Şu sıralar bir nostaljik oluyorum galiba. Yazılarımı nostaljik yazıyorum, geçmişe özlemle bakıyorum zamana ve olaylara... Çok
mu üzgünüm yoksa şu anki durumumdan, şu anki yaşantımdan? Şu anki halimizden mutlu olamamak bir depresyon belirtisi mi
acaba? Küçükken ne güzeldi her şey, ortaokuldayken hiç derdim yoktu, tek derdim bu akşam arkadaşlarımla Minecraft
oynayabilecek miyim acaba, aileleri izin verir mi? Benimkiler izin verir mi?
Şu anda bu kelimeleri de yazarken canım sıkılıyor. Zamanın geçmesi elimde olmayan bir şey ama üzülüyorum da aynı zamanda.
Bir tane Japon terimi var bu olayı güzelce anlatan: Mono no aware. Bu terim, zamanın geçmesinin hüzünlü olan güzelliği
demektir. Ne kadar da güzel anlatılmış - nostaljide, zamanın geçmesinde hep bir tamamen üzüntü yerine hüzünlü, ama güzel
anıların verdiği de ufak bir tebessümle hatırlıyorum her şeyi.
Minecraft işte benim mono no aware’m. Her oynadığımda, her müziğini duyduğumda beni durduran, eski anılara götüren bir
oyun. O zamanlar versiyon 1.5 üzerinden oynardık, sonra 1.6 çıktı, 1.7, 1.8’ler. Oyunun gelişmesini, yeni şeylerin
eklendiğini kendi gözlerimle takip ettim. Eskiden babam oyunlara para vermediği için “crack”ini internetten bulduğum, kim
bilir de hangi Truva Atı virüsünü kucaklayan ellerle karşılaştığım bir anım. Crack versiyonuyla da multiplayer oynanmadığı
için internet üzerinden başka bir uygulama indirerek oynayabiliyordum. Bu uygulamaların doğru çalışması için de antivirüs
programınızı kapatmanız gerekiyordu. Ne salakmışım! Gelmiş geçmiş bütün Sims oyunlarına da para vermemek için internetten
antivirüsü kapatıp indirdiğimde ve sonrasında babamın güzelim PC’sine Truva Atı girdiğinde şaşırmış taklidi yapmam da
gerekiyordu.
Hey gidi günler! Ne çekmişim bedava oyun indirmeye çalışmaktan... O zamanlar komik değildi tabii ki ama şu anlar yüzümde
bir tebessümle anlatıyorum bunları. Her Minecraft oyununa girdiğimde de bu zamanları hatırlıyorum. Sims oynadığımda da hayatımı
film şeridi gibi izleyebiliyorum. Babamın benden gizlice Sims 1 oynadığı zamanlar... Bana Nintendo alınan o zamanlar...
Nintendogs bağımlısı olup kendimi Golden Retriever sanıp evde havladığım o güzelim günler... Ne kaldı geriye? Okul bitti, işe
başlayacağım. Hayata atılıyorum. Kendi paramı kazanacağım, kendi ayaklarımın üstünde duracağım ama aynı zamanda da
yorulacağım günler bekliyor beni. Artık oyun oynamaya bu kadar zamanım olmayacağı günler gelecek. Korkmuyorum da, heyecanlıyım
bu geçişe.
Bazen düşünüyorum da, acaba oyunlar eskisi gibi benim hayatımın en önemli yerinde midir... Bence hala öyle. Sadece artık
eskisi gibi vakit bulamıyorum oyun oynamaya. Hayatımda yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biridir çünkü (diğeri de roller
coasterlara binmek). Büyüdükçe hayat daha kompleks olmaya başlıyor sanki, tam da Inside Out 2’deki olay gibi, hayat ve
duygular basitleşmekten çıkıp beynimi ele geçiriyor gibi hissediyorum, ve oturup, her şeyi düşünmeyi bırakıp biraz oyun
oynayayım diyorum ama elimde olmuyor bu. Hep yapmam gereken, ya da daha çok yapabileceğim şeyler aklıma geliyor ve bu beni
rahatsız da ediyor. Keşke eskisi gibi olsam, çocuk gibi hayattan ve basit şeylerden keyif alabilsem... 2. el gri Nintendo’sunu
eline ilk defa almış bir Defne gibi olabilsem, heyecanlı ve çok mutlu. Gerçekten hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum...
Ama çok da hüzünlenmeyelim şimdi. Hala hayatımın o zamanki keyfini Minecraft’ı açtığım gibi hissedebiliyorum. Eski Minecraft
YouTuber’larının videolarını da hatırlıyorum hala. Ne kadar mutlulukla izlerdim, özellikle SkyDoesMinecraft ve Minecraft serileri
yapan, şarkılarını da söyleyen müthiş CaptainSparklez. Eskilerden Sims oynayan YouTuber Quxxn’e de saygım sonsuz.
Çocukluğumun önemli parçalarındandır bu kişiler, ve şu an İngilizcem bu kadar iyiyse bunları onlara borçluyum. Çok
anlamazdım ne dediklerini o zamanlar ama yine de izlerdim, dedikleri şeyleri taklit etmeye çalışırdım kendi kendime, ve böyle
geliştim. Minecraft ve diğer oyunların hepsi İngilizce’ydi ve Türkçe dili yoktu oyunlarda. Aslında her dili böyle öğrenmek
lazım, dizileri ya da altyazılarını öğrenmek istediğimiz dil yapıp onu okumak lazım, ya da YouTube’da videolar izlemek lazım,
ama artık kimde böyle zaman var ki...
Geçenlerde bir konsere gittim. Bu konser de hayatımın en mutlu anlarından biri haline geldi... Sizlere konserine gittiğim bu
grubu önereceğim: The Midnight. Mono no aware terimini onlardan öğrendim. Bu grup 80’ler temasında müzik yapıyor, yani buna
synth müzik de diyebiliriz. Dinlediğinizde tam bir nostalji havasını sezeceksiniz. Altına da, dinlerken benzer şeyler
hissettiğim Minecraft müziğini bırakıyorum, isterseniz dinleyip benim gibi eskilere dönebilirsiniz.
Bu konu da hakkında yazdım da yazdım. O kadar çok diyecek şeyim varmış ki... İçimde birikmiş. Düşündükçe daha da
geliyor aklıma anılar. Belki çok da kafa yormamak lazım böyle şeylere! Yoksa içinden çıkamam, şu anki durumumla mutlu da
olamam... İşte mono no aware de, bu yüzden İngilizce olarak “Beauty of things passing” demek.
Yaz geliyor ve bu en sevdiğim mevsim sezonunu bir oyunla açmak istiyorum: Phasmophobia! Şimdi, ne alaka diyeceksiniz. Benim geçen
yazım şahsen Phasmophobia oynamakla geçti. O sıralar evimden pek çıkmıyordum ama arkadaşlarımla Phasmophobia oynamak hep evde
olmama rağmen beni çok eğlendirmişti. Her akşamı dört gözle beklerdim çünkü o zaman arkadaşlarımla Phasmophobia girerdik (saat
9-10 gibi). O zamanlar hem çok geç yatar ve çok geç uyanırdım, o yüzden programıma iyi düşmüştü doğrusu. Eğer ki gün içerisinde
planım varsa da eve erken dönmeye çalışırdım ki akşam arkadaşlarımla Phasmophobia oynayayım. Eğer siz Phasmophobia’yı daha önce
duymadıysanız size oyun hakkında minik bir bilgilendirme yapmama izin verin.
Phasmophobia bir “indie” oyun, yani geliştiricileri bağımsız bir ekipten oluşuyor ve genelde büyük bütçeli olmuyorlar. Oyunu yapan
Kinetic Games, ve oyun Steam’de 10/10 puanda. Şimdilik sadece Steam’da olmasına rağmen oyunun ileride Playstation’a da geleceği
duyuruldu, böylelikle herkes beraber oynayabilecek ve yeni oyuncu kitlesi toplayabilecekler. Oyun, 2020’de, korona zamanı çıktı ve
insanlar tabii ki deli gibi bu oyunu oynadılar. Üstüne VR da eklendi ve bu oyunu VR’da oynayanları ayakta alkışlıyorum doğrusu.
Peki neden mi?
Phasmophobia’da siz hayalet avcısısınız ve göreviniz girdiğiniz oyundaki hayaletin türünü doğru bir şekilde anlayabilmek. Bunun
için eve girip belirli checklistleri doldurmanız lazım. Hayaletin bulunduğu oda dondurucu soğuklukta mı? Dokunduğu etrafta parmak
izi bırakıyor mu? Sizi avladığı zaman hızlı mı? Bütün bunlar bir kanıt olarak kullanılabiliyor ve bu kanıtlarla hayaletin türü
ortaya çıkıyor. Doğru hayaleti de journal’dan işaretlemeniz lazım, böylelikle doğru bildiğinizde seviye atlıyorsunuz hem de para
kazanıyorsunuz ve daha fazla ekipman alabiliyorsunuz.
Bazen oyun sizi korkutmak için sesler çıkarıyor. Rastgele üfleme ya da çığlık sesleri, bebek sesleri, hayaletin sizi avladığı
zamandaki kalp atım sesleri… Korkunç değil mi? Üstelik, bu oyunu kulaklıkla oynamanız lazım, yoksa hayaletin sizi avlarken nereden
geldiğini, ayak seslerinden ne kadar hızlı olduğunu, hayaletin odada bir şeyleri fırlattığındaki sesleri duyamazsınız.
Bu oyunun en önemli öğesi arkadaşlarınızla beraber oynayabilmenizdir. Şahsen ben bu oyunu tek başıma oynayabileceğimi sanmıyorum,
ama arkadaşlarımla inanılmaz zevkli oluyor. Üstelikle çok da komik anlar yakalayabiliyorsunuz.
(https://www.dropbox.com/scl/fi/9kj8cie4eh69na7f5xjjb/phasmo-efso-loop.mp4?rlkey=y81fu8jdpwuqn3vay9v6mrqj2&st=n7uh5vyi&dl=0)
Üstteki linke tıkladığınızda Dropbox’a yönlendirilip arkadaşlarla Phasmophobia oyununda ne kadar eğlendiğimizi görebilirsiniz.
Oyunu yarı dalga geçip yarı ciddiye alarak oynadığınızda zaman hızla geçiyor.
Yaz geldi geldi sonunda! Daha geçenlerde tekrar başladım oyunu oynamayı. Geçen yazı hatırlıyorum oynarken, bir nevi deja vu. Bazen
eskiden oynadığınız oyunlara geri dönmek de sizi mutlu edebiliyor işte… League of Legends dışında. Sakin o oyuna geri dönmeyi
düşünmeyin! Sizi daha mutlu edecek zararsız oyunlar oynayın sevgili okuyucularım, sonra sınır hastası olmayın :)
Neyse, kısaca bütün yaz Phasmophobia oyununu oynadım denenebilir… Ne komik oldu bir de öğütleme sıkıştırmam yazıya. En sevdiğim
şey hayatta eğlence. Geçen sene de ne yazık ki tek eğlencem buydu. Beni hep meşgul tuttular, onlar sayesinde başka dünyalara
kaçabiliyorum. Oyunları bu yüzden çok seviyorum, özellikle korku oyunlarını. Bir şeyi başardığınızda aldığınız o haz tahmin
edilemez, işte bu yüzden korku oyunları o hazdan dolayı bence çok eğlenceli. Phasmophobia’da hayaleti doğru tahmin ettiğinizde çok
seviniyorsunuz ve kendinizi profesyonel bir oyuncu zannediyorsunuz. Neyse, kısaca geçen yaz evden hiç çıkmamama rağmen çok
eğlendim. Hayalim bu oyuna daha fazla insan toplamak ki oyunu oynayan çok kişi olsun, oyun da hep başarılı olsun! Amacım da siz
okuyucularımın, belki yeni bir oyun denemeye motivasyonunuz olsun, oyunlardan da hiç bıkmayın!
Zamanla her şey değişir, değil mi? Zevkler değişir, akımlar değişir, moda değişir, teknoloji ve bakış açıları da değişir… Peki,
değişmeyen ne olur?
Şimdi, zamanda yolculuk yapalım ve 2003 senesine gidelim. Babanız bilgisayar başında bir oyun oynuyor ve siz de onu izliyorsunuz.
O kadar küçüksünüz ki bu oyun gördüğünüz ilk oyunlardan biri, ismi de Zuma. Oyun aslında çok basit, aynı renkteki topları bir
araya getirerek onları patlatmanız gerekiyor, tıpkı Candy Crush gibi diyebilirsiniz. Toplar sıra halinde ilerliyor ve bütün
topları yok ederseniz bölüm tamamlanmış oluyor.
(Yukarıdaki fotoğrafta en kolay olan birinci seviyeyi görebilirsiniz. Farklı renkteki toplar yan yana dizilip o altın renkli
güneşe benzeyen yüze doğru yavaş yavaş ilerler. Toplar o “güneş” e yaklaştıkça güneşin ağzı açılır, ve tek bir topun oraya
değmesiyle toplar ağzın içine düşer ve oyunu kaybedersiniz. Dikkatinizi çekerim ki arka sıradaki toplara erişmeniz için ya boşluk
bulmanız ya da en on sıradakileri patlatmanız lazım. Siz ortadaki kurbağasınız.)
Oyunun ilk başlarda çok kolay gelen ancak ilerledikçe sizi zorlayan bir yapısı var. Her seviye atladığınızda ya toplar daha hızlı
hareket ediyor, ya da önünüze daha çok top konuyor, ya da toplar yer altından geçmeye başlıyor, alttaki resim gibi.
Şimdi, neden bu oyun? Sizce neden bu yazıyı yazıyorum dersiniz? Nostalji çok pis bir şeydir. Hatırladığınız zaman sizi
hüzünlendiren bir duygudur. Nostalji, geçmişteki hislerimize geri dönmek isteğidir, çünkü bu hisler bize eski mutluluklarımızı
hatırlatır. Bu oyunu babam oynarken izlemek benim için özlem duyduğum güzel bir anıdır, küçüklüğüme, saflığıma ve dünyayı yeni
yeni, şimdi hobi olan oyunları da yavaşça keşfettiğim zamanlara geri döndüğümü düşünürüm hep. Babam bu oyunu oynardı sürekli,
hatta bitirmişti. Çoğunlukla işte nöbetlerde oynardı.
Nostalji dendiğinde akla gelen bir başka oyundan da bahsetmek isterim. Bu oyunun ismi Motherload’dur. Bu oyun ücretsiz bir Flash
oyunuydu, ancak artık Adobe Flash Player’in kapanmasıyla oyun kendi sitesinde oynanamaz hale geldi. Ancak bu oyunu isterseniz
CrazyGames’den oynayabilirsiniz.
Yukarıda gördüğünüz görsel Motherload’in ana ekranıdır. Vereceğim linke bastığınızda oyunun ana müziğini dinleyebilirsiniz. Bu
müzik beni çok strese sokardı. Tam nostaljik!
https://www.youtube.com/watch?v=-5XtOtHaQI4
Bu oyun çok güzel bir oyun! Hala insanlar bu oyunu “speedrun”lıyor, çünkü geçmişin başarılı nostaljik Flash oyunu. Hatırlarım, bu
oyunu oynarken çok stres olurdum… Babam daha çok oynardı bunu da, ben de izleyerek ögrenmiştim ilk. Bu oyunun amacı yeri kazarak
madenleri almak, sonra da yukarı çıkıp madenleri satmanız lazım, böylelikle para kazanıp benzin alabilirsiniz, ve daha derine
kazabilirsiniz. Oyunu en derine ulaştığınızda kazanıyorsunuz. Bu oyunun müziği çok güzeldir.
Böyle güzel oyunlardan bahsederken duygulandım vallahi. Zaman da ne çabuk geçiyor, değil mi… Geçen duşta bunu düşündüm. İnsan ömrü
çok kısa, toplam 70 sene yaşayacağız dersek, benim 23 senem doldu bile. Geçmişi düşünüp üzülüyorum bazen. Çocukluğumu… Oynadığım
eski oyunları, Mario, Sonic, Wii ve bu örnekler… Ancak biliyorum ki zamanı geri alamayız. Elimizde olan tek şey, eskiye dönüp
yaşananları mutlulukla hatırlamaktır. Şimdi bana müsaade, gidip Sims 3 oynayacağım.
Kaynak: https://motherload.fandom.com/wiki/Motherload
Dünyanın en güçlü duygusu sizce nedir? İnsanı motive eden, beyin kimyasını değiştiren o duygu... İnsanın paha biçilmez değerini
belirleyen o duygu… Doğru bildiniz sevgili okuyucularım, o duygu sevgidir. Sevilen bir kişi başka insanlardan daha değerlidir.
Kişinin de hayatta sevdiği kimse yoksa, o hayatın yaşanılırlığı kalmaz. Peki bu nedendir?
Değer subjektif bir kavramdır. Herkes bağ kurabilecek insanlar arar hayatta, çünkü bizi yalnızlıktan kurtaran şey de budur. Değer
verdiğimiz insanlar bize mutluluk katar, duygusal olarak bizim için bir destektir. Bize aidiyet hissi sağlarlar, onların yanında
kendimizi mutlu, güvende ve evdeymiş gibi hissederiz.
Belki de, sevdiğimiz insan bizim için başkalarını anımsatıyor da olabilir. Eskiden kaybettiğimiz bir arkadaşımızı ya da ailemizi
hatırlatıyor olabilir. Bizim o kişiyle olan duygusal bağımız, kendimize özel, farklı bir histir.
İşte sevgi böyle güçlü bir duygudur. İnsanları bazen yanlış kararlara iter. Mantıksız, rasyonel olmayan davranışlar sergilettirir.
Sizin hiç böyle bir anınız olmuş muydu? Şöyle diyelim, hayatınızın aşkı size bir ikilem sundu: Arkadaşların mı, ben mi? Bu sorunun
cevabı kişiden kişiye farklıdır. Kimi arkadaşlarını seçer, kimi de hayatının aşkını. Sevgiliyi seçenlerin psikolojisi hemen hemen
aynıdır, en sevdikleri kişiyi diğer insanlara karşılaştırmak istemezler ve aşıkların gözünde en değerli kişi sevgilileridir. Beyin
kimyanız öyle bir oynanıyor ki bir bilseniz, aşık olunca ya da sevince kendinizi tanımaz oluveriyorsunuz ve kişiliğiniz
partnerinize göre değişiyor.
Size bir soru sorayım o zaman, sevdiginiz kisiyi mi tercih edersiniz, yoksa tanimadiginiz diger insanlari mi? Size o zaman muthis
bir oyundan bahsedeyim… Tabii bahsedeceğim sevgi yukarıda verdiğim örnek gibi romantik değil. Bu oyunu eğer birinci sayıdaki
yazımı okuduysanız bu oyunu ne kadar çok sevdiğimi biliyorsunuz demektir: The Last of Us. Tabii Last of Us’ın iki tane oyunu var,
ve ikisi de anlatmak istediğim konuyu barındırıyor, o yüzden hem birinci oyun hem de ikinci oyunu da örnek olarak verecegim. Bu
iki oyun, sevginin ve değerin nasıl kişiden kişiye olduğunu ve bir insanın sevenin algısındaki yerini en guzel anlatan örnektir.
Oyunu oynamayanlar veya dizisini izlemeyenler buradan sonrasını okumasın. Herkes hazır mı? O zaman başlıyorum.
Oyunda Joel Miller olarak oynuyorsunuz ve Ellie sizin yirmi yıl önce kaybettiğiniz kızınız Sarah’ı anımsatıyor. Oyunda Ellie’yle
vakit geçirdikçe ona değer vermeye başlıyorsunuz ve aranızda baba-kız ilişkisi doğuyor. Ellie, hiç babası olmadığı için aile
sevgisine ve ilgisine aç 14 yaşındaki bir kız. Joel da daha önce kızını kaybettiği için de Ellie’ye çok değer veriyor ve onu
kaybetmeyi de göze alamıyor. Aralarında tatlı ve samimi bir ilişki oluşuyor ve siz oyuncu olarak onların ilişkisine hayran
kalıyorsunuz.
Şimdi, oyunun sonunda Joel’ın yaşadığı o önemli ikilemi basitleştirerek anlatacağım size: Ellie’nin pandemik ve ölümcül bir
hastalığa karşı bağışıklığı var, ve gerçekleştirilecek bir ameliyat sonrasında onun ölümü diğer insanlara aşıya dönüştürülecek ve
dünyada artık insanlar bu hastalıktan dolayı ölmeyecek. Joel’ın bu durumda iki seçeneği var: Ellie’nin canını mi kurtarmalı, yoksa
dünyadaki diğer insanların canını mı?
Siz neyi seçerdiniz? Sevdiğiniz bir insanın insanlık uğruna, bir amaç için kurban gitmesine karşı çıkar mıydınız? Şimdi Joel sizce
bu durumda kimi seçmiş olabilir dersiniz? Düşünsenize, yirmi senedir yalnızsınız. Bir sürü kayıplar yaşadınız ve depresyondasınız.
Hayattan keyif almayı geçin, hastalıkla dolu bir dünyada yaşıyorsunuz ve sürekli hayatta kalma mücadelesi vermeniz lazım.
Hayatınızda tek bir insan var ve bu zalim hayatta en çok ona değer veriyorsunuz, çünkü size kaybettiklerinizi hatırlatıyor ve
onları geri getiriyor bi nevi. Ölen kızınızı Ellie’de buluyorsunuz.
Kolaylıkla söyleyebiliriz ki Ellie’nin ölümü, Joel’ın yaşama amacının da beraberinde ölmesi demektir. Joel’ın bütün dünyası artık
Ellie’dir, ve oyunda kaybettiği kızını bir daha kaybetmeyi seçmek yerine diğer bütün insanları ölüme terk etmeyi seçer.
Şimdi size ikinci oyunu da örnek vermek isterim, ancak bayağı basitleştirerek anlatacağım çünkü oyun çok karışık. Eğer oyunu
oynamadıysanız bundan gerisini okumayın. Joel ne yazık ki tahtalı köyü boyluyor, isterseniz karma deyin isterseniz de demeyin.
Ellie’nin de başına aynı şey geliyor diyebiliriz, tabii Ellie kafayı sıyırıyor ve inanılmaz bencil ve kötü bir insana dönüşüyor.
Ellie de artık rahmetli Joel gibi hayatta en sevdiği şeyi kaybetmiş durumda.
Sevgi ne yazık ki kişileri dünyanın en bencil insanlarına dönüştürebilir. İsterseniz Joel hakkında dünyanın en bencil insanı
diyebilirsiniz ki size bir nevi hak veririm, ancak ben şahsen Joel’a hak veriyorum, bencil derseniz deyin, bence sevgi uğruna her
şey yapılır bu dünyada!
Kaynak: https://medium.com/@abrarasrar12/valuing-relationships-and-loved-ones-the-essence-of-a-fulfilling-life-aa08cd7ee262
Her oyunun temel öğeleri vardır. Bu öğelerden biri de hedeftir. Hedef, oyuncunun ulaşmaya çalıştığı bir nokta veya süreçtir.
Oyuncunun oyunu nasıl oynadığı bu sürece bağlıdır, konulan hedef oyunun gidişatını belirler, oyuncuya oyunda bir motivasyon
sağlar. Genelde, bu hedefe ulaşıldığında oyun kazanılır. O zaman diyebiliriz ki oyunlarda hedef belirlemek zorunludur. Hedefsiz
oyuncu kendisini yönlendirmekte sıkıntı çekebilir, hedefler oyuncuya oyun hakkında rehberlik eder ve oyuncuyu bilgilendirir.
Şimdi bir oyun canlansın gözünüzde: Grand Theft Auto 5. Oyun size neredeyse sınırsız bir biçimde imkan sunuyor. İstiyorsanız
günahsız gezen sivilleri tarayabilirsiniz, istiyorsanız striptiz kulübüne girip bütün paranızı harcayabilirsiniz, istiyorsanız da
treni takip edip tren gelmeden önünde durup ne olacağını da bekleyebilirsiniz. Ama burada kesin olan bir durum var, o da böyle
amaçsız devam ettikçe oyundan sıkılacağınızdır. Elbette ki görevlerin arasında dinlenmek adına istediğinizi yapma hakkı veriliyor
oyunda, ki insanların çoğunda görevleri tamamlamak daha tatmin veriyor çoğunlukla.
Şimdi size bir soru sorayım: İnsanlar neden bir oyunun yüzde yüzünü tamamlamak için uğraşıyor dersiniz? Oyunda istedikleri her
şeyi yapabiliyorlarsa, oyunu neden her göreviyle bitirmeye çalışıyorlar bu insanlar? Yukarıda bahsettiğim şeyi söyleyeceğim şimdi
size sevgili okuyucularım: Bir oyunu tamamlamak oyunculara tatminlik katar. Uzunca bir oyunda, belirlenen küçük hedefler bir bir
uygulanarak oyun bitirilir, ve bu mekanik çoğu oyunda geçerlidir. Bu, oyunu zevkli kılan önemli ögelerden bir tanesidir. Bir oyunu
tamamlamak da insana mental bir kapanış sunar, bu, artık o oyunu tamamen bitirmiş ve deneyimlemişsinizdir ve bu da artık başka
oyunlara odaklanabilirsiniz demektir.
Oyunların tabii oyuncuların oyunu tamamen bitirebilmesi için kendi içinde ödül sistemi oluşturması gerekiyor. Bu olay, bir görev
tamamlandıktan sonra ya oyuncuya oyun içi para verilerek olur, ya da oyuncuya içsel bir tatminlik hissi verilerek de olur. Oyunu
aslında kabaca zevkli yapan şey de budur, oyuncuya konulan hedefleri tamamlaması için motivasyon vermek ve tamamladıkça da
oyuncuya devam etmesini teşvik etmek oyunu başarılı kılar. Sonuçta kimse sıkıcı bir oyunu oynamak istemez, değil mi değerli
okuyucularım?
Düşünün, oynadığınız en zevkli, en eğlenceli oyun hangisiydi? Eğer bu sorunuzun cevabı League of Legends ise sevgili okuyucularım,
bu oyun hakkında açıkçası tez yazılabilir, o yüzden ben kısaca değineceğim oyuna.
League of Legends, şahsına münhasır, bu motivasyonları en iyi yöneten oyunlardan bir tanesidir, bundan dolayı dünyada en çok
oynanan oyunlardandır, zaten League of Legends ‘bağımlılık yapmakla’ bilinir herkes arasında. Bu nedendir? Bilmiyorsanız size
anlatayım: oyunun en büyük hedeflerinden olan olaylar karşı takımın ‘nexus’ denen ‘çekirdeği’ yok etmektir, ki bu size oyunu
kazandırır. İkinci en büyük olay ise karşı takımı öldürmektir, gerek bir tanesini ya da çoğunu, bu oyuncuya inanılmaz bir mutluluk
verir sevgili dostlarım… Oyun eğer siz birisini öldürürseniz sizi fazlasıyla ödüllendirir, gerek ışıltılı bir biçimde görsellerle,
gerek de sizin isminizi tanrıyla özdeşleştiren anons sesi verir size, oyun içi para da alırsınız ki bu sizi o maçta daha da
yenilmez yapar, kendinizi önemli biri gibi hissedersiniz ve oyunun içine resmen kaybolursunuz, saatler geçer ve anlamazsınız. Her
maç aşağı yukarı 30-40 dakika sürer ve bu size beş dakika gibi gelir. Oyun kazandıkça da puanınız yükselir, ve seviyeniz de
yükselir. Seviyeniz yükselince de arkadaşlarınıza hava atabilirsiniz. İşte bu oyun, size fazlasıyla tatmin veren bir oyundur, o
yüzden oyuncular resmen hedefleri tamamlamak için canla başla savaşırlar Sihirdar Vadisi’nde, o kişilerden biri de bendim sevgili
dostlar.
Peki neden illaki bir hedef lazım? Hayatta da aynı League of Legends ve GTA örneklerini görebilirsiniz, hayat belirli hedeflerin
peşinde koşulduğunda asıl yaşanılırdır, o zaman zevklidir ve o zaman tıpkı bir oyuncu gibi düşünürsünüz: Size içsel veya dışsal
tatminlik veren hedefler koyar ve onun peşinden koşarsınız. Sizi motive eden şey de budur. Hayat da bir oyun gibidir aslında. Çok
basit bir taslağı olan ancak küçük detaylarından dolayı hayatın yüzde yüzünü tamamlamak imkansız ne yazık ki. Önemli olan aradaki
dengeyi bulmaktır, içsel ve dışsal tatminlik ve motivasyondur bizi sürükleyen. Oyuncular da bunun peşindedir. Çok alakasız bir
benzetme gibi gözüküyorsa da çok mantıklı bir bakış açısı bu bence.
Neyse değerli okuyucularım, şimdi size hayat dersi vermek istemiyorum o nedenle beni fazla ciddiye almayın o konuda. Ama oyunlar
hakkında birkaç bilgimi sizinle paylaşmak da bana tatminlik veriyor. Bu dergiye yazmam da böyle çok benzer bir örnek olarak
görülebilir sevgili okuyucularım… Henüz bir hedef gözükmese de benim için şu anlık, motivasyonum sizlersiniz.
Kaynaklar:
https://brandnewgametr.com/temel-oyun-ogesi/
Wang, Hao & Sun, Chuen-Tsai. (2012). Game Reward Systems: Gaming Experiences and Social Meanings.
Ben korku oyunlarına bayılırım, hep bayılmışımdır. Bu oyunu oynadığımda da her saniye kalbim inanılmaz çarpar, adrenalinle
ellerim titrer ve de terler, doğru karar veremem ve fareyi doğru düzgün tutamam bile…
Şimdi, size çok özel bir oyun hakkında yazacağım. Bu oyunun ismi “The Mortuary Assistant”. Oyunu yapan kişi Brian Clarke (Dark
Stone Digital), ve bu oyun 2022’de çıktı. Kolaylıkla diyebilirim ki bu oyun oynadığım en korkunç oyunlardan bir tanesidir. Bu
oyunu Steam’de bulabilirsiniz ve sadece bilgisayardan oynayabilirsiniz (şimdilik). Oyunun içeriğiyle ilgili rahatsızlık
duyabilirsiniz, sizi önceden bilgilendireyim! Hazırsanız başlıyorum.
Oyun, bir morgda geçiyor. Siz, Rebecca Owens adli bir kadın olarak oynuyorsunuz. Riverfields morgunda asistanlığa başladınız, sizi
işe alan patronunuz da Raymond Delver. Size cesetleri tahnit etmeyi öğretiyor, ancak size morgun lanetli olduğunu söylemiyor. Siz
bunu zor yoldan öğreniyorsunuz; işe başladığınızda şeytan ruhunuzu ele geçirmeye çalışıyor. Nasıl mı? Sizin belirli hadiselerle
dikkatinizi dağıtmaya çalışıyor, sizi korkutuyor ve siz, Rebecca olarak oyunu kazanmak için cesetlere belli kimyasallarla,
dikkatinizin dağılmasına izin vermeden, işlem yapmanız gerekiyor, ve oyun sizin kolayca kazanmanızı istemiyor. Hem cesetlere bakım
yapıp üstlerindeki yara, yanık izleri ya da vücuttaki benleri bilgisayara geçirmeniz lazım, aynı zamanda da şeytanın seçtiği
ceseti doğru bulup onu kısıtlı zaman dilimi içinde yakmanız gerekiyor, eğer başaramazsanız zaman aşımına uğrayıp ölürsünüz, şeytan
da sizi ele geçirir. Şeytandan kurtulmak için, şeytanın seçtiği ve içinde bulunan vücudu, 4 vücut içerisinden bulup onu hızlı bir
şekilde yakmanız gerekiyor. Çok basit, değil mi?
Oyunun önemli korku elementlerinden bahsedeyim size şimdi. Düşünsenize… Şeytan sizi uzak bir köşede korkutmak için bekliyor
olabilir, ya da hiç tahmin etmediğiniz bir zaman sizi sürprizlerle de şaşırtabilir. Ses efektlerinden tutun cesetlerin
gerçekçiliğinden ve size hissettiren o korkuyu nasıl inanılmaz iyi bir şekilde oyuncuya sunmasını nasıl anlatsam da tam olarak
betimleyemem ne yazık ki. Oyunu herhangi platformdan, ister Youtube veya Twitch’den izlemeniz, ya da şahsen oynamanız gerekiyor
beni tam olarak anlayabilmeniz için.
Oyunda maruz kaldığınız anlattığım olayların üstüne, oyunu oynarken Rebecca’nın problemli, korkunç ve travmalarla dolu hayatından
kesitlere çok da hoş olmayan biçimlerde şahit oluyorsunuz. Rebecca’yı şu anki kişilik yapan o travmalara... Morgdaki şeytan ise bu
travmaları tekrar yaşatarak sizi, yani Rebecca’yı güçsüzleştirmeye çalışıyor. Rebecca’nın geçmişteki hatalarına da şahit
oluyorsunuz, Brian Clarke’ın hikaye anlatıcılığına ve görselleri, müziği ve ortamı birleştirerek çarpıcı bir hikayeyi bu kadar
rahatsız edici anlatmasına hayranım doğrusu. Komik ama gerçek. Bu, bilmiyorsanız yapılması zor bir şeydir sevgili okuyucularım.
Aslında bakarsanız asıl anlatmak ve sormak istediğim soru şu değerli okuyucularım: korku temasını en güzel nasıl elde
edebilirsiniz? Bir insanı en çok korkutan olay nedir mesela? Karanlık? Şeytan? Sizi kovalayan bir şey? Yoksa, korunmasız olmak mı?
Kaçamamak. Bir rüya gibi. Kabus, daha doğrusu. Savunmasız olmak, gelebilecek tehditlere karşı bir şey yapamamak, ama hayatta
kalmanın tek yolu sadece devam etmek. The Mortuary Assistant oyununda takdir ettiğim özellik, Brian Clarke’ın oyuncuyu her daim
korunmasız hissiyatında nasıl hapis bıraktığıdır. Oyunu sağ salim bitirmeniz için en sıkıcı, en sıradan ve en kolay gözüken işi
size ızdırap haline getiriyor bu oyun. Cesetleri tahnit ederken kendinizi göreve odaklanmaya zorluyorsunuz, çünkü ne kadar hızlı
ve doğru şekilde işinizi tamamlarsanız o kadar iyi sizin için. Bu fikirle kendinizi avutmaya çalışıyorsunuz, ancak siz oldukça
savunmasızsınız ve her an başınıza kötü bir olay gelebilir. Rahatsız edici görseller görebilirsiniz, ya da cesetin birdenbire
hareket etmesine ya da sizinle konuşmaya çalışmasına şahit olabilirsiniz. Zamanınız git gide ilerliyor... Düşünmeye ya da ağlamaya
vakit yok, tek yapabileceğiniz şey devam etmek ve gelebilecek tehditlere de olabildiğince hazır olmak. Oyunun hem görselleri hem
de ses efektleri zaten sizi korkutmaya yetiyor. İşte bu, değerli okuyucularım, gerçek, kaliteli bir korkudur, insanı en çok
korkutan şeyi analiz etmek ve kişiye uygulamaktır, insanı farklı türlerde ve şekillerde korkutmaktır, gerek ses ile olsun, gerek
hikayeyle…
Kaynak: https://waytoomany.games/2022/08/24/review-the-mortuary-assistant/
Daha önce hiç ikilemde kaldınız mı? İki seçenek arasında, ne seçeceğinizi bilmeden... Ben de bu yazıyı yazmadan önce
açıkçası hangi oyunu örnek göstersem diye duşundum kara kara... Bir sure de karar veremedim. Ne deli ediyor ikilemler!
Özellikle kararsız insanların en çok zorlandığı şeylerden bir tanesi de seçeneklerden bir tanesini seçmek... Neyse uzatmadan
konuya gelelim.
Cadılar bayramı yaklaşıyorsa eğer ve bir korku oyunu oynamak istiyorsanız, tam da size göre bir oyun önereceğim size (eğer
yok korku oyunu oynayamam diyorsanız da YouTube ya da Twitch’den izleyebileceğiniz bir oyun): The Quarry. Bu oyun, Supermassive
Games şirketinden 2022 yılında çıktı – hem Steam’den hem Xbox’ta hem de Playstation’da oynayabileceğiniz bir oyun bu. İlk
oynadığımda beni şaşırtan, korkutan ve heyecanlandıran bir deneyim yaşadım açıkçası oynarken. Eğer Until Dawn oynadıysanız
bu oyunu seveceksiniz – oynamadıysanız eğer, korku tarzı seviyorsanız da hoşunuza gidecektir.
The Quarry oyunu seçeneklere dayanıyor. Daha doğrusu, oyunda ne seçtiğiniz karakterlerin kaderini belirliyor – karakterler ya
ölebilir ya da hayatta kalabilir; hepsi sizin elinizde. Oyunu ben oynarken (iki sene önce) bir arkadaşımla beraber oynuyorduk.
O izliyordu ve yorum yapıyordu, ben de oynayan kişiydim. Bir sürü kararın arasında kaldım, doğru karar vermeye çalıştım hep,
gerçekten elimden gelenin sonuna kadar uğraştım ve yine de birkaç kişi telef oldu. Oyunu oynarken çok zevk aldım ama, sanki
dördüncü bir duvarın arkasında insanların kaderini belirleyen metafiziksel bir varlıktım. Kimi sevdiysem onu hayatta bırakmak
istedim, kime gıcık olduysam onu kurban etmeye çalıştım. Bu tabii oyuncuların sahip olduğu büyük bir güç ve oyunun da korku
oyunu olduğunu göz önünde bulundurursak bu oyuncuları strese sokuyor. Oyunda dokuz kişiyi oynuyorsunuz ve bu dokuz insanın
hayati sizin elinizde. Oyun aşağı yukarı 10 saat içinde bitirilebilecek bir oyun, ama oyunun ne kadar süreceği de sizin
elinizde. Eğer herkesi öldürmekle meşgul olursanız oyun daha kısa sürede biter. Oyunun hikayesi çoğunlukla sadece bir
gecede geçiyor ve bu gecede olanlar herkesin sonu olabilir, korkudan zıplayacağınız anlarda altınıza bir bez bağlayabilirsiniz.
Bazen oyunlarda ikilemlerde olmak insani daha tatmin edebilir. Beklentilerinizle, seçeneklerle ve sonuçlarla bir bağ kurmanız
önemlidir. Oyunda sizin beklentilerinizin ne olduğu da çok önemlidir. Bir karar verdiğinizde istediğiniz sonucu almazsanız
bu da sizi demotive eder. Oyunların bu dengeyi kurması da oyunun oynanabilir olması için çok önemlidir. İnsanların oyun
oynaması zaten, bir suru seçenekler ve karar vermekle oluşan bir deneyimdir.
Oyunu eğlenceli yapan şey de budur belki – oyuncuların bazen ikilemde kaldığı, bazen de emin olduğu seçeneklerde kendilerini
kontrol sahibi hissetmek. Kontrol insani motive eder. Bu sadece oyunlarda geçerli değildir. Hayatta da oyunlarda da kimse
kontrolu kaybetmek istemez. Eğer yaptıklarımızın sonucu da bir şeyi değiştirmez ise de kimse kılını bile kıpırdatmaz. İşte
the Quarry ve benzeri oyunlar sizin kararlarınızın sonuçlarını görebildiğiniz bir oyun – bazen kötü sonuçlansa da.
Oyunla alakalı verebileceğim bilgi bu kadar... Daha fazla bilgi edinmek için oyunu izleyebilir ya da oynayabilirsiniz, o zaman
ne demek istediğimi anlarsınız. Bu ayın teması olan ikilemler demişken, bu yazıyı yazmadan önce ben de bir ikilemde kaldım, ya
bu oyun hakkında yazacaktım yazımı ya da başka bir oyun. Ama henüz diğer seçeneği söylemeyeceğim, onu gelecek yazılarda
okursunuz. :)
Hayatımda oynadığım ilk oyunu hatırlıyorum. Arkadaşımın telefonundaki “Yılan” oyunu ilgimi çekmişti, sırayla bir o bir de ben
oynuyorduk. Dijital her şey ilgimi çekerdi o zamanlar, annem ve babam da o yüzden bana telefon bile almıyorlardı, çünkü hemen
kendimi kaptırıyordum. Başka arkadaşlarımın, annemin ya da babamın telefonunun içindeki oyunları karıştırıp gizlice onları
oynuyordum. Bir diğer sevdiğim oyun da Samsung telefonlarda olan, bir prensesi kurtarmakla ilgili bir platform oyunuydu. Prens
olarak düşmanları bıçakla öldürüp prensesi kurtarmaya çalışıyordunuz, her seviye farklı düşmanlar ve farklı haritalar vardı. Çok
ilgimi çekmişti, çok uzun bir süre oynamıştım, ta ki annem telefonunu değiştirinceye kadar. Ne de olsa birisini ne kadar
kısıtlarsanız kısıtlayın, yine bir yolunu bulup yasaklanan şeyi yapacaktır. Artık ailemin şu sıralar oyun sevdamı kabul etmesiyle
beraber ailemle her şeyi konuşuyorum, ve bu beni mutlu ediyor. Babam beni dinlemeyi seviyor, özellikle sevdiğim bir şeyi anlatmam
onun hoşuna gidiyor. Sevdiğim şeyleri yapıyorum ve onlara vakit ayırıyorum. Şu an bu yazıyı severek yazıyorum; umarım okuyucum
olarak siz de okurken yazımı seversiniz.
Peki benim oyun sevgimin başlangıcı veya herhangi bir başlangıç neden önemlidir? Başlangıçlar, belki bir tarz müziği ilk defa
dinlemek gibi, insanların kendi kafalarında o konu hakkında bir temel kurmalarını sağlar. Daha sonraki deneyimlediğimiz şeyler de
o temelin üstüne biner. İşte o yüzden, daha oynadığım ilk oyunlarda öğrenebildiğim her oyun hakkında daha çok bilgi sahibi olma
isteği hayatımın geri kalanında da beni takip etti. Oyunların çıkış günlerinde çok heyecanlandım, oyunlarla ağladım, oyunlarla
güldüm. Özellikle hikayesi olan oyunlardan hoşlandım. İnsanlar nasıl bir filmden ya da bir kitaptan örnek alırsa, ben de
oyunlardan örnek aldım, oyunlardan İngilizce öğrendim, hikayesi olan oyunlardan film zevkimi, hikaye kurma ve anlatma becerimi
kendim oluşturdum. Evet, bunların hepsi oyunlar sayesinde oldu. Oyunlar hayatimin büyük çoğunluğunu oluşturdu ve beni şimdiki ben
yaptı diyebiliriz. Okuldan eve gelince hemen bilgisayarın başına geçer oyun oynardım. En son babam oyun oynamamı evde yasaklamıştı
ben küçükken, hafta sonları hariç- hafta sonları oynayabiliyordum. Hemen hafta sonu olmasını iple çekerdim. Cuma günleri dünyanın
en güzel günü oluverirdi. Kral Oyun’dan gözlerimi ayıramazdım, annem gözlerimin bu nedenden dolayı bozulduğunu söylerdi, halbuki
gözlerim hep bozuktu…
Daha önceki oyunlar benim oyun ve eğlence anlayışımın temelini oluşturdu diyebiliriz, ancak The Last of Us’ı keşfetmem oyunlara
olan sonsuz aşkımın başlangıcıdır. The Last of Us oyununu keşfettiğimde on üç yaşındaydım. Yıl 2014’tü ve Youtube’da gezinirken
biri Left Behind DLC’sini oynuyordu. Benimle yaşıt kız karakteri (Ellie) gördüğümde oyuna inanılmaz bir ilgi duymuştum, o zamanlar
kız karakterler bir oyunda nadirdi; hele benimle yaşıt bir karakter hiç görmemiştim daha önce. Daha doğrusu, shooter olmayan ve
grafikleri bu kadar güzel olan bir oyun görmemiştim daha önce. Oyuna daldım ve tüm oyunu birkaç günde izledim, bütün arkadaşlarıma
oyunu gösterdim, oyunun bütün müziklerini dinledim, posterlerini duvarlarıma astım, Amazon’dan üzerinde The Last of Us yazan
baskılı bir tişört sipariş ettirdim aileme. Hayatımda bir amaç ve sevdiğim bir medya türü, bir hobi bulmuştum artık kendimce. İlk
defa bir şeyi bu kadar çok seviyordum. Her gün uyanıp ikinci oyunu gelecek mi diye interneti karıştırıyordum. Dualar ediyordum
(ateist olmama rağmen) ve kendimi değişik senaryolara inandırıyordum. Odamda sahneleri kendi kendime canlandırıyordum, oyunu
yapanın ben olduğunun hayalini kuruyordum ve bu hayali, ne yazık ki olmayan seyircilerime anlatıyordum. Bu müthiş oyunu nasıl
yaptığıma dair hikayeler anlatıyordum, insanlar bana hayran oluyordu ve herkes beni alkışlıyordu. Bu hayalleri kurduktan sonra da
duygusallaşıp ağlıyordum. Naughty Dog’un başka çıkabilecek bir potansiyel oyunun haberini almak için internetin her yerini
karıştırıyordum. Sonunda, aradan altı yıl geçti ve bütün dünyam değişti. Şu an bundan bahsetmek çok isterdim ama bu konuyu başka
bir yazımda anlatacağım, çünkü inanın bana daha anlatacak çok şey var.
Bir kız olarak oyun oynamamı insanlar ciddiye almıyor açıkçası. Dünyanın hiçbir yerinde kızlar ciddiye alınmıyor ki… Oyun
camiasının çoğu erkeklerle dolu be bu erkeklerin geneli oldukça önyargılı, kızlar olarak oyunları ciddiye aldığımızı ve onlar gibi
oyun oynadığımızı ve bunun da gayet doğal olduğunu çaba sarf ederek, utanmayarak göstermemiz gerekiyor. İleride de yazacağım
yazılarda kendime inanarak, hep çaba sarf ederek ve her fikrimi belirterek yazacağım ve okuyucu olarak sizleri de önyargısız
biçimde beni keyifle okumanızı iple çekiyorum.