Sıkışmış, tamamen rutine binmiş hayatlar yaşayan insanlar için tatiller olması gerekenden de değerli. Her yıl iki hafta, bilemedin
bir ay için yapılan planlar o insanlar için günlük memnuniyetsizliklerden kaçmak için tek fırsat. Değiştiremeyeceği problemleri
fark eden ve kabullenen herhangi bir insanın bir sonraki adımı bulunduğu yeri değiştirmeye çalışmak, iki haftalığına da olsa
uzaklaşmak. Eric Rohmer’in filmi Le Rayon Vert de bu milyonlarca insandan biri olan Delphine’in Fransa’nın güneyindeki tatilinin
hikayesi. Aynı zamanda da tatiller de dahil bir türlü olmak istediği yeri bulamayan bir karakterin kendisiyle çıktığı bir
yolculuğun.
Hikayenin ana karakteri Delphine 30lu yaşlarında, dikkat çekici bir hayat yaşamayan, içine kapanık bir kadındır. Paris’te bir
ofiste sekreter olarak çalışması dışındaki hayatıyla alakalı çok fazla detay öğrenmeyiz filmin başında. Büyük ihtimalle çok fazla
bilinecek şey de yoktur, sorsan kendisi de farklı bir bilgi veremeyebilir. Bu 9-5 hayatını yaşayan Delphine’in o yaz tatil için
arkadaşlarıyla yaptığı plan arkadaşının bir işi sebebiyle iptal olmak zorunda kalınca can sıkıntısı yerini telaşa bırakır.
Delphine tatilini de Paris’te geçirmeyi hiç istemiyordur. Arkadaşları bu kadar istiyorsa tatile tek başına gitmesini önerirler, o
zaten onun için teklif dahi edilemez. Sonrasında bir yerden başlayıp tatile bir şekilde çıktığındaysa artık kafasında sürekli
sığınıp bırakmadığı benlik algısı yıkılmıştır, kamera Delphine’in hayatından Delphine’in kendisine dönmüştür.
Çıktığı yolculuklar Delphine’I farklı yerlere sürüklerken, tesadüfen gittiği bir yerde tesadüfen orada bulunan bir grup
karakterlerin konuşmasını duyarız. Bir arkadaş grubu çok iyi bir manzarası olan bir duvarın üstüne oturmuş, güneşi ve denizi
izlerken filme ismini veren yeşil ışın hakkında konuşmaktadırlar. “İnanılmaz bir şey, vay canına, doğa harikası” gibi konuşmalar
geçerken tecrübeli, çok güvenilir duran bir dayı sözü alır ve filmin içinde veya dışında olan herkese bu fenomeni açıklar. Yavaş
konuşan dayının sözlerini bir-iki dakika kısaltacak olursam, yeşil ışın gün batımında farklı renkler farklı hızlarda kaybolurken
geride kalan yeşilin bir kaç saniyeliğine insan gözüne görünmesiyle oluşur. Bu nadir görülen doğa olayının sebebi güneşin aslında
gözüktüğü yerde olmamasıdır. Bu sahneyle beraber filmin asıl teması da Delphine’in hikayesiyle parallel olarak anlaşılır. Onun
yaşadığı, çoğu insanın yaşadığı ait olmama hissinin sebebi kendileri olmak konusunda yaşadıkları sıkıntılardır. Bu sıkıntılar
konusunda ise kaçmak, uzaklaşmak veya kendini anlık olarak oyalamak çözüm değil bu can sıkıntısını büyüten sebeplerdir anca.
Eric Rohmer’in anlattığı bu sade hikayenin en özel yanı orijinalliği değil. Kendin ol, konfor alanından çık gibi cümleler sadece
yan yana gelmiş harflere dönüşeli uzun zaman oldu. Yine de bence bu sözlerin asıl sıkıntıları yanlışlıklarından ziyade
yetersizlikleri. En basitleşitirlmiş halleriyle birer slogan olarak bakılmayıp az da olsa uygulamaya geçildiğinde hala insanı
dönüştüren tecrübeler ortaya çıkabiliyor. Delphine’in yaşadığı yolculuğa benzer şekilde bazen bu tecrübeler insanın kontrolünde
olmadan gerçekleşiyor, bazen ise o ilk adımı gözünü karartıp atmak gerekiyor. Günün sonunda insana kendini en çok tanıtan
tecrübeler sevdiği ya da nefret ettiği aktiviteler yapmak oluyor, çok da fena olmayan rutine devam etmek değil. Yaz ise bunun için
herhalde en uygun zaman. Yıl içinde mecburi olarak bazı alışkanlılarından çıkamayanlar için akıntıdaki balık gibi yaşamayı bırakıp
kendisini tanıma, oynadığı rolü bırakma, kendi kafasındaki algısını şaşırtma fırsatı. Sürekli kaçış halinde yaşayanlar için de
kendine yaklaşmak için en güzel dönem.
“Sadece bazı kişiler buna sahip olabiliyorsa bu mutluluk değildir.”
Ekim ayında Filmekimi programında gösterilen 2023 tarihli yeni Hirokazu Kore-eda filmi olan Monster’ı izlemeye gittim. Broker,
Shoplifters ve Our Little Sister gibi filmleriyle izleyicilerin kalbini kazanmış yönetmenin yeni filmi, Cannes’da en iyi senaryo
ödülünü aldığı için, beklentilerim oldukça yüksekti.
Kore-eda filmlerini izlerken hissetmeyi beklediğim duygular vardır; karakterlere üzülürüm, onlarla empati kurarım, yalnızlık ve
umutsuzluğun nasıl sevgi ile iyileştiğini, insanların nasıl birbirlerinin kurtarıcısı olduğunu görür ve filmin sonunda kalbimde
bir parça umutla sinema salonundan çıkarım. Bu filmden de benzer bir kurgu bekliyordum. Ancak Monster tüm beklentilerimi, en güzel
şekilde yerle bir etti.
Monster, iki defa izlenmesi gereken bir film. İlk izleyişte, özellikle Kore-eda’nın tarzını bilmeyen izleyiciler için, farklı
karakterlerin perspektifleri üzerinden çözülen bir gizem filmi olarak karşınıza çıkıyor. İkinci izleyişte ise filmin asıl
temalarını anlamış olarak izliyorsunuz: yabancılaşma ve sevgi. Film, bir anne ve oğlu üzerinden gelişiyor. Minato bir gün annesine
soruyor: “Anne, ben ne olarak yeniden doğacağım?” Hem bu soruyu hem de Minato’nun son zamanlardaki davranışlarını
anlamlandıramayan annesi ise, oğlunun artık gerçekten anlayamadığı bir kişiye dönüştüğünü fark etmenin rahatsızlığını yaşıyor. Ne
de olsa bir annenin en kötü kabusu, çocuğunun aklını kaybetmesi. Bir gün oğlunun okulda yaralandığını fark ediyor. Suçlanan kişi
ise, filmin ilk canavarı: oğlunun okuldaki sınıf öğretmeni Hori. Anne, öğretmeni şikayet edince, okul müdiresi ve öğretmenlerin
umursamaz, zombiye benzer tavırları ile karşılaşıyor. Onların gözünde hem Hori hem de müdire birer cani, birer canavar. Annenin
deyimiyle onlarda “insan kalbi yok.”
Peki insanlık nasıl kaybedilir? Bir kişi sahip olduğu insanlığı nasıl yitirir ve bu çevresindekiler tarafından nasıl anlaşılır?
Daha da önemlisi, insanlık yitirilebilen bir şey midir?
Minato’nun sınıf arkadaşı Yori, okulda zorbalanan, çevresindekiler tarafından tuhaf bulunan bir erkek çocuk. Minato’ya, beyninin
insan beyni değil, domuz beyni olduğunu söylüyor. Bu sözler, ona babası tarafından aşılanmış. Bu sözler Minato’yu o kadar derinden
etkiliyor ki, ona en büyük hayalinin oğlunun sıradan bir aile kurup sıradan bir hayat yaşaması olduğunu söyleyen annesine şu
soruyu soruyor: “Bir insana domuz beyni nakledilirse o kişi insan mı olur domuz mu?” Hem Minato hem de Yori, birbirlerini
sevdiklerinden dolayı beyinlerinin domuz beynine dönüştüğüne, insanlıklarını yitirdiklerine inanıyorlar. Bu sevgileri, toplum
tarafından aşağılanıyor, ötekileştiriliyor.
Annenin Minato’yu anlayamayışı ve bundan dolayı gelişen korku ve rahatsızlık hisleri, onun toplumsal normlar tarafından
sınırlandığını gösteriyor. Çocuklar ise yetişkinlerin yarattığı bu dünyada kısıtlanmış ve izole edilmiş hissediyorlar. Minato,
annesinin hayallerini asla gerçekleştiremeyecek olmasının ve olduğu kişinin annesini üzecek olmasının yükünü taşıyor. Ona bu
duygularını anlatmaya da çalışıyor: “Anne, benim için üzülme.” Çünkü onu mutlu eden sevgisinin, annesini üzeceğini biliyor.
Filmin ikinci kısımda bu olayların hepsini Hori öğretmenin gözünden en baştan izliyoruz. Aslında hiçbir şekilde öğrencilerine
şiddet göstermeyen Hori, suçun kendisine atılmasının şokunu yaşıyor. İzleyici olarak tam bu anda biz de onunla birlikte bu
şaşkınlığı yaşıyoruz; çünkü o ana kadar biz de Hori’ye, ve onu savunan okul müdiresine bir canavar gözüyle bakıyorduk.
Filmde aslında canavar kelimesi birkaç defa geçiyor. Babasının Yori’ye canavar demesi dışında, anne öğretmenleri, öğretmenler de
velileri canavar olarak niteliyor.
Peki bu kişileri canavar yapan ne? Farklılıkları mı? Etrafındaki insanlara çektirdikleri acılar mı? Küçük bir çocuğun kendini
canavar olarak görmesine neden olan bu toplum yapısı ve ağır yargılar, ne kadar kabul edilebilir?
Kore-eda’nın ağzından: "Bazı insanlar kendilerini anlayamadıkları şeylerden ayırmak için 'Canavar' etiketini kullanıyor.”
Filmin en etkileyici sahnesinde Minato ve müdire konuşuyorlar. İkisi de toplumun gözlerinde birer canavar. Minato, ona sıcak
davranan müdireye, en büyük sırrını paylaşıyor: Yori’ye olan sevgisi. “Benim sevdiğim biri var.” diye başlıyor; “Hiç kimseye
söyleyemeyeceğim için yalan söylüyorum. Çünkü asla mutlu olamayacağımı bilecekler.” Bu sahne Minato’nun üzerindeki yükün ne kadar
ağır olduğunu gösteriyor bize. Farklılıkları, onun sevgisini, annesi ve tüm dünyanın gözlerinde acınası, utanılası bir şeye
dönüştürmüş. Bu sözleri duyan müdire ise filmin bence en can alıcı repliğini söylüyor Minato’ya: “Bu çok saçma. Sadece bazı
kişiler buna sahip olabiliyorsa bu mutluluk değildir. Mutluluk, herkesin sahip olabileceği bir şeydir.”
Minato, sevgisini utançla taşıyor. Düşünsenize, sizi dünyanın gözünde canavar yapan şey sahip olduğunuz sevgi. Oysaki sevgi ne
kadar saf, güzel bir duygu. Hele bir çocuğun sevgisi. Müdirenin sözleri de tam bu noktaya parmak basıyor. Eğer sevgi dediğimiz
duygu, sadece belirli kişilerin hissetmesine izin verilen, sadece belirli kişiler sahip olunca mutlulukla ilişkilendirilen bir
kavramsa, o sevgi gerçek değildir. Çünkü sevgi, herkesin sahip olabileceği bir şeydir.
Filmin sonuna doğru Minato, Yori’yi görmek için evine gidip kapısını çalıyor. Kapıyı Yori açıyor, arkasında ise agresif bir
ifadeye bürünmüş babası. Babasının zoruyla Yori, Minato’ya artık hastalığının iyileştiğini, normal olduğunu söylüyor.
Minato’nun cevabı ise onun artık kendisini ve sevgisini kabullenişinin, bir bakıma yeniden doğuşunun göstergesi: “Sen hep
normaldin.” Yori babasının gözünde, okuldaki zorbalarının gözünde bir canavar; ama Minato’nun gözünde o sadece bir çocuk, sevginin
ne olduğunu anlamaya, anlamlandırmaya çalışan, ona nefretle bakan insanların arasında kendini bulmaya, sevgisi ve saflığını
korumaya çalışan bir çocuk.
Monster, çevremizdeki canavarların hikayesi. Belki bazılarına göre bir gerilim filmi, bazılarına göre ise bir trajedi. Yine de tüm
bu kaosun arkasında ise aslında filme bir iyimserlik duygusu hakim. Bu duygunun kaynağı ise bu ayki konumuz: sevgi. Karakterlerin
taşıdığı sevgi; annenin ve öğretmenin çocuklara, çocukların ise birbirlerine olan sevgisi, önyargı ve sınırlarla dolu bu dünyanın
engellerini aşmayı başarıyor. Ve en nihayetinde, Minato ile Yori yeniden doğuyorlar. Birer canavar değil, birbirlerini ve
kendilerini seven iki insan olarak.
Sevgili okuyucular, hepimiz bazı insanların gözünde birer canavarız, elbet bizim gözümüzde de bazı insanlar birer canavar. Ama
unutmamalıyız ki o canavarların da hikayeleri var, o canavarlar da özlerinde birer insan. En nihayetinde, “canavar”lar da
sevebilir.
Kore-eda’nın röportajı:
https://www.forbes.com/sites/danidiplacido/2023/12/14/director-hirokazu-kore-eda-talks-the-meaning-of-monster/?sh=6a1e1fac1af1
Not: Dizi Haunting of the Hill House adlı dizi ve/veya kitaba ait spoiler içeriyor.
Beni tanıyan herkes korku filmlerini, kitaplarını, oyunlarını veya dizilerini sevmediğimi ve izleyemediğimi çok iyi bilir. Kolay
korkan ve izlediğim şeylerden çok etkilenen birisi olarak neden 2018 yılında Tepedeki Ev isimli Netflix dizisini izlediğimi hala
bilmiyorum ama iyi ki de izlemişim çünkü en sevdiğim diziler arasında yerini aldı. Bu diziyi kime önerdiysem korkunç bulmadı
(benim günlerce rüyalarıma girmesine rağmen) ama zaten bu yazıyı yazma amacım dizinin geriliminden bahsetmek değil daha çok
karakterlerin arkasında yatan psikolojik bir teoriyi anlatmak. Elisabeth Kübler-Ross, İsviçreli bir psikiyatrist, insanların
kayıplarla nasıl başa çıktığını açıklamak için yasın beş aşamasını tanımlamıştır: inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme.
Bu yazımda bu beş evreyi ve Netflix dizisi olan Tepedeki Ev (orijinal adıyla Haunting of the Hill House) karakterlerinin nasıl bu
teoriyi sembolize ediyor olabileceğinden bahsedeceğim.
İnkâr-Steven
İnkar yaşanan kaybı kabullenememe durumudur. Dizi ilk bölümde ailenin en büyük çocuğu olan Steven Crain ile başlıyor. Steven,
ailesindeki diğer üyelerin aksine bu evde yaşarken para normal hiçbir olay yaşamadığını iddia ediyor ve bu tarz olaylara
inanmadığını sıkça dile getiriyor. İnanmamasına rağmen kendisinin günümüzde para normal olayları anlatan bir yazar olduğunu
görüyoruz ve en çok satan kitabının “Tepedeki Ev” hakkında olması diğer kardeşlerle arasına mesafe girmesine sebep oluyor.
Steven kardeşlerinin başına gelen olayları hem çocukluk zamanlarında hem de yetişkin yani günümüz zamanlarında inkâr ettiğini
rahatlıkla görebiliyoruz. Kendisi sürekli yaşadığı “garip” anlara bahaneler üretiyor. Doğaüstü (supernatural) bir şey olmadığını
doğa öncesi (pre-natural) şeyler olduğunu ve bunların henüz kanıtlanmamasına rağmen mantıklı açıklamaları olduğunu söylüyor.
Steven ailesinin başına gelen olaylara psikolojik hastalık diyor ve hatta genetik olduğunu düşündüğü için çocuk sahibi
olmayacağını belirtiyor.
Öfke-Shirley
Kişi inkâr etmeye devam edemeyeceğini fark ettiğinde öfke evresine geçer. Öfke genelde kaybedilen kişiye ya da kişinin kendisine
yönelik olur. Dizide Shirley çocukluğunda yaşadığı bazı olaylar yüzünden ailesini, kardeşlerini hatta çevresindeki herkesi kontrol
etmeye çalışıyor. Bu nedenle kendisi cenaze evi yönetiyor ve ölenleri cenaze için “düzeltiyor”.
İkinci bölümde Shirley’nin abisi Steven’a olan öfkesi ile başlıyor. Nell’in ölüm haberinden sonra abisine “ben sana Nell için
endişelendiğimi söylemiştim” diye bağırmaya başlıyor. Günümüzdeki sahnelerde ve geçmişe dönük anılarda hep bir şeye kızgın
olduğunu görüyoruz. Bunlara örnek olarak çocukken ölen kedisine, uyuşturucu bağımlısı kardeşine (Luke), en büyük olmasına rağmen
Nell’i koruyamayan abisine ve olup bitenleri saklayan babasına olan öfkesini verebiliriz. Ancak öfkesinin en büyük kaynağının
kendisi olduğunu fark etmek çok da zor değil. Olayları kontrol edemeyişinden kaynaklı bir öfke.
Pazarlık-Theo (Theodora)
Yasın pazarlık evresinde kişi kendi ya da daha kuvvetli bir güç (Tanrı veya herhangi bir inanç) ile pazarlık yapar, yaşanan kaybı
geri alabilme amacıyla. Theo, bana sorarsanız dizinin en ilgi çekici karakterlerinden biri. Diğer kardeşlerden farkı bir nevi
“güçleri” olması. Theo dokunduğu insan ve nesnelerden bazı duyguları hissedebiliyor. Hatta duyguların ötesinde bazı görüntüler ve
olayları anlayabiliyor. Hissetmekten korktuğu şeyler için eldivenle dolaşıyor.
Theo’yu kendiyle (özellikle bu hisleriyle) bir pazarlık içinde buluyoruz. Kendisinin günümüz zamanlarında başarılı bir çocuk
psikoloğu olduğunu görüyoruz. Theo bu hisleriyle etrafındaki olaylara mantıklı açıklamalar bulabiliyor. Örnek olarak bir tane
danışanı ona “bay gülen surat” adlı yaratıktan bahsediyor ve bu hisleriyle Theo o yaratığın kendisine istismarda bulunan babası
olduğunu öğreniyor. Ancak Nellie’nin ölü bedenine dokununca hiçbir şey hissetmiyor. Onu öldürenin açıklanabilir bir olay
olmadığını fark ediyor.
Depresyon-Luke
Depresyon evresinde kişi kaybettiği kişinin geri gelmeyeceği konusunda bir şey yapamayacağını fark ederek beraberinde gelen
çaresizlik duygularını hissetmeye başlar. Luke, Nell’in ikizi ve ailenin en küçük kardeşi. Luke o evdeki paranormal olayları net
bir şekilde görebilen tek kişi ve hayatı boyunca Nell dışında kimse ona bu gördükleri için inanmadı. Küçükken gördüğü hayaletler
ve hissettikleri onu uyuşturucu kullanmaya itti ve günümüz zamanlarında rehabilitasyon merkezinde olduğunu görüyoruz.
Luke ve Nell arasında özel bir bağ var ve birbirlerinin hissettiklerini hissedebiliyorlar. Hatta Nell hayatını kaybettiği saniye
Luke boynunda inanılmaz kötü bir ağrı ile uyandı. Luke dizide rehabilitasyondaki 90. gününde en yakın arkadaşının kaçması ve ona
yardım edememesi yüzünden kendini kaybediyor (Nell’in öldüğü gece). Küçükken gördüğü canavarı görüyor, bir yandan hala boynu
ağarırken bir yandan da üşümeye başlıyor. Dizide sürekli “yardım edemedim” dediğini görüyoruz ve bu Luke’un çaresiz hissetmesine
neden oluyor.
Kabullenme-Nell (Eleanor)
Yas tutmanın beşince ve son evresinde kabullenme yer alıyor. Bu evrede kişi eski yaşamına geri dönmeye karar verir. Nell’i
anlatabiliyor olmasının en büyük sebebi kendisinin yıllar sonra o eve geri dönmesiydi. Nell küçüklüğünden beri eğri boyunlu bir
kadın silueti görerek uyku felcinden şikayetçiydi. Hatta bunun için uzmana gittiğinde kocasıyla tanışmıştı ve kocası sayesinde iki
yıl boyunca hiç görmemişti o kadını. Kocasının ölümü üzerine kadını tekrar görmeye başlayınca psikoloğu evle yüzleşmesi
gerektiğini söylüyor ve bu da onun o eve gitmesine sebep oluyor. Yalnız gittiğinde gerçeklik algısını kaybedip yıllar öncesine
dönüyor yetişkin bedeniyle ve annesini, kocasını ve tüm kardeşlerini yanında görüyor. Ancak beşinci bölümün sonunda Nell o kadının
başından beri kendisi olduğunu anlıyor. Bütün uykusuz kaldığı günlerin ve korkularının nedeninin kendisi olduğunu fark ediyor.
Nell hayattayken tüm kardeşlerine destek olup onları sevdiğini söylerdi. Ancak öldükten sonra bile evin onu ele geçirmesine izin
vermeden önce kardeşlerinin tüm hatalarını affettiğini söylüyor. “Ben sizi tamamen sevdim ve siz de beni aynı şekilde sevdiniz, bu
kadar" demesi bence kendisinin ölmesine rağmen durumu kabullendiği anlamına geliyor.
Diziyi yasın evrelerini göz önünde bulundurularak tekrar izlemenizi tavsiye ederim. Çünkü ben tekrar izlerken fark ettim ki tüm
kardeşlerin kendine özel hayaletleri var ama en korktukları hayaletler aslında kendileri. Yas tutmak kişiye özel bir durumdur
ve herkeste farklı süre ve şekillerde olabilir. Dizinin sonuna doğru tüm kardeşlerin kabullenme aşamasına vardığını ve
yaşadıkları para normal olayları geride bıraktığını görüyoruz. Gündelik hayatımızda da bu aşamaları anlamak hem atlatmak açsından
hem de yas tutan yakınlarımıza karşı daha duyarlı olmamıza yardımcı olabilir.
Body horror’ın öncüsü dahi yönetmen; kafayı yemiş, böceklerle kafayı bozmuş garip bir adam veya Martin Scorsese’nin tabiriyle
Beverly Hills’te kliniği olan bir jinekolog. David Cronenberg’i ve filmlerini tanımlamak için pek çok farklı sıfat kullanılabilir.
Özellikle kendisinin izleyiciyi olabildiğince rahatsız etmek üzerine kurulu izlemesi mideyi oldukça zorlayan filmler yaptığı
düşünülünce seveninin ve sevmeyeninin çok olması beklendik bir durum. Daha net olan konu ise Cronenberg’in insan varoluşunun
bilinmezliği, vücudun korkunçluğu ve teknolojinin geleceği hakkındaki filmleri, gerek temaları gerekse kullandıkları sinema
diliyle çok benzeri olmayan bir sinema karşımıza çıkıyor.
Filmlerinin kendine has sinematografisini yaratmak için Cronenberg’in en büyük ilham kaynaklarından biri sinemanın dışından,
Kafka’dan geliyor. Kafka’nın romanlarında hakim olan bilinmezlik ve sıkışmışlık hissini kullandığı kamera açıları, renkler ve
filmde gösterilen kadar gösterilmeyen Dünya’nın tasvirleriyle sağlıyor yönetmen. Aynı Kafka eserlerindeki gibi bir anlam, cevap
arayışı ve o cevabın olup olmadığının belirsizliği bu filmlerde sıkça işleniyor. Aynı zamanda çevrenin, hayatındakilerin insan
üzerindeki etkisi de işleniyor karakterler üzerinden. En ünlü filmi olan The Fly aynı zamanda Kafka etkisinin de en bariz olarak
görülebileceği eseri. Yanlış giden bir deney sonucu yavaş yavaş sineğe dönüşmeye başlayan bir bilim adamının hikayesini anlatan bu
film, ilk bakıştaki senaryo benzerliğinin ötesinde de hikayeyi işleme tarzı ve görsel sunumuyla Kafka’ya benzer bakış açısını
ortaya çıkarıyor. Filmin ana karakteri Seth Brundle’ın dönüşüm sürecindeki etrafındaki karakterler hakkındaki davranışları ve
bastırılan duygularının gittikçe açığa çıkmasıyla da hem eserlerinde Freud etkisine bir örnek hem de Kafka’nın anlattığı değişimle
yeni bir benzerlik görüyoruz. Brundle’ın bedeni değiştikçe, fiziksel olarak bambaşka bir canlı, duygusal olarak ise gerçek Seth
Bundle filmin odağı oluyor . Bayağı da bir iğrençlikle beraber.
Cronenberg’in dünyalarını etkileyen felsefi görüşler Kafka dışındaki isimlerden de geliyor. Jean Baudrillard’ın fikirlerinin
etkilerini pek çok filminde görüyoruz. Gerçeğin kopyası anlamındaki Simulakra ve iç içe geçmiş Simulakralar sonrasında gerçeğin
özünün yitirildiği bir durumu tarif eden hiper-realizm konsepti Baudrillard’dan sonra gelen bir çokları gibi bu enteresan
yönetmeni de etkiliyor. Bugün Matrix, Fight Club hatta Gibi’de bir şekilde işlendiğini gördüğümüz bu kavramlar Cronenberg’in
özellikle iki filminde hikayeyi direkt olarak etkiliyor. Videodrome filminde Brian O’blivion isminde bir akademisyenle bu konsept
ortaya çıkmaya başlıyor. Medyatik bir adam olan O’blivion sık sık televizyon kanallarına bağlanır ve bunu zamanının ötesinde Zoom
benzeri bir teknolojiyle yapar. Filmin ana karakteri Max Renn aşırı gerçekçi şiddet görüntüleri içeren bir TV programıyla alakalı
gerçekleri araştırırken yolu O’blivion hocasıyla ile keşişir. O noktada öğreniriz ki O’blivion 20 yıl önce ölmüştür, ölmeden önce
kaydettiği geniş bir arşivle beraber ölümünden sonra programlara çıkıp kamuoyunu etkilemeye devam ediyordur. Benzer bir örnekte,
eXistensZ filiminde canlı derisinden yapılmış (mide bulandırmazsa olmuyor) oyun konsolu benzeri cihazlarla karakterler sanal bir
gerçekliğe giderler. O gerçekliğin içinde aynı cihazla başka bir gerçekliğe ordan başka birine… Bu katmanlar böyle iç içe geçerken
karakterler ve izleyici hangisinin gerçek hangisinin sanal olduğunu ayırt edememeye başlar, zaten artık bir anlamı da kalmamıştır.
Biz de yıllar sonra bu konsepti “aynı Inception” diyerek izleriz.
Kapana kısılmışlık hissini David Cronenberg eserlerinin değişmez bir parçasıdır. Dış dünyanın şartları tarafından sıkıştırılmış
insan her ne kadar oldukça yaygın bir tema olsa da Cronenberg’in önemli bir özelliği bu hisse eklediği yeni katmandır. İnsan
sadece çevre şartlarının eseri değildir, kendi vücudunda da esirdir. Sanırım bu hisse günlük hayattan bir örnek olarak obsesiflik
durumlarında görülebilen sağlık kaygıları ve bu kaygıların yansıttığı daha genel, hayata dair korkular gösterilebilir. Benzer
duygular varoluşçu yazarların eserlerinde sık tekrar eder. Sartre için yabancılaşma hissi çoğu zaman kendi vücudundan duyduğu
uzaklaşma ve iğrenme hisleriyle beraber gelir. Merlau-ponty de bilinç ve dış dünya ayrımını işlerken benzer temaları kullanır. Ona
göre beden ve beden üzerinde sağlanan kontrol insan algısının dış dünyayla ayrıldığı noktadır. Bazı durumlarda, örneğin araba
kullanırken, kullanılan araba da sanki ayrı bir nesne değil vücudun bir parçasıymış gibi bir his yakalanır, araba kullanmak
yürümekten farksız hale gelir ve bu algı sınırı değişir. Cronenberg ise bu sınır değişiminin tersi, daha rahatsız edici bir
senaryo hayal eder. Son filmi Crimes of the Future’da teknoloji çok gelişmiştir ve hayat şartları sentetikleşme pahasına kontrol
altına alınmıştır. Hastalıkların ortadan kaybolduğu, plastik tüketiminin zirve yaptığı bu toplumda insanlar tekrar evrimleşmeye
“neo-organlar” üretmeye başlarlar. Bu değişim tabii ki kişiden kişiye farklıdır ve bunun için tahmin edilemezdir. Böylece
Cronenberg hayal ettiği bir gelecekte Merlau-ponty’nin fikrini tersine çevirir, rahatsız edici bir bakış açısı getirir. Bu sefer
araba kullanmak yürümeye değil yürümek araba kullanmaya - ehliyeti olmayan birinin kullanmasına- benzer.
David Cronenberg tarzında bir yönetmen için bir başarı kriteri belirlemek çok kolay değil. Yaptığı filmlerin tarzı ve işlediği
temalar itibariyle her ne kadar zaman zaman popüler oyuncularla çalışsa da çok gişede başarılı olmaya müsait bir yönetmen değil.
Eleştirmenler veya ödüller perspektifinden ise çoğu filminin övülen yanlarına rağmen bariz eksik noktaları da var. Bunun için
sanırım kendisi çok büyük bir yönetmenden ziyade daha kendine has, gerçek anlamıyla kült bir yönetmen olarak hatırlanacak.
Kültürel anlamda ise bıraktığı net bir etkiden bahsedebiliriz. Nasıl ki kendisine ilham veren insanların isimleri Kafkaesk ve
Freudyen gibi sıfatlara dönüştüyse, bazen bir düşünce tarzını bazen bir estetiği tarif etmek için kullanılıyorsa Cronenbergian
kelimesi de başlı başına ayrı bir tarzı anlatıyor, bir yazıda açıklanabilecek temaları tek kelimeyle anlatıyor. Aynı zamanda
işlediği temalar da Baudrillard için söylenen bir klişedeki gibi her geçen gün daha geçerli oluyor. Oğlu Brandon’ın da baba
mesleğini ve yönetmenlik tarzını devam ettirmeyi seçtiğini düşündüğümüzde Cronenberg isminin zaman içinde hatta David’in ölümünden
sonra daha bilinir olması çok şaşırtıcı olmaz. Aynı Brian O’blivion’ın dediği gibi, insanın ömrü derinin ömrünü çoktan aştı.
Not: Bu yazı Kuru Otlar Üstüne filmi ile ilgili spoilerlar içermektedir.
“Çok tipik bir kasabaydı. Değer yargıları, doğruları, yanlışları son derece keskin bir çevreydi. Bu çevre içinde babamın
hayat görüşü etrafındakilerden oldukça farklıydı. Sekiz yıl orada yaşadık ve zamanla babamın idealizminin yavaş yavaş bir
hayal kırıklığına dönüşmeye başladığına tanık olduk.”
Bu sözlerle tarif ediyordu Nuri Bilge Ceylan çocukluğunun geçtiği Çanakkale Yenice kasabasını 1997’de verdiği bir
röportajda. O gün o cümleleri henüz yeni çektiği ilk filmi Kasaba’yı anlatmak için kullanmıştı. Fakat bugün, 26 yıllık
başarılı bir kariyerden, Dünya çapında üne kavuşacak filmlerden sonra da hala son filmi Kuru Otlar Üstüne’de o cümlelerin
büyük etkisini görüyoruz. Her ne kadar her filminde farklı kasabalar farklı olaylar görsek de hikayesinin temel odağı
değişmemeye devam ediyor. Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri değer yargıları kesin olan -veya öyle sanılan- mekanlarda kendi
doğrularını kaybeden karakterleri anlatıyor.
Nuri Bilge Ceylan’ın bu arada kalmış karakterleri anlatırken en çok başvurduğu tekniklerden biri tezatlardır. Çoğu filminde
karakterlerin yaşam tarzları, hayata bakışları gibi zıtlıklar üzerinden hem filmlerinin hikayesini oluşturacak çelişkiyi
yaratır hem de vermek istediği mesajlar için onları birer metafor olarak kullanır Nuri Bilge. Hemen her filminde ilk göze
çarpan tema olan köylü-şehirli ayrımı bunun en bilindik örneği olabilir. Yönetmen, genelde hikayelerine taşrada çekmeyi
tercih ettiği gibi karakterlerinin de çoğu yereldir, oranın köylüsüdür. Şehirden köye göçmüş bir karakter üzerinden
ise filmdeki ana zıtlık kurulur. Karakterlerin eğitim seviyeleri, kültürleri, etrafındakilere tutumları gibi konular ise bu ana
tezatla beraber gelen diğer ayrımlar olarak senaryoda yer bulurlar. Kış Uykusu’nda Aydın, Bir Zamanlar Anadolu’da’da doktor
Cemal gibi karakterlerin çevrelerine uyum sağlayamamaları veya uyum sağlamamayı seçmeleri bu filmlerde önemli yer tutar. Kuru
Otlar Üstüne’de ise bu tezatlığı ana karakteri Samet Öğretmen üzerinden görürüz. Samet, iyi eğitimli diyebileceğimiz
bir karakterdir. Daha ilk sahnelerden öğrenciyle kurduğu ilişkinin okuldaki diğer öğretmenlerin hepsinden daha farklı daha
insancıl olduğunu görürüz. İçinde yaşadığı monoton, katı kuralcı düzene ait olmadığı barizdir. Öte yandan film
ilerledikçe yavaş yavaş kendisinin yaşadığı köye tepeden baktığını, yerel halkı hatta öğrencileri bile hor gördüğünü
de anlarız. Samet ilk sahnede hissettiğimiz kadar mükemmel biri değildir, çevresinden görece iyi özellikleriyle beraber daha
kötü özellikleri de vardır.
Benzer şekilde NBC filmlerinde sık tekrar eden başka bir tema ise çelişkilerdir. “Şu şöyledir, bu budur” tarzı kesin
cümleler özellikle yan karakterler tarafından çok fazla kullanılır. O noktada filmin olay örgüsü o karakterleri bu
tutumlarını sınayacak durumlara iter. Bir karakterin sürekli dürüstlükten bahsedip ilk zorlukta yalan söylediğini
görebiliriz mesela. Öte yandan sürekli o coğrafyada katı olmak, acımasız olmak gerektiğini söyleyen bir karakter yeri
geldiğinde hikayenin en merhametli karakteri olabilir. Bu kendisiyle çelişen karakterlere örnek olarak Bir Zamanlar Anadolu’da
filminde gördüğümüz polis komiseri Naci ve katil Kenan’ı düşünebiliriz. Film boyunca Naci tutuklu Kenan’a gittikçe daha
kötü, daha az insancıl davranır. Kenan soruşturmayla işbirliği yapmadığı için Naci önce tutukluyu gittikçe kısıtlamaya
başlar ve bir sahnede sinirlenip onu dövmeye başlar. Seyircinin komiser Naci hakkında algısı gittikçe değişmiş, filmde onu
Anadolu’nun acımasız yanının bir temsili gibi görmeye başlamışken dayak yemekte olan Kenan seyirciyi ve Naci’yi şaşırtan bir
cümle söyler. “Sen iyi bir adamsın Naci, ben hapisteyken oğluma sen göz kulak ol.”
Olduğunu düşündüğün kişiyle çelişme fikrinin devamı olarak kim olduğunu tanımlamanın zorluğu da NBC’nin üzerine
düşündüğü bir diğer konudur. İlk bakışta filmlerindeki karakterler toplumsal ögelerin yansımalarıymış, daha çok birer
arketiplermiş gibi görülebilir. Örneğin Kış Uykusu’ndaki Aydın karakterinin -gerek ismi gerek kişiliğiyle- toplumun
eğitimli kesimini temsil ettiği barizdir. Karakterin sembolize ettikleri bazen izleyicinin gözünde onu basitleştirir ve bir
insan yerine toplumsal bir yorum görürüz sadece. Ama NBC için bireysellik de filmlerinin sosyolojik tarafı kadar önemlidir.
Filmlerinde ve röportajlarında insanın karmaşık yönlerine vurgu yapar. Belki en basitleştirilmiş karakteri olan Aydın’ı nasıl
biri olarak gördüğü sorulduğunda onu özünde iyi bir insan olarak yazdığını söyler, tüm filmi de onun kötü özellikleri
üzerine kurar. Yine aynı röportajda der: “Hayatta bir insanı bir takım nitelikleriyle değerlendirir, bir yere koyarsınız. Ama
sonra öyle bir durumla karşılaşırsınız ki utanırsınız.” Tüm filmleri için yapılan “kendini eleştirmiş” klişesi de belki bu
düşüncesinin kendine bakışına uyarlanmış hali olabilir.
İkilemler ise bu bakış açısına hizmet edecek şekilde farklı rollerde kullanılabilir. Bir ikilem izleyiciye bir karakteri veya
filmdeki bir fikri tanıtırken bir diğeri ise onlar hakkındaki mevcut varsayımlarını sınayabilir. Kuru Otlar Üstüne’de Samet
yaşadığı çevreden kopuk bir karakterken kendisinden olabildiğince farklı bir karakter olan Nuray ile tanışır. Nuray bütün
hayatını inandıkları üzerine harekete geçmeye, mücadele etmeye adamış biridir. Bir sahnede Nuray ve Samet hayata bakışları
hakkında konuşurlar ve izleyiciye bu iki karakter üzerinden iki ayrı yaşam tarzı seçeneği sunulur. Tabii bu ikilem de net
olarak koşulları belirlenmiş iki seçenek arasında değildir. Samet’in aşırı bireysel, bencil diyebileceğimiz tutumu sonucunda
yalnzılığa mahkum olduğunu ve kendini kaybettiğini anlarız. Nuray’a baktığımızda ise tüm hayatını adadığı bir mücadele ve
yaratamadığı bir fark vardır. O da toplumsal, çoğulcu bir mücadele vermek uğruna kendini kaybetmiştir. Böylece iki karakter
zıt yollardan geçerek aynı hayal kırıklığına varmışlardır.
Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde kurduğu bu belirsiz dünya’nın karamsar olduğu, genelde olumsuz taraflarının vurgulandığı
düşünülebilir. Ancak çoğu zaman bu hikayelerde umut da vardır. Kuru Otlar Üstünedeki ikilem örneği üzerinden devam
edersek, karakterlerin çıkış yolu, en azından bir ihtimal olarak onların önündedir. Yaptıkları bir konuşma sonrasında Samet
kendini biraz daha çok dışarıya açar, Nuray ise hiçbir zaman üzerine düşünmediği bireyselliğini benimsemeye başlar ve
film biraz daha umutlu bir noktada biter. Bu çözüm önerisini NBC’nin hayata ve sinemaya bakışında da görebiliriz. En keskin
çizgilerle belirli gözüken dünyalar ve insanlar dahi tezatları, çelişkileri ve ikilemleri içlerinde barındırırlar.
Belirsizlikler üzerine kurulu bu şartlarda belli yolları izlemek, kendi çizgilerimizi çizmek genelde bekleneni vermeyen bir
çabadır. Çözüm ise belirsizliği olabildiğince kabullenmek, ondan kaçmak yerine insanın kendini ona açmasıdır. En azından
belki.
Bahsedilen röportajlar:
1.https://www.nuribilgeceylan. com/movies/kasaba/press_ radikalguldalintview.php
2.https://sinekutuphane.wordpress. com/2015/05/25/nuri-bilge- ceylanla-kis-uykusu-uzerine-dolu-dol u-bir-roportaj/
Biri sizden çocukluğunuzu hatırlamanızı istediği zaman kafanızda ne canlanır ? Büyük ihtimalle rutin bir gün veya dönem yerine
bazı anlar hatırlarsınız. Bu anların bazıları sizin için anlamlı olabilir, kardeşinizin doğduğu gün, ilkokula başladığınız gün
gibi. Onları neden hatırladığınızı bilirsiniz, her şey gayet doğaldır. Bazen de saçma sapan bir şekilde ilk elma suyu içtiğiniz
günü hatırlarsınız, biraz daha az anlamlı gelir. Hafızamıza benzer şekilde sinema da uzun hikayeleri anlara indirgemeyi sever. Bir
çok film anlatmak istediğini bir veya bir kaç tane kritik sahne üzerinden anlatır. Bu şekilde karakterlerin motivasyonları,
çelişki gibi hikaye unsurları özetlenmiş olur. Tabii kurgu karakterlerle bunu yapmak gerçek insanlarla yapmaktan daha kolaydır.
Yeri geldiğinde uzun süreli hikayeleri kısaltabiliriz veya karakterleri senaryoya hizmet edecek ölçüde basitleştirebiliriz. Peki
ya kafaya koymuş bir yönetmen bunun tam tersini yapmaya karar verirse ne olur ? Gerçeği basitleştirmek yerine kurguyu gerçeğe
yakınlaştırmak mümkün müdür ? 2000lerin başında Texas’ta görece ünlü bir yönetmen de tam olarak bu soruların cevabını düşünüyordu.
O yıllarda yönetmen Richard Linklater, çocukluk ve hayatla tanışmak hakkında yeni bir film çekmeye karar vermişti. Aslında
Linklater bu filmi çekmeyi bir süredir planlıyordu fakat bir türlü filmin kurgusunu kafasında oturtamıyordu. Filminde çocukluğun
tam olarak hangi yıllarını anlatmak istediğine karar verememişti ve hangi dönemi seçerse seçsin başka yıllardan önemli anları
kaçıracağını düşünüyordu. Aslında kariyerinin ilerleyen dönemlerinde zamanın akışı kendisinin kullanmayı en sevdiği konseptlerden
biri olacaktı. 1993 yapımı Dazed and Confused filminde yetişkinliğe geçişi anlatmıştı ve 1995te başlayıp 2013te bitireceği Before
üçlemesinde ise zaman atlamalarını kullanacaktı. Fakat o gün için zaman kendisi adına sınırlayıcı bir unsurdu. Biraz kafa
yorduktan sonra kurt hoca akıntıyı nasıl arkasına alacağını buldu. 12 yıl sürecek bir hikaye anlatmak istiyordu ve bunu 12 yılda
çekecekti.
Sinema tarihinde çeşitli sebeplerle yapımı yıllar süren filmler vardı fakat genelde bir filmin uzun sürede çekilmesi iyiye işaret
değildi. Bütçe yetersizliği, stüdyo müdahalesi veya ekipten birinin başına bir şey gelmesi gibi istenmeyen sebepler uzatabilirdi
filmlerin yapım sürecini. Bu sefer ise durum farklıydı ve filmde çalışacak herkesten 12 yıllık bir adanmışlık bekleniyordu. Tabii
milleti 12 yıl alıkoymayacaktı Linklater, o kadar da kafayı yememişti. Onun yerine her yıl en fazla bir kaç hafta çekim
yapılacaktı. Öyle ya da böyle kolay bir proje değildi. Zira çok geçmeden Linklater, gerçekci olmak isteyen hikayesi için çok
gerçekci bir kötü adamla tanışacaktı: İş hukuku. Filmin çekileceği Texas her isteyenin at koşturabileceği bir yer değildi ve aktör
kontratları maksimum 7 yıllık yapılabiliyordu. Bu demek oluyordu ki film iyi niyet, karşılıklı güven ve Richard Linklater’ın
stresi üzerine kurulacaktı. Özellikle filmin başrolü çok kritikti. Çalışma kanunları ve kontrat süreleri bir yana 6 yaşında bir
çocukla bu yola çıkmak zor olacaktı. Bunun için Linklater evlilik kurumundan ilham aldı ve anne babaya bakarak oyuncu seçmeye
karar verdi. Bir süre devam eden bir arayıştan sonra aranan wonderkid bulundu. 1994 doğumlu Ellar Coltrane, bir terapist ve bir
müzisyenin oğluydu. Ailesinin projeye adanmışlığını görmek gergin yönetmeni rahatlatmıştı. Ayrıca Linklater’in tabiriyle akademik
bir çocuk değildi ve farklı bir düşünce tarzı vardı. Bu filmin ilerleyişi için önemliydi çünkü Linklater anlattığı hikayenin
olabildiğince samimi olmasını istiyor ve bunun için oyuncuların da yaratıcı sürece katılmalarını, hikayeyi kendi hayatlarından
unsurlarla zenginleştirmelerini istiyordu. Böylece hikayedeki esas çocuk Mason jr. hazırdı. Şimdi sıra aileyi tamamlamaya
gelmişti. Mason’ın ablası Samantha rolü için Linklater kendi kızı Lorelai’ye güvenmişti, Ellar ile iyi uyum sağlayacaklarını
düşünüyordu. Anneleri Olivia’yı oynaması için Patricia Arquette seçilmişti. Sonradan vereceği bir röportajda Arquette Richard
Linklater onu aradığında daha projeyi dinlemeden filmi kabul ettiğini söyleyecekti. Son olarak da baba Mason sr. rolünde Ethan
Hawke kadroya katılmıştı. Daha önce Linklater ile Before Sunrise çalışmıştı ve kadronun en tanınmış ismi, pastanın çileğiydi.
Sorumluluğu hafifmiş gibi yönetmeni kendisine büyük bir yemin ettirtmişti. Eğer Richard Linklater ölürse filmi o tamamlayacaktı.
Kamera arkasında oyuncu kadrosu belli olurken filmdeki aile de şekilleniyordu. Senaryoda ana karakter Mason jr, 6 yaşında, annesi
ve ablasıyla beraber Texas’ta yaşayan olabildiğince sıradan bir çocuktur. Hayattaki en büyük keyfi ablasıyla kavga etmek ve
yaptığı ödevleri teslim etmemektir. Öte yandan annesi iki zibidiyle uğraşıp bir taraftan da ailesinin geçinmesini sağlamaya
çalışmaktadır. Baba Mason sr. hikayeye dahil olduğunda onun da hayli rahat ve sorumsuz bir karakter olduğunu görürüz. Alaska’da
tutunamamış Rock grubuyla gittiği turneden dönen Mason sr. çocuklarını hediyeye boğar ve gevşek baba cefakar anne yerine
çocukların kahramanı olur. Bu ilk sahnelerle genel hatlarıyla ailemizi tanırız ve hikayede zaman işlemeye başlar. Linklater
hikayesini nasıl anlatacağına en baştan karar vermişti. Daha geleneksel bir senaryo yapısı yerine Mason jr.’ın çocukluğundan bir
anılar bütünü görürüz. Okula gider, anne babasıyla zaman geçirir, bazen de çok fazla kaydadeğer bir şey yapmaz. Mason ve kardeşi
büyürlerken diğer yanda anne babaları yeni insanlarla evlenirler, işlerini değiştirirler ve tabii kendileri de zaman içinde
değişirler. Olivia çocuklarıyla beraber Texas’ta farklı şehirlere taşınır, çocuklar her zaman çok istemeseler de yeni okullara
gider, farklı insanlarla tanışırlar. Hikayenin ilerleyişi boyunca karşımıza çıkan yan karakterlerin bazıları kalıcı olurlar
bazılarını ise bir daha hiç görmeyiz. Karakterlerle paralel olarak dönem de değişir. Bunu aktarmak için siyasi olayları kullanır
film. Mason Sr’ I ilk tanıdığımız ilk sahnelerden birinde solcu baba ilkokula giden çocuklarına ABD’nin 11 Eylül sonrası
politikalarını eleştirmektedir. “Kime oy vereceksiniz ?” diye sorar bacak kadar çocuklarına, “Bush olmasın yeter.” Sonraları
babasının muhalif tavrını genç Mason’da da görürüz. Ergenliğini hakkıyla yaşar, sanki tüm dünya karşısındadır. 12 yıl boyunca
kültürel değişimi de görürüz filmde. Mason Pokemon izlerken veya Wii Sports oynarken kendi çocukluğumuzdan bir şeyler görebiliriz.
Veya babasını Facetime ile aradığında 18 yaşında bir çocuğun hayatında bile teknolojinin bu kadar değişmesi bizi şaşırtabilir.
Sanırım Boyhood’u bu denli etkileyici bir film yapan yanlarından biri zamanın içinde olduğu kadar dışında oluşudur. Evet Mason’ın
ekranında Pokemon vardır ama siz izlerken onun yerine Jetgiller de koyabilirsiniz Afacan Louie de. Benzer şekilde belki babanız
size Bush eleştirmemiştir -veya çok daha ağır kelimelerle eleştirmiştir- ama yine de hikayeye yabancı değilsinizdir. Zamandan ve
mekandan bağımsız bir hikayedir nihayetinde çocukluk. Richard Linklater’ın filmde seçtiği anılar bütününü izlerken bazı anılar
diğerlerinden daha çok etkiler sizi kendinizden bir parça görürsünüz. Bazen de ‘Ya kardeşim biz niye bu çocuğun dümdüz
hareketlerini izliyoruz.’ diyebilirsiniz. Ama daha sonra kendi hafızanıza aynısını demeseniz daha iyi olabilir.
Nihayetinde iyi kötü anılar ilerler ve 12 yılın sonuna geliriz. Küçük Mason bir nevi elimizde büyümüştür ve artık üniversiteye
gitme zamanı gelir. Çekim sürecinin en başından beri Richard Linklater Mason’ın üniversiteye başlangıcını hikayenin sonu olarak
kurgulamıştır. Ona göre tam o noktada Mason yetişkinliğe adım atacak ve artık hayattaki rolünü aramaya başlayacaktır. Film
sonlarında sık tekrarlanan bir tema olarak Mason’ın hayattaki anlam arayışını görürüz. Filmin o noktasında diğer karakterlerde de
zamanın etkisini ve değişimini net bir şekilde görürüz. Gerek anne babası gerek kardeşi filmin başında gördüğümüzden bambaşka
noktadadırlar ve bu değişimler net sahneler net anlar yerine zamana yayılan bir süreçle olmuştur. Mason’ı üniversiteye gönderdiği
gün annesi çok duygusaldır, ona göre ikinci çocuğunu üniversiteye göndermek hayatındaki mihenk taşlarının, kritik anlarının
sonuncusudur. Anne yüreği tabii ki duygulanmayı abartır ve artık hayattaki amacının ölümü beklemek olduğunu söyler. Biz
hayatımızın kritik noktalarını yaşamaya devam ederken zaman geçer ve 2014 yılı geldiğinde film Sundance film festivalinde
yayınlanır. Yayınlandığı yılda eleştirmenlerden çok iyi yorumlar alır. Özellikle filmin sadeliği ve doğallığı çokca övülür. Ödül
törenleri ve festivaller de filme kayıtsız kalmaz, 6 tanesi Oscar olmak üzere 218 ödüle aday olur. Patricia Arquette anne rolüyle
en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ını kazanır. Tabii filmin eleştirilen yerleri de vardır. En yaygın yapılan eleştrilerden biri
ise filmde çok fazla olay olmadığı, Mason’ın çok da bir şey yapmadığıdır.
Kadrosu için baktığımızda Boyhood kariyerlerinde iyi bir nokta, çok güzel bir başlangıç fırsatıydı. Günümüzde ise bu hikayenin
devamının geldiğini söylemek zor. Filmde iki çocuğumuzu oynayan Ellar ve Lorelai henüz kariyerlerinde bir çıkış yapamadılar.
Genellikle daha gölgede kalmış filmlerde rol aldılar. Ellar’ın son iki yıldaki tek rolü bu yıl adı sanı pek duyulamış bir filmde
yapacağı seslendirme. Öte yandan Patricia Arquette oldukça başarılı, en son Severance’ta rol aldı. Ethan Hawke hala Ethan Hawke,
bu filmin kariyerinde çok büyük bir etkisi olduğu söylenemez. Richard Linklater için de işler daha iyi olabilirdi. Boyhood
sonrasında çok kaydadeğer bir filmi olmadı, ismi daha çok kariyerinin erken döneminde çektiği filmlerle anılıyor. Bu kadar
başarılı bir filmden sonra büyük ihtimal her biri kendileri için daha iyi bir senaryo hayal ederlerdi fakat Mason’nınkine benzer
bir hikayeyle yetindiler, yer yer parlak yer yerse daha soluk. Boyhood filme içinse dönüp baktığımızda söylenebilecek en doğru
kelime doğallık olur. Gerek oyuncuların beraber geçirdikleri zamanın etkisiyle gerekse kadrodaki herkesin filmin senaryosuna
kendisinden bazı parçalar eklemesiyle ortaya sade bir hikaye hatta bir anı topluluğu çıkar. Film boyunca Mason’ın iyi kötü gerekli
gereksiz bir çok anına şahit olmuşuzdur. Anı yaşamak hakkında konuşulan bir sahnede kendisinin söyleyeceği üzere “An hep sabittir,
ordadır. Sanki sürekli şimdiymiş gibi.” Evet film boyunca izleyici devam eden bir hikayenin eksikliğini bazı noktalarda
hissedebilir ancak filme 6 yaşında başlayan bir çocuğun 18 yaşında olduğu kişiyi görünce bu arayış biraz hafifler, yerini
samimiyet hissine bırakır. O noktada izleyici bu filme daha az eleştirel yaklaşıp daha çok keyif almaya başlayabilir. Film sonrası
yapılacak da bellidir, çalışıyorsa naftalin kokan Wiisports’u çıkarmak, Louie Anderson’a rahmet okumak belki de bir bardak elma
suyu içmek.
Sıcak bir temmuz gecesi sevgili dostum, Dergi Falan’ın kritik isimlerinden Ali ve canım kuzenim Efeyle Akyarlarda yazlıkta
oturuyoruz. Gayet sıradan bir akşam, film mi izlesek Fifa mı oynasak diye tartışıyoruz. Bu tartışma hafif tempo devam ederken bir
taraftan da Efe bize transfer haberleri okuyor. “Fenerbahçe onu da almış, bilmemkim bilmemkime gitmiş...”. Birden bir son dakika
haberi mütevazı gündemimize bomba gibi düştüyor. “ ABD uzaylıları açıklamış.” Her ne kadar o gece bizim için bazı daha önemli
haberlerin gölgesinde kalmış olsa da 26 Temmuz tarihinde ABD Temsilciler Meclisinde yapılan UFO duruşması Dünya basınında hayli
ses getirmişti. Üç tanığın yeminli ifade altında sundukları çeşitli iddialar, belki onun da ötesinde böyle bir konunun açık bir
oturuma konu olabilecek ciddiyete gelmiş olması kayda değer bir eşikti. Evet konuyla alakalı yine bir kanıt sunumamıştı fakat
tartışmalar hiç olmadığı kadar yüksek sesle yapılıyordu. İnsanlık uzaylı yaşamanın başlangıcına ansızın gelecek bir twitter
bildirimi kadar yakınken uzaylılarla olan (veya olmayan) ilişkimize daha yakından bakmak için daha iyi bir zaman olamazdı.
Uzaylıları konu alan ilk bilim kurgu eserinin uzaylıların uğrak yeri ABD’den çıkmış olduğunu düşünebilirsiniz. Avrupa
Edebiyat-ından çıkmıştır deseniz de kimse size hiçbir şey diyemez. Fakat büyük ihtimalle çok az kişi uzaylılarla alakalı
hayallerin Adıyaman’ın bağrında doğdunu biliyordur. 2. YY’da o günlerde Suriye eyaletine bağlı topraklarda Samsatlı Lukianops
“Gerçek Bir Hikaye “ isminde bir kitap yazar ve uzaylılardan bahseder. Tabii Dünya dışıyla ilgili fanteziler zamanla Adıyaman
sınırlarında kalmayacaktır.
20.YY yaklaştığında uzaylılar ile ilgili eserlerin sayısı gittkçe artmaya başlar. Özellikle 1898 yılında H.G. Wells’in yayınladığı
‘Dünyalar Savaşı’ bilim kurgu türünü daha önce çok görmediği bir populariteye taşır. Wells’in romanı Mars’tan gelen uzaylıların
Tripod şeklinde makinelerle Dünya’ya hükmedip insanları köleleştirme çabasını anlatmaktadır. Özellikle Wells’in daha önce çok
işlenmemiş bir temayı, Dünya dışı istila konusunu işlemesi ve hikaye anlatmadaki başarısının etkisiyle roman çok başarılı olur ve
büyük bir şöhrete kavuşur. Dünyalar Savaşı’nı bu denli önemli bir eser yapan sadece yenilikçi konusu değildir. Bu eserinde Wells
Uzaylıların Dünyayı istilasını bir metafor olarak kullanarak emperyalizm ve Darwinizm konularını işler. Romanın geçtiği asıl mekan
olan İngiltere’nin yüzyıllar boyunca başka ülkeleri sömürdüğü gibi şimdi ondan üstün bir güç gelmiştir ve sömürülen taraf
değişeçektir. Wells’in açtığı yoldan ilerleyen sayısız sanatçı o günden itibaren uzaylıları ve diğer gezegenleri insanlık ve dünya
ile ilgili fikirlerini aktarmak için kullanırlar. Yeri gelir Solaris romanında Stanislaw Lem’in Komunizm’i eleştirdiği gibi başka
dünyaları içinde yaşadıkları sistemleri, devletleri eleştirmek için kullanır yazarlar. Yeri gelir Frank Herbert’in Dune
romanındaki gibi var olan toplumlar ve ekolojik denge farklı şartlarda hayal edilir. Öte yandan aynı Solaris ve Dune gibi
edebiyatın sınırlarını da aşar uzaylılar. Star Trek ve Star Wars önceden hayal edilemeyecek şöhrete ulaşır popüler kültürü
şekillendirirler. Hayal edilemeyecek demişken gerçekten de artık tek sınır hayal gücüdür. Yaratıcılığımızı arkasına alan uzaylılar
bilim kurgu klasiğindeki gibi zamanın ve mekanın ötesine de geçebilirler veya başka bir bilim kurgu klasiğindeki gibi ağaçlarında
sucuk yetişen medeniyetler de kurabilirler. Bilim kurgu sayesinde bir kere daha hatırlarız ki tahayyül kabiliyetimiz de olmasını
istediğimizden çok daha sınırlıdır. Uzaylı dediğin şey senin benim gibi biraz daha büyük kafalı biraz daha yeşil bir adamdır. Olsa
olsa gemidekileri yemeye çalışan vahşi bir hayvandır. Sanırsam hayal gücünün bu sınırlılığı sebebiyle en başarılı bilim kurgu
eserleri genelde sınırlarının farkında olanlardır. Misal türün sevenleri tarafından oldukça beğenilen Contact bizi din, felsefe ve
merak etmek konusunda düşünmeye iter. Veya daha güncel bir örnek olarak Arrival uzaylılardan ziyade dil ve iletişimin doğası
hakkındadır. Başka bir klasiğe bakacak olursak ise Otostopçunun Galaksi Rehberi için hayatın anlamı basit bir 42’dir. Bu eserlerin
hiçbiri(Star Wars dahil) uzak bir galakside uzun süre önce geçmezler. Uzaylılar ile ilgili değişmeyecek olaylardan biri de her
zaman güzel bir goygoy konusu olması. Uzaylı pastasını yerken uzaylı transferi haberleri dinlemek herhalde benim için her zaman
keyifli olacak. Gora muhabbetine ara vermek istediğimizde ise bu taz uzaylı haberlerine ve onlara gelen tepkilere de bir uzaylı
romanına bakar gibi bakmak yeni fikirler verebilir bize. Örneğin kimi ABD’li için kendi devletine olan güvensizliğin yansımasıdır
bu davaya olan ilgi. Bizim gibi çok uzak ülkelerden takip edenler için ise dünyamızda bulamadığımız bazı şeylerin beklentisi
olabilir tepelerden gelecek yeşil adamlarda. Günün sonunda hangi açıdan bakarsak bakalım uzaylı konusundan kendimizle ve
yaşadığımız dünyayla alakalı çıkarabileceklerimiz var. Evet zaman zaman böyle cıvık bir temelden doğacak dersler zorlama olabilir.
Hatta bu davanın sonunda da karşımızda muhattap alacak bir yeşil adam da olmayabilir. Biz yine de evi toparlayalım, misafir gelse
de gelmese de.
Önemli bir uyarı: Bu yazı içerisinde Ahsoka, Clone Wars, Rebels ve orijinal Star Wars serisi içeriklerine dair spoilerlar
bulunmaktadır. Orijinallerini izlemediyseniz zaten ne duruyorsunuz? Öbürleri için ise dilerseniz izleyip buraya dönebilir veya
keyifli keyifli hafif spoilerla dolu yazımı okuyup olan biteni buradan da öğrenebilirsiniz. Keyfinize bakın!
“A long time ago in a Galaxy far far away…” ile yıllar önce başlamış, Disney’in eline geçmesi ardından da birçok yeni hikâye ve
karakter eklenmiş olan Star Wars evreninin çok uzun süredir beklenen yeni dizisi sonunda izleyicilerle (ve benim gibi büyük
hayranlarla) buluştu: AHSOKA. Bilmeyenler ya da aşina olmayanlar için Ahsoka Tano orijinal Star Wars üçlemesinde, prequellarda
veya sequellarda bulunmayan bir karakter, onun için yeni dizilere adım atmamış olanlarınız için bu yabancılık oldukça doğal.
Kendisi Star Wars: Clone Wars dizisi ile seyirci ile tanışıyor ve ardından gelen Rebels dizisinde de önemli rollerde boy
gösteriyor. Anakin Skywalker’ın padawanı (bkz. Öğrenci) olarak karşımıza çıkan Ahsoka Tano, Clone Wars dizileri boyunca iyi
niyeti, sempatik ve dostça tavırları, kurallara karşı onları bükmeye hazır tavrı (ustası Anakin gibi) ve de ışın kılıcı
savaşlarında gösterdiği büyük yetenek ile hem Star Wars evreni içerisindeki karakterlerin, hem de seyircinin sevgisini kazanıyor.
Fakat Klon Savaşları ( Clone Wars) çerçevesinde Jediların Cumhuriyet için Ayrılıkçılara karşı yürüttüğü mücadelede uzunca bir süre
savaşan ve büyük katkılara imza atan Ahsoka, o dönemin güçlü askeri adamlarından olan Moff Tarkin (ki orijinal üçlemeyi izleyenler
onu Darth Vader’a ayar vermeyi başaran nadir karakterlerden olan Grand Moff Tarkin olarak hatırlayacaktır) tarafından bir komplo
ile Cumhuriyete ihanetle suçlanıyor ve ardından suçu kanıtlanmamış olmasına rağmen Jedi konsülü tarafından Jedi Düzeninden
atılıyor. Hikâyede suçsuz olduğu ustası Anakin tarafından tam zamanında kanıtlanmış olsa da Ahsoka Jedi Düzenine geri dönmemeyi
seçiyor ve resmi olarak bir Jedi olmayı bırakıyor. (Burada yanlış anlaşılmaması gereken husus Ahsoka’nın ışın kılıcı kullanmayı
veya force kullanmayı bırakmıyor oluşu. Sadece Jedi Düzeninin doktrinlerinden, yolundan sapmışlığından, önyargısından uzaklaşmak
için bu kararı alıyor. Ne sith ne de jedi olan bu tarz force kullanıcılarına Gri Jedi da deniyor). Bundan sonra daha bireysel bir
yol izleyen Ahsoka, Rebels dizisinde “Fulcrum” kod adıyla asi gruplarına öncülük ederken bir başka Star Wars evreni dizisi olan
Mandalorian’da da çok sevilen Grogu’ya (bkz. Baby Yoda) yol gösterici görevini üstleniyor. Fragmanlar ve ilk 3 bölüm sonunda
anladığım kadarıyla da bu dizide de Rebels’ın sonunda kaybolan Amiral Thrawn’a karşı bir mücadele içinde olacaktır.
Dizinin içeriğine giriş yapmadan önce kült evrenlerin yeni dizileriyle alakalı genel bir değerlendirme yapmak istiyorum. Her yeni
başlayan Star Wars dizisi (ve açıkçası herhangi başarılı serinin devamı niteliğinde çekilen diziler) aslında bir nevi
Schrödinger’in kedisi gibi. Aşina olmayan okuyucularımız için basitleştirilmiş haliyle Schrödinger’in kedisi konsepti, kuantum
dünyasındaki süperpozisyon ilkesini anlatabilmek için Erwin Schrödinger tarafından tasarlanan bir alegori. Alegoriye göre bir kedi
radyoaktif olma ihtimali olan bir element ile bir kutunun içinde bulunuyor. Kutunun kapağı kapalı ve kutudan dokulara hitap eden
hiçbir uyaran (koku, ses, hareket) çıkmıyor. Schrödinger’e ve kuantum fiziğine göre kedi kutunun içindeyken bir süperpozisyon
halinde, yani hem ölü hem yaşıyor. Fakat kutuyu açtığımızda iki sonuçtan birini görüyoruz. Yani kutuyu açmamız sonuca etki ediyor
ve kedi ya ölü ya da canlı olarak çıkıyor, ikisi aynı anda değil. Bu durumun Disney versiyonunda ise bu hayali kutunun içerisinde
belki muazzam yeni fikirler, hikayeler ve başlangıçlar var. Belki de kötü yazılmış senaryolar, bulunduğu evrenle tutarsız olaylar,
basit karakterler, “plot hole”lar ve daha niceleri var. Ve maalesef kutuyu açmadan sonucunu bilmenin hiçbir yolu yok. Bunun için
koca yürekli(!) ve George Lucas’a verdiği ~ 4 milyar doların her kuruşunun suyunu çıkarmak isteyen Disney kutuyu açmış, gelin biz
de beraber içine bakalım.
Diziye öncelikle daha genel bir perspektiften baktığımızda dizinin kendisinden önce gelen Star Wars evreni eklentilerine
(Mandalorian ya da Kenobi gibi) birçok açıdan benzediğini görebiliyoruz. Bölümler yarım saat civarında ve oldukça kısa. Açıkçası
hayatı boyunca Türkiye’de iki buçuk saatlik dizilere maruz kalmış bir birey olarak bunu söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi fakat 30
dakika, haftada bir çıkan bir dizi için gerçekten yeterli değil. Başlamasıyla bitmesinin bir olmasının yanı sıra, maalesef öbür
Star Wars dizilerinde de görebildiğimiz “filler-episode” örüntüsü devam ediyor. Disney yaklaşık 10 bölüm olarak tasarladığı Star
Wars dizisi sezonlarının ilk birkaç bölümünü boş ve zaman geçirmeye yönelik içerikle dolduruyor. Dizi içerisinde gerçek bir
mücadele yaşanmıyor ya da basit bir mücadele, konuşma ya da sorun, tüm bölüme yayılacak şekilde uzatılıyor. Bu da izlemesi keyif
vermeyen ve sıkıcı bölümlerle sonuçlanıyor. Sadece son bir veya iki bölümde seyirciyi büyüleyecek kesitler sunan (Kenobi
dizisindeki son bölümdeki Obi -Wan - Vader düellosu gibi) Disney bölümlerin büyük çoğunluğunda sadece izlenme, ürün satışı ve
özetle bol bol para peşinde olduğunu açıkça hissettiriyor. Ahsoka da maalesef aynı şekilde. Şu ana kadar daha sadece 3 bölüm
yayınlanmış olsa da o 3 bölümün sunduğu 90 dakikalık içerik çok dürüstçe bir şekilde 30 dakika gibi bir sürede de seyirciye
iletilebilirdi. Düşük kaliteli içerik sunumu dizi hakkındaki ilk hayal kırıklıklarımdan biri oldu maalesef.
Beni asıl üzen gerçeklik ise Star Wars evreninde alıştığımız ve değer verdiğimiz bazı genel konseptlerin umursanmıyor,
önemsenmiyor ve değiştiriliyor oluşu. Bunun en basit örneklerinden bir tanesi birinci bölümün sonunda gerçekleşen ışın kılıcı
düellosunda Sabine Wren’in karnına ışın kılıcı saplanması. Orijinal üçlemeden hatırlayacağımız üzere bir karakterin ışın kılıcıyla
teması oldukça ciddi sonuçlara sebep veriyor. Luke ve Anakin ellerini, Count Dooku kafasını ve ellerini kaybediyor. Doğrudan
vücuduna ışın kılıcı darbesi alan Obi-Wan ise hayatını kaybediyor (o bunu Luke’u korumak için bir fedakârlık olarak
gerçekleştiriyor, bu yüzden o ölüm ekstra anlam kazanıyor). Peki Sabine Wren’e ne oluyor karnından ışın kılıçlandıktan sonra?
Hastanede uyanıyor ve nasıl iyileştiği, nasıl yara aldığı, nasıl ölmediği vb. konulardan hiçbirine değinilmiyor bile! Her ne kadar
fantastik bir evren olsa da Star Wars evreni ölümün var olduğu ve karakterlerin eylemlerine anlam ve ağırlık kattığı bir evren.
Önemli olan hiçbir karakter şans eseri ya da rastgele ölmüyor, hepsi bir amaca hizmet ediyor. Vader ve Obi-Wan Luke’u kurtarırken,
Dooku (kendi iradesi dışında) Anakin’in karanlık tarafa geçişine yardımcı olmak için, Qui Gon Obi-Wan’ı kurtarmak için ölüyor ve
bu tarz anlamlı ölümler (ya da Palpatine’in durumunda ölümden dönmeler) karakterler için dönüm noktaları oluyor. Fakat yeni
dizilerde ya da filmlerde ölümü “Last Skywalker’da” olduğu gibi karşıdakini öperek, ya da hiç açıklamadan atlamak Star Wars
evreninin değerleri ve kurgusuyla çok büyük bir tezat oluşturuyor ve bu seriyi benim gözümde anlamsızlaştırmaya ve Star Wars
değilmiş izlenimi yaratmaya başlıyor.
Bir başka göze batan olay da ikinci bölümde gerçekleşiyor. Parçalanmış bir droidin hafıza bankasına hackleyerek girmeye çalışan
Sabine, gittikçe ısınan teçhizat yüzünden bu görevi zamana karşı gerçekleştirmek zorunda kalıyor. Droidin hafızasından bir
lokasyon verisi bulmaya çalışırken droid aşırı ısınıyor ve veriyi temin edemeden önce acil kapatılması gerekiyor. Bu süreç
içerisinde biz seyirci olarak zaten Sabine’in o bilgiye bir şekilde erişebileceğini biliyoruz çünkü Star Wars evreni gittikçe
tesadüflerin karakterlere yardım ettiği, olayların kolayca çözüldüğü bir çocuk evrenine doğru gidiyor. Fakat beni bir seyirci
olarak daha da hayal kırıklığına uğratan ve “e yok artık ya” dedirttiren şey Sabine’in bu başarısızlığın üstünden birkaç saniye
geçmeden hiçbir ekstra gözlem veya düşünce belirtisi göstermeksizin bir anda o tarz droidlerin X gezegeninde üretildiği (gezegen
ismi önemli değil) ve oradan olabileceği gibi oldukça rastgele ve şanslı bir bilgiyi ortaya atması oluyor. Tabii ki bu bilgi doğru
çıkıyor ve karakterlerimizi doğru yola doğru itekliyor. Fakat böyle bir bilginin ve hikâye akışının böylesine bir tesadüfe ve
şansa bağlanmış olması kurgu açısından Ahsoka dizisinin şimdiden ne kadar başarısız, tahmin edilebilir ve basit olduğunu
gösteriyor.
Aslında bu tarz şansa bağlı olayların yaşandığı çok fazla sahne var fakat onlarla ilgili daha derine girip bol bol örnek ve
spoiler vermek istemiyorum. İzlediğiniz zaman siz de tanık olacak ve anlayacaksınız zaten bu eleştiri kaynaklarımı. Fakat
söylemeden geçemeyeceğim son bir an ve özellik var ki senaryodan, hikayeden, karakterlerden ve olan herhangi bir şeyden bağımsız.
Çok basit, hatta aşırı basit bir konsept: hologram projeksiyon. Star Wars evreninin her dizisinden ve filminden alışkın olduğumuz
başka varlıklarla tam vücut “facetime” yapılmasını sağlayan hologram projeksiyon onca film boyunca belirli bir renk ve stil
formatını izliyordu: genelde mavi tonları kullanılır, hafif hafif kesinti olur ve aşağıdan yukarıya olacak şekilde yansıtılırdı.
Fakat Ahsoka’nın daha ilk bölümünde bir sahnede görebileceğimiz hologram projeksiyon tamamıyla yeşil tonlarından oluşmakta ve
yukarıdan gelmekte. “Aman Kaan buna mı takıldın sen de!” diye düşünüyor olabilirsiniz. Fakat izlediğinizde beni anlayacağınızı
garanti ediyorum; çünkü yıllardır alışkın olduğumuz bir görsel unsur sadece renk olarak bile değiştiğinde, hele bir de çok bilinen
bir başka serinin kullandığı Hologram Projeksiyon renk tonlarını kullandığında (adı lazım değil baş harfi Star Trek), o seriyi o
seri yapan temel unsurların sarsıldığını ve aynı dokuyu hissettirmediğini gerçekten çok açık ve temel bir şekilde
hissedebiliyorsunuz. Bu kadar temel ve alışılmış bir unsuru değiştirmek yerine kurguya daha yeni fakat Star Wars dokusuna uygun
unsurlar eklemek çok daha ılımlı ve destek görecek bir alternatif olurdu.
Bu kadar eleştirdim, farklı unsurlar üstünden laf söyledim fakat bu dizinin hiç mi iyi bir yanı yok? Tabii ki var. Ahsoka
karakterinin gelişimini ve yaşadıklarından sonra dönüştüğü daha stoik kişiliği gözlemleyebilmek gerçekten çok keyifli. Animasyon
üzerinden tanıdığımız lokasyonların ve karakterlerin live-action hallerini görmek ve “Rebels” kurgusundan öğeleri görebilmek
(kahramanların resimlerinin olduğu duvar) hikayeyi daha gerçek ve daha alışkın olduğumuz evrenin bir parçası olarak hissetmemize
büyük ölçüde yardımcı oluyor. Bunlara ek olarak Rebels dizisinin en kahraman ve komik karakterlerinden olan robot Chopper’ın aynı
enerji ve dinamizmle bu seride olduğunu görmek gerçekten çok mutlu edici ve gülümsetici. Nasıl R2-D2 kendi başına bazı sahneleri
taşıyabiliyorduysa eski filmlerde, Chopper da aynı potansiyele sahip. Umarım daha da çok görürüz kendisini.
10 bölümlük sezon üzerinden planlanan bir diziyi sadece 3 bölüm üzerinden değerlendirmenin doğru olmadığının farkındayım. Fakat şu
ana kadar izlediğim kadarıyla Ahsoka dizisinde oluşturulan kurgu ve yaşanan olaylar Star Wars evreninin alıştığımız dokusuna,
kurallarına ve değerlerine uymayan ve onlarla çatışan bir yapıya sahip. Bu tarz çatışmalar da seyircilerin diziyi, karakterleri ve
olay örgülerini benimsemelerini ve sevmelerini zorlaştırıyor. Disney bu durumu kendi lehine çevirmek için ileriki bölümlerde
şaşaalı ışın kılıcı düelloları, göz kamaştırıcı yeni dünyalar, özlediğimiz eski karakterler ve daha nicelerini önümüze serecektir,
ki ben bunların hepsi için gerçekten çok heyecanlıyım. Fakat gerçek bir Star Wars hayranı olarak tek umudum bunları yaparken Star
Wars’un ilkelerine, geçmişine ve fantastik realitesine saygı duymaları ve onunla uyumlu, hatta onun üstüne kurup daha ileri
taşıyabilecek hikayeler yaratmaları. Bekleyelim bakalım ileriki haftaların çarşamba günlerini. Bakalım kedi kutunun içinde hayatta
kalmayı başarabilmiş mi…
Dipnot: Bu makale yayınlandığında Ahsoka’nın 5. bölümü çıkmış olacaktır fakat makale ilk 3 bölüm kapsayacak şekilde daha önce
yazıldığından dolayı, dizinin en yeni olaylarını içermez. Sevgili okuyucularımız bu konu hakkında okumayı sever ve beğenirlerse
ileriki bölümlerle alakalı da makalenin devamı gelecektir.
Bazı filmleri izlerken o filmin hangi yönetmene ait olduğunu onların filmlerde yer verdiği kendilerine özgü detaylarla
anlaşılabilir. Öte yandan kimi yönetmenlerin filmografisine bakınca da farklı farklı türlerden filmler görülebilir. Örneğin
Stanley Kubrick; bir filmi uzay gemisinde geçerken diğer filminde bir otelde veya bir diğer filmi de illuminati partilerinde
geçiyor. Tabi ki Kubrick’in filmlerinde de kendisine özgü teknikler görebilmek mümkün. Belki de ben aşağıda yaptığım listeye
Kubrick’i almak istemiyor olduğum için kendimce bahane üretiyorum. Neyse Kubrick iyi olsun, huzur içinde uyusun. Aşağıda yaptığım
listede sevdiğim 4 yönetmenin filmlerini kendimce izlemeye hangi filmden başlanmalı tavsiyesi verme amacındayım. Dediğim gibi bu
liste tavsiye niteliğindedir, bir reçete değildir. İlla da bu adamın bu filminden başlayın gibi iddialı bir cümle kesinlikle
kullanmıyorum.
#1 Quentin Tarantino En sevdiğim yönetmen diyebileceğim biri. Filmlerinde kullandığı kurgu teknikleri, müzikler, karakterler ve
diyaloglar, şiddet sahneleri ve filmlerinin konuları ile kendine has bir yönetmen. En iyi filmi hangisi diye düşünmem gerekirse
hiçbir şekilde bir liste, bir sıralama yapamayabilirim. Kill Bill 1 ve 2, Reservoir Dogs, Django: Unchained, Inglourious Basterds…
Bütün filmleri insanı sinema dünyasının büyüsüne yakalatan ve film izlemeyi inanılmaz bir zevke dönüştüren kendine özgü bir tarzı
var Tarantino’nun. Bana kalırsa da Tarantino İzlemeye Pulp Fiction ile başlamanın uygun olduğunu düşünüyorum. 1994 yılında Cannes
Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi ve aynı dönem Oscar törenlerinde de adaylıklarının yanı sıra en iyi özgün senaryo ödülünü
kazanan bu film birden fazla hikayeyi aynı anda anlatan ve onların kesişmelerini gördüğümüz bir film. İlk hikayede bir restoranda
soygun planlayan bir çift, ikinci hikayede patronlarının kendisini dolandırmaya çalışanlar için tuttuğu iki tane tetikçiyi, üçüncü
hikayede şike yapması istenen bir boksörü, dördüncü ve son hikayede de ikinci hikayedeki tetikçilerden birinin patronunun karısı
ile geçirdiği bir geceyi konu ediniyor. Bu dört hikaye de iç içe geçmiş durumda. Tarantino’yu her yönü ile gördüğümüz,
diyalogları, aksiyonu, şiddet sahnelerini bir arada gördüğümüz ve onu tanımak için ve filmlerini izlemeye başlamanın en güzel yolu
olabilir Pulp Fiction.
#2 Nuri Bilge Ceylan Türk sinemasının en önemli ve en başarılı yönetmenlerinden biridir. Ben onu izlemeye 2014 yılında kendisi Kış
Uykusu’nun Altın Palmiye’yi kazandıktan sonra vizyona girdiğinde Kadıköy’de Rexx Sineması’nda izlemeye başlamıştım. Ortaokulu o
gün bitirmiştik, Cem, Osman ve de yanılmıyorsam Bora ile birlikte 3 saati biraz daha aşkın bir süreli farklı bir film yolculuğuna
çıktık. Bana kalırsa bu filmini en iyi ya da en iyi ikinci filmi olarak kendimce bir liste yapabilirim fakat bu yazıda yaptığım
listede Nuri Bilge Ceylan’ı izlemeye başlama listesi yaptığım için yine en sevdiğim filmi ile değil de kendisini en iyi
tanıyabilecek filmini tavsiye etmek istiyorum: İklimler. Başrolünde kendisinin olduğu ve ona da şimdiki eşi Ebru Ceylan’ın eşlik
ettiği film aralarında sorun olan bir çifti ve onların ilişkilerini anlatıyor. İkili ilişkileri, insanın anlam arayışını ve
yalnızlığını, ve bunları da güzel bir sinematografi ile mevsimlerle birleştiren güzel bir film. Diyaloglar, kamera açıları, ve
film içindeki fotoğraf gibi sahnelerle Nuri Bilge Ceylan sinemasını tanımanın 98 dakikalık bir yolculuk.
#3 Martin McDonagh Tiyatro yönetmenliğinden gelen ve filmleri de bir tiyatro havasında olan bir yönetmen. Genellikle diyaloglar
üzerine giden ve karakter ile mekan odaklı filmleri yapan Martin McDonagh’ı Spaghetti Western podcastimizde çok fazla konuştuk.
Çok büyük ihtimalle de yeni bir film çektiğinde bir daha bir daha konuşuyor olacağız. McDonagh’ın film listesine baktığımızda ben
bu sefer onu tanımaya başlamak için onun bana göre en güzel filmini tavsiye ediyorum: The Banshees of Inisherin. Çok yakın iki
dost olan Padraic ve Colm, bir sabah Colm’un artık Padraic ile hiçbir sebep yokken arkadaş olmak istememesini ve bunu açık açık
lafını esirgemeden ona söylemesini konu alıyor. Colm o kadar ciddi ki bu konuda, eğer Padraic onunla konuşmaya devam ederse tek
tek kendisinin parmaklarını kesmek ile tehdit ediyor onu. Oscar’a da aday olan bu film her ne kadar törenden eli boş dönse de bu
film Martin McDonagh sinemasını tanımak için çok iyi bir yol. McDonagh sinemasının ana elementlerinden olan gri karakterlerin,
arafta kalmışlığı ve diyalogları ile şahane güzellikte bir film. Onun en iyi filmini izleyip diğer filmlerine bu beklenti ile
girmek onun filmografisini keşfetmeyi daha keyifli bir hale getirebilir.
#4 Damien Chazelle Aslında yazımın ilk başlarında yazmış olduğum Stanley Kubrick örneğine benzer bir yönetmen olarak görebiliriz
Damien Chazelle’i. Galiba sırf bu listeye eklememek için bir bahane ile Stanley hocayı örnek verdim fakat daha sonra Damien
Chazelle örneğini vermeden edemedim. Damien Chazelle’in filmografisine bakınca da birbirinden farklı konseptte ve konuda filmleri
görüyoruz. First Man filminde aya giden ilk astronot, Neil Armstrong’u, Whiplash filminde konservatuar öğrencisi bir genç ile onun
sert ve baskın öğretmeninin ilişkisini, Babylon filminde sessiz sinema döneminde sinemada ses kullanımına geçişi ve La La Land
filminde Los Angeles’ta yolları kesişen bir aktris ve caz sanatçısını anlatıyor. Birbirinden farklı ve birbirinden güzel bu
filmlere başlamanın ve gerisini merak etmenin en iyi yolu bence Damien Chazelle’in en iyi filmi olan La La Land’den geçiyor. Bir
müzikal havasında olan bu film Mia ve Sebastian’ın ilişkisini ve ikisinin de hayatta kendine bir yol bulma hikayelerini çok güzel
bir şekilde işliyor. Damien Chazelle’i izlemeye bu filmle başlamak onun diğer filmlerine olan heyecanı arttıracaktır.