Bu Arada Dişim Yok
Body horror’ın öncüsü dahi yönetmen; kafayı yemiş, böceklerle kafayı bozmuş garip bir adam veya Martin Scorsese’nin tabiriyle Beverly Hills’te kliniği olan bir jinekolog. David Cronenberg’i ve filmlerini tanımlamak için pek çok farklı sıfat kullanılabilir. Özellikle kendisinin izleyiciyi olabildiğince rahatsız etmek üzerine kurulu izlemesi mideyi oldukça zorlayan filmler yaptığı düşünülünce seveninin ve sevmeyeninin çok olması beklendik bir durum. Daha net olan konu ise Cronenberg’in insan varoluşunun bilinmezliği, vücudun korkunçluğu ve teknolojinin geleceği hakkındaki filmleri, gerek temaları gerekse kullandıkları sinema diliyle çok benzeri olmayan bir sinema karşımıza çıkıyor.
Filmlerinin kendine has sinematografisini yaratmak için Cronenberg’in en büyük ilham kaynaklarından biri sinemanın dışından, Kafka’dan geliyor. Kafka’nın romanlarında hakim olan bilinmezlik ve sıkışmışlık hissini kullandığı kamera açıları, renkler ve filmde gösterilen kadar gösterilmeyen Dünya’nın tasvirleriyle sağlıyor yönetmen. Aynı Kafka eserlerindeki gibi bir anlam, cevap arayışı ve o cevabın olup olmadığının belirsizliği bu filmlerde sıkça işleniyor. Aynı zamanda çevrenin, hayatındakilerin insan üzerindeki etkisi de işleniyor karakterler üzerinden. En ünlü filmi olan The Fly aynı zamanda Kafka etkisinin de en bariz olarak görülebileceği eseri. Yanlış giden bir deney sonucu yavaş yavaş sineğe dönüşmeye başlayan bir bilim adamının hikayesini anlatan bu film, ilk bakıştaki senaryo benzerliğinin ötesinde de hikayeyi işleme tarzı ve görsel sunumuyla Kafka’ya benzer bakış açısını ortaya çıkarıyor. Filmin ana karakteri Seth Brundle’ın dönüşüm sürecindeki etrafındaki karakterler hakkındaki davranışları ve bastırılan duygularının gittikçe açığa çıkmasıyla da hem eserlerinde Freud etkisine bir örnek hem de Kafka’nın anlattığı değişimle yeni bir benzerlik görüyoruz. Brundle’ın bedeni değiştikçe, fiziksel olarak bambaşka bir canlı, duygusal olarak ise gerçek Seth Bundle filmin odağı oluyor . Bayağı da bir iğrençlikle beraber.
Cronenberg’in dünyalarını etkileyen felsefi görüşler Kafka dışındaki isimlerden de geliyor. Jean Baudrillard’ın fikirlerinin etkilerini pek çok filminde görüyoruz. Gerçeğin kopyası anlamındaki Simulakra ve iç içe geçmiş Simulakralar sonrasında gerçeğin özünün yitirildiği bir durumu tarif eden hiper-realizm konsepti Baudrillard’dan sonra gelen bir çokları gibi bu enteresan yönetmeni de etkiliyor. Bugün Matrix, Fight Club hatta Gibi’de bir şekilde işlendiğini gördüğümüz bu kavramlar Cronenberg’in özellikle iki filminde hikayeyi direkt olarak etkiliyor. Videodrome filminde Brian O’blivion isminde bir akademisyenle bu konsept ortaya çıkmaya başlıyor. Medyatik bir adam olan O’blivion sık sık televizyon kanallarına bağlanır ve bunu zamanının ötesinde Zoom benzeri bir teknolojiyle yapar. Filmin ana karakteri Max Renn aşırı gerçekçi şiddet görüntüleri içeren bir TV programıyla alakalı gerçekleri araştırırken yolu O’blivion hocasıyla ile keşişir. O noktada öğreniriz ki O’blivion 20 yıl önce ölmüştür, ölmeden önce kaydettiği geniş bir arşivle beraber ölümünden sonra programlara çıkıp kamuoyunu etkilemeye devam ediyordur. Benzer bir örnekte, eXistensZ filiminde canlı derisinden yapılmış (mide bulandırmazsa olmuyor) oyun konsolu benzeri cihazlarla karakterler sanal bir gerçekliğe giderler. O gerçekliğin içinde aynı cihazla başka bir gerçekliğe ordan başka birine… Bu katmanlar böyle iç içe geçerken karakterler ve izleyici hangisinin gerçek hangisinin sanal olduğunu ayırt edememeye başlar, zaten artık bir anlamı da kalmamıştır. Biz de yıllar sonra bu konsepti “aynı Inception” diyerek izleriz.
Kapana kısılmışlık hissini David Cronenberg eserlerinin değişmez bir parçasıdır. Dış dünyanın şartları tarafından sıkıştırılmış insan her ne kadar oldukça yaygın bir tema olsa da Cronenberg’in önemli bir özelliği bu hisse eklediği yeni katmandır. İnsan sadece çevre şartlarının eseri değildir, kendi vücudunda da esirdir. Sanırım bu hisse günlük hayattan bir örnek olarak obsesiflik durumlarında görülebilen sağlık kaygıları ve bu kaygıların yansıttığı daha genel, hayata dair korkular gösterilebilir. Benzer duygular varoluşçu yazarların eserlerinde sık tekrar eder. Sartre için yabancılaşma hissi çoğu zaman kendi vücudundan duyduğu uzaklaşma ve iğrenme hisleriyle beraber gelir. Merlau-ponty de bilinç ve dış dünya ayrımını işlerken benzer temaları kullanır. Ona göre beden ve beden üzerinde sağlanan kontrol insan algısının dış dünyayla ayrıldığı noktadır. Bazı durumlarda, örneğin araba kullanırken, kullanılan araba da sanki ayrı bir nesne değil vücudun bir parçasıymış gibi bir his yakalanır, araba kullanmak yürümekten farksız hale gelir ve bu algı sınırı değişir. Cronenberg ise bu sınır değişiminin tersi, daha rahatsız edici bir senaryo hayal eder. Son filmi Crimes of the Future’da teknoloji çok gelişmiştir ve hayat şartları sentetikleşme pahasına kontrol altına alınmıştır. Hastalıkların ortadan kaybolduğu, plastik tüketiminin zirve yaptığı bu toplumda insanlar tekrar evrimleşmeye “neo-organlar” üretmeye başlarlar. Bu değişim tabii ki kişiden kişiye farklıdır ve bunun için tahmin edilemezdir. Böylece Cronenberg hayal ettiği bir gelecekte Merlau-ponty’nin fikrini tersine çevirir, rahatsız edici bir bakış açısı getirir. Bu sefer araba kullanmak yürümeye değil yürümek araba kullanmaya - ehliyeti olmayan birinin kullanmasına- benzer.
David Cronenberg tarzında bir yönetmen için bir başarı kriteri belirlemek çok kolay değil. Yaptığı filmlerin tarzı ve işlediği temalar itibariyle her ne kadar zaman zaman popüler oyuncularla çalışsa da çok gişede başarılı olmaya müsait bir yönetmen değil. Eleştirmenler veya ödüller perspektifinden ise çoğu filminin övülen yanlarına rağmen bariz eksik noktaları da var. Bunun için sanırım kendisi çok büyük bir yönetmenden ziyade daha kendine has, gerçek anlamıyla kült bir yönetmen olarak hatırlanacak. Kültürel anlamda ise bıraktığı net bir etkiden bahsedebiliriz. Nasıl ki kendisine ilham veren insanların isimleri Kafkaesk ve Freudyen gibi sıfatlara dönüştüyse, bazen bir düşünce tarzını bazen bir estetiği tarif etmek için kullanılıyorsa Cronenbergian kelimesi de başlı başına ayrı bir tarzı anlatıyor, bir yazıda açıklanabilecek temaları tek kelimeyle anlatıyor. Aynı zamanda işlediği temalar da Baudrillard için söylenen bir klişedeki gibi her geçen gün daha geçerli oluyor. Oğlu Brandon’ın da baba mesleğini ve yönetmenlik tarzını devam ettirmeyi seçtiğini düşündüğümüzde Cronenberg isminin zaman içinde hatta David’in ölümünden sonra daha bilinir olması çok şaşırtıcı olmaz. Aynı Brian O’blivion’ın dediği gibi, insanın ömrü derinin ömrünü çoktan aştı.
15 dk.