorum diyorsun, güneş açınca gölgeye kaçıyorsun... Rüzgarı seviyorum diyorsun, rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun... İşte,bunun için korkuyorum; Beni de sevdiğini söylüyorsun... William Shakespeare
Foto

Bora Tavman

5 dk.

Korkmalıyız, Korkmalısınız!

Korkmalıyız, Korkmalısınız!

Sizi en çok ne korkutur? Korku, hepimizde farkı çağrışımlar yapar. Ölüm, başarısızlık, yalnızlık; belki daha gündelik korkular: yükseklik, karanlık, örümcekler… Bu çağrışımların ortak yönü, korkunun kötü, kaçınılması gereken bir his olması Korku bizi felç edebilir. Bizi hayallerimize ulaşmaktan alıkoyabilir. Bizi küçük hissettirebilir. Korkunun zıddını cesaret olarak algılarız. Korkmamak, korkusuz olmak, erdemli olmanın göstergesidir. Korkunun koruyucu gücü İzninizle korkuyu farklı bir perspektiften ele almak istiyorum. Biliyoruz ki korku, esasen bir hayatta kalma mekanizmasıdır. Beynimiz sinir sistemi yoluyla, tehlikede olduğumuzun sinyallerini ileterek bizi korumaya çalışır. Her temel duygu gibi, insanlar için elzemdir. Korku, insanın kendini güvenceye alma eylemini tetikler. Çocukluğunuzu düşünün; anne babalarımız bize sokaktaki yabancıların tehlikeli olduğunu söyler, biz de onlardan korkarız. Büyürken bu korkumuz bilinmeyene, tanınmayana yönelir, alıştıklarımızdan farklı olan kişi ve şeylere korku besleriz, yanlarında güvende hissetmeyiz, çünkü bize verebileceği zararların ihtimali bizi onlardan uzaklaştırır. Korku, bizim kalkanımız haline gelir. Eğer hiçbir şeyden korkmazsak, kendimizi her türlü tehlikenin kol gezdiği bu dünyada kendimizi bir felaketin tam ortasında buluruz. Peki korku ilerleyip güç ile birleşince? “Av olma korkusu, bizi avcıya dönüştürür.” — Suzanne Collins Bize bir şeyi, korku kadar hızlı hiçbir duygu yaptıramaz. Ne motivasyon ne de heyecan. Korku, biz insanlar üzerindeki bu büyük etkisi nedeniyle, aslında bize karşı bir silah olarak da kullanılabilir. Tabii ki tarih boyunca politikacılar, dünya liderleri, bunun farkına bizden çok önce varmışlardır. Korku, aslına bakılırsa toplum üzerindeki en büyük silahtır. Çünkü korku güç ile birlikte kullanılınca, arkasında sessiz bir tehdit yatar. Güce sahip olan, bu silahı istediği gibi kullanıp üzerinde hakimiyet kurduklarına istediği her şeyi yaptırabilir. Bu korku, aslında günümüzde inanılan birçok inancın da temelinde yatar. Bazen bu dünyada, bazen öteki dünyada başımıza gelebileceklerin korkusu, bizi daha iyi bir insan olmaya yönlendirebilir. Temelini caydırıcılıktan alan kanunlar da korku temelinde oluşur. Bir suçu işlediğimizde alacağımız cezanın korkusu, bizi kanun düzenine uymaya teşvik eder. Bir açıdan bakılırsa, bu insanlık için olumlu sonuçlar doğurur. Kaynağını korkuda bulan bu toplumsal normların asıl amaçları bizi iyiye yönlendirmektir. Peki neden korku? Çünkü insanın en büyük teşvik aracı korkudur. Ancak korku üzerine temellendirilmiş bir toplum yapısında, bu gücü elinde tutanların dürüstlüğüne ne kadar güvenilebilir? Nitekim her daim korku altında yaşayan bir toplum, özgür düşüncenin getirdiği ihtimalleri görebilmekten uzaktır. Belki bu yüzden korkusuzluk, birçok düşünüre göre, ihtiyaç duyulan değişimlerin temelinde yatar. Peki ya korkunun tersi hissizlikse? “Her gün seni korkutan bir şey yap” — Eleanor Roosevelt Ne dersek diyelim, korkunun zihnimiz üzerindeki gücü aşikar. Korkuyu gözünüzde karanlık bir orman olarak canlandırın. Bu ormanda hiçbir şeyi göremezsiniz, ağaçların hışırtısı, gizemli hayvan sesleri sizi korkutur. Cesursanız birazcık içine girebilirsiniz, dolaşabilirsiniz, ama o merak hissi çoğu zaman korkuyu aşamaz. İşte bu şekilde korkunun üzerimizdeki gücü, bilinmeyenin gücüne dönüşür. Korku, yanında en yakın dostu olan kaygıyı getirir. Kaygı, her ne kadar korku gibi kaçınmamız gereken bir duygu gibi gözükse de o da hayatımızın olmazsa olmaz bir parçasıdır aslında. Bulunduğumuz durumun olması gerektiği gibi olmadığını düşünmek ve bundan kaygı duymak, bizi o durumu değiştirmeye iter. Eğer gelecekten korkmazsak onu değiştirmek istemeyiz ve insanlık şu anki gibi uçurumdan aşağı tam hızla devam eder. Bireysel odaklı bir bakış açısıyla incelersek bu korku ve kaygı bizi çalışmaya sürükler, çünkü başarılı olamamaktan korkarız. Kibar davranmaya teşvik eder, çünkü sevilmemekten korkarız. Korkunun bu gücünün toplumsal kapsamda incelenmeye başlamasıyla işin içine empati dahil olur. Bu empati ilk başta çevremizdekilere karşıdır. Eğer yeterince genişlerse dünyadaki tüm insanları, çektikleri acıları, daha da genişlerse gelecekteki insanlar için hissettiğimiz endişeyi de kapsamaya başlar. Empati yoluyla hissettiğimiz bu korku ise, dünyanın sonu yaklaşırken dört elle sarılmamız gereken bir korkudur. Peki biz dünya için korkuyor muyuz? Yoksa trajediye karşı hissizleştik mi? Savaş, deprem, soykırım… Her gün sosyal medyada gezinirken önümüze çıkan ve üzerine düşünmeden geçtiğimiz ölüm haberlerini düşünün, hemen ardından gelen komik bir paylaşım… Kendimizi içinde kaybettiğimiz içerikler arttıkça asıl önemli şeyler üzerine düşünme zamanımız da azalıyor. Bizi belki normalde derinden etkileyecek bir haber, artık gün içinde gördüğümüz binlerce içeriğin içinde kayboluyor. Çocukluğumuzu düşünelim, ilk kez bir öğretmenin derste savaştan, küresel ısınmadan bahsettiği zamanları. Hepimiz çok korkmuştuk değil mi? O zaman belli ki daha duyarlıydık, dünyanın, insanların başına gelenler, gelebilecekler bizi çok korkutuyordu, gelecek bizim geleceğimizdi. Peki ya şimdi? Artık gelecek bizim geleceğimiz değil mi? Bu dünya hala bizim değil mi? Aslına bakarsak, korkunun bittiği yerde asıl tehlike baş gösterir. Çünkü korkunun yokluğu, beraberinde kötülüğü kabullenişi getirir. Peki ya siz, korkuyor musunuz? Belki kendi hayat mücadelenizde, kendi duygularınız içinde hapsedildiniz, beyniniz hayatınızdaki bin bir problemle tıka basa doluyken dünyanın geri kalanını oraya nasıl sığdırasınız? Belki siz de herkes gibi hissizleştiniz, kendinizi korumak için yaptınız bunu, her şeye bu kadar üzülürseniz yaşayamayacağınız söylendi, belki de insanlığa ve iyiliğe karşı umudunuzu ve güveninizi yitirdiniz. Günümüzün sorunu şu ki: sanırım biz artık korkmuyoruz. Bizimle aynı sorunları yaşamayan insanların karşılaştığı bin bir felaket bizi korkutmuyor. Bizden farklı olanların problemleri hakkında endişelenmek için zamanımız yok. Gelecek nesiller ve nasıl bir dünyaya gözlerini açacakları hiçbir şekilde bizi ilgilendirmiyor. Oysaki korku bizim korkumuz, ve zihnimizin derinliklerinde gömülmüş olsa bile hala oralarda bir yerde yaşıyor. Belki harekete geçmekten korkarsak hiçbir şeyi değiştirecek gücü kendimizde bulamayız, ama dünyadaki bin bir kötülüğe karşı bir gelecek korkusunun yokluğunda bir değişim için isteğimiz bile olmaz. Hayatın bin bir derdiyle cebelleşirken değişim ihtiyacını hep arka plana atmış oluruz. Bu nedenle benim tezim şu: o korkuyu bulup yeşertmeli, paylaşmalı, yaşamasına izin vermeliyiz. Acımasızlıktan, sömürüden, adaletsizlikten, düşüncesizlikten, Korkmalıyız, Korkmalısınız!
Deniz Onuk

Deniz Onuk

15 dk.

Korku

Korku

Korku evrenseldir. Türkçede korku olarak bildiğimiz bu kavram farklı dillerde “paura”, “fear”, “miedo”, “peur” gibi farklı formlar alsa da aslında herkes için ortak ve tanıdık bir kavramı ifade eder. “Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü” (TDK) olarak tanımlanan bu olgu özneleri ve nesneleri değişse de her canlının hayatının bir parçasıdır ve korkuyla etkileşim, canlının hayatının akışını ve gidişatını belirler. Korku relatiftir. Bir baba ya da anne evine ve çocuklarına yiyecek bir şey götürememenin korkusunu yaşarken bir iş adamı şirketinin batmasından korkabilir. Bir taraftar takımının şampiyon olamamasından korkarken o takımın oyuncusu ilk 11’e alınmamaktan korkar. Bunun daha da ötesi karanlık bir sokakta yürüyen yalnız bir erkek hiç korku duymazken aynı yolda yürüyen yalnız bir kadın maalesef içinde bulunduğumuz toplum koşullarından dolayı oldukça haklı bir korku yaşayabilir. İnsanlar kendi bulundukları toplum, değer yargıları, kendi benlikleri, gerçekleri ve hayalleri çerçevesinde kendi özel korkuları ile tanışır ve cebelleşir. Birinin gözünde aslan olan korku başkası için bir kedi olabilir; bundan olacak ki empati kurmakta zorlandığımız dakikalarda başkalarının korkularını anlamakta güçlük çeker, bazen de küçümseriz. Halbuki korku kıyaslamak elma ile armut karşılaştırmaktan bile daha absürt, daha anlamsızdır. Korku zamansızdır. İnsanlar da dahil bütün canlılar geçmişte de korkmuşlardır, şu anda da korkuyorlardır ve gelecekte de korkacaklardır. Geçmişte tehlikeli bir canlı karşısında hissedilen bu duyguyu bugün belki bir hırsızla karşılaştığınızda, belki aldığınız hissenin düşmesine karşı hissedersiniz.  Korkuyu duyduğumuz özneler değişebilir, can korkusu geçinebilme korkusu olur mesela, fakat korku hayat denkleminin zamandan bağımsız sabit bir elemanıdır. Çünkü… Korku gereklidir. Korku, canlıları kendilerine potansiyel olarak zarar verecek eylemler yapmaktan , o tarz durumlarda bulunmaktan alıkoyan, ya da bu süreci daha zorlaştıran bir mekanizmadır. Bir kedi bir insana yaklaşacağı zaman kendisine zarar gelip gelmeyeceğine dair emin olamaz, bu yüzden korkuyla ve temkinle yaklaşır. Bu süreç içerisinde belki de takındığı tavır gereksizdir; o insan ona sadece bol bol sevgi ve yemek verecek iyi yürekli bir karakter olabilir. Ama olmayabilir de. Ona zarar vermek isteyen, canına kıymak isteyen bir cani de olabilir. Ve bu ikinci ihtimal ne kadar düşük ne kadar sıfıra yakın olursa olsun kedi bu riski alamaz, çünkü böyle bir durumda hayat ipliğinin kopması tek bir hataya bakar ve kendini kurtarmasına dokuz can dahi yetmez. Aynısı dokuz canı olmayan biz insanlar için de geçerli tabii ki. Trafikte kendimize zarar verme ihtimalimizin çok yüksek olduğu aşırı hızlara çıkmaya tereddüt etmemiz, yüksek yerlerde (uçurum kenarı vb.) yürürken tedirgin olmamız, bir yabani canlı gördüğümüzde panik olmamız hep bu korkunun bizi hayatta tutma çabasıdır. Korku sadece bir engel değil aynı zamanda bir anahtardır. Yukarıdaki örnekteki kedi eğer korkularının üstesinden gelip onlara rağmen insana yanaşmayı başarırsa (ve cani bir insana denk gelmezse) kendi için “ödül” niteliği taşıyacak sevgi, ilgi ya da mamaya kavuşacaktır. Hatta, istatistiki olarak çok daha düşük olasılıkla olsa bile, o insan kediyi evine alıp ömrü boyunca ona bakmaya karar bile verebilir (bunu bire bir yaşamış biri olarak bakabilecek durumunuz varsa oldukça fazla öneririm, hayatınıza gerçek manada bir pozitiflik ekleniyor). Bu durumda kedi çok daha uzun, sağlıklı, rahat ve keyifli bir hayat yaşama şansına kavuşur; aldığı riskin karşılığını kat kat fazla bir şekilde almış olur. Benzer bir durum evrimsel tarihte evcilleştirdiğimiz bir başka canlı olan köpekler/kurtlar ve bizim aramızda yine mevcuttur. Bu iki canlı türü antik çağlarda birbirine karşı duyduğu korkuyu aşmaya yönelik adımlar atmasa, korku tarafından sadece kısıtlanmış hallerinde hayatlarına devam etseler belki “insanın en iyi dostları” ile asla tanışmamış olacaktık. Ve öyle bir durumda zaten gri olan dünyamız çok daha soluk bir yer olurdu diye düşünüyorum. Korku, perspektif ve psikolojik etkiler ile değişir. Burada kastettiğim psikolojik etkiler daha çok objektif realite (ve risk) değişmemesine rağmen insanların korku tepkilerinin ağırlıklarının değişmesine sebep olan etkilerdir. (Buna psikolojide “çerçeveleme etkisi/framing effect” denir). Güzel bir örneği şöyle verilebilir: -Bir insan X hastalığına yakalanır. Hastalığın tek çözümü ameliyat olmaktır, fakat ameliyat 100% başarı ihtimali olan bir ameliyat değildir, bu yüzden hastadan bu ameliyatın yapılabilmesi için riskleri anladığı ve kabul ettiğine dair bir doküman imzalaması istenir. İşin enteresan boyutu ise burada başlar. Diyelim ki bu ameliyatın başarı yüzdesi 90%. Rasyonel düşünce çerçevesinde bu ameliyatın başarısızlık yüzdesinin ise 10% olduğunu çıkarabiliriz bu bilgiden. İkisi de matematiksel açıdan aynı riski ifade etmektedir, aralarında herhangi bir numerik fark yoktur. Fakat “90% başarı yüzdesi” ve “10% başarısızlık yüzdesi” ifadeleri durumu farklı şekillerde çerçevelediklerinden dolayı insanlardan davranışsal olarak farklı tepkiler doğururlar. Birinin “başarı”, öbürünün “başarısızlık” etrafında çerçevelenmesi insanların aynı riske farklı derecelerde çok korku ve çekince ile yaklaşmasıyla sonuçlanır. “Başarı” psikolojik olarak “başarısızlıktan” daha tercih edilebilir bir olgudur, bu yüzden insanların herhangi bir konsepte ikna/teşvik edilmesinin ciddi önem taşıdığı yerlerde (hastaneler, kumarhaneler vb.), bu tarz çerçeveleme etkileri kullanılır. Yani insanlar her ne kadar rasyonel olduklarını ve matematiksel riskleri iyi analiz ettiklerini düşünseler de maruz kaldıkları durumlarda gözlemlenebilen çerçevelemeye bağlı farklı ağırlıklardaki korku duyguları ve tepkileri, durumun tam olarak bunun tersi olduğunu kanıtlar. Korku araştırmayı, araştırma da korkuyu doğurur. İnsanlık bu gezegendeki yolculuğuna başladığı günden beri evren ile paradoksal bir döngü içerisindedir. Bilmediğimizden (hayvan, yer, doğa olayı, ateş ve hayal edebildiğiniz şu ana kadar keşfettiğimiz her şey) korkarız, bu da bizi korkularımıza rağmen onu araştırmaya, öğrenmeye ve anlamaya çalışmaya iter. Bu araştırma süreci bazen çok kısa, bazen ise yıllar sürer. Fakat iki durumda da insanlık kendi bilgi haznesini genişletir ve dünyaya (ve evrene) dair daha geniş bir perspektif edinmiş olur. Bu yeni edinilen bilgiler eski korkuların çoğuna karşı galip gelmemizi sağlar, fakat bu süreç içerisinde yeni olgular keşfettiğimizden ötürü bu yeni öğrendiğimiz olgulara dair de yeni korkular geliştirmeye başlarız. Eski çağlarda dünyanın bir boğanın boynuzları üstünde durduğunu ve bu boğanın hareketleri sonucu afetlerin yaşandığını düşünen insanlar doğal olarak o boğadan korkmuşlardır. Fakat astronomi alanında araştırmalar ve keşifler yapıldıkça durumun bu olmadığını öğrenen insanlar boğadan korkmayı bırakıp bu sefer de uzayın büyüklüğü, boşluğu, başka gezegenlerde farklı canlıların olup olmadığı gerçeği, devasa meteorların dünyaya düşmesi vb. gibi unsurlara karşı korku duymaya başlamış ve şimdi de bu korkuları aşmanın yollarını araştırmaya düşmüşlerdir. Kim bilir daha neler öğreneceğiz, nelerden korkacağız ve bu korkularımız bizi daha neleri öğrenmeye itecek! Ve son olarak: Korkudan korkmayın. Yukarıda da farklı açılarına değindiğim üzere korku bu hayatın çok temel, önemli ve gerekli bir parçası. Bizi öğrenmeye, değişmeye, kendimizi korumaya ve haklı tereddütlere iten bu duygu bazen bizi hırpalayacak derecede zorlasa da aslında ne “kötü” bir olgu ne de bir düşmandır bize. Stoiklerin “logos” olarak nitelediği evren gerçeği/düzeninin çok kıymetli bir çarkıdır sadece. Ve bu yüzdendir ki, şu kelimelerle bitirmek istiyorum yazımı sayın okuyucularımız: Korkulardan ve korkmaktan asla korkmayın. Bilin ki korkuyorsanız öğreniyorsunuz, değişiyorsunuz ve de en önemlisi yaşıyorsunuz demektir!

Kaan Sayın

15 dk.

Korku Rüzgarları: Kitlesel Bir Korku Hikayesi

Korku Rüzgarları: Kitlesel Bir Korku Hikayesi

Varolabilmek, varolabilmenin kutsallığı… Duyuların ötesine geçerek hayatı keşfetme arzumuzun, evrende iz bırakabilme niyetimizin en açık ifadesi. Öyle ki bu ifade, bir yandan minik bedenlerimizin içinde gözlerimizi açtığımız hayata dair bilinmez bir yolculuğu simgelerken, diğer yandan öznesi olduğumuz dünya hakkında duygularımız aracığılıyla bir anlam bulabilme çabamızı kapsıyor. Bu eşsiz ve gizemli yolculuğa eşlik eden duyguların karmaşık dokusu arasındaysa korku, belki de bu yolculuğun farklı dönemlerinde konuşlanacağımız noktaları en çok etkileyen olarak öne çıkıyor. Sadece hayatımızın gidişatını değil; içsel yolculuğumuzun rotasını belirlemekte de epey büyük bir rol oynuyor. Bizlerde zaman ilerledikçe, zihnimizin ıssız koridorlarında yankılanan bir fısıltının rolünü benimsemiş korkularımızla bir arada yaşamaya gitgide daha fazla alışıyoruz. Hatta ve hatta, yaşamın akışındaki umarsız anların etkisiyle bazen onlara teslim oluyoruz. Onları, hayatımızdaki güzelliklerin enerjisiyle beslemeye başlıyor ve hayatımıza her geçen gün biraz daha dahil ediyoruz. Aslında şunu söylemem gerekirki, özünde hiçbir duyguya zararlı diyemeyiz. Duygularımızı nasıl yönlendirdiğimiz ve onlarla nasıl başa çıktığımız, onların bize getireceklerini ya da bizden götüreceklerini belirler. Yani işlerin hangi noktaya gideceği konusunda ,en azından ilk başta, direksiyonda biz varız. Ancak korku gibi ender bazı duyguların başta zararsız gözüken masumiyeti de bizler tarafından yanlış yorumlandıklarında veya fazla değer gördüklerinde ruhumuzun aydınlığından beslenen birer konağa evrilmekte hiç vakit kaybetmezler. İşler de burada bizim kontrolümüzden çıkmaya başlar. Yavaş yavaş hayatımızın kadrajına girerken doğduğumuzda sahip olduğumuz saflığı ve temiz potansiyeli kendi isteği yönünde manipüle etmekten çekinmeden sayısını arttıran kök korkumuz, içimizi dipsiz bir karanlığa doğru yönlendirir ve orada bir nevi kolonileşir. Tüm bunlar olurken de halinden çok memnun bir şekilde arkasına yaslanır ve takır takır işleyen planını takibe başlar. Hele ki kendisine sürekli boyun eğen, kolayca diş geçirebileceği bir konak bulduğunda hem ölümcül hem de bulaşıcı bir canavara evrildiğinin farkındadır. Hatta inanmayacaksınız, bundan da çok keyif alır. Bizimle birlikte o da büyür. Bazılarımızda sadece bir uyarı ve gelişim mekanizması olmaktan çıkar yavaşça. Kendi varoluşunu keşfederken aynı zamanda kendi kimliğini de bulur. Olaylar bu raddeye geldiğindeyse esas sorun başlar. İnsanlığımızın aydınlık her zerresini tüketene kadar orada kalmak için amansız bir savaş başlatır ve amacına ulaşana kadar asla geri çekilmez. Ulaştığındaysa farklı konaklar bulmak için yayılmaya başlar. Zaten insanlık adına gerçekten korkunç olan durumda, tam bu noktada, kalplerimize sirayet eden bu karanlığın varlığımızdaki güzellikleri silmesiyle başlar. Ve üzerine düşündüğümüzde bu durum, insanlığımızın kırılganlığının bir hatırlatıcısı olarak karşımıza çıkar. Buraya kadar soyut bir kavram olarak ele alınan ve köklerini kalbimize çoktan atmış olan korku, çoğunluğun üzerinde böylesine bir tesire ulaşınca; ortak insanlığımızın değerlerini ve dünyanın hatlarını şekillendiren somut bir güç olarak görülmeye başlanır. Aynı zamanda kontrolden çıkmış doğasının koyu tonlarını istikrarlı bir şekilde benimseyen bir dünyada, merakını hala kaybetmeyen birkaçımızın sistemin yanlış taraflarını incelemek için kullanabileceği bir mercek haline gelir. Bunun sonucunda da geriye dönüp baktığımızda, tek bir gerçek gözükür: Tarihin hangi noktasında bulunmuş, hangi milletten ve arkaplandan gelmiş olursak olalım; bugünde dahil yaşadığımız her günü, biraz daha derine biraz daha genele yayılan bir korku ağının; zulmün mürekkebiyle lekelenmiş, unutulmuşların gözyaşlarıyla yazılmış bir anlatının içerisinde yaşıyoruz. Ve hala korkuyu bir simbiyot gibi üzerine geçirmiş olanların, gücün sembolü, kontrolün sahibi olmasıda; belki de başından beri aynı formülün kullanıldığı ve farklı yanıtın arandığı bir problemi çözmeye çalıştığımızı gösteriyor bizlere. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin sadece öne çıkan veya “sıradan” hayatların dosyalarında sağlandığı dünyamızın, satır araları belki de hala bu yüzden yazım hatalarıyla dolu. Sokaklarda, medyada, ekranlarda ve tarihin tozlu sayfalarında insanlığın zulmü trajikomik bir şekilde sahnelensede, korkularımızın varlığı bizi, bizden olanların acılarına karşı daha da duyarsızlaştırmaya devam ediyor. Şu anda aklınızın bir köşesinde belirmiş o düşünceyi duyar gibiyim. Evet doğru, bu söylediklerimi muhtemelen farklı şekillerde daha önce pek çok kez ve pek çok farklı kişiden duydunuz. Not: Büyük ihtimalle hepsine hak vermenize rağmen, kişisel maceranıza kaldığınız yerden bildiğiniz şekilde devam ettiniz ya da pratikte işlemeyecek fazla teorik düşüncelere kaptırmak istemediniz kendinizi. Duydunuz, çünkü hayatımızda çözülmesi en zor gözüken sorunlar; genelde anlaşılması en kolay sebeplerden, basit ama içgüdüsel olanlardan kaynaklanırlar. Durum böyle olunca da çok daha karmaşık meseleler üzerine kafa yormuş bilgili ve yaratıcı zihinler; yaşam çizgilerinin bir noktasında bu konunun üzerine de konuşur veya eserlerinde bu sorundan bahsederler. Eee, sizin de tüm bunlar üzerine yazılmışları çizilmişleri duymamış görmemiş olmanız düşük bir ihtimaldir dolayısıyla. Özellikle, kolektif bilincimizin habercisi olarak kabul edilen başarılı yazarlar, topluma bu derece sirayet edebilen böylesi tehlikeli bir duyguyu eserlerinde sıklıkla işlerler ve ondan bahsederler. Mesela, her eseri insanlığın geleceğine dair ayrı bir kehanet niteliği taşıyan George Orwell: "Hiçbir duygu saf değil, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumda." diyerek özetlemiş bu durumu veya çok uzunca bir süre Amerika’daki göçmen işçilerin, kısaca ezilenlerin sesi olmayı başarmış John Steinbeck “Güç yozlaştırmaz. Korku yozlaştırır; belki de gücü kaybetme korkusu.” diyerek aktarmış düşüncelerini. Albert Camus ise olaya tamamen başka bir şekilde bakmış. Duygular aracılığıyla anlam kazandırmaya çalıştığımız varoluştan farklı bir şekilde bahsetmiş bir eserinde: "Bireysel yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.” diyerek bireysel yolculuğun, tesirine girilen duyguların şiddeti karşısında yok olabiliceğine ve bir salgına dönüşebileceğine değinmiş günümüzü öngörür gibi. Tamam, tamam. Bu kadar da korkutmak istemiyorum sizi. Merak etmeyin, zaman zaman tüm bu öngörüler, eserler ve düşünceler arasında sıkışıp kalsak da her zaman korku ve çaresizliğin arasından bir umut ışığı da ortaya çıkar, illaki ! Belki de hep oradadır, bu konuda tam emin değilim. Ancak emin olduğum bir şey varki o da: Bu kaos döngüsünü bizzat yaşamış yazarların aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılığını müthiş bir hiddetle savunmaları kesinlikle fazla optimist veya ütopik bir bakış açısından kaynaklanmaz. Ernest Hemingway’in bu konudaki "Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları tam olarak o kırık yerlerinden güçlenir.” sözü ve Charles Dickens’in “Dünya üzerinde karanlık gölgeler var, fakat ışıkları bu karşıtlık içinde daha da güçlüdür” alıntısı içinde bulunduğumuz her türlü zorluğa karşı gelebilecek bir güç rezervine sahip olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bu sebepten de çok değerlidirler. Bugün geldiğimiz noktada, korkunun ve karanlığın günümüze uzanmış gölgeleri geleceğimize de uzanıyor gibi gözüküyor. Aksini söylemek, bizleri tozpembe bir dünya kurgulamaktan ileri götürmez. Yolculuğumuzun güzergahı zaman zaman başkalarının yönlendirmesine maruz kalıyor ve hissettiklerimiz varoluşumuzun gidişatına şüphe düşürüyor. Peki, buraya kadar konuşulanların yanında, belirsiz olan bir yarının karşısında korkmak normal değil mi? Evet, çok normal. Fakat bilinmeyenin, ufkun ötesinde olanın korkusu; bir yandan da teslim olmamışları, tamamen çürümemişleri birbirine bağlayan evrensel bir kaygıdır. Bunu sürekli unutuyoruz bence. Ve insanlığın esas gücü de tam olarak burada yatmaktadır. Bizi ele geçirebilecek duygularımızın varlığı, sadece bir zayıflık işareti değil, aynı zamanda zor durumlarda bizleri birbirimize bağlayan ortak insanlığımızın bir mirası, kanıtıdır. Gerçekçi bir sistem de işte tam olarak bu yüzden, mükemmelliğin yakalanması zor bir serap olduğunu kabul eder, ancak nezaketin zulmün ve korkunun yerini aldığı; şefkatin ilgisizliğe galip geldiği bir dünya için çabalar. Tarihin en karanlık dönemlerinden günümüze, hep aynı tuzağa düşerek umut ateşimizi söndürecek pek çok fırtınalar atlatsak da korku karşısında bizler hep bir irade sergilemeyi başardık. Sonunda hep başa dönsek ya da çok az bir ilerleme kaydetsek de kolektif ruhumuzun gücü, zorluklar karşısında bir şekilde galip gelmeyi bildi. Bence bu, içimizde bulunan ve doğuştan gelen aydınlığın bir kanıtı. Kelimeler zihnimden bu şekilde taarruz ederken, ne olursa olsun bu anlattıklarımın arka planında kasvetli bir not da bulunduğunu söylemeden bitiremicem yazıyı. Başlangıçta bahsettiğim karamsar durumun ortaya çıkardığı sonuçları kolayca çözmek mümkün değil. Yanlışları ve korkunun tekelindeki zalim eğilimleriyle dünya, içimizdeki dönüştürücü gücün varlığına hala direniyor. Zaten en başında da konuştuğumuz gibi, içimizdeki gölgeler bir kez oluştuktan sonra silinmeleri gittikçe zorlaşıyor ve korku, fısıltılar şeklinde zihinlerimizin koridorlarında hüküm sürmeye devam ediyor. Tamamen “ele geçirilmiş ruhların” otoritesi hepimizin üzerinde bir şekilde devam ediyor ve anlayışlı yazarların sözleri, yara bere içinde kalmış insanlığın sebatkar hatırlatıcıları olarak bizlere hizmet ediyorlar. Gelecekten korkmamız, korkunun bu derece baskın olduğu bir dünyada çok normal. Ancak tarih, insanlığın direncinin ve gücünün en karanlık zamanları bile aşabileceğini bize milyon kere gösterdi. Umarım bu bitmek tükenmek bilmeyen döngü en kısa zamanda sona erer ve tüm duyguları hissederken ışığımızı kaybetmediğimiz bir gelecekte; kolektif ruhumuzu lekeleyen bu savaşta, nihai zaferi kazanmış olarak bu satırları verilmiş bir mücadelenin anıları arasında hatırlarız. O zamana kadar kendi karanlıklarımızı azaltmamız dileğiyle …
Yiğiter Tuncer

Yiğiter Tuncer

15 dk.

Bu Arada Dişim Yok

Bu Arada Dişim Yok

Body horror’ın öncüsü dahi yönetmen; kafayı yemiş, böceklerle kafayı bozmuş garip bir adam veya Martin Scorsese’nin tabiriyle Beverly Hills’te kliniği olan bir jinekolog. David Cronenberg’i ve filmlerini tanımlamak için pek çok farklı sıfat kullanılabilir. Özellikle kendisinin izleyiciyi olabildiğince rahatsız etmek üzerine kurulu izlemesi mideyi oldukça zorlayan filmler yaptığı düşünülünce seveninin ve sevmeyeninin çok olması beklendik bir durum. Daha net olan konu ise Cronenberg’in insan varoluşunun bilinmezliği, vücudun korkunçluğu ve teknolojinin geleceği hakkındaki filmleri, gerek temaları gerekse kullandıkları sinema diliyle çok benzeri olmayan bir sinema karşımıza çıkıyor. Filmlerinin kendine has sinematografisini yaratmak için Cronenberg’in en büyük ilham kaynaklarından biri sinemanın dışından, Kafka’dan geliyor. Kafka’nın romanlarında hakim olan bilinmezlik ve sıkışmışlık hissini kullandığı kamera açıları, renkler ve filmde gösterilen kadar gösterilmeyen Dünya’nın tasvirleriyle sağlıyor yönetmen. Aynı Kafka eserlerindeki gibi bir anlam, cevap arayışı ve o cevabın olup olmadığının belirsizliği bu filmlerde sıkça işleniyor. Aynı zamanda çevrenin, hayatındakilerin insan üzerindeki etkisi de işleniyor karakterler üzerinden. En ünlü filmi olan The Fly aynı zamanda Kafka etkisinin de en bariz olarak görülebileceği eseri. Yanlış giden bir deney sonucu yavaş yavaş sineğe dönüşmeye başlayan bir bilim adamının hikayesini anlatan bu film, ilk bakıştaki senaryo benzerliğinin ötesinde de hikayeyi işleme tarzı ve görsel sunumuyla Kafka’ya benzer bakış açısını ortaya çıkarıyor. Filmin ana karakteri Seth Brundle’ın dönüşüm sürecindeki etrafındaki karakterler hakkındaki davranışları ve bastırılan duygularının gittikçe açığa çıkmasıyla da hem eserlerinde Freud etkisine bir örnek hem de Kafka’nın anlattığı değişimle yeni bir benzerlik görüyoruz. Brundle’ın bedeni değiştikçe, fiziksel olarak bambaşka bir canlı, duygusal olarak ise gerçek Seth Bundle filmin odağı oluyor . Bayağı da bir iğrençlikle beraber. Cronenberg’in dünyalarını etkileyen felsefi görüşler Kafka dışındaki isimlerden de geliyor. Jean Baudrillard’ın fikirlerinin etkilerini pek çok filminde görüyoruz. Gerçeğin kopyası anlamındaki Simulakra ve iç içe geçmiş Simulakralar sonrasında gerçeğin özünün yitirildiği bir durumu tarif eden hiper-realizm konsepti Baudrillard’dan sonra gelen bir çokları gibi bu enteresan yönetmeni de etkiliyor. Bugün Matrix, Fight Club hatta Gibi’de bir şekilde işlendiğini gördüğümüz bu kavramlar Cronenberg’in özellikle iki filminde hikayeyi direkt olarak etkiliyor. Videodrome filminde Brian O’blivion isminde bir akademisyenle bu konsept ortaya çıkmaya başlıyor. Medyatik bir adam olan O’blivion sık sık televizyon kanallarına bağlanır ve bunu zamanının ötesinde Zoom benzeri bir teknolojiyle yapar. Filmin ana karakteri Max Renn aşırı gerçekçi şiddet görüntüleri içeren bir TV programıyla alakalı gerçekleri araştırırken yolu O’blivion hocasıyla ile keşişir. O noktada öğreniriz ki O’blivion 20 yıl önce ölmüştür, ölmeden önce kaydettiği geniş bir arşivle beraber ölümünden sonra programlara çıkıp kamuoyunu etkilemeye devam ediyordur. Benzer bir örnekte, eXistensZ filiminde canlı derisinden yapılmış (mide bulandırmazsa olmuyor) oyun konsolu benzeri cihazlarla karakterler sanal bir gerçekliğe giderler. O gerçekliğin içinde aynı cihazla başka bir gerçekliğe ordan başka birine… Bu katmanlar böyle iç içe geçerken karakterler ve izleyici hangisinin gerçek hangisinin sanal olduğunu ayırt edememeye başlar, zaten artık bir anlamı da kalmamıştır. Biz de yıllar sonra bu konsepti “aynı Inception” diyerek izleriz. Kapana kısılmışlık hissini David Cronenberg eserlerinin değişmez bir parçasıdır. Dış dünyanın şartları tarafından sıkıştırılmış insan her ne kadar oldukça yaygın bir tema olsa da Cronenberg’in önemli bir özelliği bu hisse eklediği yeni katmandır. İnsan sadece çevre şartlarının eseri değildir, kendi vücudunda da esirdir. Sanırım bu hisse günlük hayattan bir örnek olarak obsesiflik durumlarında görülebilen sağlık kaygıları ve bu kaygıların yansıttığı daha genel, hayata dair korkular gösterilebilir. Benzer duygular varoluşçu yazarların eserlerinde sık tekrar eder. Sartre için yabancılaşma hissi çoğu zaman kendi vücudundan duyduğu uzaklaşma ve iğrenme hisleriyle beraber gelir. Merlau-ponty de bilinç ve dış dünya ayrımını işlerken benzer temaları kullanır. Ona göre beden ve beden üzerinde sağlanan kontrol insan algısının dış dünyayla ayrıldığı noktadır. Bazı durumlarda, örneğin araba kullanırken, kullanılan araba da sanki ayrı bir nesne değil vücudun bir parçasıymış gibi bir his yakalanır, araba kullanmak yürümekten farksız hale gelir ve bu algı sınırı değişir. Cronenberg ise bu sınır değişiminin tersi, daha rahatsız edici bir senaryo hayal eder. Son filmi Crimes of the Future’da teknoloji çok gelişmiştir ve hayat şartları sentetikleşme pahasına kontrol altına alınmıştır. Hastalıkların ortadan kaybolduğu, plastik tüketiminin zirve yaptığı bu toplumda insanlar tekrar evrimleşmeye “neo-organlar” üretmeye başlarlar. Bu değişim tabii ki kişiden kişiye farklıdır ve bunun için tahmin edilemezdir. Böylece Cronenberg hayal ettiği bir gelecekte Merlau-ponty’nin fikrini tersine çevirir, rahatsız edici bir bakış açısı getirir. Bu sefer araba kullanmak yürümeye değil yürümek araba kullanmaya - ehliyeti olmayan birinin kullanmasına- benzer. David Cronenberg tarzında bir yönetmen için bir başarı kriteri belirlemek çok kolay değil. Yaptığı filmlerin tarzı ve işlediği temalar itibariyle her ne kadar zaman zaman popüler oyuncularla çalışsa da çok gişede başarılı olmaya müsait bir yönetmen değil. Eleştirmenler veya ödüller perspektifinden ise çoğu filminin övülen yanlarına rağmen bariz eksik noktaları da var.  Bunun için sanırım kendisi çok büyük bir yönetmenden ziyade daha kendine has, gerçek anlamıyla kült bir yönetmen olarak hatırlanacak. Kültürel anlamda ise bıraktığı net bir etkiden bahsedebiliriz. Nasıl ki kendisine ilham veren insanların isimleri Kafkaesk ve Freudyen gibi sıfatlara dönüştüyse, bazen bir düşünce tarzını bazen bir estetiği tarif etmek için kullanılıyorsa Cronenbergian kelimesi de başlı başına ayrı bir tarzı anlatıyor, bir yazıda açıklanabilecek temaları tek kelimeyle anlatıyor. Aynı zamanda işlediği temalar da Baudrillard için söylenen bir klişedeki gibi her geçen gün daha geçerli oluyor. Oğlu Brandon’ın da baba mesleğini ve yönetmenlik tarzını devam ettirmeyi seçtiğini düşündüğümüzde Cronenberg isminin zaman içinde hatta David’in ölümünden sonra daha bilinir olması çok şaşırtıcı olmaz. Aynı Brian O’blivion’ın dediği gibi, insanın ömrü derinin ömrünü çoktan aştı.

Cem Cahit Gülan

15 dk.

Savunmasız ve Mahsur Kalmak: The Mortuary Assitant İncelemesi

Savunmasız ve Mahsur Kalmak: The Mortuary Assitant İncelemesi

Ben korku oyunlarına bayılırım, hep bayılmışımdır.  Bu oyunu oynadığımda da her saniye kalbim inanılmaz çarpar, adrenalinle ellerim titrer ve de terler, doğru karar veremem ve fareyi doğru düzgün tutamam bile… Şimdi, size çok özel bir oyun hakkında yazacağım. Bu oyunun ismi “The Mortuary Assistant”. Oyunu yapan kişi Brian Clarke (Dark Stone Digital), ve bu oyun 2022’de çıktı. Kolaylıkla diyebilirim ki bu oyun oynadığım en korkunç oyunlardan bir tanesidir. Bu oyunu Steam’de bulabilirsiniz ve sadece bilgisayardan oynayabilirsiniz (şimdilik). Oyunun içeriğiyle ilgili rahatsızlık duyabilirsiniz, sizi önceden bilgilendireyim! Hazırsanız başlıyorum. Oyun, bir morgda geçiyor. Siz, Rebecca Owens adli bir kadın olarak oynuyorsunuz. Riverfields morgunda asistanlığa başladınız, sizi işe alan patronunuz da Raymond Delver. Size cesetleri tahnit etmeyi öğretiyor, ancak size morgun lanetli olduğunu söylemiyor. Siz bunu zor yoldan öğreniyorsunuz; işe başladığınızda şeytan ruhunuzu ele geçirmeye çalışıyor. Nasıl mı? Sizin belirli hadiselerle dikkatinizi dağıtmaya çalışıyor, sizi korkutuyor ve siz, Rebecca olarak oyunu kazanmak için cesetlere belli kimyasallarla, dikkatinizin dağılmasına izin vermeden, işlem yapmanız gerekiyor, ve oyun sizin kolayca kazanmanızı istemiyor. Hem cesetlere bakım yapıp üstlerindeki yara, yanık izleri ya da vücuttaki benleri bilgisayara geçirmeniz lazım, aynı zamanda da şeytanın seçtiği ceseti doğru bulup onu kısıtlı zaman dilimi içinde yakmanız gerekiyor, eğer başaramazsanız zaman aşımına uğrayıp ölürsünüz, şeytan da sizi ele geçirir. Şeytandan kurtulmak için, şeytanın seçtiği ve içinde bulunan vücudu, 4 vücut içerisinden bulup onu hızlı bir şekilde yakmanız gerekiyor. Çok basit, değil mi? Oyunun önemli korku elementlerinden bahsedeyim size şimdi. Düşünsenize… Şeytan sizi uzak bir köşede korkutmak için bekliyor olabilir, ya da hiç tahmin etmediğiniz bir zaman sizi sürprizlerle de şaşırtabilir. Ses efektlerinden tutun cesetlerin gerçekçiliğinden ve size hissettiren o korkuyu nasıl inanılmaz iyi bir şekilde oyuncuya sunmasını nasıl anlatsam da tam olarak betimleyemem ne yazık ki. Oyunu herhangi platformdan, ister Youtube veya Twitch’den izlemeniz, ya da şahsen oynamanız gerekiyor beni tam olarak anlayabilmeniz için. Oyunda maruz kaldığınız anlattığım olayların üstüne, oyunu oynarken Rebecca’nın problemli, korkunç ve travmalarla dolu hayatından kesitlere çok da hoş olmayan biçimlerde şahit oluyorsunuz. Rebecca’yı şu anki kişilik yapan o travmalara... Morgdaki şeytan ise bu travmaları tekrar yaşatarak sizi, yani Rebecca’yı güçsüzleştirmeye çalışıyor. Rebecca’nın geçmişteki hatalarına da şahit oluyorsunuz, Brian Clarke’ın hikaye anlatıcılığına ve görselleri, müziği ve ortamı birleştirerek çarpıcı bir hikayeyi bu kadar rahatsız edici anlatmasına hayranım doğrusu. Komik ama gerçek. Bu, bilmiyorsanız yapılması zor bir şeydir sevgili okuyucularım. Aslında bakarsanız asıl anlatmak ve sormak istediğim soru şu değerli okuyucularım: korku temasını en güzel nasıl elde edebilirsiniz? Bir insanı en çok korkutan olay nedir mesela? Karanlık? Şeytan? Sizi kovalayan bir şey? Yoksa, korunmasız olmak mı? Kaçamamak. Bir rüya gibi. Kabus, daha doğrusu. Savunmasız olmak, gelebilecek tehditlere karşı bir şey yapamamak, ama hayatta kalmanın tek yolu sadece devam etmek. The Mortuary Assistant oyununda takdir ettiğim özellik, Brian Clarke’ın oyuncuyu her daim korunmasız hissiyatında nasıl hapis bıraktığıdır. Oyunu sağ salim bitirmeniz için en sıkıcı, en sıradan ve en kolay gözüken işi size ızdırap haline getiriyor bu oyun. Cesetleri tahnit ederken kendinizi göreve odaklanmaya zorluyorsunuz, çünkü ne kadar hızlı ve doğru şekilde işinizi tamamlarsanız o kadar iyi sizin için. Bu fikirle kendinizi avutmaya çalışıyorsunuz, ancak siz oldukça savunmasızsınız ve her an başınıza kötü bir olay gelebilir. Rahatsız edici görseller görebilirsiniz, ya da cesetin birdenbire hareket etmesine ya da sizinle konuşmaya çalışmasına şahit olabilirsiniz. Zamanınız git gide ilerliyor... Düşünmeye ya da ağlamaya vakit yok, tek yapabileceğiniz şey devam etmek ve gelebilecek tehditlere de olabildiğince hazır olmak. Oyunun hem görselleri hem de ses efektleri zaten sizi korkutmaya yetiyor. İşte bu, değerli okuyucularım, gerçek, kaliteli bir korkudur, insanı en çok korkutan şeyi analiz etmek ve kişiye uygulamaktır, insanı farklı türlerde ve şekillerde korkutmaktır, gerek ses ile olsun, gerek hikayeyle… Kaynak: https://waytoomany.games/2022/08/24/review-the-mortuary-assistant/

Defne Şerbetçioğlu

5 dk.

Bir Takımı Tutmaktan Vazgeçilebilir Mi?

Bir Takımı Tutmaktan Vazgeçilebilir Mi?

Uluslararası alanda başka sporlarda daha başarılı olsak da Türkiye’de en önde gelen sporun futbol olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Futbol takımları da her ne kadar diğer spor branşlarında da genellikle takımları olsa ve onlar da aslında futbol kulübü değil de bir spor kulübü olsalar da çoğunlukla sadece futbol takımına odaklanılır. Fakat her zaman işler yolunda gitmez… Tuttuğumuz takımda işler iyi giderken desteklemek kolaydır. Bu takımlar her zaman da iyi dönemlerden geçmiyor. Kötü gidişlerin en sıkıntılı noktası da bir taraftar olarak bu kötü gidişatı durdurabilecek elinden gelen hiçbir şey olmaz. Peki görünen kötü gidişat bir taraftarı bu kadar tutkuyla bağlı olduğu kulüpten vazgeçirebilir mi? Bir takımın taraftarı olmak çok farklı ve özel bir duygudur. Hiç tanımadığın insanlarla aynı duyguları paylaşırsın, takımın gol attığında hiç tanımadığın bir insan sarılırsın veya aynı üzüntüyü paylaşırsın. Hiç yan yana gelmez dedin insanlar bile konu taraftarlık olunca yan yana gelir. Bazen koskoca bir şehrin umudu olur bir takım, bazense bir şehrin en büyüğü olma çabası ve rekabeti vardır. Hayatta her zaman her şey yolunda gitmediğinde insanın kaçacak bir noktasıdır aynı zamanda tuttuğu takım. Belki de hiç kimseye karşı hissedemediği hislerin bir dışavurumudur. Yaşanılan ilk heyecan, duyulan ilk hüzündür. Ve bir taraftar sadece dışarıdan izler takımını, bağırır çağırır, tezahüratlar marşlar söyler fakat bazı şeyler kötü gitmeye başladığında da kendini yiyip bitirmekten başka da bir şey gelemez elden… Belki kulüp üyesi olup oy kullanabilir, belki başkan adayı olabilir. Ama bu başkanlık da aslında taraftarın olabileceği bir statü değildir. Taraftar olmak bireysel değil toplu bir organizasyondur, başkanlık ise tek kişi ve diğer beş on yöneticiden ibaret. Kendimi bildim bileli Beşiktaşlıyım desem yanlış olur. Ben kendimi bilmiyorken de Beşiktaşlıydım. Hatta ben daha doğmadan bile Beşiktaşlıydım desem yalan olmaz. Beşiktaşlı olmak ailemden bana geçen genlerin bir parçasından başka bir şey değildi. Beşiktaş’ın kötü gittiği zamanlar belki de benim gördüğüm iyi gidişatlarından daha fazla olmuştur. Fakat her zaman bu takımı tutmanın bir duruşu ve anlamı vardı. Takımın misyonu ve duruşu, taraftar grubunun yaptığı protestolar ve kulüp yapısı ile Beşiktaşlı olmak “galibiyetlerüstü” bir yerdeydi. Bir maçta son dakika kaçan bir pozisyonla galibiyet kaçınca bütün futbolcuların kendini yere bırakması, Van depremi sonrası sahaya atılan atkılar ve formalar, taraftar gruplarının hiçbir zaman bitmeyen desteği ve yaratıcı tezahüratları, ve daha bir çok şey Beşiktaşlı olmak için yeterli şeylerdi… Beşiktaş’ın başkanları her zaman protesto edilmiş ve tabiri caizse “küfür kıyamet” gönderilmiştir. Efsane ve onursal başkan olarak anılan Süleyman Seba için bile aleyhinde tezahüratlar yapmıştır Beşiktaş taraftarı. Seba’dan sonraki başkanlar da ağır ve sert protestolarla karşı karşıya kalmışlardır. Bu protesto ve tepki dönemleri bir başka deyişle takımın kötü gidişleridir. Bu kötü gidiş dönemlerini söylediğim gibi çok fazla görmüş olsak da bugünlerde yaşadığımız kötülüğü, rezilliği ve iş bilmezliği daha önce Beşiktaş’ı geçtim başka hiçbir takım yaşamış mıdır? Zannetmiyorum. Beşiktaş’ın bu dönem içerisinden geçtiği süreçte ilk başta başkan ve yöneticiler olmak üzere çok fazla saçmalıklarla taraftarı kulüpten soğuma noktasına getirmiştir. Kötü giden dönemlerde verilebilecek en mantıklı kararlardan biri olan seçime gitme kararı bile hatalı (çok ileri bir tarihe) alınmış ve protestoların dinmesine, kulüpteki gergin havanın dağılmasına sebep olamamıştır. Bu dönemlerde bu yönetimin verdiği kararları, takımdaki futbolcuların umursamazlık seviyelerini ve seçimdeki başkan adaylarını görmek Beşiktaş üzerine hiçbir zaman sormayı düşünmeyeceğimi zannettiğim bir ikilemi aklıma getirdi: Acaba bu gördüğüm Beşiktaş benim bildiğim o Beşiktaş değil ve bundan uzaklaşıp bırakmak mı gerek yoksa biraz daha bağlanmak mı? Bu sorunun cevabı her zaman bellidir benim için: Beşiktaş bırakılmaz! Fakat bu soruyu düşünüyor olmak bile o kadar çok sevdiğin -hatta belki abartarak sevdiğin- ve hayatının önemli bir parçası olan değerlerin hakkında böyle düşünmenin çok fazla üzücü olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Gelinen bu noktada hiç kimsenin de Beşiktaş’ın iyiliğini düşünmediği de aşikar. Herkes sadece bir şekilde seçilecek yönetimde olmayı ve kendine bir “güç” ve “title” katma peşinde. Bu durum 2018 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin o dönemki cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin yaşadığı asansör tartışmasına benzemekte: Bir sabah parti genel merkezine gelen sayın İnce asansöre biniyor ve onunla “yanında” yukarı çıkmak isteyen herkes o asansöre biner. Fakat asansör aşırı yükten hareket edemez, birilerinin asansörden inmesi söylenir ve kimse o asansörü terk etmeyince en sonunda Muharrem İnce’nin kendisi iner. Beşiktaş’taki durum da bir nevi budur. Kimse fedakarlık yapmak istemiyor, kimse Beşiktaş’ın iyiliğini kendi çıkarlarının önünde düşünmüyor… Benim için Beşiktaş her zaman umuttan ibaretti. Bu takımı romantik bir şekilde tutan ve aşık olmuş bir taraftarım: Benim için Beşiktaş umuttur. Fakat ben kendimi ilk defa bu kadar umutsuz ve karamsar hissediyorum. Çok büyük olasılıkla Beşiktaş’ı zor ve karmaşık günler bekliyor. Bu gönülden seven taraftarlar için çok sıkıntılı ve rahatsız edici günler demektir. Sonuç olarak ilk başta sorduğum soruya geri dönmek istiyorum: Bir takımı tutmaktan vazgeçilebilir mi? Bilmiyorum, ama Beşiktaş’tan vazgeçilmez. Tarihte yaşanmayan rezilliklerle dolu bir yönetim ve dönemden geçse de her hafta Beşiktaş maçlarını hala heyecanla bekliyorum, çocukken gittiğim ve tribünleri izlemekten maçı izleyemediğim stat atmosferleri hala gözlerimde, evde Beşiktaş gol atınca babama sarılmam hala aklımda, maç bittikten sonra skoru anneme söylemek için koşturma heyecanımı hala hissediyorum, Beşiktaş’ı seviyorum. Yazımı babamın çok sevdiğim bir lafıyla tamamlamak istiyorum: “Ben Beşiktaş’ı futboldan, Beşiktaşlılığı da Beşiktaş’tan daha çok seviyorum.”

Ali Aktaş

15 dk.

Miras

Miras

Kelime anlamı olarak birine bir yakınından kalan mal mülk para veya servet. Ancak aslında çok daha fazlası. Miras sadece maddi değil, daha önemli olarak manevi olarak bırakılır. Mesela bir neslin kendinden sonraki nesle bıraktığı hayat, bir ailenin çocuklarına bıraktığı vizyon, veya yüzyıl kadar uzanan hür düşünen birey olabilme ayrıcalığı. Benim için iki kat önemli bir 29 Ekim, hem cumhuriyetin yüzüncü yılı hem de annemin doğum günü. İki çok büyük mirasa sahibim, ailem ve cumhuriyet. Çok şanslıyım. Ancak bir de zor yanından bakalım, iki mirasa da layık olabilmek, iki mirası da taşıyabilmek ile yükümlüyüm. Mirasa sahip olmak bir şans, ancak devam ettirebilmek bir görev. Bana göre miras, bize bırakılan ve bizim algilayabildigimiz her şey. En önemlisi vizyon, düşünme tarzı ve hayata karşı duruşumuz. Kalıp fikirler değil , fikirlerimizi oluşturma yolu ve biçimi. Fikirler değişir, değişmeli de, zamana uyum sağlamalı, ancak fikirlerimizi oluştururken sadık kaldığımız kalıplar önemli. Büyüdükçe insan kendine idoller arıyor. Yol göstericiler hayatı yaşamayı kolaylaştırıyor, bir vizyon sağlıyorlar. Her şeyi mutlak doğru kabul edip tamamen taklitten bahsetmesem de, bir taslak oluşturuyor. Büyüyünce ne olmak istiyorsun sorusu sadece çocuklara sorulmuyor gençler de sürekli kendilerine soruyor. Belki büyükler bile yaşlanınca nasıl biri olmak istediklerini soruyorlardır. İdollerimizin özendiğimiz özelliklerini alarak ortaya kimsenin tıpatıp aynısı olmayan ama belirli insanlardan imareler taşıyan bir karma yaratıyoruz. Her gördüğümüz kişilikten bir parça taşıyarak şekilleniyoruz. Etkilendiğimiz herkes bize bir miras bırakıyor aslında, illa canlı temasa gerek yok, okuduğumuz, izlediğimiz veya dinlediğimiz her hikaye bizi biraz daha şekillendiriyor. Kim olmak istediğimizi veya kim olmak istemediğimize karar veriyoruz. Hani ilk işe girip sevmeyenler derler ya, ne yapmak istemediğimi gördüm diye. Bazı kişiler de bize kim olmak istemediğimizi hatırlatır, öyle bir miras bırakır. Böyle küçük küçük miraslarla şekilleniriz işte, kalıplarımız oturmaya başlar. Ancak işte bazı miraslar diğerlerinden çok daha büyüktür. Büyürken izlediğimiz, özendiğimiz, ister istemeden örnek aldığımız ailemiz bizi en çok etkileyen şeylerden. Ve tabiki ister istemeden içine doğduğumuz ülkemiz, kültürümüz. İşte bu yüzden çok şanslıyım diyorum. Hem bana çok güzel örnek olan bir ailem hem de bize emanet edilen bir cumhuriyet. İşte buraya kadar şansımız yaver gitti diyelim, ancak bundan sonra görevimiz başlıyor, emanetlerin değerini bilmek ve onlara sahip çıkabilmek. Peki emanetlerimize nasıl sahip çıkabiliriz? Bence her şeyden önemlisi emanetlerimizin ne olduğunu iyice anlamamız gerek. Neslimizin en büyük sorunu heralde ezberlerle hareket etmek, üzerine düşünmemek. Ancak bize bırakılan miras ise tam tersi, özgürce düşünmek, aklımızı kullanmak, kalıplara girmemek. Cumhuriyet bir yönetim biçimi ama aynı zamanda bir vizyon projesi; akılcılık, rasyonalite ve en hakiki mürşit olan ilimin peşinden koşma gayesi. Kendimi de içine katarak neslimizle ilgili naçizane görüşüm, odaklanmanın gittikçe daha da zorlaştığı bu çağda biz de gittikçe düşünmeyi bırakıyoruz. Kalıplara girip sürükleniyoruz, tartışmıyoruz, üzerine düşünmüyoruz. Yani bize bırakılan akılcılık mirasının tam tersine yürüyoruz. Bu yolu doğru yürüyen ve bu yazıyı yazarken tanıştığım birkaç somut cumhuriyet başarılarıyla yazımı bitirmek ve tanımayanları da tanıştırmak isterim. Semiha Berksoy; Türk opera sanatçısı , tiyatrocu ve ressam. Türkiye’nin uluslararası tanınmış ilk sanatçılarından. Safiye Ali; Türkiye Cumhuriyetinin ilk kadın tıp doktoru. Remziye Hisar; Türk kimyager, kimya biliminin Türkiyedeki ilk kadın öncülerinden, Sorbonne Üniversitesinden doktora alan ilk Türk Kadın ve daha nice idoller. Çok şanslıyız çünkü çok özel bir mirasa sahibiz ama aynı zamanda çok çalışmalıyız ki bu mirası koruyabilelim. Parmağı hiç bir zaman unutturmayalım ama, parmağın gösterdiği yeri de asla ihmal etmeyelim.

Yunus Emre Tekgül

10 dk.

İkilemlere düşmeli mi? Düşmemeli mi?

İkilemlere düşmeli mi? Düşmemeli mi?

Mavi kotu mu giysem keten pantolonlarımı mı? Hamburger mi yesem pizza mı? Maçı evden mi izlesem stattan mı? Ülkeme gelen bir terörist saldırısına, karşı taraftaki sivil vatandaşları tamamıyla hiçe sayıp bombardımanla karşılık mı versem yoksa belki de bu konuda haklı olmama rağmen güç diferansiyelimden yararlanmadan olayı nasıl kökünden ve sivillere zarar vermeden çözebilirim onu mu bulmaya çalışsam? Hepsi, ve açıkçası sonuncusu da dahil(!), gündelik hayatta bolca karşılaştığımız o enteresan hadiseye örnek: ikilem. Dünyanın bize sunduğu milyonlarca farklı denklemde sonucu iki şıkka indirgeyip arasında kaldığımız o durumlar: Olmalı mı olmamalı mı? Kaçmalı mı, savaşmalı mı? Varoluş mu yok oluş mu? Her biri birbirinden çetrefilli düşünce zincirleri, varsayımlar ve kararlar içeren bu ikilemlerde herhangi bir sonuca varmak oldukça zor. Bireyin içsel meclisi içerisinde söz alan vicdan, akıl, etik ve mantık kimi zaman bir konsensusa varmakta zorlanıyor; birinin artı gördüğü, öbürünün gözünde kocaman bir eksi olabiliyor. Bu anlaşmazlık bizi hem bireysel hem de toplumsal boyutta bazen çözümsüzlüklere itse de aslında varlığı kendimizi insan atfedebilmemizde kritik bir rol oynuyor. Gelin ikilemlerin bizi insanlığımıza nasıl bağladığına ve ikilemlere düşmemenin neden tehlikeli olduğuna beraber bakalım. Doğa belgeselleri izleyenlerimizin çoğunun denk gelmiş olabileceği klasik sahnelerdendir: 1. Genç bir erkek (alfa) aslan kendine yeni bir hükümdarlık alanı edinebilmek için dolaşmaktadır. 2. Karşısına başka bir erkek aslanın hüküm sürdüğü topraklar çıkar. 3. Genç aslan “fırsat bu fırsat” diyerek orada hüküm süren alfayla bir hakimiyet dövüşüne girer. a. Eğer genç kazanırsa eski hükümdar sürülür, genç yeni aslan hareminin alfası olur, eski hükümdarın tüm yavrularını öldürür ve kendi soyunu yaratmaya başlar. b. Eğer hükümdar kazanırsa hükmü devam eder. Soyunu devam ettirir Son aşamada yeni genç aslanın yaptığı ne bir soykırım, ne bir katliam ne de “akıl almaz bir vahşettir”. Duygu süzgecimizden geçirdiğimizde bizi hüzünlendiren bu olayın genç aslanı bağlayan hiçbir tarafı yoktur. O yeni fethedilmiş bir alandaki bir rakibin yavrularını gördüğünde ikileme düşmez. “Onları öldürüp kendi soyumu devam ettirmeye mi başlasam yoksa onları da kendi soyummuş gibi yetiştirip sürümün boyutunu mu arttırsam?” gibi sorular sormaz. (Burada önemli bir açıklama yapmak istiyorum. Günümüz teknolojisinde bile hayvanların ne düşündüklerini, ne hissettiklerini, ve bunların eylemlerini nasıl yönlendirdiğini anlamamızı sağlayan bir bilgi birikimine ulaşmış değiliz. Bu doğrultuda yapılan çıkarımlar ve ifadeler sadece sahip olduğumuz gözlemlerden yapılmaktadır.) Kendi doğası gereği, sadece kendi soyunu devam ettirme dürtüsü ile kendine ait olmayan yavruları öldürür. Bu ve bunun gibi bölge, kaynak, harem vb. unsurlardan dolayı kavgalar doğada birçok hayvanda görülebilir. Bu ikileme düşülmemiş kesin karar tavrından keskin bir farklılık gösteren (özellikle primatların başını çektiği bazı canlıların ara sıra rastlanan davranışları dışarıda tutularak) tek hayvan ise “homo sapiens sapiens” dir. Latince Sapio kelimesinden gelen “sapiens” farkları ayırt edebilen, anlayabilen, bilen, zeki anlamına gelir. Dolayısıyla insan, tanımı gereği, bilen, anlayabilen ve düşünebilen canlıdır. Bu yeti, bize farklı opsiyonları tartmayı, sadece kazancı (maddi, cinsel, entelektüel, zamansal, ideolojik vb.) ya da mantığı değil, etiği, vicdanı ve insan hayatının önemini de teraziye koyma imkânı ve sorumluluğunu veriyor. Bir kazancı ya da hedefi, “öbür aslanın alanını” elde edebilecek her türlü güç, kaynak ve destek üstünlüğüne sahipken bile bu yıkıcı gücü kullanmakta tereddütte düşme, ikilemlerde kalma sorumluluğunu yüklüyor bize aslında. O bomba ya da roket düştüğünde ne olacak? Kaç bin sivil ölecek? Kaç tane çocuğun binlerce olasılığa evrilebilecek hayatı son bulacak? Bir ideolojik ya da politik ilerleme ya da savunma herhangi bir insanın hayatından değerli mi? “Onların” ölmesi tamam da “bizim” ölmemiz mi sıkıntı sadece? Seçeneklerimiz arasında değerlendirdiğimiz eylemlerin bu derece korkunç olması bir yana, daha da korkunç olan gerçek ise artık bazı insanların, örgütlerin, kurumların ve ülkelerin bu ikilemlere bile düşmüyor oluşu. Güç ve çıkar dengesi içerisinde güçlü ele sahip olan taraf her zaman o gücünü kullanıyor; “karşı tarafa” verdiği hasar, aldığı canlar umurunda bile değil. İster 1000 çocuk ölsün, ister 10.000. “Onlardan” öldüğü müddetçe bir sakıncası yok. Tarihin en büyük diktatörlerinden Stalin ne demişti bize: “1 kişinin ölümü trajedi, milyonların ölümü istatistiktir”. Bu gerçekten kaynaklanacak ki tüm dünya olarak da birkaç seçkin azınlık ulus (genelde beyaz ve Avrupalı oluyorlar ne hikmetse) hariç milyonlarla zarar gören birçok ulusu ve insanları dünya olarak sadece izliyor, ve daha da korkuncu normalleştiriyoruz. İnsanlar arasında yarattığımız bu yapay ve ironik insanlık dışı değer ayrımı bizi bu ikileme düşmeyen vahşi kararlara itiyor. Böyle davranırken “kendimizi bilen, akıllı insan” olarak tanımlama kibrini nasıl gösterebiliriz? O, aklımızı ve düşünme yetimizi kullanmazsak, eylemleri vicdan, etik ve de en önemlisi hayat çerçevesinde tartmadan, tereddütte ya da ikileme düşmeden gerçekleştirirsek ne kalır insanlığımızdan? Kendimizi o çok üstün gördüğümüz hayvanlardan tek farkımız onların yarattığı ölümlerin doğal yaşamın bir parçası olup bizimkinin katliamlar, vahşetler ve trajediler silsilesi olması olur. Yanlış anlaşılmak istemem. Bu tarz tereddütsüz ve ikilem olmadan gerçekleştirilen yanlışlar sadece savaş sahnesinde savaş suçu olarak işlenmiyor. Gündelik hayatımızda da insan ve hayvan arasındaki çizginin bulanıklaştığı enteresan(!) kesitler ya izliyoruz ya da bizzat tanık oluyoruz. (Normalde gerilerek tanık ya da parçası olduğumuz bu olaylara belki de bir hayvan belgeseli izliyor edasıyla yaklaşmalıyız. Nasıl olsa öznelerin pek bir farkı kalmıyor). Tamamıyla tıkalı bir yolda sürekli şerit değiştiren, gerekmediği halde çakar takıp emniyet şeridinden giden, yol üstünlüğü ya da apaçık bir şekilde geçiş şansı olmamasına rağmen boşlukları zorlayan (ve bu barbarlığı kütlesi, copu ya da bıçağıyla destekleyen) ve bu gibi birçok insan müsveddesi de aynı insanlık dışılığın bir parçası. Trafikte birinin önüne kıran araç da, çalışanına bağıran patron da aynı güç diferansiyelinden yararlanarak kendi isteğine ulaşıyor fakat bu uğurda insan haklarını, saygıyı, ahlakı ve etiği göz ardı ediyor. Bu edinilmiş refleks “maymun gördüğünü yapar” misali toplumun her köşesine yayılıyor ve farklı güç dengesi olan neredeyse her yerde bu tarz durumlarla karşılaşıyoruz. Güçlü sadece ezebildiği için zayıfı eziyor. Binlerce yıllık keşiflerimizin, bilimsel buluşlarımızın, yarattığımız sanat eserlerinin, mühendislik harikası aygıtların, geliştirdiğimiz kültürlerin sonucunda yüce(!) insan türü, homo sapiens sapiens, olarak seçtiğimiz şahane yaşam biçimi bu mu? 8 küsür milyarlık insan nüfusu olarak ezelden beri gelen “ben-sen” kavgasını hayvan edasıyla sürdürmek mi kaderimiz? Öyleyse ne yazık... Kim bilir, belki orangutanlar araba kullanabilseydi ya da roket atabilseydi bizden çok daha insan olurlardı... ÖNEMLİ NOT: Ben bu yazıyı yazarken tarih 29 Ekim, yani Cumhuriyet Bayramımız. Ve eğer Türkiye Cumhuriyeti’nde (her ne kadar kendi içinde problemleri olsa da) özgürce nefes alabiliyor, hür bir şekilde yaşayabiliyorsak bunu zamanında en zor ikilemlerde kalmış, fakat zekâsı, vicdanı ve insanlığıyla hepsinde inanılmaz sonuçlara ulaşmış olan Mustafa Kemal Atatürk’e borçluyuz. Teşekkür ederiz Atam. Hepimizin Cumhuriyet Bayramı bir kez daha kutlu olsun!

Kaan Sayın

15 dk.

MÜLTECİLİKTEN DÜNYA VE AVRUPA MVP’LİĞİNE: MELİSSA VARGAS

MÜLTECİLİKTEN DÜNYA VE AVRUPA MVP’LİĞİNE: MELİSSA VARGAS

Spor tarihimizin en büyük başarılarını yaşadık. Hem duygulandık hem gururlandık. Hani bir beyaz eşya markasının reklam sloganı var ya “Biz Voleybol Ülkesiz”, Filenin Sultanları hem Dünya’nın hem de Avrupa’nın en iyisi olarak bunu kanıtladı. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk kadını için söylediği “Ey kahraman Türk kadını sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklerde yükselmeye layıksın” sözü ete kemiğe büründürdüler. Filenin Sultanları hem 3 metreye ulaşan blokları, smaçları ile göğe yükseldi hem de topun zemine değmemesi için kendilerini yerden yere attı. Deyim yerindeyse bir oraya bir buraya havalarda uçtular. MALATYALI MELİSA VARGAS Kaptan Eda Erdem’i, deli kız Ebrar Karakurt’u, blokları ile savunmanın vazgeçilmezi Zehra Güneş’… ve daha niceleri. Her birinin hırsı ayrı tutkusu ayrı hikayesi ayrı. Ama bu hafta Milli Takım’ın yeni bir üyesinin hikayesini anlatacağım sizlere. Melissa Vargas, ya da tam adı ile Melissa Teressa Vargas Abreu. Ya da Malatyalı Vargas mı desek, çünkü o kendini Malatyalı olarak tanımlıyor. Türk vatandaşlığı olduğunda ilk sorulan “Vatandaşlığı aldın da sen nereli hissediyorsun Türkiye’de” sorusuna kendine has samimiyeti ile “Federasyon Başkanı Akif Üstündağ nereli ise ben de oralıyım diyerek cevap vermişti. Olimpiyat Elemelerinden sonra Malatya Belediye Başkanı tarafından tescillenecek Vargas’ın Malatyalı oluşu. KÜBA’DA DOĞDU BİZDEN BİRİ OLDU Dönelim hikâyenin en başına… 16 Ekim 1999’da Küba’nın Cienfuegos şehrinde dünyaya gelen Vargas’ın babası da profesyonel bir sporcu; hentbol oyuncusu. Vargas henüz 6 yaşındayken voleybola ilgi duyuyor. Doğduğu şehrin sokaklarında arkadaşları ile oynamaya başlıyor. Çok değil 2 sene sonra okul takımına katılıyor. Okulu adına oynadığı senelerdeki başarıları ile çocuk yaşta “Küba Voleybolunun Geleceği” olarak adlandırılıyor. Kulüpler bu yeteneği kaçırmak istemiyor tabii. 12 yaşında doğduğu şehrin takımı ile antrenmanlara ve maçlara çıkıyor. Ve aynı sene Küba 20 yaş altı milli takımına çağrılıyor. 2 sene de yeteneği ile 23 yaş ve altı milli takımına sıçrıyor. Ve yeteneğinin haberi ülke dışına taşıyor. 2015-2016 sezonunda Çekya’nın Agel Prostějov takımına transfer oluyor. İLK SAKATLIK VE TÜRKİYE YOLU Transfer olduğu sezonun sonuna doğru omzundan sakatlanıyor ve tedavisi için ülkesinin daveti ile Küba’ya dönüyor. Aslında asıl hikâye burada başlıyor. Babası ve Vargas Küba’nın sağlık imkanlarından memnun kalmaması sebebiyle ülke dışında tedavi görmek istiyor. Bu isteği ile disiplinsiz ve hain olarak 2017’den itibaren 4 yıl milli takımdan men ediliyor. Bunun üzerine İsviçre takımı olan Volero Zürich takımına mülteci/sığınmacı sporcu statüsüyle transfer oluyor. Vargas yaşanan süreci “Pişman değilim dünyanın en iyi voleybol oyuncusu olmak istiyorum” sözleri ile değerlendirdi. Bir sezon Zurich’te oynadıktan sonra Fenerbahçe Başkanı Ali Koç’un çabaları ile Vargas’ın yolu Fenerbahçe Opet ile birleşiyor. Vargas’ın geldiği 2018-2019 sezonunda 622 sayı, 63 ace (servisten gelen sayı) ile en iyi skorer ve en iyi servis atan olarak adından söz ettiriyor. Sezonun en iyi 6’sında da yer alıyor. Fenerbahçe Opet o sezonu ligin en iyilerinden Vakıfbank’ın ardında ikinci bitiriyor. 2019-2020 ve 2020-2021 sezonlarında performansında yaşanan bir düşüş ile Çin Ligi takımlarında Tianjin Bohai Bank’a kiralık olarak gönderiliyor. Ama Türk Voleybolu Vargas’ın üzerinden gözlerini ayırmıyor. SIRP - TÜRK İKİLEMİ Vatandaşlık ve milli takım sporculuğu için Sırplar da devredeydi. Fenerbahçe Opet'e geldiği ilk sezonda beri yeteneği ile Sırbistan Milli Takım antrenörü Zoran Terzic'in de radarına takıldı. Büyük uğraşlar sonucu Vargas, Sırplar vatandaşlığa almak için çok uğraştı. Fakat Uluslararası Voleybol Federasyonu FIVB, Küba'nın izni olmadan milli takımda oynamasına onay vermedi. 4 yıllık olan mili takımdan men cezasından 2 yılı kalmıştı. Bu sebeple Küba da Sırbistan’ın talebine olumsuz yanıt verdi. MELISSA VARGAS TÜRK VATANDAŞI Türkiye yetenekli ismi elinden kaçırmamak için 2021 yılında Vargas'ın Türk vatandaşlığını ilan etti. Sırbistan vatandaşlığa almak ve milli takımda oynatmak için devreye girmişken ve resmi işler tamamlanmak üzereyken üst düzey siyasi isimler ve Voleybol Federasyonu Başkanı gayretleriyle Melissa Vargas’a vatandaşlık verildi. Ancak ay-yıldızlı formayı giymesi için hem belli bir sürenin geçmesi hem de Küba’nın verdiği men cezasının bitmesi gerekiyordu. KİMLİĞİ CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN VERDİ Akif Üstündağ başkanlığında Türkiye Voleybol Federasyonu'nun, Melissa Vargas Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını alması konusunda başvuruyu gerçekleştirdi. Federasyonun başvurusu 10 Nisan 2021 tarihinde onaylandı ve Vargas artık resmen Türk vatandaşı oldu. Türkiye Cumhuriyeti Kimlik kartını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan aldı. VARGAS’IN KATKISI İLE DÜNYA VE AVRUPA BİRİNCİSİ Men edilmeden önce Küba milli takımı için oynadığı dönemde birçok bireysel başarıya imza attı. 2014 senesinde Pan-Amerika 23 Yaş Altı Kupasında en iyi smaçör ödülünün sahibi oldu. Aynı sene Orta Amerika ve Karayipler Oyunlarında en iyi pasör çaprazı ödülünü de kazandı. 2015 senesinde Pan-Amerika Kupası ve Oyunlarında en iyi pasör çaprazı ödülü ile birlikte Dörtlü Final Kupasında en iyi servis atan oyuncu ödülü, ORCECA Pan-Amerika Kupası Altılı Finalinde en iyi servis atan oyuncu ödülü, Pan-Amerika Kupasında en iyi servis atan oyuncu ödülünü de kazandı. Ancak Küba milli forması ile takımsal olarak başarı elde edememişti ta ki Türkiye milli formasını giyene kadar. Vargas, 2021'de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduktan sonra milli takıma katılabilmek için FIVB kuralları gereği iki yıl bekledikten sonra bu sene milli takıma davet edildi. Türk milli forması ile çıktığı ilk turnuva olan 2023 FIVB Voleybol Kadınlar Milletler Liginde Türkiye ile şampiyonluğa ulaşıp büyük başarı gösterdi. Ve Türkiye Dünya Birincisi olarak tarih yazdığı şampiyonlukta imzası bulunuyor. Bunla da bitmiyor. Yine bu sene oynanan CEV Avrupa Kadınlar Voleybol Şampiyonası'nda da şampiyonluğun en önemli mimarlarındandı. Ayrıca 112 km/h servis hızı ile kadınlar voleybolunda dünya rekoru kırdı. Rekorun bir önceki sahibi Türk milli takımının finaldeki rakibi Sırbistan’ın en iyi oyuncusu 111,4km/h ile Tijana Boskovic’e aitti. Vargas aynı şampiyonanın finalinde 41 sayılık skor katkısı ile Türkiye'nin şampiyon olmasında büyük katkısı oldu. FİNALE İKİ İTALYAN İMZASI CEV Avrupa Kadınlar Şampiyonası Finaline iki takımının teknik direktörlüğü İtalyan uyrukluydu. Sırbistan teknik direktörlüğünde daha önce Türkiye’yi de çalıştırmış İtalyan Giovanni Guidetti, Türkiye teknik direktörlüğünde daha önce Sırbistan’ı da çalıştırmış olan Daniele Santarelli yer alıyordu. Giovanni Guidetti ile Türkiye çok kez finale kalmış ama sonu hüsranla sonuçlanmıştı. Ama yazımızın başında da bahsettiğim Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözünü unuttuk sanki. Ne şampiyonlara layık bir şekilde Türkiye’ye döndüler ne de hak ettikleri şekilde havalimanında karşılandılar. Ebrar Karakurt’un da dediği gibi; “Boş yapmıyoruz.” Biz Filenin Sultanları ile gurur duyuyoruz. Onlarla seviniyoruz, onlarla duygulanıyoruz! Sırada yeni bir hikâye var; 2024 Paris Olimpiyat Oyunları. Filenin Sultanları Japonya’da oynanan Olimpiyat elemelerinde Porto Riko’yu, Bulgaristan’ı ve Brezilya’yı 3-0; Peru’yu ve Arjantin’i 3-1 yendi ve 5’te 5 yaparak Paris 2024 kapısını araladı. Dünya Birincisi, Avrupa Şampiyonu kızlarımız bu hafta sonu oynanan 2 maç ile Olimpiyat vizesini elde etti. 23 Eylül Cumartesi günü elemelere ev sahipliği yapan Japonya ile karşı karşıya geldi. Filenin Sultanları deyim yerindeyse kıran kırana geçti. Her seti birbirine yakın yakın sonuçlarla biten maçta 3-1 galip gelen kızlarımız Paris vizesini garantiledi. Ertesi gün oynanan son maç olan Belçika karşısına liderlik için çıktı. Sultanlar Belçika’ya parkeyi dar ederek aldığı 3-0 skor ile 2024 Paris Olimpiyatları vizesini liderliği ile taçlandırdı. Tebrikler Filenin Sultanları! Paris 2024’ün sonu da dileriz ki şampiyonluk olsun. Cumhuriyetimizin 100’üncü senesini üç şampiyonluk ile kutlayalım. Bu coşkumuza dar gelsin bütün salonlar, Paris, Fransa! Yürekten desteğimiz, kalbimizle ve aklımızla onlarla.
erce

Erçe Aktaş

20 dk.

Monty Hall Problemi

Monty Hall Problemi

Çok klasik profil fotoğrafı saçma bir emoji olan Facebook gruplarında da karşımıza çıkabilecek, büyük ihtimal daha önceden de bildiğiniz bir matematik problemi bu. Bildiğiniz bir problemse bile yazıyı okumaya devam edebilirsiniz. Hem hafızanızı tazelemiş olursunuz hem de belki benim anlatım tarzımı daha eğlenceli bulursunuz. Şimdi şu basit matematik sorusunu anlayalım. Karşınızda üç tane kapı var. Size kapılardan bir tanesinin arkasında bir ödül olduğu söyleniyor ve sizden birini seçmeniz isteniyor (diyelim ki siz soldaki kapıyı seçtiniz). Siz seçiminizi yaptıktan sonra seçmemiş olduğunuz iki kapıdan hangisinde ödül olmadığı gösteriliyor (diyelim ki ortadaki kapının arkasının boş olduğunu gösteriyorlar). Bu yarışmayı düzenleyen insanlar çok iyi, melek kalpli insanlar oldukları için size şu soruyu yöneltiyorlar: “Yarışmaya seçtiğiniz kapıyla mı devam etmek istersiniz yoksa seçmediğiniz (sağdaki) kapıyla mı devam etmek istersiniz?” İnsan hiç düşünmeden sorunun ne kadar gereksiz olduğunu hissediyor. Ne fark eder, bir kapının açılmış olması neyi değiştirir ki? Kapı açılmadan önce de bir kapıda ödül olma ihtimali 1/3’tü şimdi de 1/3. Ancak biraz düşündüğünüzde sorunun size boş yere sorulmadığını ve aslında çok fazla şey değiştireceğini görüyorsunuz. Tıpkı kız arkadaşınızın “Bu elbisenin açık grisini mi yoksa koyu grisini mi alsam?” demesi gibi veya erkek arkadaşınızın “Televizyonun boyu 55 inç mi olsun yoksa 65 inç mi olsun?” demesi gibi bir şey değiştirmeyecek zannedilen ama aslında çok fazla şey değiştirecek bir soru bu. Başlangıçta hiçbir bilginiz yoktu. Herhangi bir kapının arkasında ödül olma ihtimali 1/3’tü. O yüzden rastgele soldaki kapıyı seçmiştiniz. Ödülün soldaki kapıda olma ihtimali 1/3 ama ortadaki veya sağdaki kapıda olma olasılığı 2/3. Ortadaki kapının arkasının boş olduğunu artık biliyoruz. Şimdi ödülün solda olma ihtimali yine 1/3, ortada veya sağda olma olasılığı yine 2/3. Ancak ortadaki kapıda ödül yok. Yani ortada ödül olma olasılığı 0. Bu durumda orta + sağ = 2/3 ve orta = 0 olduğuna göre ödülün sağda olma ihtimali 2/3. Evet, kapınızı değiştirmelisiniz. Bu konuyu daha iyi anlamak için örneği büyütelim. Bir masada 99 tane yeşil ve 1 tane kırmızı kart var. Gözleriniz kapalı bir şekilde bir kart seçiyorsunuz. Kırmızı kartın elinizde olma ihtimali %1, masada olma ihtimali %99. Şimdi yine iyi yürekli bir insan masadan 98 tane yeşil kartı kaldırıyor ve size kartınızı değiştirip değiştirmemek istediğinizi soruyor. Siz de içgüdüleriyle değil düşünceleriyle hareket eden bir hayvan olduğunuz için tabii ki deyip kartınızı değiştiriyorsunuz ve kırmızı kartı buluyorsunuz. Bunun televizyondaki örneği zamanında Acun Ilıcalı’nın sunduğu Var Mısın Yok Musun programı. Oyunun başında size bir kutu seçtirilmiş ve oyun boyunca keyfinize göre bazı kutular açtırılmış. Şimdi oyunun sonundasınız ve sadece iki kutu kalmış. Birinde 5 TL var diğerinde ise tamı tamına 500.000 TL. Sizden büyük ödülü bulmanız isteniyor, ne yapardınız? Karşınızdaki adama: “Ahmet abi nasıl büyük hissediyor musun?” diye mi sorardınız yoksa ilk yaptığınız tercihe sadık mı kalırdınız? İlk tercihe sadık kalmak psikolojideki Çapa etkisine benziyor. Çapa etkisini verilen seçenekleri ilk seçeneğe göre değerlendirmek diye özetleyebiliriz. Mesela arabanıza sigorta yaptıracaksınız ve ilk önce A şirketinden fiyat aldınız. Bilinçli bir tüketici olduğunuz için bir de B firmasına gittiniz ve size A’nın tam dört katı pahalı bir fiyat söylediler. Aklınızdan ilk geçen şu olacaktır: “Siz kimi kandırıyorsunuz kardeşim bu fiyata da sigorta olmaz ki! Kimseye güvenilmez bu devirde.” Ancak ilk önce B şirketine gitseydiniz ve sonrasında A şirketi size 4 kat ucuz bir fiyat söyleseydi şöyle derdiniz: “Bunlar neden bu kadar ucuz ki? Arabanın başına bir şey gelse bunlardan para almak için senelerce uğraş dur. Ben ucuza kaçıp başıma dert almayayım. Kimseye güvenilmez bu devirde.” İlk kapıyı seçtikten sonra çapayı atıyorsunuz ve o çapadan uzaklaşamıyorsunuz. İlk yaptığımız seçimi değiştirmekten korkuyor, onu değiştirmek istemiyoruz. İlk seçimimiz yanlış çıksa üzülüyoruz ama seçimimizi değiştirsek ve hata yaptığımızı görsek kahroluyoruz, uyuyamıyoruz, bu hikayeyi çocuklarımıza ve sonrasında da torunlarımıza anlatıyoruz. Öyle ki rastgele bir seçim yaptığımızda bu kararın sorumlusu biz olmuyoruz. Karar bir illüzyon oluyor ve her şey şansa, tanrının zar atmasına bağlı oluyor. Ancak kararımızı değiştirdiğimiz anda dümene geçmiş oluyoruz ve kararımızın sorumluluğunu üstlenmiş oluyoruz ama biz sorumluluk almak istemiyoruz. Kim rutininden çıkmak, kaybetmenin sorumluluğunu almak ister ki? Bu o trenin yönünü değiştirme ikilemine benziyor. Sorumluluk almak, karar vermek ve böylece tanrıyı oynamak. Başlarda insan içgüdüleriyle değil aklıyla hareket eden bir hayvandır demiştim değil mi? Ancak insan bir kapıyı değiştirme kararını bile tam olarak benimseyemiyor, ürküyor, hata yapmaktan kaçıyor ve bu yüzden hiçbir aksiyonda bulunmak istemiyor. Marketlerde ne kadar çok süt çeşidi var değil mi? Tam yağlı vanilyalı badem sütü, yarım yağlı vanilyalı badem sütü, tam yağlı çikolatalı badem sütü, Hindistan cevizi sütü, kaju sütü, fındık sütü, manda sütü, keçi sütü, inek sütü... Ve markette bunların etiketlerini okuyup karar vermeye çalışan insanlar, insancıklar var. Oysa gerçekten ne gerek var tanrıyı oynamaya? Siz en iyisi tam yağlı inek sütü alın. Babaanneniz de onu alırdı ne de olsa.
Foto

Bora Tavman

10 dk.

İkilem

İkilem

Hayatımızda gerçekleşen tüm kırılımlar, beklentilerimizle içinde bulunduğumuz “gerçekliği” etkileyen pek çok değişken unsurun; göz ardı edilemeyecek şekilde birbirlerinden uzaklaşması sonucunda ortaya çıkarlar. Bir zamanlar aynı yolda yürüyen bu iki yabancı, zamanla ortak bir paydada buluşmakta zorlanır ve evrenin en temel kanunlarının tesirinde mutlaka düzeltilmesi gereken mühim bir anlaşmazlığa doğru sürüklenirler. Bu kaos döneminden hallice durum, bizlere hayatımız boyunca kendini belirli aralıklarla gösterirken, yaşantılarımızda da zamansız bir döngü şeklinde yer bulur bir şekilde. Beklenti-gerçeklik uyuşmazlığından kaynaklanan çatışma ve sonrasında ortaya çıkan kırılım; içsel kargaşamızın tekrardan düzene girebilmesi ve yaşantımızı dengeye sokabilmesi için kritik bir rol oynar. Kişilerin algısına göre değişkenlik gösterebilse de, çoğu zaman bilinçaltımız bize, duygularımız aracılığıyla bu uyarı mesajını gönderir ve günlük yaşantımıza genellikle rahatsızlık, huzursuzluk, yalnızlık, kaybolmuşluk veya mutsuzluk şeklinde sirayet eder. Hayatımızda yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu iletir bizlere ve bizler, bu duygulardan yola çıkarak anlarız artık değişim vaktinin geldiğini. Bir şeyleri değiştirmemizin, yıkıcı veya yapıcı bazı büyük kararlar almamızın vakti gelmiştir. Hayatımızın gidişatını değiştiren bu baştan öngörülemez kırılımlar, gerçekleştikten sonra da bir denge hali oluştururlar. Bizlerse, bir sonraki içsel çatışmamıza kadar; içinde bulunduğumuz bu yeni düzende çabalarız kendimizi gerçekleştirmeye. Bireysel bütünlüğümüzü başlı başına etkileyen bu olay örgüsü, kendimizi iki yabancının -gerçek ve ideal benliğimizin- yaptığı bir müzakerenin moderatörü olarak bulmamıza sebep olur. Gerçek benliğimiz, yapılan seçimlerin yeterlilikler ve sınırlar doğrultusunda alınması gerektiğini savunur şiddetle. Kişinin bireysel gerçekliğinden beslenir. Ona göre her anı büyüklü küçüklü karar örgülerinden oluşan yaşamda; zayıf ve güçlü yönlerimiz tarafımızca belirlenmeli, kararlarımız olabildiğince rasyonel bir çerçeveye oturtulmalıdır. Hayallerimiz ve gerçeklerimiz arasındaki müzakerede, mümkün olduğunca gerçekler kazanmalı; kararlarımıza katıksız bir realizm hakim olmalıdır. Masanın diğer tarafındaysa ideal benliğimiz konumlanır: Nasıl ki evrende yaşamın oluşumunu mümkün kılan denge zıtlıklardan oluşuyorsa, bireyin yaşam çizgisinin özgünlüğü de gerçek benliğe zıt bir formun varlığıyla anlam kazanmalıdır. Bu zıtlığın kendisi, umutlarımızı ve hayallerimizi içerisinde barındıran, sınırları bilinmeze ulaşan; beklentileri gerçekleşmiş bir gelecek düşler. İdeal benliğimiz, almamız gereken risklerden ve yapmamız gereken fedakarlıklardan bolca bahseder argümanlarında, hemen karşı koltuğunda oturan kişisel gerçekliğimize cesurca meydan okur. Cüretkar ve bazen patavatsızdır. Ve işte çoğumuzun yaşantısı da, karşıt taraflarında bu iki yabancı benliğin oturduğu, sınırlarının birbirinden uzakta durduğu böyle bir ölçekle temsil edilebilir ancak. İki ucu arasında gel git halinde olduğumuz bu ölçek böylece; birbiriyle farklı görüşteki iki benliğin müzakeresi yoluyla kararlarımızı etkiler. Müzakereyi hangi tarafın kazandığı ya da bir kazananın olup olmadığı, aldığımız kararlar açısından büyük önem taşır. Burada, yazının başından beri sıklıkla bahsettiğim iki temel kavramı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Karar ve kırılım. Karar, günlük yaşantımızda ortaya çıkan çeşitli ikilemler karşısında verdiğimiz kesin yargıdır. “Seçenek örneklemi” adı altında da anabileceğimiz pek çok olasılık, zihinlerimizde bir seçim kümesi oluşturur. Karşılaştığımız durum özelinde sürekli farklı kombinasyonlara sahip olan bu küme, perspektifimizi oluşturan pek çok farklı unsur (eğitimimiz, kültürümüz, çevremiz, genetik faktörler vb.) tarafından şekillenir ve dolayısıyla kişiye özgü eşsiz kararların alınabilmesini sağlar. Zihnimizdeki pek çok filtreden geçen bu olasılıklar en sonunda karşılaştığımız anlık veya süreçsel bir olay karşısında aklımıza gelen seçeneklere dönüşürler. Kişinin kendi gerçekliği açısından daha doğru ve kolay bir yargıya varabilmesi adınaysa zihnimiz, bu farklı seçenekleri birbirleriyle kıyasladığımız çok ikilemli bir karar problemine dönüştürür; kısaca bizden bir seçim yapmamızı ister. Öbür yandan kırılım, gerçekleşmesi için belirli koşulların karşılanması gereken kararlar sonucunda meydana gelen değişimdir. Bu doğrultuda, gerçek benliğimiz (gerçeklerimiz) ile ideal benliğimiz (beklentilerimiz, hayallerimiz) arasında yaşanan bir çatışma sonucunda ortaya çıkan ikilemlerin; birbirleriyle kıyaslanması sonucunda verdiğimiz kararlar, hayatımızı farklı bir boyuta ve düzleme taşırlar. Benliklerimiz arasında meydana gelen bu çatışma, mikro ölçekte ne kadar girintili çıkıntılı gözükse de makro ölçekte çoğunlukla düzgün giden yaşam çizgimizin şeklini ve doğrultusunu değiştiren yegane unsurdur. Hayatı yaşamaya değer kılan ve pek çok olumsuzluğuna göğüs germemizi sağlayan, özgür irademizin varlığını bizlere hissettiren bu değerli anlar, çoğunlukla gerçekleşmeyi başaran ve pozitif yönde değişimi sağlayan kırılımlar tarafından var edilirler. Ve işte, tam da bu sebepten bizler, yaşamımızın genelindeki kararları; bir şekilde gerçekleşmesini beklediğimiz veya beklemediğimiz (çokta farketmez) bu kırılımları umut ederek almaya çalışırız. Zaten kırılımları oluşturan bu nadir benlik çatışmalarımız dışında da, hayatımızın çok büyük bir kısmında; kararlarımızı belirli bir monotonluk çerçevesinde alarak ilerleriz. İşte karşımıza çıkan bu kırılım anlarını, belki de yaşantımızda aldığımız kararların oransal olarak çok yüksek bir kısmından farklı kılanda tam olarak budur. Çünkü; gerçek ve ideal benliğimizin ortak paydada çoğunlukla buluştuğu zamanlarda verilen kararların gücü, yaşam çizgimizde beklenen sıçramayı yaratabilecek o kırılımı oluşturamaz. Ancak onlar da gereklidir tabiki. Bir kırılım olabilmesi için gerekli farkındalığın, hatta ve hatta bir kırılımı gerçekleştirebilecek yeterli hazırlığın olabilmesi adına rutin veya görece önemsiz kararların varlığı da bir gerekliliktir yaşamda. Bir gününde yaklaşık otuz beş bin seçimin yapıldığı ortalama bir insan yaşantısında, çoğunlukla bir amaç, beklenti, umut veya gerçeklik peşinde rutine bağlanmış ve önceden belirli aksiyonlardan oluşan bu düzen ve denge durumunun varlığı pek tabii doğal karşılanmalıdır. Zaten hepimizin yaşamı, çeşitli ve farklı beklentilerimiz uğruna bir düzene sokmaya çalıştığımız gerçekliğimiz etrafında geçer bir şekilde. Gelişimin ve ilerlemenin gereksinimi olan bu görece monoton sürecin farkınada pek çoğumuz zaman içerisinde bir şekilde varırız. Çoğunlukla toleransı belirli bir dengenin limitinde kalmak da, bir yandan tüm bu sebeplerden ötürü gereklidir. Fakat, yine de bu duruma herkes uymak zorunda değildir. Hatta bazılarımız uymak istemez hiçbir zaman. Onların karşılaştıkları ikilemler, bu sebepten dolayı çok daha ağır olurlar. Beklentileri, asla gerçekliğe dönüşemeyecek bir mottoya sahiptirler: Düzeni ve dengeyi, kırılımlarla dolu bir hayatın içerisinde bulmak. Yaşamımızda karşılaştığımız sayısız ikileme karşı aldığımız kararların, her zaman bu şekilde sıkıcı bir monotonluğa sahip olmasını da kabul etmezler. En temelinde hayatın kendisiyle aralarında bir türlü çözemedikleri sorunlar: yaşamın ve evrenin kendi dinamikleridir aslında. İsyankar yaşarlar ve hayatlarında kaosun getirdiği bir düzen isterler. Ulaşılması imkansız bir hedef olsa da, sonucu hüsran olan bu yolda bulunmaktan, pek çoğumuzdan daha fazla zevk aldıkları ise neredeyse kesindir. Tüm bunları düşündüğümde; yazının başından beri konumuzun gizli öznesi olan ikilemlerin en azından benliğimizdeki varlık sebebinin tüm bunlarla ilişkili olduğuna inanmak istiyorum: Hayattaki rotamızı, karşımıza çıkarttığı çatışmalar aracılığıyla özgürce seçebilmemizi sağlamak. Bir yandan özgür irademizi korurken diğer yandan da “bir tiyatro sahnesi” dünyadaki rolümüzü bize bırakmak. İşte böyle, zihnimizde bulunan seçenek örneklemi aracılığıyla, önümüze çıkan onca ikilem arasından istediğimiz kararı almakta özgür olduğumuz için hayatın kendisi de eşsiz bir deneyime dönüşmekte. O değerli ve aranan kırılımları oluşturmakta. Ben eminim ki, hepimiz birer yazar olarak anlatsaydık hayatlarımızı; bu kırılımlar da kendi kitaplarımızın bölümlerini temsil ederlerdi. Bazılarımızın hayatı, verilen kararlar sonucunda pek çok çatışmaya sahip olur; aksiyonu bol, heyecanlı kurgusuyla içine çekerdi okurları. Mutluluğu ve anlamı sürekli gerçekleşen değişimin kendisinde bulurlardı. Bazılarımızsa az bölümlü, fazla dengeli bir hayatın huzurunda mürekkebini kuruturdu. Analiz ve tahlile bolca önem verirler, yaşamın içerisindeki monotonluklarda en güzel manzarayı bulmaya çalışırlardı. Onları, yönü çoğunlukla değişmeyen rotalarındaki sürekli gelişimleri özel kılardı ve aradıklarını, sebat dolu yaşamlarının içerisinde bulurlardı. Uzun lafın kısası, günün sonunda, karşılaştığımız her ikilem, karar verdiğimiz her olasılık eşsiz bir yaşamın öyküsünü de taşır içerisinde. En benzer içeriklerde bile, bu ikilemler; dengede giden benliklerin çatışmaları sonucunda verilen kararlar sayesinde özgün kılarlar hikayelerimizi. Benliklerin bu çatışmasını da zaten bu sebepten her iyi yazar kullanır eserlerinde. Ve tam da bu yüzden, bir şaheseri; ikilemler, kararlar ve kırılımlar hep beraber oluştururlar. Hepsi birbirinden önemli ve hepsi birbirinden değerlidir insan yaşamında. Bir yandan hayatlarımızı öngörülemez ve değişken kılarken diğer yandan garip bir şekilde olasılıksal olmasını da sağlarlar. Ancak şunu da unutmamamız gerekli: Kararlar verilmeden, kırılımlar oluşmadan; varlığı yadsınamaz ikilemlerimiz yön verirler ilk adım olarak hayatlarımıza. Kendimizi içerisinde bulduğumuz bu tiyatro sahnesinde, kendi rolümüzü belirlememize ön ayak olur onlar...
Yiğiter Tuncer

Yiğiter Tuncer

20 dk.

İki Mevsim

İki Mevsim

Not: Bu yazı Kuru Otlar Üstüne filmi ile ilgili spoilerlar içermektedir. “Çok tipik bir kasabaydı. Değer yargıları, doğruları, yanlışları son derece keskin bir çevreydi. Bu çevre içinde babamın hayat görüşü etrafındakilerden oldukça farklıydı. Sekiz yıl orada yaşadık ve zamanla babamın idealizminin yavaş yavaş bir hayal kırıklığına dönüşmeye başladığına tanık olduk.” Bu sözlerle tarif ediyordu Nuri Bilge Ceylan çocukluğunun geçtiği Çanakkale Yenice kasabasını 1997’de verdiği bir röportajda. O gün o cümleleri henüz yeni çektiği ilk filmi Kasaba’yı anlatmak için kullanmıştı. Fakat bugün, 26 yıllık başarılı bir kariyerden, Dünya çapında üne kavuşacak filmlerden sonra da hala son filmi Kuru Otlar Üstüne’de o cümlelerin büyük etkisini görüyoruz. Her ne kadar her filminde farklı kasabalar farklı olaylar görsek de hikayesinin temel odağı değişmemeye devam ediyor. Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri değer yargıları kesin olan -veya öyle sanılan- mekanlarda kendi doğrularını kaybeden karakterleri anlatıyor. Nuri Bilge Ceylan’ın bu arada kalmış karakterleri anlatırken en çok başvurduğu tekniklerden biri tezatlardır. Çoğu filminde karakterlerin yaşam tarzları, hayata bakışları gibi zıtlıklar üzerinden hem filmlerinin hikayesini oluşturacak çelişkiyi yaratır hem de vermek istediği mesajlar için onları birer metafor olarak kullanır Nuri Bilge. Hemen her filminde ilk göze çarpan tema olan köylü-şehirli ayrımı bunun en bilindik örneği olabilir. Yönetmen, genelde hikayelerine taşrada çekmeyi tercih ettiği gibi karakterlerinin de çoğu yereldir, oranın köylüsüdür. Şehirden köye göçmüş bir karakter üzerinden ise filmdeki ana zıtlık kurulur. Karakterlerin eğitim seviyeleri, kültürleri, etrafındakilere tutumları gibi konular ise bu ana tezatla beraber gelen diğer ayrımlar olarak senaryoda yer bulurlar. Kış Uykusu’nda Aydın, Bir Zamanlar Anadolu’da’da doktor Cemal gibi karakterlerin çevrelerine uyum sağlayamamaları veya uyum sağlamamayı seçmeleri bu filmlerde önemli yer tutar. Kuru Otlar Üstüne’de ise bu tezatlığı ana karakteri Samet Öğretmen üzerinden görürüz. Samet, iyi eğitimli diyebileceğimiz bir karakterdir. Daha ilk sahnelerden öğrenciyle kurduğu ilişkinin okuldaki diğer öğretmenlerin hepsinden daha farklı daha insancıl olduğunu görürüz. İçinde yaşadığı monoton, katı kuralcı düzene ait olmadığı barizdir. Öte yandan film ilerledikçe yavaş yavaş kendisinin yaşadığı köye tepeden baktığını, yerel halkı hatta öğrencileri bile hor gördüğünü de anlarız. Samet ilk sahnede hissettiğimiz kadar mükemmel biri değildir, çevresinden görece iyi özellikleriyle beraber daha kötü özellikleri de vardır. Benzer şekilde NBC filmlerinde sık tekrar eden başka bir tema ise çelişkilerdir. “Şu şöyledir, bu budur” tarzı kesin cümleler özellikle yan karakterler tarafından çok fazla kullanılır. O noktada filmin olay örgüsü o karakterleri bu tutumlarını sınayacak durumlara iter. Bir karakterin sürekli dürüstlükten bahsedip ilk zorlukta yalan söylediğini görebiliriz mesela. Öte yandan sürekli o coğrafyada katı olmak, acımasız olmak gerektiğini söyleyen bir karakter yeri geldiğinde hikayenin en merhametli karakteri olabilir. Bu kendisiyle çelişen karakterlere örnek olarak Bir Zamanlar Anadolu’da filminde gördüğümüz polis komiseri Naci ve katil Kenan’ı düşünebiliriz. Film boyunca Naci tutuklu Kenan’a gittikçe daha kötü, daha az insancıl davranır. Kenan soruşturmayla işbirliği yapmadığı için Naci önce tutukluyu gittikçe kısıtlamaya başlar ve bir sahnede sinirlenip onu dövmeye başlar. Seyircinin komiser Naci hakkında algısı gittikçe değişmiş, filmde onu Anadolu’nun acımasız yanının bir temsili gibi görmeye başlamışken dayak yemekte olan Kenan seyirciyi ve Naci’yi şaşırtan bir cümle söyler. “Sen iyi bir adamsın Naci, ben hapisteyken oğluma sen göz kulak ol.” Olduğunu düşündüğün kişiyle çelişme fikrinin devamı olarak kim olduğunu tanımlamanın zorluğu da NBC’nin üzerine düşündüğü bir diğer konudur. İlk bakışta filmlerindeki karakterler toplumsal ögelerin yansımalarıymış, daha çok birer arketiplermiş gibi görülebilir. Örneğin Kış Uykusu’ndaki Aydın karakterinin -gerek ismi gerek kişiliğiyle- toplumun eğitimli kesimini temsil ettiği barizdir. Karakterin sembolize ettikleri bazen izleyicinin gözünde onu basitleştirir ve bir insan yerine toplumsal bir yorum görürüz sadece. Ama NBC için bireysellik de filmlerinin sosyolojik tarafı kadar önemlidir. Filmlerinde ve röportajlarında insanın karmaşık yönlerine vurgu yapar. Belki en basitleştirilmiş karakteri olan Aydın’ı nasıl biri olarak gördüğü sorulduğunda onu özünde iyi bir insan olarak yazdığını söyler, tüm filmi de onun kötü özellikleri üzerine kurar. Yine aynı röportajda der: “Hayatta bir insanı bir takım nitelikleriyle değerlendirir, bir yere koyarsınız. Ama sonra öyle bir durumla karşılaşırsınız ki utanırsınız.” Tüm filmleri için yapılan “kendini eleştirmiş” klişesi de belki bu düşüncesinin kendine bakışına uyarlanmış hali olabilir. İkilemler ise bu bakış açısına hizmet edecek şekilde farklı rollerde kullanılabilir. Bir ikilem izleyiciye bir karakteri veya filmdeki bir fikri tanıtırken bir diğeri ise onlar hakkındaki mevcut varsayımlarını sınayabilir. Kuru Otlar Üstüne’de Samet yaşadığı çevreden kopuk bir karakterken kendisinden olabildiğince farklı bir karakter olan Nuray ile tanışır. Nuray bütün hayatını inandıkları üzerine harekete geçmeye, mücadele etmeye adamış biridir. Bir sahnede Nuray ve Samet hayata bakışları hakkında konuşurlar ve izleyiciye bu iki karakter üzerinden iki ayrı yaşam tarzı seçeneği sunulur. Tabii bu ikilem de net olarak koşulları belirlenmiş iki seçenek arasında değildir. Samet’in aşırı bireysel, bencil diyebileceğimiz tutumu sonucunda yalnzılığa mahkum olduğunu ve kendini kaybettiğini anlarız. Nuray’a baktığımızda ise tüm hayatını adadığı bir mücadele ve yaratamadığı bir fark vardır. O da toplumsal, çoğulcu bir mücadele vermek uğruna kendini kaybetmiştir. Böylece iki karakter zıt yollardan geçerek aynı hayal kırıklığına varmışlardır. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde kurduğu bu belirsiz dünya’nın karamsar olduğu, genelde olumsuz taraflarının vurgulandığı düşünülebilir. Ancak çoğu zaman bu hikayelerde umut da vardır. Kuru Otlar Üstünedeki ikilem örneği üzerinden devam edersek, karakterlerin çıkış yolu, en azından bir ihtimal olarak onların önündedir. Yaptıkları bir konuşma sonrasında Samet kendini biraz daha çok dışarıya açar, Nuray ise hiçbir zaman üzerine düşünmediği bireyselliğini benimsemeye başlar ve film biraz daha umutlu bir noktada biter. Bu çözüm önerisini NBC’nin hayata ve sinemaya bakışında da görebiliriz. En keskin çizgilerle belirli gözüken dünyalar ve insanlar dahi tezatları, çelişkileri ve ikilemleri içlerinde barındırırlar. Belirsizlikler üzerine kurulu bu şartlarda belli yolları izlemek, kendi çizgilerimizi çizmek genelde bekleneni vermeyen bir çabadır. Çözüm ise belirsizliği olabildiğince kabullenmek, ondan kaçmak yerine insanın kendini ona açmasıdır. En azından belki. Bahsedilen röportajlar: 1.https://www.nuribilgeceylan. com/movies/kasaba/press_ radikalguldalintview.php 2.https://sinekutuphane.wordpress. com/2015/05/25/nuri-bilge- ceylanla-kis-uykusu-uzerine-dolu-dol u-bir-roportaj/

Cem Cahit Gülan

15 dk.

İKİLEMLER BENİM ANLADIĞIM İKLİMLER İKLİM

İKİLEMLER BENİM ANLADIĞIM İKLİMLER İKLİM

Yazıma bir başlık bulmakta çok zorlandım. Çok basit bir şekilde bu ayın konusu olan “ikilemler” yapayım dedim ama beğenmedim, bu kadar basit olması hoşuma gitmedi. Yazımı en baştan okuyunca da fark ettim ki ne kadar fazla “benim anladığım” ifadesi ile başlayan cümleler kurmuşum diye düşündüm, bari o olsun dedim fakat anlayacağınız o da içime sinmedi, hem ne kadar bir şey anlamış olabilirim diye düşündüm. Yazımın içeriğine uydurabileceğim bir kelime oyunu ile bu ayın teması olan kelimenin harfleri ile oynayarak “iklimler” olsun diye düşündüm fakat göreceğiniz o ki onu da beğenmedim ve üzerini çizdim. İlerleyen satılarda da yazı daha iyi anlaşılacağı üzere iklimler yerine “iklim” daha güzel olacak diye düşündüm fakat o zaman da kelime oyunu olmuyor ve anlamsız kalıyor diye ondan da vazgeçtim. Kısacası ikilemlerden ve arada kalmaktan bahsetmek için oturduğum bilgisayar başında başlığım için yaşadığım arada kalmışlık yüzünden ekrana bakakaldım. Benim için “ikilem” arada kalmanın bir başka halidir. Yazımın başında yaşadığım bu küçük ikilem aslında hayatın en mikro örneğe indirilmiş hali olarak görülebilir. Benim yaşadıklarımdan anladığım kadarıyla hayat karar almaktan ibaret. Ve bu karar almak her zaman bizi bir ikilemde veya bir başka deyişle arada bırakıyor. Basit bir akıl yürütme ile hayatın sürekli karşımıza çıkan ikilemler olduğu çıkarımını yapmak da mantıksız olmaz. Kararlarımızda her zaman arada kalma durumunda olmuyoruz tabi ki de. Her kararda da zorlanmıyoruz fakat hayatımızı şekillendirenler de her zaman bu zor seçimler oluyor. Ya da aldığımız kararın zor olması bize hayatımızı değiştireceğini düşündürtüyor da olabilir. Bu kararı verebilmek en ağır taşı kaldırmaktan da, en zor matematik problemini çözmekten de zor olacağı için bunu başardıktan sonra “bir şeylerin değişmesini beklemek” çok doğal bir durum olsa gerek. Fakat benim anladığım ve gördüğüm o ki her ne karar verirsek verelim değişmesini beklediğimiz o “şeyler” bir türlü değişmiyor. En azından kendi adıma konuşayım boşuna sizi dahil etmeyeyim, hem nasıl hayatımızı aldığımız kararlarla ve arada kaldığımız ikilemlerden çıkardığımız sonuçlarla şekillendirsek de hiçbiri yeterli olmayacak gibi geliyor. Aldığımız kararlar bizi hayatta aradığımız o “anlam arayışına” yakınlaştırdığı zannedilse de aslında bizi “hayat sadece bundan ibaret olmamalı” fikrine daha çok ittiğini düşünmeye başladım. Kendimize nasıl bir yol çizersek çizelim eninde sonunda aldığımız cevapların bizi tamamen tatmin etmeyeceği ve “Bu muydu? Daha fazlası olması gerekmez miydi?” diye soracağımız bir noktaya doğru ilerliyormuş gibi bir his var içimde yavaş yavaş kendi hayatımı kurmaya çalışırken. Peki bu duyulduğu kadar korkulası bir durum mudur? Kesinlikle hayır deyip kimseyi kandırmayayım. Duyulduğu kadar rahatsız edici olmasa da insanın içini her zaman rahatsız edecek bir duygudur. Nasıl bir hayatta mutluluğu en çok elde edeceğimizi veya hayattan maksimum tatmini alacağımızı fark edememek insana hep sıkışmışlık hissini yaşatacak. Elbette mutluluğa ulaşmak bu hayatın kesin ve nihai amacı olduğunu düşünmüyorum, burada “mutluluk” kelimesini kullanışım hayatı güzel yaşamanın en güzel ve genel tanımı olduğunu düşünüyorum. Yoksa bu konu da başka bir yazının konusu olur, neyse. Durup düşünüldüğünde sanki kendi aklında bile hareket edemeyip tabiri caizse kara saplanıp kalmak gibi bir hissi insanın zihnine bırakıyor bu düşünce. Sanki tek bir iklimi yaşıyormuş da onun da en sert yaşandığı bir günde hiçbir şey yapamaz hale gelmek gibi bir his. Evinin içinin bile karla kaplı olması gibi. Fakat hayattan keyif almanın ilk adımı da burada olmalı. Eğer kara saplanıp kalmaksa hayat, kar topu oynamak veya kardan adam yapmak da bir ihtimal, evde oturup karın yağmasından söylenmek de. Hayattan keyif almayı ve bu tatminin maksimuma çıkarabilmeyi en basit şekilde tanımlamak istediğimde bunun iki yolu olduğunu söylüyorum. Bunlardan biri bir şeyler üretip bu dünyaya bir iz bırakmak ve ikincisi de aşık olmak ve tabi ki karşılık alabilmek. Bu iki ihtimalden en az birini yakalayabilmek hayatta mutlu olmanın temeli olarak görüyorum. Aşık olmak illa sevgili bağlamında bakılmamalı, ilk akla geldiği şekilde bir insana, hayat arkadaşına aşık olmak da bir aşk, yaşadığımız dostluklar da, hayvanlarla kurduğumuz bağ da veya dini bağlar da bir biçimde bu aşkın örnekleridir. Tabi ikisini de bulduğumuzda bambaşka bir şey konuşmaya başlarız. Bizim de bu dergiyi çıkarmamızın en temel sebebi de en azından bu iki ihtimalin ilk ayağını tamamlayabilmekti. Yani bir başka deyişle bu karlı günlerde hep beraber bir kardan adamı yapmaya başladık. Yazımın resminde karların arasındaki çöp adam da aslında hepimizi, herkesi temsil ediyor aslında. Hepimiz her hâlükârda bir şekilde kara saplanmış bir şekilde hayata devam ediyoruz. Herkes karlardan sıkışmak yerine hareket etmeyi tercih ediyor ve çıkış noktamız farklı olabilir. Kaldığımız aralar ve ikilemlerde verdiğimiz kararlar hayatımızı belirliyor ve bir kere yaşayacağımız bu hayatta bunun ağırlığı çok. Verdiğimiz kararlar her ne kadar “Hayat bu muydu?” duygusuna bizi yaklaştırsa da benim çıkış noktalarımda en azından dünyada bıraktığım izler ve yanımdakiler, bu ikilemlerin bana kattıkları olacak, biliyorum.

Ali Aktaş

10 dk.

İkilemler

İkilemler

Daha önce hiç ikilemde kaldınız mı? İki seçenek arasında, ne seçeceğinizi bilmeden... Ben de bu yazıyı yazmadan önce açıkçası hangi oyunu örnek göstersem diye duşundum kara kara... Bir sure de karar veremedim. Ne deli ediyor ikilemler! Özellikle kararsız insanların en çok zorlandığı şeylerden bir tanesi de seçeneklerden bir tanesini seçmek... Neyse uzatmadan konuya gelelim. Cadılar bayramı yaklaşıyorsa eğer ve bir korku oyunu oynamak istiyorsanız, tam da size göre bir oyun önereceğim size (eğer yok korku oyunu oynayamam diyorsanız da YouTube ya da Twitch’den izleyebileceğiniz bir oyun): The Quarry. Bu oyun, Supermassive Games şirketinden 2022 yılında çıktı – hem Steam’den hem Xbox’ta hem de Playstation’da oynayabileceğiniz bir oyun bu. İlk oynadığımda beni şaşırtan, korkutan ve heyecanlandıran bir deneyim yaşadım açıkçası oynarken. Eğer Until Dawn oynadıysanız bu oyunu seveceksiniz – oynamadıysanız eğer, korku tarzı seviyorsanız da hoşunuza gidecektir. The Quarry oyunu seçeneklere dayanıyor. Daha doğrusu, oyunda ne seçtiğiniz karakterlerin kaderini belirliyor – karakterler ya ölebilir ya da hayatta kalabilir; hepsi sizin elinizde. Oyunu ben oynarken (iki sene önce) bir arkadaşımla beraber oynuyorduk. O izliyordu ve yorum yapıyordu, ben de oynayan kişiydim. Bir sürü kararın arasında kaldım, doğru karar vermeye çalıştım hep, gerçekten elimden gelenin sonuna kadar uğraştım ve yine de birkaç kişi telef oldu. Oyunu oynarken çok zevk aldım ama, sanki dördüncü bir duvarın arkasında insanların kaderini belirleyen metafiziksel bir varlıktım. Kimi sevdiysem onu hayatta bırakmak istedim, kime gıcık olduysam onu kurban etmeye çalıştım. Bu tabii oyuncuların sahip olduğu büyük bir güç ve oyunun da korku oyunu olduğunu göz önünde bulundurursak bu oyuncuları strese sokuyor. Oyunda dokuz kişiyi oynuyorsunuz ve bu dokuz insanın hayati sizin elinizde. Oyun aşağı yukarı 10 saat içinde bitirilebilecek bir oyun, ama oyunun ne kadar süreceği de sizin elinizde. Eğer herkesi öldürmekle meşgul olursanız oyun daha kısa sürede biter. Oyunun hikayesi çoğunlukla sadece bir gecede geçiyor ve bu gecede olanlar herkesin sonu olabilir, korkudan zıplayacağınız anlarda altınıza bir bez bağlayabilirsiniz. Bazen oyunlarda ikilemlerde olmak insani daha tatmin edebilir. Beklentilerinizle, seçeneklerle ve sonuçlarla bir bağ kurmanız önemlidir. Oyunda sizin beklentilerinizin ne olduğu da çok önemlidir. Bir karar verdiğinizde istediğiniz sonucu almazsanız bu da sizi demotive eder. Oyunların bu dengeyi kurması da oyunun oynanabilir olması için çok önemlidir. İnsanların oyun oynaması zaten, bir suru seçenekler ve karar vermekle oluşan bir deneyimdir. Oyunu eğlenceli yapan şey de budur belki – oyuncuların bazen ikilemde kaldığı, bazen de emin olduğu seçeneklerde kendilerini kontrol sahibi hissetmek. Kontrol insani motive eder. Bu sadece oyunlarda geçerli değildir. Hayatta da oyunlarda da kimse kontrolu kaybetmek istemez. Eğer yaptıklarımızın sonucu da bir şeyi değiştirmez ise de kimse kılını bile kıpırdatmaz. İşte the Quarry ve benzeri oyunlar sizin kararlarınızın sonuçlarını görebildiğiniz bir oyun – bazen kötü sonuçlansa da. Oyunla alakalı verebileceğim bilgi bu kadar... Daha fazla bilgi edinmek için oyunu izleyebilir ya da oynayabilirsiniz, o zaman ne demek istediğimi anlarsınız. Bu ayın teması olan ikilemler demişken, bu yazıyı yazmadan önce ben de bir ikilemde kaldım, ya bu oyun hakkında yazacaktım yazımı ya da başka bir oyun. Ama henüz diğer seçeneği söylemeyeceğim, onu gelecek yazılarda okursunuz. :)

Defne Şerbetçioğlu

4 dk.

Oyunlarda Başlangıçlar

Oyunlarda Başlangıçlar

Hayatımda oynadığım ilk oyunu hatırlıyorum. Arkadaşımın telefonundaki “Yılan” oyunu ilgimi çekmişti, sırayla bir o bir de ben oynuyorduk. Dijital her şey ilgimi çekerdi o zamanlar, annem ve babam da o yüzden bana telefon bile almıyorlardı, çünkü hemen kendimi kaptırıyordum. Başka arkadaşlarımın, annemin ya da babamın telefonunun içindeki oyunları karıştırıp gizlice onları oynuyordum. Bir diğer sevdiğim oyun da Samsung telefonlarda olan, bir prensesi kurtarmakla ilgili bir platform oyunuydu. Prens olarak düşmanları bıçakla öldürüp prensesi kurtarmaya çalışıyordunuz, her seviye farklı düşmanlar ve farklı haritalar vardı. Çok ilgimi çekmişti, çok uzun bir süre oynamıştım, ta ki annem telefonunu değiştirinceye kadar. Ne de olsa birisini ne kadar kısıtlarsanız kısıtlayın, yine bir yolunu bulup yasaklanan şeyi yapacaktır. Artık ailemin şu sıralar oyun sevdamı kabul etmesiyle beraber ailemle her şeyi konuşuyorum, ve bu beni mutlu ediyor. Babam beni dinlemeyi seviyor, özellikle sevdiğim bir şeyi anlatmam onun hoşuna gidiyor. Sevdiğim şeyleri yapıyorum ve onlara vakit ayırıyorum. Şu an bu yazıyı severek yazıyorum; umarım okuyucum olarak siz de okurken yazımı seversiniz. Peki benim oyun sevgimin başlangıcı veya herhangi bir başlangıç neden önemlidir? Başlangıçlar, belki bir tarz müziği ilk defa dinlemek gibi, insanların kendi kafalarında o konu hakkında bir temel kurmalarını sağlar. Daha sonraki deneyimlediğimiz şeyler de o temelin üstüne biner. İşte o yüzden, daha oynadığım ilk oyunlarda öğrenebildiğim her oyun hakkında daha çok bilgi sahibi olma isteği hayatımın geri kalanında da beni takip etti. Oyunların çıkış günlerinde çok heyecanlandım, oyunlarla ağladım, oyunlarla güldüm. Özellikle hikayesi olan oyunlardan hoşlandım. İnsanlar nasıl bir filmden ya da bir kitaptan örnek alırsa, ben de oyunlardan örnek aldım, oyunlardan İngilizce öğrendim, hikayesi olan oyunlardan film zevkimi, hikaye kurma ve anlatma becerimi kendim oluşturdum. Evet, bunların hepsi oyunlar sayesinde oldu. Oyunlar hayatimin büyük çoğunluğunu oluşturdu ve beni şimdiki ben yaptı diyebiliriz. Okuldan eve gelince hemen bilgisayarın başına geçer oyun oynardım. En son babam oyun oynamamı evde yasaklamıştı ben küçükken, hafta sonları hariç- hafta sonları oynayabiliyordum. Hemen hafta sonu olmasını iple çekerdim. Cuma günleri dünyanın en güzel günü oluverirdi. Kral Oyun’dan gözlerimi ayıramazdım, annem gözlerimin bu nedenden dolayı bozulduğunu söylerdi, halbuki gözlerim hep bozuktu… Daha önceki oyunlar benim oyun ve eğlence anlayışımın temelini oluşturdu diyebiliriz, ancak The Last of Us’ı keşfetmem oyunlara olan sonsuz aşkımın başlangıcıdır. The Last of Us oyununu keşfettiğimde on üç yaşındaydım. Yıl 2014’tü ve Youtube’da gezinirken biri Left Behind DLC’sini oynuyordu. Benimle yaşıt kız karakteri (Ellie) gördüğümde oyuna inanılmaz bir ilgi duymuştum, o zamanlar kız karakterler bir oyunda nadirdi; hele benimle yaşıt bir karakter hiç görmemiştim daha önce. Daha doğrusu, shooter olmayan ve grafikleri bu kadar güzel olan bir oyun görmemiştim daha önce. Oyuna daldım ve tüm oyunu birkaç günde izledim, bütün arkadaşlarıma oyunu gösterdim, oyunun bütün müziklerini dinledim, posterlerini duvarlarıma astım, Amazon’dan üzerinde The Last of Us yazan baskılı bir tişört sipariş ettirdim aileme. Hayatımda bir amaç ve sevdiğim bir medya türü, bir hobi bulmuştum artık kendimce. İlk defa bir şeyi bu kadar çok seviyordum. Her gün uyanıp ikinci oyunu gelecek mi diye interneti karıştırıyordum. Dualar ediyordum (ateist olmama rağmen) ve kendimi değişik senaryolara inandırıyordum. Odamda sahneleri kendi kendime canlandırıyordum, oyunu yapanın ben olduğunun hayalini kuruyordum ve bu hayali, ne yazık ki olmayan seyircilerime anlatıyordum. Bu müthiş oyunu nasıl yaptığıma dair hikayeler anlatıyordum, insanlar bana hayran oluyordu ve herkes beni alkışlıyordu. Bu hayalleri kurduktan sonra da duygusallaşıp ağlıyordum. Naughty Dog’un başka çıkabilecek bir potansiyel oyunun haberini almak için internetin her yerini karıştırıyordum. Sonunda, aradan altı yıl geçti ve bütün dünyam değişti. Şu an bundan bahsetmek çok isterdim ama bu konuyu başka bir yazımda anlatacağım, çünkü inanın bana daha anlatacak çok şey var. Bir kız olarak oyun oynamamı insanlar ciddiye almıyor açıkçası. Dünyanın hiçbir yerinde kızlar ciddiye alınmıyor ki… Oyun camiasının çoğu erkeklerle dolu be bu erkeklerin geneli oldukça önyargılı, kızlar olarak oyunları ciddiye aldığımızı ve onlar gibi oyun oynadığımızı ve bunun da gayet doğal olduğunu çaba sarf ederek, utanmayarak göstermemiz gerekiyor. İleride de yazacağım yazılarda kendime inanarak, hep çaba sarf ederek ve her fikrimi belirterek yazacağım ve okuyucu olarak sizleri de önyargısız biçimde beni keyifle okumanızı iple çekiyorum.

Defne Şerbetçioğlu

5 dk.

Wisconsin  Kar  Canavarı

Wisconsin Kar Canavarı

Biri sizden çocukluğunuzu hatırlamanızı istediği zaman kafanızda ne canlanır ? Büyük ihtimalle rutin bir gün veya dönem yerine bazı anlar hatırlarsınız. Bu anların bazıları sizin için anlamlı olabilir, kardeşinizin doğduğu gün, ilkokula başladığınız gün gibi. Onları neden hatırladığınızı bilirsiniz, her şey gayet doğaldır. Bazen de saçma sapan bir şekilde ilk elma suyu içtiğiniz günü hatırlarsınız, biraz daha az anlamlı gelir. Hafızamıza benzer şekilde sinema da uzun hikayeleri anlara indirgemeyi sever. Bir çok film anlatmak istediğini bir veya bir kaç tane kritik sahne üzerinden anlatır. Bu şekilde karakterlerin motivasyonları, çelişki gibi hikaye unsurları özetlenmiş olur. Tabii kurgu karakterlerle bunu yapmak gerçek insanlarla yapmaktan daha kolaydır. Yeri geldiğinde uzun süreli hikayeleri kısaltabiliriz veya karakterleri senaryoya hizmet edecek ölçüde basitleştirebiliriz. Peki ya kafaya koymuş bir yönetmen bunun tam tersini yapmaya karar verirse ne olur ? Gerçeği basitleştirmek yerine kurguyu gerçeğe yakınlaştırmak mümkün müdür ? 2000lerin başında Texas’ta görece ünlü bir yönetmen de tam olarak bu soruların cevabını düşünüyordu. O yıllarda yönetmen Richard Linklater, çocukluk ve hayatla tanışmak hakkında yeni bir film çekmeye karar vermişti. Aslında Linklater bu filmi çekmeyi bir süredir planlıyordu fakat bir türlü filmin kurgusunu kafasında oturtamıyordu. Filminde çocukluğun tam olarak hangi yıllarını anlatmak istediğine karar verememişti ve hangi dönemi seçerse seçsin başka yıllardan önemli anları kaçıracağını düşünüyordu. Aslında kariyerinin ilerleyen dönemlerinde zamanın akışı kendisinin kullanmayı en sevdiği konseptlerden biri olacaktı. 1993 yapımı Dazed and Confused filminde yetişkinliğe geçişi anlatmıştı ve 1995te başlayıp 2013te bitireceği Before üçlemesinde ise zaman atlamalarını kullanacaktı. Fakat o gün için zaman kendisi adına sınırlayıcı bir unsurdu. Biraz kafa yorduktan sonra kurt hoca akıntıyı nasıl arkasına alacağını buldu. 12 yıl sürecek bir hikaye anlatmak istiyordu ve bunu 12 yılda çekecekti. Sinema tarihinde çeşitli sebeplerle yapımı yıllar süren filmler vardı fakat genelde bir filmin uzun sürede çekilmesi iyiye işaret değildi. Bütçe yetersizliği, stüdyo müdahalesi veya ekipten birinin başına bir şey gelmesi gibi istenmeyen sebepler uzatabilirdi filmlerin yapım sürecini. Bu sefer ise durum farklıydı ve filmde çalışacak herkesten 12 yıllık bir adanmışlık bekleniyordu. Tabii milleti 12 yıl alıkoymayacaktı Linklater, o kadar da kafayı yememişti. Onun yerine her yıl en fazla bir kaç hafta çekim yapılacaktı. Öyle ya da böyle kolay bir proje değildi. Zira çok geçmeden Linklater, gerçekci olmak isteyen hikayesi için çok gerçekci bir kötü adamla tanışacaktı: İş hukuku. Filmin çekileceği Texas her isteyenin at koşturabileceği bir yer değildi ve aktör kontratları maksimum 7 yıllık yapılabiliyordu. Bu demek oluyordu ki film iyi niyet, karşılıklı güven ve Richard Linklater’ın stresi üzerine kurulacaktı. Özellikle filmin başrolü çok kritikti. Çalışma kanunları ve kontrat süreleri bir yana 6 yaşında bir çocukla bu yola çıkmak zor olacaktı. Bunun için Linklater evlilik kurumundan ilham aldı ve anne babaya bakarak oyuncu seçmeye karar verdi. Bir süre devam eden bir arayıştan sonra aranan wonderkid bulundu. 1994 doğumlu Ellar Coltrane, bir terapist ve bir müzisyenin oğluydu. Ailesinin projeye adanmışlığını görmek gergin yönetmeni rahatlatmıştı. Ayrıca Linklater’in tabiriyle akademik bir çocuk değildi ve farklı bir düşünce tarzı vardı. Bu filmin ilerleyişi için önemliydi çünkü Linklater anlattığı hikayenin olabildiğince samimi olmasını istiyor ve bunun için oyuncuların da yaratıcı sürece katılmalarını, hikayeyi kendi hayatlarından unsurlarla zenginleştirmelerini istiyordu. Böylece hikayedeki esas çocuk Mason jr. hazırdı. Şimdi sıra aileyi tamamlamaya gelmişti. Mason’ın ablası Samantha rolü için Linklater kendi kızı Lorelai’ye güvenmişti, Ellar ile iyi uyum sağlayacaklarını düşünüyordu. Anneleri Olivia’yı oynaması için Patricia Arquette seçilmişti. Sonradan vereceği bir röportajda Arquette Richard Linklater onu aradığında daha projeyi dinlemeden filmi kabul ettiğini söyleyecekti. Son olarak da baba Mason sr. rolünde Ethan Hawke kadroya katılmıştı. Daha önce Linklater ile Before Sunrise çalışmıştı ve kadronun en tanınmış ismi, pastanın çileğiydi. Sorumluluğu hafifmiş gibi yönetmeni kendisine büyük bir yemin ettirtmişti. Eğer Richard Linklater ölürse filmi o tamamlayacaktı. Kamera arkasında oyuncu kadrosu belli olurken filmdeki aile de şekilleniyordu. Senaryoda ana karakter Mason jr, 6 yaşında, annesi ve ablasıyla beraber Texas’ta yaşayan olabildiğince sıradan bir çocuktur. Hayattaki en büyük keyfi ablasıyla kavga etmek ve yaptığı ödevleri teslim etmemektir. Öte yandan annesi iki zibidiyle uğraşıp bir taraftan da ailesinin geçinmesini sağlamaya çalışmaktadır. Baba Mason sr. hikayeye dahil olduğunda onun da hayli rahat ve sorumsuz bir karakter olduğunu görürüz. Alaska’da tutunamamış Rock grubuyla gittiği turneden dönen Mason sr. çocuklarını hediyeye boğar ve gevşek baba cefakar anne yerine çocukların kahramanı olur. Bu ilk sahnelerle genel hatlarıyla ailemizi tanırız ve hikayede zaman işlemeye başlar. Linklater hikayesini nasıl anlatacağına en baştan karar vermişti. Daha geleneksel bir senaryo yapısı yerine Mason jr.’ın çocukluğundan bir anılar bütünü görürüz. Okula gider, anne babasıyla zaman geçirir, bazen de çok fazla kaydadeğer bir şey yapmaz. Mason ve kardeşi büyürlerken diğer yanda anne babaları yeni insanlarla evlenirler, işlerini değiştirirler ve tabii kendileri de zaman içinde değişirler. Olivia çocuklarıyla beraber Texas’ta farklı şehirlere taşınır, çocuklar her zaman çok istemeseler de yeni okullara gider, farklı insanlarla tanışırlar. Hikayenin ilerleyişi boyunca karşımıza çıkan yan karakterlerin bazıları kalıcı olurlar bazılarını ise bir daha hiç görmeyiz. Karakterlerle paralel olarak dönem de değişir. Bunu aktarmak için siyasi olayları kullanır film. Mason Sr’ I ilk tanıdığımız ilk sahnelerden birinde solcu baba ilkokula giden çocuklarına ABD’nin 11 Eylül sonrası politikalarını eleştirmektedir. “Kime oy vereceksiniz ?” diye sorar bacak kadar çocuklarına, “Bush olmasın yeter.” Sonraları babasının muhalif tavrını genç Mason’da da görürüz. Ergenliğini hakkıyla yaşar, sanki tüm dünya karşısındadır. 12 yıl boyunca kültürel değişimi de görürüz filmde. Mason Pokemon izlerken veya Wii Sports oynarken kendi çocukluğumuzdan bir şeyler görebiliriz. Veya babasını Facetime ile aradığında 18 yaşında bir çocuğun hayatında bile teknolojinin bu kadar değişmesi bizi şaşırtabilir. Sanırım Boyhood’u bu denli etkileyici bir film yapan yanlarından biri zamanın içinde olduğu kadar dışında oluşudur. Evet Mason’ın ekranında Pokemon vardır ama siz izlerken onun yerine Jetgiller de koyabilirsiniz Afacan Louie de. Benzer şekilde belki babanız size Bush eleştirmemiştir -veya çok daha ağır kelimelerle eleştirmiştir- ama yine de hikayeye yabancı değilsinizdir. Zamandan ve mekandan bağımsız bir hikayedir nihayetinde çocukluk. Richard Linklater’ın filmde seçtiği anılar bütününü izlerken bazı anılar diğerlerinden daha çok etkiler sizi kendinizden bir parça görürsünüz. Bazen de ‘Ya kardeşim biz niye bu çocuğun dümdüz hareketlerini izliyoruz.’ diyebilirsiniz. Ama daha sonra kendi hafızanıza aynısını demeseniz daha iyi olabilir. Nihayetinde iyi kötü anılar ilerler ve 12 yılın sonuna geliriz. Küçük Mason bir nevi elimizde büyümüştür ve artık üniversiteye gitme zamanı gelir. Çekim sürecinin en başından beri Richard Linklater Mason’ın üniversiteye başlangıcını hikayenin sonu olarak kurgulamıştır. Ona göre tam o noktada Mason yetişkinliğe adım atacak ve artık hayattaki rolünü aramaya başlayacaktır. Film sonlarında sık tekrarlanan bir tema olarak Mason’ın hayattaki anlam arayışını görürüz. Filmin o noktasında diğer karakterlerde de zamanın etkisini ve değişimini net bir şekilde görürüz. Gerek anne babası gerek kardeşi filmin başında gördüğümüzden bambaşka noktadadırlar ve bu değişimler net sahneler net anlar yerine zamana yayılan bir süreçle olmuştur. Mason’ı üniversiteye gönderdiği gün annesi çok duygusaldır, ona göre ikinci çocuğunu üniversiteye göndermek hayatındaki mihenk taşlarının, kritik anlarının sonuncusudur. Anne yüreği tabii ki duygulanmayı abartır ve artık hayattaki amacının ölümü beklemek olduğunu söyler. Biz hayatımızın kritik noktalarını yaşamaya devam ederken zaman geçer ve 2014 yılı geldiğinde film Sundance film festivalinde yayınlanır. Yayınlandığı yılda eleştirmenlerden çok iyi yorumlar alır. Özellikle filmin sadeliği ve doğallığı çokca övülür. Ödül törenleri ve festivaller de filme kayıtsız kalmaz, 6 tanesi Oscar olmak üzere 218 ödüle aday olur. Patricia Arquette anne rolüyle en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ını kazanır. Tabii filmin eleştirilen yerleri de vardır. En yaygın yapılan eleştrilerden biri ise filmde çok fazla olay olmadığı, Mason’ın çok da bir şey yapmadığıdır. Kadrosu için baktığımızda Boyhood kariyerlerinde iyi bir nokta, çok güzel bir başlangıç fırsatıydı. Günümüzde ise bu hikayenin devamının geldiğini söylemek zor. Filmde iki çocuğumuzu oynayan Ellar ve Lorelai henüz kariyerlerinde bir çıkış yapamadılar. Genellikle daha gölgede kalmış filmlerde rol aldılar. Ellar’ın son iki yıldaki tek rolü bu yıl adı sanı pek duyulamış bir filmde yapacağı seslendirme. Öte yandan Patricia Arquette oldukça başarılı, en son Severance’ta rol aldı. Ethan Hawke hala Ethan Hawke, bu filmin kariyerinde çok büyük bir etkisi olduğu söylenemez. Richard Linklater için de işler daha iyi olabilirdi. Boyhood sonrasında çok kaydadeğer bir filmi olmadı, ismi daha çok kariyerinin erken döneminde çektiği filmlerle anılıyor. Bu kadar başarılı bir filmden sonra büyük ihtimal her biri kendileri için daha iyi bir senaryo hayal ederlerdi fakat Mason’nınkine benzer bir hikayeyle yetindiler, yer yer parlak yer yerse daha soluk. Boyhood filme içinse dönüp baktığımızda söylenebilecek en doğru kelime doğallık olur. Gerek oyuncuların beraber geçirdikleri zamanın etkisiyle gerekse kadrodaki herkesin filmin senaryosuna kendisinden bazı parçalar eklemesiyle ortaya sade bir hikaye hatta bir anı topluluğu çıkar. Film boyunca Mason’ın iyi kötü gerekli gereksiz bir çok anına şahit olmuşuzdur. Anı yaşamak hakkında konuşulan bir sahnede kendisinin söyleyeceği üzere “An hep sabittir, ordadır. Sanki sürekli şimdiymiş gibi.” Evet film boyunca izleyici devam eden bir hikayenin eksikliğini bazı noktalarda hissedebilir ancak filme 6 yaşında başlayan bir çocuğun 18 yaşında olduğu kişiyi görünce bu arayış biraz hafifler, yerini samimiyet hissine bırakır. O noktada izleyici bu filme daha az eleştirel yaklaşıp daha çok keyif almaya başlayabilir. Film sonrası yapılacak da bellidir, çalışıyorsa naftalin kokan Wiisports’u çıkarmak, Louie Anderson’a rahmet okumak belki de bir bardak elma suyu içmek.

Cem Cahit Gülan

12 dk.

Küçük Yeşil Adamlar

Küçük Yeşil Adamlar

Sıcak bir temmuz gecesi sevgili dostum, Dergi Falan’ın kritik isimlerinden Ali ve canım kuzenim Efeyle Akyarlarda yazlıkta oturuyoruz. Gayet sıradan bir akşam, film mi izlesek Fifa mı oynasak diye tartışıyoruz. Bu tartışma hafif tempo devam ederken bir taraftan da Efe bize transfer haberleri okuyor. “Fenerbahçe onu da almış, bilmemkim bilmemkime gitmiş...”. Birden bir son dakika haberi mütevazı gündemimize bomba gibi düştüyor. “ ABD uzaylıları açıklamış.” Her ne kadar o gece bizim için bazı daha önemli haberlerin gölgesinde kalmış olsa da 26 Temmuz tarihinde ABD Temsilciler Meclisinde yapılan UFO duruşması Dünya basınında hayli ses getirmişti. Üç tanığın yeminli ifade altında sundukları çeşitli iddialar, belki onun da ötesinde böyle bir konunun açık bir oturuma konu olabilecek ciddiyete gelmiş olması kayda değer bir eşikti. Evet konuyla alakalı yine bir kanıt sunumamıştı fakat tartışmalar hiç olmadığı kadar yüksek sesle yapılıyordu. İnsanlık uzaylı yaşamanın başlangıcına ansızın gelecek bir twitter bildirimi kadar yakınken uzaylılarla olan (veya olmayan) ilişkimize daha yakından bakmak için daha iyi bir zaman olamazdı. Uzaylıları konu alan ilk bilim kurgu eserinin uzaylıların uğrak yeri ABD’den çıkmış olduğunu düşünebilirsiniz. Avrupa Edebiyat-ından çıkmıştır deseniz de kimse size hiçbir şey diyemez. Fakat büyük ihtimalle çok az kişi uzaylılarla alakalı hayallerin Adıyaman’ın bağrında doğdunu biliyordur. 2. YY’da o günlerde Suriye eyaletine bağlı topraklarda Samsatlı Lukianops “Gerçek Bir Hikaye “ isminde bir kitap yazar ve uzaylılardan bahseder. Tabii Dünya dışıyla ilgili fanteziler zamanla Adıyaman sınırlarında kalmayacaktır. 20.YY yaklaştığında uzaylılar ile ilgili eserlerin sayısı gittkçe artmaya başlar. Özellikle 1898 yılında H.G. Wells’in yayınladığı ‘Dünyalar Savaşı’ bilim kurgu türünü daha önce çok görmediği bir populariteye taşır. Wells’in romanı Mars’tan gelen uzaylıların Tripod şeklinde makinelerle Dünya’ya hükmedip insanları köleleştirme çabasını anlatmaktadır. Özellikle Wells’in daha önce çok işlenmemiş bir temayı, Dünya dışı istila konusunu işlemesi ve hikaye anlatmadaki başarısının etkisiyle roman çok başarılı olur ve büyük bir şöhrete kavuşur. Dünyalar Savaşı’nı bu denli önemli bir eser yapan sadece yenilikçi konusu değildir. Bu eserinde Wells Uzaylıların Dünyayı istilasını bir metafor olarak kullanarak emperyalizm ve Darwinizm konularını işler. Romanın geçtiği asıl mekan olan İngiltere’nin yüzyıllar boyunca başka ülkeleri sömürdüğü gibi şimdi ondan üstün bir güç gelmiştir ve sömürülen taraf değişeçektir. Wells’in açtığı yoldan ilerleyen sayısız sanatçı o günden itibaren uzaylıları ve diğer gezegenleri insanlık ve dünya ile ilgili fikirlerini aktarmak için kullanırlar. Yeri gelir Solaris romanında Stanislaw Lem’in Komunizm’i eleştirdiği gibi başka dünyaları içinde yaşadıkları sistemleri, devletleri eleştirmek için kullanır yazarlar. Yeri gelir Frank Herbert’in Dune romanındaki gibi var olan toplumlar ve ekolojik denge farklı şartlarda hayal edilir. Öte yandan aynı Solaris ve Dune gibi edebiyatın sınırlarını da aşar uzaylılar. Star Trek ve Star Wars önceden hayal edilemeyecek şöhrete ulaşır popüler kültürü şekillendirirler. Hayal edilemeyecek demişken gerçekten de artık tek sınır hayal gücüdür. Yaratıcılığımızı arkasına alan uzaylılar bilim kurgu klasiğindeki gibi zamanın ve mekanın ötesine de geçebilirler veya başka bir bilim kurgu klasiğindeki gibi ağaçlarında sucuk yetişen medeniyetler de kurabilirler. Bilim kurgu sayesinde bir kere daha hatırlarız ki tahayyül kabiliyetimiz de olmasını istediğimizden çok daha sınırlıdır. Uzaylı dediğin şey senin benim gibi biraz daha büyük kafalı biraz daha yeşil bir adamdır. Olsa olsa gemidekileri yemeye çalışan vahşi bir hayvandır. Sanırsam hayal gücünün bu sınırlılığı sebebiyle en başarılı bilim kurgu eserleri genelde sınırlarının farkında olanlardır. Misal türün sevenleri tarafından oldukça beğenilen Contact bizi din, felsefe ve merak etmek konusunda düşünmeye iter. Veya daha güncel bir örnek olarak Arrival uzaylılardan ziyade dil ve iletişimin doğası hakkındadır. Başka bir klasiğe bakacak olursak ise Otostopçunun Galaksi Rehberi için hayatın anlamı basit bir 42’dir. Bu eserlerin hiçbiri(Star Wars dahil) uzak bir galakside uzun süre önce geçmezler. Uzaylılar ile ilgili değişmeyecek olaylardan biri de her zaman güzel bir goygoy konusu olması. Uzaylı pastasını yerken uzaylı transferi haberleri dinlemek herhalde benim için her zaman keyifli olacak. Gora muhabbetine ara vermek istediğimizde ise bu taz uzaylı haberlerine ve onlara gelen tepkilere de bir uzaylı romanına bakar gibi bakmak yeni fikirler verebilir bize. Örneğin kimi ABD’li için kendi devletine olan güvensizliğin yansımasıdır bu davaya olan ilgi. Bizim gibi çok uzak ülkelerden takip edenler için ise dünyamızda bulamadığımız bazı şeylerin beklentisi olabilir tepelerden gelecek yeşil adamlarda. Günün sonunda hangi açıdan bakarsak bakalım uzaylı konusundan kendimizle ve yaşadığımız dünyayla alakalı çıkarabileceklerimiz var. Evet zaman zaman böyle cıvık bir temelden doğacak dersler zorlama olabilir. Hatta bu davanın sonunda da karşımızda muhattap alacak bir yeşil adam da olmayabilir. Biz yine de evi toparlayalım, misafir gelse de gelmese de.

Cem Cahit Gülan

8 dk.

O Bildiğimiz Uzak Galakside Bir Başka Yeni Başlangıç

O Bildiğimiz Uzak Galakside Bir Başka Yeni Başlangıç

Önemli bir uyarı: Bu yazı içerisinde Ahsoka, Clone Wars, Rebels ve orijinal Star Wars serisi içeriklerine dair spoilerlar bulunmaktadır. Orijinallerini izlemediyseniz zaten ne duruyorsunuz?  Öbürleri için ise dilerseniz izleyip buraya dönebilir veya keyifli keyifli hafif spoilerla dolu yazımı okuyup olan biteni buradan da öğrenebilirsiniz. Keyfinize bakın! “A long time ago in a Galaxy far far away…” ile yıllar önce başlamış, Disney’in eline geçmesi ardından da birçok yeni hikâye ve karakter eklenmiş olan Star Wars evreninin çok uzun süredir beklenen yeni dizisi sonunda izleyicilerle (ve benim gibi büyük hayranlarla) buluştu: AHSOKA. Bilmeyenler ya da aşina olmayanlar için Ahsoka Tano orijinal Star Wars üçlemesinde, prequellarda veya sequellarda bulunmayan bir karakter, onun için yeni dizilere adım atmamış olanlarınız için bu yabancılık oldukça doğal. Kendisi Star Wars: Clone Wars dizisi ile seyirci ile tanışıyor ve ardından gelen Rebels dizisinde de önemli rollerde boy gösteriyor. Anakin Skywalker’ın padawanı (bkz. Öğrenci) olarak karşımıza çıkan Ahsoka Tano, Clone Wars dizileri boyunca iyi niyeti, sempatik ve dostça tavırları, kurallara karşı onları bükmeye hazır tavrı (ustası Anakin gibi) ve de ışın kılıcı savaşlarında gösterdiği büyük yetenek ile hem Star Wars evreni içerisindeki karakterlerin, hem de seyircinin sevgisini kazanıyor. Fakat Klon Savaşları ( Clone Wars) çerçevesinde Jediların Cumhuriyet için Ayrılıkçılara karşı yürüttüğü mücadelede uzunca bir süre savaşan ve büyük katkılara imza atan Ahsoka, o dönemin güçlü askeri adamlarından olan Moff Tarkin (ki orijinal üçlemeyi izleyenler onu Darth Vader’a ayar vermeyi başaran nadir karakterlerden olan Grand Moff Tarkin olarak hatırlayacaktır) tarafından bir komplo ile Cumhuriyete ihanetle suçlanıyor ve ardından suçu kanıtlanmamış olmasına rağmen Jedi konsülü tarafından Jedi Düzeninden atılıyor. Hikâyede suçsuz olduğu ustası Anakin tarafından tam zamanında kanıtlanmış olsa da Ahsoka Jedi Düzenine geri dönmemeyi seçiyor ve resmi olarak bir Jedi olmayı bırakıyor. (Burada yanlış anlaşılmaması gereken husus Ahsoka’nın ışın kılıcı kullanmayı veya force kullanmayı bırakmıyor oluşu. Sadece Jedi Düzeninin doktrinlerinden, yolundan sapmışlığından, önyargısından uzaklaşmak için bu kararı alıyor. Ne sith ne de jedi olan bu tarz force kullanıcılarına Gri Jedi da deniyor). Bundan sonra daha bireysel bir yol izleyen Ahsoka, Rebels dizisinde “Fulcrum” kod adıyla asi gruplarına öncülük ederken bir başka Star Wars evreni dizisi olan Mandalorian’da da çok sevilen Grogu’ya (bkz. Baby Yoda) yol gösterici görevini üstleniyor. Fragmanlar ve ilk 3 bölüm sonunda anladığım kadarıyla da bu dizide de Rebels’ın sonunda kaybolan Amiral Thrawn’a karşı bir mücadele içinde olacaktır. Dizinin içeriğine giriş yapmadan önce kült evrenlerin yeni dizileriyle alakalı genel bir değerlendirme yapmak istiyorum. Her yeni başlayan Star Wars dizisi (ve açıkçası herhangi başarılı serinin devamı niteliğinde çekilen diziler) aslında bir nevi Schrödinger’in kedisi gibi. Aşina olmayan okuyucularımız için basitleştirilmiş haliyle Schrödinger’in kedisi konsepti, kuantum dünyasındaki süperpozisyon ilkesini anlatabilmek için Erwin Schrödinger tarafından tasarlanan bir alegori. Alegoriye göre bir kedi radyoaktif olma ihtimali olan bir element ile bir kutunun içinde bulunuyor. Kutunun kapağı kapalı ve kutudan dokulara hitap eden hiçbir uyaran (koku, ses, hareket) çıkmıyor. Schrödinger’e ve kuantum fiziğine göre kedi kutunun içindeyken bir süperpozisyon halinde, yani hem ölü hem yaşıyor. Fakat kutuyu açtığımızda iki sonuçtan birini görüyoruz. Yani kutuyu açmamız sonuca etki ediyor ve kedi ya ölü ya da canlı olarak çıkıyor, ikisi aynı anda değil. Bu durumun Disney versiyonunda ise bu hayali kutunun içerisinde belki muazzam yeni fikirler, hikayeler ve başlangıçlar var. Belki de kötü yazılmış senaryolar, bulunduğu evrenle tutarsız olaylar, basit karakterler, “plot hole”lar  ve daha niceleri var. Ve maalesef kutuyu açmadan sonucunu bilmenin hiçbir yolu yok. Bunun için koca yürekli(!) ve George Lucas’a verdiği ~ 4 milyar doların her kuruşunun suyunu çıkarmak isteyen Disney kutuyu açmış, gelin biz de beraber içine bakalım. Diziye öncelikle daha genel bir perspektiften baktığımızda dizinin kendisinden önce gelen Star Wars evreni eklentilerine (Mandalorian ya da Kenobi gibi) birçok açıdan benzediğini görebiliyoruz. Bölümler yarım saat civarında ve oldukça kısa. Açıkçası hayatı boyunca Türkiye’de iki buçuk saatlik dizilere maruz kalmış bir birey olarak bunu söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi fakat 30 dakika, haftada bir çıkan bir dizi için gerçekten yeterli değil. Başlamasıyla bitmesinin bir olmasının yanı sıra, maalesef öbür Star Wars dizilerinde de görebildiğimiz “filler-episode” örüntüsü devam ediyor. Disney yaklaşık 10 bölüm olarak tasarladığı Star Wars dizisi sezonlarının ilk birkaç bölümünü boş ve zaman geçirmeye yönelik içerikle dolduruyor. Dizi içerisinde gerçek bir mücadele yaşanmıyor ya da basit bir mücadele, konuşma ya da sorun, tüm bölüme yayılacak şekilde uzatılıyor. Bu da izlemesi keyif vermeyen ve sıkıcı bölümlerle sonuçlanıyor. Sadece son bir veya iki bölümde seyirciyi büyüleyecek kesitler sunan (Kenobi dizisindeki son bölümdeki Obi -Wan - Vader düellosu gibi) Disney bölümlerin büyük çoğunluğunda sadece izlenme, ürün satışı ve özetle bol bol para peşinde olduğunu açıkça hissettiriyor. Ahsoka da maalesef aynı şekilde. Şu ana kadar daha sadece 3 bölüm yayınlanmış olsa da o 3 bölümün sunduğu 90 dakikalık içerik çok dürüstçe bir şekilde 30 dakika gibi bir sürede de seyirciye iletilebilirdi. Düşük kaliteli içerik sunumu dizi hakkındaki ilk hayal kırıklıklarımdan biri oldu maalesef. Beni asıl üzen gerçeklik ise Star Wars evreninde alıştığımız ve değer verdiğimiz bazı genel konseptlerin umursanmıyor, önemsenmiyor ve değiştiriliyor oluşu. Bunun en basit örneklerinden bir tanesi birinci bölümün sonunda gerçekleşen ışın kılıcı düellosunda Sabine Wren’in karnına ışın kılıcı saplanması. Orijinal üçlemeden hatırlayacağımız üzere bir karakterin ışın kılıcıyla teması oldukça ciddi sonuçlara sebep veriyor. Luke ve Anakin ellerini, Count Dooku kafasını ve ellerini kaybediyor. Doğrudan vücuduna ışın kılıcı darbesi alan Obi-Wan ise hayatını kaybediyor (o bunu Luke’u korumak için bir fedakârlık olarak gerçekleştiriyor, bu yüzden o ölüm ekstra anlam kazanıyor). Peki Sabine Wren’e ne oluyor karnından ışın kılıçlandıktan sonra? Hastanede uyanıyor ve nasıl iyileştiği, nasıl yara aldığı, nasıl ölmediği vb. konulardan hiçbirine değinilmiyor bile! Her ne kadar fantastik bir evren olsa da Star Wars evreni ölümün var olduğu ve karakterlerin eylemlerine anlam ve ağırlık kattığı bir evren. Önemli olan hiçbir karakter şans eseri ya da rastgele ölmüyor, hepsi bir amaca hizmet ediyor. Vader ve Obi-Wan Luke’u kurtarırken, Dooku (kendi iradesi dışında) Anakin’in karanlık tarafa geçişine yardımcı olmak için, Qui Gon Obi-Wan’ı kurtarmak için ölüyor ve bu tarz anlamlı ölümler (ya da Palpatine’in durumunda ölümden dönmeler) karakterler için dönüm noktaları oluyor. Fakat yeni dizilerde ya da filmlerde ölümü “Last Skywalker’da” olduğu gibi karşıdakini öperek, ya da hiç açıklamadan atlamak Star Wars evreninin değerleri ve kurgusuyla çok büyük bir tezat oluşturuyor ve bu seriyi benim gözümde anlamsızlaştırmaya ve Star Wars değilmiş izlenimi yaratmaya başlıyor. Bir başka göze batan olay da ikinci bölümde gerçekleşiyor. Parçalanmış bir droidin hafıza bankasına hackleyerek girmeye çalışan Sabine, gittikçe ısınan teçhizat yüzünden bu görevi zamana karşı gerçekleştirmek zorunda kalıyor. Droidin hafızasından bir lokasyon verisi bulmaya çalışırken droid aşırı ısınıyor ve veriyi temin edemeden önce acil kapatılması gerekiyor. Bu süreç içerisinde biz seyirci olarak zaten Sabine’in o bilgiye bir şekilde erişebileceğini biliyoruz çünkü Star Wars evreni gittikçe tesadüflerin karakterlere yardım ettiği, olayların kolayca çözüldüğü bir çocuk evrenine doğru gidiyor. Fakat beni bir seyirci olarak daha da hayal kırıklığına uğratan ve “e yok artık ya” dedirttiren şey Sabine’in bu başarısızlığın üstünden birkaç saniye geçmeden hiçbir ekstra gözlem veya düşünce belirtisi göstermeksizin bir anda o tarz droidlerin X gezegeninde üretildiği (gezegen ismi önemli değil) ve oradan olabileceği gibi oldukça rastgele ve şanslı bir bilgiyi ortaya atması oluyor. Tabii ki bu bilgi doğru çıkıyor ve karakterlerimizi doğru yola doğru itekliyor. Fakat böyle bir bilginin ve hikâye akışının böylesine bir tesadüfe ve şansa bağlanmış olması kurgu açısından Ahsoka dizisinin şimdiden ne kadar başarısız, tahmin edilebilir ve basit olduğunu gösteriyor. Aslında bu tarz şansa bağlı olayların yaşandığı çok fazla sahne var fakat onlarla ilgili daha derine girip bol bol örnek ve spoiler vermek istemiyorum. İzlediğiniz zaman siz de tanık olacak ve anlayacaksınız zaten bu eleştiri kaynaklarımı. Fakat söylemeden geçemeyeceğim son bir an ve özellik var ki senaryodan, hikayeden, karakterlerden ve olan herhangi bir şeyden bağımsız. Çok basit, hatta aşırı basit bir konsept: hologram projeksiyon. Star Wars evreninin her dizisinden ve filminden alışkın olduğumuz başka varlıklarla tam vücut “facetime” yapılmasını sağlayan hologram projeksiyon onca film boyunca belirli bir renk ve stil formatını izliyordu: genelde mavi tonları kullanılır, hafif hafif kesinti olur ve aşağıdan yukarıya olacak şekilde yansıtılırdı. Fakat Ahsoka’nın daha ilk bölümünde bir sahnede görebileceğimiz hologram projeksiyon tamamıyla yeşil tonlarından oluşmakta ve yukarıdan gelmekte. “Aman Kaan buna mı takıldın sen de!” diye düşünüyor olabilirsiniz. Fakat izlediğinizde beni anlayacağınızı garanti ediyorum; çünkü yıllardır alışkın olduğumuz bir görsel unsur sadece renk olarak bile değiştiğinde, hele bir de çok bilinen bir başka serinin kullandığı Hologram Projeksiyon renk tonlarını kullandığında (adı lazım değil baş harfi Star Trek), o seriyi o seri yapan temel unsurların sarsıldığını ve aynı dokuyu hissettirmediğini gerçekten çok açık ve temel bir şekilde hissedebiliyorsunuz. Bu kadar temel ve alışılmış bir unsuru değiştirmek yerine kurguya daha yeni fakat Star Wars dokusuna uygun unsurlar eklemek çok daha ılımlı ve destek görecek bir alternatif olurdu. Bu kadar eleştirdim, farklı unsurlar üstünden laf söyledim fakat bu dizinin hiç mi iyi bir yanı yok? Tabii ki var. Ahsoka karakterinin gelişimini ve yaşadıklarından sonra dönüştüğü daha stoik kişiliği gözlemleyebilmek gerçekten çok keyifli. Animasyon üzerinden tanıdığımız lokasyonların ve karakterlerin live-action hallerini görmek ve “Rebels” kurgusundan öğeleri görebilmek (kahramanların resimlerinin olduğu duvar) hikayeyi daha gerçek ve daha alışkın olduğumuz evrenin bir parçası olarak hissetmemize büyük ölçüde yardımcı oluyor.  Bunlara ek olarak Rebels dizisinin en kahraman ve komik karakterlerinden olan robot Chopper’ın aynı enerji ve dinamizmle bu seride olduğunu görmek gerçekten çok mutlu edici ve gülümsetici. Nasıl R2-D2 kendi başına bazı sahneleri taşıyabiliyorduysa eski filmlerde, Chopper da aynı potansiyele sahip. Umarım daha da çok görürüz kendisini. 10 bölümlük sezon üzerinden planlanan bir diziyi sadece 3 bölüm üzerinden değerlendirmenin doğru olmadığının farkındayım. Fakat şu ana kadar izlediğim kadarıyla Ahsoka dizisinde oluşturulan kurgu ve yaşanan olaylar Star Wars evreninin alıştığımız dokusuna, kurallarına ve değerlerine uymayan ve onlarla çatışan bir yapıya sahip. Bu tarz çatışmalar da seyircilerin diziyi, karakterleri ve olay örgülerini benimsemelerini ve sevmelerini zorlaştırıyor. Disney bu durumu kendi lehine çevirmek için ileriki bölümlerde şaşaalı ışın kılıcı düelloları, göz kamaştırıcı yeni dünyalar, özlediğimiz eski karakterler ve daha nicelerini önümüze serecektir, ki ben bunların hepsi için gerçekten çok heyecanlıyım. Fakat gerçek bir Star Wars hayranı olarak tek umudum bunları yaparken Star Wars’un ilkelerine, geçmişine ve fantastik realitesine saygı duymaları ve onunla uyumlu, hatta onun üstüne kurup daha ileri taşıyabilecek hikayeler yaratmaları. Bekleyelim bakalım ileriki haftaların çarşamba günlerini. Bakalım kedi kutunun içinde hayatta kalmayı başarabilmiş mi… Dipnot: Bu makale yayınlandığında Ahsoka’nın 5. bölümü çıkmış olacaktır fakat makale ilk 3 bölüm kapsayacak şekilde daha önce yazıldığından dolayı, dizinin en yeni olaylarını içermez. Sevgili okuyucularımız bu konu hakkında okumayı sever ve beğenirlerse ileriki bölümlerle alakalı da makalenin devamı gelecektir.

Kaan Sayın

25 dk.

Erteleme Ekonomisi

Erteleme Ekonomisi

Evet. Uzun bir ertelemeden sonra sonunda başlıyorum. Ertelemeyi hem çok seviyorum hem de hiç sevmiyorum. Bugün güzel hoş da, yarın can sıkıyor. Üniversitede “boş ders” diye adlandırılan “Profesyonel Gelişim” dersinde bir yazma metodu öğrenmiştik. Üniversitede öğrendiklerimin çoğunu unuttuğumu düşünürsek, çok da boş ders değilmiş. Tabi okulda iken hayata bakış açısı çok farklı. Matematik filan önemli, sınavı olmayan dersler ise boş. Neyse yöntem şu: sadece yazmaya başla ve aklına ne gelirse yaz. Düşünmek için durma, sorgulama ve sadece yaz. Yaklaşık 1 aydır ne yazsam nasıl yazsam güzel yazmalıyım diye düşünürken hiç bir şey yazamıyorum.Bir arkadaşım vardı, çok iyi bildiği bir dersin sınavında, önce bütün cevapları başka kâğıda yazıp sonra muntazam bi şekilde sınav kâğıdına geçirecekti Yetiştirememiş , 60 filan almıştı Okulu bitirip hayatta ne yapmak istediğini bilmeyen bir genç olarak benim de ortalama bir günüm hayatta ne yapmalı nasıl yapmalı, hayatı nasıl güzel ve ilginç yaşamalı sorularına cevap aramakla geçiyor. Okul hayata göre çok basit, sınavda doğru cevaplar var, onları yapabilirsen başarılısın, yapamıyorsan yeterince çalışmamışsın. Gerçek hayat ise tam tersi, doğru bir cevap yok, ve onu ararken hayat kaçıp gidebiliyor. O kadar planlama ve düşünme de çok bir işe yaramıyor gibi. Sanki sadece yaşamaya başlamalısın, gerisini yaşarken düşünürsün. Dergimizin sevgili yazarlarından Cem Gülan arkadaşım bana dergimizde yazmak ister misin dediğinde çok heyecanlandım Ama tabii ki de o gün yazmaya başlamadım, daha çok vardı nasıl olsa. Diğer gün heyecanım biraz azaldı, erteleme fonksiyonlarım devreye girmeye başladı. Bir yandan heyecanla kafamda ne yazacağımı kurarken, bir yandan da erteleyip duruyorum. Neyse zaman geçtikçe geçti, erteledikçe daha da büyüyen ve dağ gibi biriken sorumluluklar. Ama kaçış yok, bugün yediğin hurmalar yarın kapını çalıyor. Yani bugünün keyfini sürerken” yarınki kendinden” zaman çalıyorsun. Kafanı meşgul eden o sorumluluk hissi de cabası Ekonomi de aynı bu şekilde bir mekanizmaya sahip. Buna” kredi” deniyor, şu an sahip olmadığın parayla keyif sürebiliyorsun. Ödemeyi erteliyorsun aslında, istersen bitcoin alıp zengin olmayı denersin (artık o tren kaçtı gibi...), istiyorsan tatile gidip keyif sürebilirsin. Ancak unutmamalı ki cefasız sefa olmuyor. Ertelediğin her ödeme veya sorumluluk ekstra bir bedelle tekrar karşına geliyor. Buna istersen faiz de istersen de seni rahatsız eden sorumluluk hissi. Şu anda herkesin fark ettiği gibi ekonomi kötü, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada kötü. Bunu sadece heterodoks politikalara bağlamak yanlış olur (belki etkisi olabilir...) Ancak bütün dünya zor zamanlardan geçiyor ve bu durum daha da zorlaşacak gibi duruyor. Aslında çoğu şey gibi bir karşılaştırma meselesi. Ekonominin iyiliğini veya kötülüğünü başka bir zamanla karşılaştırmadan ifade etmek mümkün değil. Mesela eskiden yurtdışı uçuşlarda bedava yemek verirlerdi. Hem de köfte veya tavuk seçmeli. Şimdi hem uçak bileti almak daha zor, daha pahalı, hem de yemek vermiyorlar. E peki bu neden böyle? Ekonomiye aslında basit olarak bütün ekonomik işlemlerin toplamı diyebiliriz. Mesela bir gofret satın almak gibi. Bir taraf paradiğer taraf ise mal veya bir hizmet alışverişi yapıyor. Bu işlemler insanlar, şirketler ve devletler tarafından her saniye gerçekleşiyor. Bir diğer konu ise, günümüzde çoğunlukla alışveriş yapılan araç para değil kredi oluyor. Kredi oluştuğu zaman harcamalar artıyor, harcamalar artınca gelirler, gelirler artınca borç verenler daha rahat kredi veriyor,. Bu kendi kendini besleyen sistem ekonomik büyüme yaratırken uçakta da köfte veya tavuk yeme seçeneği sağlıyor. Türkiyede küçük çocukların bile sokakta konuştuğu faiz kararları da bu kredi miktarını etkilemekte kullanılıyor. Eğer ekonominin büyümesi isteniyorsa faizler düşürülüyor veya ekonominin küçülmesi isteniyorsa faizler arttırılıyor. Şimdi sorabilirsiniz neden bir ülke küçülmek istesin ki. Mutsuzluk olmadan mutluluğun var olamadığı gibi (bakınız. Dan Bilzerian bile mutsuzum demiş), sürekli büyüme de maalesef sürdürülebilir değil gibi duruyor. Kredi kazandığımızdan fazla harcama şansı sağlıyor. Eğer bu hak etmediğimiz fazla parayla Bodruma gidersek, bir problem ortaya çıkıyor. Borçluyuz ve borcumuzu ödeyebileceğimiz bir üretim yapmadık. Bunun sonucunda gelecekteki kendimize bir sorumluluk bıraktık. İleride ürettiğimizden bile daha az harcayabilecegimiz bir zaman yarattık. Ekonomi de böyle döngülere sahip, kredinin çok arttığı zamanlar ekonomik büyüme gerçekleşiyor ve refah artıyor. Ancak bu büyüme üretimle desteklenmediği zaman balon şişmeye başlıyor. Köfte veya tavuk seçerken güzel de, balon çok şişince de patlıyor. Ekonomi kötüye gitmeye başlıyor, kendini besleyerek büyüyen sistem tam tersine dönüyor, ve o hep ertelediğimiz gün gelip çatıyor. Artık bir yere kaçış yok. Bugün gibi. Neyse, uzun bi ertelemeden sonra bugün geçmişteki borçlarımı ödeyip yazımı yazdım. Geçmişteki Yunus’a sinirliyim, o baya keyif sürerken bana bol faizli bi sorumluluk bıraktı. Bir aydır yaşadığım bu sorumluluk hissi beni baya yordu, eskiden bu kadar değildi. Yaş ilerledikçe bu faiz oranı artıyor sanırım. Büyükler o yüzden ertelemeyi çocuklar kadar sevmiyor. Ancak söylemeden geçmeyeyim, kafaya takmayıp işi yarınki Yunusa devretmenin de keyfi çok ayrı oluyor. Hala genç hissediyorum sanırım.

Yunus Emre Tekgül

12 dk.

Patlayıcı Bir Yazı: Big Bang

Patlayıcı Bir Yazı: Big Bang

Falan dergisinin ne zaman çıktığını daha dün gibi hatırlıyorum. Sene 2023 aylardan ekim, 1 ekim. Soğuk bir pazar sabahı çıktı o mükemmel derginin ilk sayısı. Şimdi zamanda biraz daha geriye gidelim. 28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan tahtının veliahttı Arşidük Franz Ferdinand, Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü ve yaklaşık 17 milyon insanın ölümüne sebebiyet verecek bir cihan harbi başladı (herhalde o zamanlar “birinci” demiyorlardı). Hazır zaman makinesi sıcakken daha da öncesine, 2023 yıl öncesine gidelim. Miladın başlangıcına, Hazreti İsa’nın doğumundan sonra insanlık tarihinin İsa’dan önce be İsa’dan sonra olmak üzere ikiye bölünmesine. Miladın da öncesine gidelim, 245 milyon yıl önce var oldukları kabul edilen ve 66 milyon yıl önce dünyaya düşen bir göktaşı sonucu nesillerinin tükendiği düşünülen dinozorlar da vardı bu dünyada. Her şeyin bir başlangıcı var, peki “Her şeyin” başlangıcı ne? Elimden geldiğince büyük patlamayı kanıtlarıyla birlikte anlatmaya çalışacağım. Sürçülisan edersem şimdiden affola. Malum astronomi değil makine mühendisliği okudum. İyi bir mühendis olarak fiziği sadece “yaklaşık” olarak kullanırım. İki temel kanıtla inanmaya çalışacağız büyük patlama teorisine: Doppler etkisi ve kozmik mikrodalga fon ışınımı (evet kendisi de ismi gibi cafcaflı) Vesto Slipher 1912 yılında spiral nebulalardan gelen ışığın dalga boyundaki değişimleri ölçerek çok önemli bir keşfe imza attı. Nebulalar bizden uzaklaşıyorlardı. Bunu doppler etkisiyle anladı. Şimdi bir de kısaca doppler etkisini anlayalım. Ses dalgalar halinde yayılır. Bu dalgalar havada yoğun ve seyrek basınç alanları oluşturur ve bu alanlar kulağımızdaki çeşitli yapıları titreştirerek bizim sesleri duymamızı sağlar. Hareketsiz bir şekilde durup sabit frekansta çalışan bir ses kaynağının oluşturduğu dalgalar arasındaki uzaklık birbirlerine eşittir. Dolayısıyla frekans her yerde aynıdır. Şimdi bu ses kaynağını sağa doğru sabit süratte hareket ettirelim. İlk dalga oluşturulduktan sonra cisim dalganın sağ tarafına biraz daha yaklaşmış olacak ve ikinci dalgayı bu konumda oluşturacak. Dolayısıyla sağ taraftaki dalgalar birbirlerine daha yakın, sol taraftaki dalgalar birbirlerinden daha uzak olacak. Bu yüzden frekans iki tarafta farklı algılanacak. İşte en klasik örneğiyle anlatılan doppler efekti budur. Peki yalnızca ses mi dalgalar halinde yayılır? Hayır diye bağırdığınızı duyar gibiyim. Bizi asıl ilgilendiren ışık da dalgalar halinde yayılır. Eğer ki gözlemlediğimiz galaksi hareketsiz bir şekilde dursaydı yıldız tayfında hep aynı rengi görürdük. Vesto Slipher ise bu tayfın kırmızıya kaydığını dolayısıyla bu cisimlerin bizden uzaklaştığını keşfetti. Edwin Hubble, 1924 yılında bu cisimlerin aslında galaksiler olduğunu keşfedince her şey netleşti. Zaman ileri yönde aktıkça galaksiler bizden uzaklaşıyor yani evren büyüyor. Peki zaman ileriye doğru değil de geriye doğru aksaydı ne olurdu? Tabii ki de cisimler birbirlerine yaklaşmaya başlardı. Çok değil, zaman 13.7 milyar yıl boyunca geriye aksaydı o zaman cisimler birbirine o kadar yaklaşırdı ki bir futbol topu büyüklüğüne ulaşırlardı. Yani limit t giderken sıfıra evren olurdu bir nokta. Mantıklı ama insanı çok da tatmin etmiyor. Birbirlerine yaklaşacaklar evet ama sadece dünyamız bile bir futbol topundan büyükken nasıl bütün galaksiler birleşip bu kadar küçük bir yapı oluşturacaklar? Bunu bir kenara bırakıp 1964 yılına gidelim. Arno Allan Penzias ve Robert Woodrow Wilson, New Jersey’de (evet o iğrenç yerde) radyo teleskop ile çalışmalar yaparken bir parazit sinyalle karşılaştılar. Önce bir kafalarını kaşıdılar, antene ufak tokatlar attılar. Parazit geçmeyince teleskopa daha da sert vurdular ama o da yardımcı olmayınca düşünmeye başladılar. Sonra gördüler ki bu sinyal dünyadan gelmiyor. Aynı zamanda bu sinyal ne Samanyolu’nun konumuna ne de herhangi bir gezegenin konumuna bağlı değil. Bu sinyal her yönden eşit şiddette gelen bir sinyal. Ölçümleri sonucunda bu sinyalin dalga boyunun 7 cm olduğunu tespit ettiler. Gelelim bizi ilgilendiren kısma. Evren genişliyor ve genişledikçe soğuyor. Büyük patlama öncesinde ise evren aşırı yoğun ve sıcaktı. Ne kadar mı sıcak? Hani bu yaz sıcaklık rekorları kırıldı deniyor ya, işte ben o zamanlarda Bodrum’un o dehşet sıcağında kar lastiği takılı bir arabayla yokuş çıkmaya çalışıyordum. Zavallı araba altımda ağlıyor, lastikler olduğu yerde dönüyordu. 40 derecelik havada yokuşu çıkamıyordum. Evrenin başlangıcı ise daha sıcaktı, gariban atomlar nasıl dışarıya çıksın? Hatta o kadar sıcaktı ki atom çekirdeği bir arada duramıyordu bile. Atomların var olabileceği sıcaklıklara gelindiğinde hidrojen ve helyum atomu oluştu ve evren muazzam bir hızda büyümeye başladı. O gün açığa çıkan yüksek enerjili fotonlar soğuyarak 7 santim dalga boyuna erişti. Eksik bir şeyler var ama değil mi? Büyük patlamaya inanmak zor geliyor İnsanın aklı almıyor Değil mi? Sonsuz büyüklükteki evren Nasıl oldu da bir futbol topu büyüklüğünden meydana geldi? Oysa biz de bir sıralar mikronluk bir sperm ve yumurtaydık Bilye boyunda bile değil Şimdi geçmişine, yaşadıklarına bir bak Yıllar içerisinde ne kadar da büyüdün Aklın almıyor Değil mi?
Foto

Bora Tavman

8 dk.

Başlangıç

Başlangıç

İnsanlar, olayları anlamlandıramamanın huzursuzluğuna katlanamazlar. Her türlü nesneye ve düşünceye isim takılması gibi, süreçlerin ve dönüşümlerin de işaret taşlarına ihtiyaçları var. Yarattığımız en temel iki taş: başlangıçlar ve sonlar. Yıllar, yaşlar, haftalar, bu temel işaretleri hissettirebilen en net örneklerden. Fakat insan beyninin dışında kalan, doğada var olan hiçbir şey kendini başlangıç ve sonlarla sınırlamaz. Olanlar ve bitenler yoktur. Sadece olurlar. Dönüşerek, birbirlerine karışarak ve bazen de ayrışarak ama tekrardan karışmanın bir yolunu bularak devamlılık sağlanır. Buna doğumlar ve ölümler de dahil. Ama beyin anlam ve netlik arar. Doğal veya beşeri olması fark etmeksizin, gözlemlenebilen her şeyin limiti olmamasına, enerjileşmeye ve dönüşmeye devam etmesine rağmen, anlam ve netlik adına sandalyenin bir boyutu, başlangıcı ve bir sonu vardır. Zamanın bizden bağımsız varlığına rağmen, anlam ve netlik adına anların öncesi ve sonrası, kümeleştirilmiş etiketleri vardır. Anlar kategorilere ihtiyaç duyar. An, anılaştığında iki işaret taşının arasında yarattığımız bir döneme aittir. 2022’ye, geçen haftaya ve düne ihtiyaç duyarız. Anları evsiz bırakmak, onları yanyana, akışta ve başıboş bir şekilde düşünmek insan için neredeyse imkansız. İsimler, etiketler ve işaretler, beynin kurulu hayatın içinde fonksiyon edebilmesi için kabul edilmeli ve gerçeklikleri sorgulanmamalıdır. Sandalye sandalyedir. Fakat bu işaretlerin işlevlerinin ötesinde insanlar üzerinde yarattığı duygusal etki tahmin ettiğimizden biraz daha güçlü. İşaretlere anlamlar yükledik ve bu anlamlara ihtiyaç duymaya başladık. Hikayelerin ortaya çıkışı gibi. Başlangıçları merhabalara ve sonları elvedalara dönüştürmek gibi. Başlangıçlara ve sonlara yüklenen anlam, insanın sürekli olarak kendine yeni bir kimlik arayışının bir sonucu gibi düşünülebilir. Kendimizi başı ve sonu belirsiz süreçlerde düşünmekten rahatsızlık duyarız. Bir başlama noktası, son algısı ve o sonun sağladığı bir başlangıç tekrarı olmalı. Yenilik ve yenilenme tam anlamıyla ancak eski benliğimizle ilişkiyi sonlandırdığımızda temiz hissettirebilir. Çünkü insan, kendine başkalaşma ve farklı versiyonlar yaratma ihtiyacı duyar. “Merhabaların” ve “Elvedaların” psikolojide en çok araştırılan örneklerinden biri, “temporal landmark effect” olarak biliniyor. Türkçesi zaman işaretleri etkisi olarak düşünülebilir. Doğum günleri, özellikle 29’dan 30’a, 49’dan 50’ye geçiş gibi “tamamlanmış” yaşlar, ayın 1’i ve Pazartesi gibi olgular, yeni dönemler açıyormuş ve kişiye yeni opsiyonlar sunulmuş gibi hissettiriyor. Kendimizi terk etmeyi, yeni bir benliğe kavuşmayı ve geçmiş halimizi başkasıymışçasına algılamayı seviyoruz. Ancak ve ancak, hoşlanmadığımız her şeyi başka bir versiyonumuza devrederek rahatlayabiliyoruz. Bu özel günler ve dönemler, herhangi başka bir dönemle karşılaştırıldığında yeni kimlik için şaşırtıcı derecede motive ve ikna etkisine sahip. Hayatla ilgili büyük kararların çoğu bu dönemlerde çoklaşıyor zaten. Bütün yaşlara kıyasla 29 ve 49 gibi “9-bitişli” yaşlarda daha çok maraton koşan olduğu gibi, daha çok intihar girişiminde bulunuluyor, Furkanlar karılarını daha çok aldatıyor. İnsanlar “tamamlanmış” yaşlara yaklaşırken iki stratejiden biriyle ilerliyor gibi. Ya 50’ye seçilmiş versiyonlarla başlamak, ya da istenmeyen her şeyin 49’a atılıp, orada sonlanarak, 50’de “temiz” bir başlangıç yapmak. Bu konuyla ilgili varılabilecek bir sürü nokta, yazabilecek bir sürü son düşündüm. Temporal landmarklar’ın farkında olup, onların yarattığı bu illüzyona yenik düşmemek gibi. Başlangıç ve sonların sadece bir algıdan ibaret olması, arkada başkalaşmış bir versiyon bırakmamızın mümkün olmaması gibi. Fakat bu etki önüne geçilmesi, tedbir alınması gereken bir etki mi? Anlam arayışı illüzyonları sevmese de illüzyona illüzyon diye savaş açılmalı mi? Başlangıçların ve sonların yarattığı illüzyonlar, insan beyninin düşüncelere olan doyumsuz açlığından beri, fikirleri, olayları ve hisleri hikayeleştirip, aktarmaya ihtiyaç duymamızdan beri, kendimize ve yaşadıklarımıza anlam iliştirmeye çalıştığımızdan beri var oldular. Beynin diğer işlevlerinden farklı, en güçlü duygusal kısayollar. İnsanın belki de kendi içinde yarattıklarının en faydalısı. Ve düşünüyorum da bazen gerçekten de başkalaşarak tekrardan nefes alabiliyoruz. Arınarak, bırakarak ve tekrardan başlayarak.

Selin Işık

5 dk.

Sevdiğim 4 Yönetmene Başlama Rehberi

Sevdiğim 4 Yönetmene Başlama Rehberi

Bazı filmleri izlerken o filmin hangi yönetmene ait olduğunu onların filmlerde yer verdiği kendilerine özgü detaylarla anlaşılabilir. Öte yandan kimi yönetmenlerin filmografisine bakınca da farklı farklı türlerden filmler görülebilir. Örneğin Stanley Kubrick; bir filmi uzay gemisinde geçerken diğer filminde bir otelde veya bir diğer filmi de illuminati partilerinde geçiyor. Tabi ki Kubrick’in filmlerinde de kendisine özgü teknikler görebilmek mümkün. Belki de ben aşağıda yaptığım listeye Kubrick’i almak istemiyor olduğum için kendimce bahane üretiyorum. Neyse Kubrick iyi olsun, huzur içinde uyusun. Aşağıda yaptığım listede sevdiğim 4 yönetmenin filmlerini kendimce izlemeye hangi filmden başlanmalı tavsiyesi verme amacındayım. Dediğim gibi bu liste tavsiye niteliğindedir, bir reçete değildir. İlla da bu adamın bu filminden başlayın gibi iddialı bir cümle kesinlikle kullanmıyorum. #1 Quentin Tarantino En sevdiğim yönetmen diyebileceğim biri. Filmlerinde kullandığı kurgu teknikleri, müzikler, karakterler ve diyaloglar, şiddet sahneleri ve filmlerinin konuları ile kendine has bir yönetmen. En iyi filmi hangisi diye düşünmem gerekirse hiçbir şekilde bir liste, bir sıralama yapamayabilirim. Kill Bill 1 ve 2, Reservoir Dogs, Django: Unchained, Inglourious Basterds… Bütün filmleri insanı sinema dünyasının büyüsüne yakalatan ve film izlemeyi inanılmaz bir zevke dönüştüren kendine özgü bir tarzı var Tarantino’nun. Bana kalırsa da Tarantino İzlemeye Pulp Fiction ile başlamanın uygun olduğunu düşünüyorum. 1994 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi ve aynı dönem Oscar törenlerinde de adaylıklarının yanı sıra en iyi özgün senaryo ödülünü kazanan bu film birden fazla hikayeyi aynı anda anlatan ve onların kesişmelerini gördüğümüz bir film. İlk hikayede bir restoranda soygun planlayan bir çift, ikinci hikayede patronlarının kendisini dolandırmaya çalışanlar için tuttuğu iki tane tetikçiyi, üçüncü hikayede şike yapması istenen bir boksörü, dördüncü ve son hikayede de ikinci hikayedeki tetikçilerden birinin patronunun karısı ile geçirdiği bir geceyi konu ediniyor. Bu dört hikaye de iç içe geçmiş durumda. Tarantino’yu her yönü ile gördüğümüz, diyalogları, aksiyonu, şiddet sahnelerini bir arada gördüğümüz ve onu tanımak için ve filmlerini izlemeye başlamanın en güzel yolu olabilir Pulp Fiction. #2 Nuri Bilge Ceylan Türk sinemasının en önemli ve en başarılı yönetmenlerinden biridir. Ben onu izlemeye 2014 yılında kendisi Kış Uykusu’nun Altın Palmiye’yi kazandıktan sonra vizyona girdiğinde Kadıköy’de Rexx Sineması’nda izlemeye başlamıştım. Ortaokulu o gün bitirmiştik, Cem, Osman ve de yanılmıyorsam Bora ile birlikte 3 saati biraz daha aşkın bir süreli farklı bir film yolculuğuna çıktık. Bana kalırsa bu filmini en iyi ya da en iyi ikinci filmi olarak kendimce bir liste yapabilirim fakat bu yazıda yaptığım listede Nuri Bilge Ceylan’ı izlemeye başlama listesi yaptığım için yine en sevdiğim filmi ile değil de kendisini en iyi tanıyabilecek filmini tavsiye etmek istiyorum: İklimler. Başrolünde kendisinin olduğu ve ona da şimdiki eşi Ebru Ceylan’ın eşlik ettiği film aralarında sorun olan bir çifti ve onların ilişkilerini anlatıyor. İkili ilişkileri, insanın anlam arayışını ve yalnızlığını, ve bunları da güzel bir sinematografi ile mevsimlerle birleştiren güzel bir film. Diyaloglar, kamera açıları, ve film içindeki fotoğraf gibi sahnelerle Nuri Bilge Ceylan sinemasını tanımanın 98 dakikalık bir yolculuk. #3 Martin McDonagh Tiyatro yönetmenliğinden gelen ve filmleri de bir tiyatro havasında olan bir yönetmen. Genellikle diyaloglar üzerine giden ve karakter ile mekan odaklı filmleri yapan Martin McDonagh’ı Spaghetti Western podcastimizde çok fazla konuştuk. Çok büyük ihtimalle de yeni bir film çektiğinde bir daha bir daha konuşuyor olacağız. McDonagh’ın film listesine baktığımızda ben bu sefer onu tanımaya başlamak için onun bana göre en güzel filmini tavsiye ediyorum: The Banshees of Inisherin. Çok yakın iki dost olan Padraic ve Colm, bir sabah Colm’un artık Padraic ile hiçbir sebep yokken arkadaş olmak istememesini ve bunu açık açık lafını esirgemeden ona söylemesini konu alıyor. Colm o kadar ciddi ki bu konuda, eğer Padraic onunla konuşmaya devam ederse tek tek kendisinin parmaklarını kesmek ile tehdit ediyor onu. Oscar’a da aday olan bu film her ne kadar törenden eli boş dönse de bu film Martin McDonagh sinemasını tanımak için çok iyi bir yol. McDonagh sinemasının ana elementlerinden olan gri karakterlerin, arafta kalmışlığı ve diyalogları ile şahane güzellikte bir film. Onun en iyi filmini izleyip diğer filmlerine bu beklenti ile girmek onun filmografisini keşfetmeyi daha keyifli bir hale getirebilir. #4 Damien Chazelle Aslında yazımın ilk başlarında yazmış olduğum Stanley Kubrick örneğine benzer bir yönetmen olarak görebiliriz Damien Chazelle’i. Galiba sırf bu listeye eklememek için bir bahane ile Stanley hocayı örnek verdim fakat daha sonra Damien Chazelle örneğini vermeden edemedim. Damien Chazelle’in filmografisine bakınca da birbirinden farklı konseptte ve konuda filmleri görüyoruz. First Man filminde aya giden ilk astronot, Neil Armstrong’u, Whiplash filminde konservatuar öğrencisi bir genç ile onun sert ve baskın öğretmeninin ilişkisini, Babylon filminde sessiz sinema döneminde sinemada ses kullanımına geçişi ve La La Land filminde Los Angeles’ta yolları kesişen bir aktris ve caz sanatçısını anlatıyor. Birbirinden farklı ve birbirinden güzel bu filmlere başlamanın ve gerisini merak etmenin en iyi yolu bence Damien Chazelle’in en iyi filmi olan La La Land’den geçiyor. Bir müzikal havasında olan bu film Mia ve Sebastian’ın ilişkisini ve ikisinin de hayatta kendine bir yol bulma hikayelerini çok güzel bir şekilde işliyor. Damien Chazelle’i izlemeye bu filmle başlamak onun diğer filmlerine olan heyecanı arttıracaktır.

Ali Aktaş

15 dk.