“Zaman sadece birazcık zaman…” Sezen Aksu’nun bütün aşkları yüreğinde nasıl gittiğini anlattığı şarkı böyle başlıyor. Ben de ne
zaman Zaman kelimesini duysam aklıma bu şarkının başlangıcı gelir. Şarkı “Geçici bu öfke, bu hırs, bu intikam” şeklinde devam
eder. Fakat gerçekten duygular zamanla geçer miydi yoksa zamanın çok bir ilgisi yok ve duygular sadece geçer miydi? Yani demem o
ki “zamana bırakmak” dediğimiz olayın bir mantığı var mı diye sormak istiyorum. Bunu yapmamanın bir başka yolu var mı ki zaten?
“Zaman her şeyin ilacıdır” gibi sözlere çok abartılı ve süslü geliyor bana. Bence her şeyin ilacı zaman değil de unutmak olabilir.
E bu da zamanla olan bir şey tabi. İki sene önce canımı sıkan bir olayı düşünüyorum. İlk başıma geldiğinde olayın tamamını
hatırlıyordum çünkü o zaman daha dün başıma gelmişti. Daha sonra biraz hikayeyi kendi yorumumla hatırlamaya başladım ve ona
inandım. Biraz daha vakit geçtikten sonra şimdi ise bir şekilde o zaman canımın sıkıldığını biliyorum -ve bu benim bazen hala
rahatsızı ediyor- fakat olayların tam nasıl gerçekleştiğini hatırlamıyorum. Zihnimde kopuk kopuk anlar olarak kaldılar.
Belki de zamana bırakmak da böyle bir şeydi aslında. İlk başta olan biteni çok fazla düşündüğüm için aklımda her ayrıntısı ile yer
eden anlar düşünmeye düşünmeye ilk başta başka bir yorumlama ile değiştiler daha sonra da iyice silik hale gelip nasıl
gerçekleştiğinden şüphe eder hale geldim. Fakat o dönem bana tavsiye veren arkadaşlarımdan şunu duyduğumu hatırlıyorum:
“Düşünmemeye çalış”. Bu noktada iş biraz komikleşiyor. Onlar bana düşünmemeye çalış dedikçe ben neyi düşünmemeye çalışmalıyım diye
düşünürken aklıma canımı sıkan olay geliyor ve böyle bir sarmala giriyorum. Aynı pembe fili düşünme dendiğinde aklımıza sadece
pembe filin gelmesi gibi bir durum.
Başka bir arkadaşım da bana biraz zamana bırakmam gerektiğini söylemişti. Ben de bu gibi durumlarda çok sabırsız olduğum için ne
kadar bir zaman diye sormuştum. Espri yaptığım zannedildi fakat ben o an çok ciddiydim. Bizi üzen olayların “acıların” geçmesi
için ne kadar bir zamana bırakmak gereklidir? İlk başta bahsettiğim şarkıda Sezen Aksu şöyle devam ediyor: “Acılarımız tarih kadar
eski”. Tarih kadar eski olduğuna göre üzerinden çok zaman geçmiştir diye Türkçe ve mantık çerçevesinde devam ediyorum, o zaman bu
acılardan da bahsetmeye gerek var mı yoksa zaten üzerinden çok zaman geçtiği için kapanmış gitmiş konular mıdır?
Zamana bırakmak konusu genellikle bir de ikili ilişkiler üzerine yaşanan tartışmalarda da tavsiye olarak verilir. Ama mesela iki
arkadaş veya bir çift sevgili tartışıp araları açıldıktan sonra üzerine bir de her iki taraf da “zamana bırakmak” kafasına
girdiğinde sanki aralar daha da açılıyor ve o an anlatılması gerekenler benim daha demin yukarıda bahsettiğim gibi araya zaman
girdiğinden biraz daha yorumlanmış şekilde kafalarda kalıyor ve bazen de hiç konuşulmadan dostlukların ve ilişkilerin bitmesine
sebep olabiliyor. Zamana bırakmak çok uzun bir süreç olmaması gerektiğini düşünüyorum. Zaman çünkü hiçbir şey yapmaz. Zaman sadece
geçer, ilerler. Zaten zamandır bir insanı öldüren, bir çiçeği solduran, bir şarkıyı bir filmi bitiren… Tabi ki kötü duyguların,
hislerin ve acıların da sonunu getiren zamandır fakat iyi şeyleri de zamana bıraktığında onların da sonunun geleceğini unutmamak
lazım. Zaman sadece geçer.
Galiba yazımı burada bitiriyorum ve ben de Sezen Aksu gibi “Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde”.
Bildiğimiz kadarıyla dünyaya sadece bir kereliğine gelebiliyoruz, yani yaşayacağımız tek bir hayat var. Sonrasında ne olacağı
biraz daha karmaşık bir mevzu. Bu konuda çeşitli inanışlar var fakat o bu yazının içeriği değil. Yaşadığımız bu hayatta bazı
gerekliliklerimizin olduğunu düşünüyorum, yerine getirmemiz gereken bir şeylerin olduğu kanısındayım ve aşık olmanın da bu
gereklilikler arasında en önce gelenlerden olduğunu düşünmekteyim.
Bu gereklilikler arasında en önemlilerinden bir başkasının da üretkenlik, bir şeyler üretmek olduğuna inanmakla beraber onun da
ilk sıralarda olduğunu düşünürken çok sevdiğim bir filmde -Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi- “sizce her aşık kendini mucit
zannediyor mudur?” diye bir soruyla karşılaşınca anladım ki aşık olmak üretmenin de üstünde bu öncelik sırasında yukarıda olduğuna
ve aynı zamanda aslında aşık olmanın da bir nevi üretkenlik olduğuna uzun düşünmeler sonucunda emin oldum diyebilirim. Aşık olmak
demişken sadece birine yoğun duygular hissetmekten bahsetmiyorum aynı zamanda bu yaşanılan duygulara karşılık bulmak gerek diğer
türlü çok büyük ihtimalle hayat kötü bir ıstıraba dönüyordur herhalde.
Aşık olup buna karşılık bulmak da insanın elinde diye düşünüyorum ve tabi ki buna yüzde yüz eminim diyemem. Aşık olmanın
karşımızdaki kişiyle güzel ve yeterince vakit geçirdikten sonra hissedilmeye başlanan bir duygu olarak tanımladığım için
karşımızdakine bu birlikte geçirdiğimiz vakit süresince davranış şeklimize göre onu da etkilemenin ve ona da bu “aşk” duygusunu
hissettirmenin kişinin elinde olduğunu düşünüyorum. Fakat aşkı böyle tanımlarken bunun nasıl bir his olduğunu ve aşık olunduğunda
nasıl bir şey hissedildiğini tanımlamak zor olsa gerek. Aşık olmanın önemini kişinin yalnızlığının gitmesini de sağladığı için
önemli olduğunu düşünüyorum. “Öylesine” biriyle bir birliktelik yaşamakla yoğun hisler hissedilen biriyle ilişkide olmanın farklı
olduğunu tartışmaya gerek yok. Alacağımız kararları danışmaktan tutalım üzüntümüzü paylaşmaya kadar bütün her şeyin
konuşulabildiği bir ilişki insanın hayatını güzel ve verimli bir şekilde devam ettirmesi için oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.
Tabi ki insan sahip olduğu iyi bir aile ile de bu verdiğim örnekleri yaşayabilir fakat aileden biriyle konuşmak ve hayatımıza
sonrada giren -ve ilk başta kesin sevme şartı ile tanışmadığımız- biri ile konuşmanın bile ne kadar farklı olduğunu biliyorum.
Fakat aşık olmayı her zaman sevgiliye duyulan his olarak görmemek gerekiyor, en azından benim anlatmak istediğim “gereklilik olan
aşık olma” fikri sadece bundan ibaret değil. Kurduğumuz arkadaşlıklara da aşık olabiliriz. Çok sevmenin haricinde duyulan bir aşık
olma hissinden bahsettiğimi tekrarlamam gerek olmadığını düşünüyorum. Her arkadaşımızla paylaşamayacağımız düşüncelerimizi,
hislerimizi paylaşabileceğimiz birkaç kişi ile yaşadığımız normal arkadaşlığın üstünde bir ilişkinin de insan hayatında iyi gelen
bir aşık olma süreci olarak nitelendirilebilir.
Aynı zamanda bu aşık olma bir insana veya bir canlıya olmak zorunda da değil. İnsan yaptığı işe aşık olunabilir ve hayatı ona göre
şekillendirebilir, işe yoğunlaşmaya başladıktan sonra da o yoğunlukta ve ayırdığı zamanda kendini daha iyi hisseder ve bazı
dertlerinden uzaklaşabilir. Yalnızlığında yanında işi olur fakat buradaki sorun emekli olduktan sonra o aşk boşluğunu nasıl
dolduracağı sorunsalı var ama hiçbir aşk zaten bitmemekle sözlenmediği için bu bütün aşklar için geçerli. Fakat insan her zaman
aşkını yeni bir aşk ile doldurabilecek kapasitededir.
Farklı bir aşk olarak insan bir yaratıcıya, tanrıya ve/veya bir dine de aşık olabilir. Yalnızlığını onunla çözüp onun yeryüzündeki
yansıması olabilir. Din ile birleşip kendini ona adadıktan sonra hayatına başka türlü bir anlam katabilir. Zaten aslında benim de
anlatmaya çalıştığım bütün aşkların temelinde hayatın anlamı ve bir arayış yatmaktadır. Bu arayışını aynı zamanda bir spor ile ve
bir spor takımı ile de anlamlandırmayı deneyebilir. Özellikle futbolun daha tutkulu takip edildiği ülkelerde bunun örnekleri
görülebilir. Napoli’de bir çocuk Maradona’yı tanrısı olarak görüp SSC Napoli’ye açık olabilir. İstanbul’da bir adam Beşiktaş’a
aşık olup kendi yalnızlığına onunla çare bulabilir.
Anlatmak istediğim aşık olmak hayatımıza bir eşlikçi bulmak, hayatına anlam katmak ve hayatı daha da yaşanılabilir hale çevirmek
için bir gereklilik. Dünyaya bir kere geliyoruz
aşık olmamız lazım
Büyüklerimizin kullandığı, “ Aşk karın doyurmaz” lafını muhakkak hepimiz duymuşuzdur. Bu öğüt niteliğindeki söylem, yaşadığımız
topraklarda fazlasıyla popüler ve farklı kanallar aracılığıyla karşımıza sıklıkla çıkıyor. Temelde para-aşk arasındaki çatışmada
nasıl bir denge olmaması gerektiğine değiniyor bu söylem. Ancak buradaki aşktan kasıt, sadece birisine karşı hissedilen aşırı
sevgi ve bağlılık duygusu değil. Aşk kelimesi, aynı zamanda <bir şeye karşı duyulan> aşırı sevgi ve bağlılık duygusuna da atıfta
bulunuyor. Biz gençlerse, pek çok genellemede olduğu gibi haliyle bu lafı biraz beylik buluyoruz ve karın doyurmayan aşka,
muhalefet edebilecek kadar güçlü başka bir söylem çıkartıyoruz ortaya, “Tutkunu takip et !”. Pazarlamasını da güzel bir şekilde
yapıyoruz bu tutku dolu yolun… Aşırı sevdiğimiz, bağlılık hissettiğimiz bir meslek / konu üzerinden para kazanmaktan, hayat
kurmaktan daha güzel ne olabilir ki ? diye soruyoruz büyüklere. Etrafımızda gösterilmeyi bekleyen pek çok kanıt da mevcut tabii
ki. Sonuçta, karşımızda hepimizin hayranlık duyduğu pek çok örnek bize el sallıyor. Her sabahın dördünde kalkıp, tutkusu uğruna
saatlerce idman yapan Kobe Bryant’tan, hayatı boyunca sadece bir tablo satabilmesine rağmen yüzlerce resim çizmiş Van Gogh’a;
onlarca kez reddedilen bir kitabı (Carrie) en çok satanlar listesine sokan Stephen King’den, sekiz sene boyunca sürekli zarar
etmiş ve çok kez işini bırakmayı düşünmüş Shazam’ın kurucu ortaklarından Chris Barton’a … Farklı alanlarda tutkusu olan ve bu
tutkularını işe dönüştürmekle kalmayıp şöhreti veya refahı da bu inatçı ısrarın sonunda elde etmiş pek çok isim var önümüzde.
Peki, sevgi ve tutku yolunu büyük bir ısrarla takip etmenin yaşamda çoğu zaman hüsranla sonuçlanacağını savunan büyüklerimiz ve
refahın, mutluluğun tutkularımız önderliğinde gelişmesi gerektiğini düşünen biz gençler arasındaki bu kavgada kimin görüşü gerçeği
daha çok yansıtıyor, hangimiz davasında daha haklı ? Bu sayıdaki yazımda, gelin hep beraber bu konuya bir göz atalım.
Yazar Cal Newport, Görmezden Gelemeyecekleri Kadar İyi Ol adlı kitabında “tutkunu takip et” mottosu üzerinden bu konuyu detaylıca
inceliyor. Bu tarz klişe sloganların pek çok kişinin hayatında bir kariyer ve anlam karmaşası yaratabileceğinden hatta çoğumuzun
yaşantısını halihazırda olumsuz bir şekilde etkilemekte olduğundan bahsediyor. Kitap belirli başlıklar altında bu tutku ve
sevdiğin işi takip et öğütlerinin neden çoğumuz için işe yaramayacağını anlatmaya çalışıyor. Öncelikle şunu unutmamak lazımki,
yaşamın her alanında olduğu gibi, bu konuda da istisna durumlar bulunmakta. Azınlık sayıda olsa da bazılarımız için tutkularını
takip etmek diğerlerimize oranla daha pozitif sonuçlar doğurabiliyor. Yukarıda verdiğim örnek isimler ve daha niceleri de bunun
bir göstergesi. Diğer taraftan, eğer az da olsa bir anlam ya da sevgi yükleyemediğimiz bir işi yapıyorsak o işte başarılı olma
şansımız da yok denecek kadar az. Bu da sevdiğimiz işi yapmamız gerektiğini kanıtlayan diğer bir gerçek. Bu iki konuda bu
tartışmanın iki ucunun haklılığına giden yolda bir argüman olarak kendilerine yer bulabilir. Ancak, pek çoğumuz için işin gerçeği
başka etkenlere de bağlı bulunuyor. Tutkunun girift yapısı ve sevgiyi tanımlama biçimimiz bizler için fazlasıyla aldatıcı
olabiliyor. Tutku, sevgi ve bağlılığın aşırılığa kaçmış haline verilen ad. Bu açıdan baktığımızda, bu öğütleri kendi rotası olarak
belirleyen kişilerin pek çoğunun haliyle bir tutkusu bulunmuyor. Ve bu bir problem değil, aksine gayet normal bir durum. Herkes
kendi davasına Gandhi kadar bağlı, ilgilendiği konulara karşı Da Vinci kadar obsesif olamaz. Büyük bir kesimimizde öyle değil
zaten. Çok sevdiğimiz, ilgili olduğumuz belirli hobilerimiz olabilir ancak bu hobilerle haftada üç dört gün ilgilendikten sonra
kafamızı yastığa rahatça koyabiliyoruz. Sevgiye ait doygunluk sınırımıza ulaşıyoruz. Bir konuya gerçekten tutkusu olan insanlarsa
o konu hakkında zaman mekan fark etmeksizin ilgili konuya karşı sürekli bir doyumsuzluk besliyor, o konuyla ilgilenmeden
yaptıkları her işte büyük bir eksiklik hissediyorlar. Sonuçta; bir Messi kolay yetişmiyor. Peki tamam, diyelimki tutkumuz var.
Sadece bu yeterli mi, tüm tartışma burada bitiyor mu bizim için ? Sadece bir tutkuya sahip olmak yeterli mi ? Hayır, tabiki
yetmiyor. Aynı zamanda o konuda yetenekli de olmamız gerekiyor. Tutkumuzla yetenekli olduğumuz alanın birbiriyle çakışması şart.
İşte bu değerlendirmeler sonucunda köprünün şanslı tarafında kalıyorsak eğer, en azından hayatta para-tutku ikileminde tutkumuzu
takip ederek başarılı olma ihtimalimiz bulunuyor. Ama maalesef, iş dünyasının ve yaşamın tamahkar yapısı genelde burada da
karşımıza çıkıyor. Bu yolda başarılı olabilmemiz için bizlerden daha farklı zorluklara göğüs germemizi istiyor. Bir işe veya alana
yeni girdiğimizde o alanda hali hazırda var olan bir hiyerarşinin içerisinde buluyoruz kendimizi. Bu rekabet ortamı çoğu zaman işe
girmeden önce kurduğumuz toz pembe hayalleri yerle bir edebiliyor. Örnek olması için hobi olarak oyunculuk yapan birini ele
alalım. Farklı bir işte çalışırken tutkusunu takip etmeye ve dizi sektörüne girmeye karar versin. Bu sektörde doğal olarak kimse
onu bir anda ana kasta almayacak ve yeteneklerini sergilemesinin pek mümkün olmadığı küçük rollerle başlayacak kariyerine. Tutkusu
olduğu işle ilgili karşılaştığı bu ortam hiç tahmin etmediği bir ortam olarak karşısına çıkacak. Bunun ötesinde rekabet ettiği
kişiler arasında da onun kadar yetenekli pek çok kişi olduğunu görecek. Tabii ki tutkusunu takip ettiği için, artık tutkusundan
para kazanması da şart. Tüm bunların üzerine eklenicek yaşam kaygısı ve para kazanma stresi de işin cabası. Kısacası geç
kalmışlık, rekabet ve para kaygısı bir anda beklentilerinizi suya düşürebilecek diğer zorluklar. Böyle bir yola giren insanların
pek çoğu da bu zorluklarla karşılıyor. Hatta pek çoğu bu sebeplerden dolayı kendi tutkularından bile soğuyabiliyorlar. Sonuçta
tutkunuzu hobi olarak yapmak ile profesyonel olarak yapmak arasında pek çok fark bulunuyor. Bu farklardan bir diğeri de, tutkunuzu
kariyer yolu olarak seçtiğinizde artık onu bir mecburiyet haline getiriyor olmanız. Çoğu hobinin bize çekici ve rahatlatıcı gelme
sebebi, onu keyfi yapabiliyor olma durumumuz. Zira, pek çok sporcuda da gördüğümüz tükenmişlik sendromu; veya yaptığı işe
yeterince odaklanamamasından kaynaklı düşüş durumu da bu sebepten kaynaklanıyor. Sonuçta haftada dört gün ikişer saatten tenis
oynamakla; tüm yaşamınızı turnuvalara, Grand Slamlere hazırlıkla, zirveye çıkma veya orada kalma çabasıyla geçirmek arasında büyük
bir fark bulunuyor.
Tüm bu okuduklarınızdan sonra aklınızda “eğer şanslı kesimin arasında değilsem; nasıl hem fazla ilgilenmediğim bir alanda çalışıp
hem de çalıştığım işi sevebilirim” sorusu belirmiş olabilir. Bu durumda bir işe başlarken, o işe bu iş bana neler sunabilir, hangi
hayatı verebilir sorusundan daha öte bir şeyi sormamız gerekiyor: “Ben ona ne verebilirim ?”. Böylece yukarıda aldatıcı bir unsur
olarak bahsettiğimiz sevgi algımızı o işe yönelik daha pozitif bir biçime dönüştürmüş oluruz. Çünkü; günün sonunda bizler
yaşamlarımızda önemli bir hata yaparız. Enerjimizi, anılarımızı, vaktimizi, emeğimizi sevdiklerimize verdiğimizi düşünürüz. Ancak
işin gerçeği bir şeyler verdikçe sevdiğimizdir. Esas önemli nokta, kendimizden bir şeyler vererek aslında kendimize bir yatırım
yapıyor oluşumuzdur. Bu sebepten çoğunlukla ve sanılanın aksine siz bir işe zaman ayırdıkça, o işi yaptıkça ve o işte ilerlemeye
başladıkça o işi sevmeye başlarsınız.
İşte durum bu şekilde. Bu tarz genellemelerin kesin bir kazananı bulunmasa ve durum kişiden kişiye farklılık gösterse de, en
azından “aşk karın doyurmaz” lafının daha büyük bir çoğunluğa hitap ettiğini kabul edebiliriz. Ancak buna rağmen, halihazırda
süregelen bu tartışma yakın zamanda biteceğe de benzemiyor. Günün sonunda umuyorum ki hepimiz, kendimiz için en doğru olan yolda
yaşam dengemizi bulur; hayatımıza bol sevgi ve bol tutkuyla devam ederiz.
Şu anda aklınızın bir köşesinde belirmiş o düşünceyi duyar gibiyim. Evet doğru, bu söylediklerimi muhtemelen farklı şekillerde
daha önce pek çok kez ve pek çok farklı kişiden duydunuz. Not: Büyük ihtimalle hepsine hak vermenize rağmen, kişisel maceranıza
kaldığınız yerden bildiğiniz şekilde devam ettiniz ya da pratikte işlemeyecek fazla teorik düşüncelere kaptırmak istemediniz
kendinizi. Duydunuz, çünkü hayatımızda çözülmesi en zor gözüken sorunlar; genelde anlaşılması en kolay sebeplerden, basit ama
içgüdüsel olanlardan kaynaklanırlar. Durum böyle olunca da çok daha karmaşık meseleler üzerine kafa yormuş bilgili ve yaratıcı
zihinler; yaşam çizgilerinin bir noktasında bu konunun üzerine de konuşur veya eserlerinde bu sorundan bahsederler. Eee, sizin de
tüm bunlar üzerine yazılmışları çizilmişleri duymamış görmemiş olmanız düşük bir ihtimaldir dolayısıyla. Özellikle, kolektif
bilincimizin habercisi olarak kabul edilen başarılı yazarlar, topluma bu derece sirayet edebilen böylesi tehlikeli bir duyguyu
eserlerinde sıklıkla işlerler ve ondan bahsederler. Mesela, her eseri insanlığın geleceğine dair ayrı bir kehanet niteliği taşıyan
George Orwell: "Hiçbir duygu saf değil, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumda." diyerek özetlemiş bu durumu veya çok
uzunca bir süre Amerika’daki göçmen işçilerin, kısaca ezilenlerin sesi olmayı başarmış John Steinbeck “Güç yozlaştırmaz. Korku
yozlaştırır; belki de gücü kaybetme korkusu.” diyerek aktarmış düşüncelerini. Albert Camus ise olaya tamamen başka bir şekilde
bakmış. Duygular aracılığıyla anlam kazandırmaya çalıştığımız varoluştan farklı bir şekilde bahsetmiş bir eserinde: "Bireysel
yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık
ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.” diyerek bireysel yolculuğun, tesirine girilen duyguların şiddeti
karşısında yok olabiliceğine ve bir salgına dönüşebileceğine değinmiş günümüzü öngörür gibi. Tamam, tamam. Bu kadar da korkutmak
istemiyorum sizi. Merak etmeyin, zaman zaman tüm bu öngörüler, eserler ve düşünceler arasında sıkışıp kalsak da her zaman korku ve
çaresizliğin arasından bir umut ışığı da ortaya çıkar, illaki ! Belki de hep oradadır, bu konuda tam emin değilim. Ancak emin
olduğum bir şey varki o da: Bu kaos döngüsünü bizzat yaşamış yazarların aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılığını müthiş bir
hiddetle savunmaları kesinlikle fazla optimist veya ütopik bir bakış açısından kaynaklanmaz. Ernest Hemingway’in bu konudaki
"Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları tam olarak o kırık yerlerinden güçlenir.” sözü ve Charles Dickens’in “Dünya üzerinde
karanlık gölgeler var, fakat ışıkları bu karşıtlık içinde daha da güçlüdür” alıntısı içinde bulunduğumuz her türlü zorluğa karşı
gelebilecek bir güç rezervine sahip olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bu sebepten de çok değerlidirler.
Bugün geldiğimiz noktada, korkunun ve karanlığın günümüze uzanmış gölgeleri geleceğimize de uzanıyor gibi gözüküyor. Aksini
söylemek, bizleri tozpembe bir dünya kurgulamaktan ileri götürmez. Yolculuğumuzun güzergahı zaman zaman başkalarının
yönlendirmesine maruz kalıyor ve hissettiklerimiz varoluşumuzun gidişatına şüphe düşürüyor. Peki, buraya kadar konuşulanların
yanında, belirsiz olan bir yarının karşısında korkmak normal değil mi? Evet, çok normal. Fakat bilinmeyenin, ufkun ötesinde olanın
korkusu; bir yandan da teslim olmamışları, tamamen çürümemişleri birbirine bağlayan evrensel bir kaygıdır. Bunu sürekli unutuyoruz
bence. Ve insanlığın esas gücü de tam olarak burada yatmaktadır. Bizi ele geçirebilecek duygularımızın varlığı, sadece bir
zayıflık işareti değil, aynı zamanda zor durumlarda bizleri birbirimize bağlayan ortak insanlığımızın bir mirası, kanıtıdır.
Gerçekçi bir sistem de işte tam olarak bu yüzden, mükemmelliğin yakalanması zor bir serap olduğunu kabul eder, ancak nezaketin
zulmün ve korkunun yerini aldığı; şefkatin ilgisizliğe galip geldiği bir dünya için çabalar. Tarihin en karanlık dönemlerinden
günümüze, hep aynı tuzağa düşerek umut ateşimizi söndürecek pek çok fırtınalar atlatsak da korku karşısında bizler hep bir irade
sergilemeyi başardık. Sonunda hep başa dönsek ya da çok az bir ilerleme kaydetsek de kolektif ruhumuzun gücü, zorluklar karşısında
bir şekilde galip gelmeyi bildi. Bence bu, içimizde bulunan ve doğuştan gelen aydınlığın bir kanıtı.
Kelimeler zihnimden bu şekilde taarruz ederken, ne olursa olsun bu anlattıklarımın arka planında kasvetli bir not da bulunduğunu
söylemeden bitiremicem yazıyı. Başlangıçta bahsettiğim karamsar durumun ortaya çıkardığı sonuçları kolayca çözmek mümkün değil.
Yanlışları ve korkunun tekelindeki zalim eğilimleriyle dünya, içimizdeki dönüştürücü gücün varlığına hala direniyor. Zaten en
başında da konuştuğumuz gibi, içimizdeki gölgeler bir kez oluştuktan sonra silinmeleri gittikçe zorlaşıyor ve korku, fısıltılar
şeklinde zihinlerimizin koridorlarında hüküm sürmeye devam ediyor. Tamamen “ele geçirilmiş ruhların” otoritesi hepimizin üzerinde
bir şekilde devam ediyor ve anlayışlı yazarların sözleri, yara bere içinde kalmış insanlığın sebatkar hatırlatıcıları olarak
bizlere hizmet ediyorlar. Gelecekten korkmamız, korkunun bu derece baskın olduğu bir dünyada çok normal. Ancak tarih, insanlığın
direncinin ve gücünün en karanlık zamanları bile aşabileceğini bize milyon kere gösterdi. Umarım bu bitmek tükenmek bilmeyen döngü
en kısa zamanda sona erer ve tüm duyguları hissederken ışığımızı kaybetmediğimiz bir gelecekte; kolektif ruhumuzu lekeleyen bu
savaşta, nihai zaferi kazanmış olarak bu satırları verilmiş bir mücadelenin anıları arasında hatırlarız.
O zamana kadar kendi karanlıklarımızı azaltmamız dileğiyle …
Korku evrenseldir. Türkçede korku olarak bildiğimiz bu kavram farklı dillerde “paura”, “fear”, “miedo”, “peur” gibi farklı formlar
alsa da aslında herkes için ortak ve tanıdık bir kavramı ifade eder. “Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı,
üzüntü” (TDK) olarak tanımlanan bu olgu özneleri ve nesneleri değişse de her canlının hayatının bir parçasıdır ve korkuyla
etkileşim, canlının hayatının akışını ve gidişatını belirler.
Korku relatiftir. Bir baba ya da anne evine ve çocuklarına yiyecek bir şey götürememenin korkusunu yaşarken bir iş adamı
şirketinin batmasından korkabilir. Bir taraftar takımının şampiyon olamamasından korkarken o takımın oyuncusu ilk 11’e
alınmamaktan korkar. Bunun daha da ötesi karanlık bir sokakta yürüyen yalnız bir erkek hiç korku duymazken aynı yolda yürüyen
yalnız bir kadın maalesef içinde bulunduğumuz toplum koşullarından dolayı oldukça haklı bir korku yaşayabilir. İnsanlar kendi
bulundukları toplum, değer yargıları, kendi benlikleri, gerçekleri ve hayalleri çerçevesinde kendi özel korkuları ile tanışır ve
cebelleşir. Birinin gözünde aslan olan korku başkası için bir kedi olabilir; bundan olacak ki empati kurmakta zorlandığımız
dakikalarda başkalarının korkularını anlamakta güçlük çeker, bazen de küçümseriz. Halbuki korku kıyaslamak elma ile armut
karşılaştırmaktan bile daha absürt, daha anlamsızdır.
Korku zamansızdır. İnsanlar da dahil bütün canlılar geçmişte de korkmuşlardır, şu anda da korkuyorlardır ve gelecekte de
korkacaklardır. Geçmişte tehlikeli bir canlı karşısında hissedilen bu duyguyu bugün belki bir hırsızla karşılaştığınızda, belki
aldığınız hissenin düşmesine karşı hissedersiniz. Korkuyu duyduğumuz özneler değişebilir, can korkusu geçinebilme korkusu olur
mesela, fakat korku hayat denkleminin zamandan bağımsız sabit bir elemanıdır. Çünkü…
Korku gereklidir. Korku, canlıları kendilerine potansiyel olarak zarar verecek eylemler yapmaktan , o tarz durumlarda bulunmaktan
alıkoyan, ya da bu süreci daha zorlaştıran bir mekanizmadır. Bir kedi bir insana yaklaşacağı zaman kendisine zarar gelip
gelmeyeceğine dair emin olamaz, bu yüzden korkuyla ve temkinle yaklaşır. Bu süreç içerisinde belki de takındığı tavır gereksizdir;
o insan ona sadece bol bol sevgi ve yemek verecek iyi yürekli bir karakter olabilir. Ama olmayabilir de. Ona zarar vermek isteyen,
canına kıymak isteyen bir cani de olabilir. Ve bu ikinci ihtimal ne kadar düşük ne kadar sıfıra yakın olursa olsun kedi bu riski
alamaz, çünkü böyle bir durumda hayat ipliğinin kopması tek bir hataya bakar ve kendini kurtarmasına dokuz can dahi yetmez. Aynısı
dokuz canı olmayan biz insanlar için de geçerli tabii ki. Trafikte kendimize zarar verme ihtimalimizin çok yüksek olduğu aşırı
hızlara çıkmaya tereddüt etmemiz, yüksek yerlerde (uçurum kenarı vb.) yürürken tedirgin olmamız, bir yabani canlı gördüğümüzde
panik olmamız hep bu korkunun bizi hayatta tutma çabasıdır.
Korku sadece bir engel değil aynı zamanda bir anahtardır. Yukarıdaki örnekteki kedi eğer korkularının üstesinden gelip onlara
rağmen insana yanaşmayı başarırsa (ve cani bir insana denk gelmezse) kendi için “ödül” niteliği taşıyacak sevgi, ilgi ya da mamaya
kavuşacaktır. Hatta, istatistiki olarak çok daha düşük olasılıkla olsa bile, o insan kediyi evine alıp ömrü boyunca ona bakmaya
karar bile verebilir (bunu bire bir yaşamış biri olarak bakabilecek durumunuz varsa oldukça fazla öneririm, hayatınıza gerçek
manada bir pozitiflik ekleniyor). Bu durumda kedi çok daha uzun, sağlıklı, rahat ve keyifli bir hayat yaşama şansına kavuşur;
aldığı riskin karşılığını kat kat fazla bir şekilde almış olur. Benzer bir durum evrimsel tarihte evcilleştirdiğimiz bir başka
canlı olan köpekler/kurtlar ve bizim aramızda yine mevcuttur. Bu iki canlı türü antik çağlarda birbirine karşı duyduğu korkuyu
aşmaya yönelik adımlar atmasa, korku tarafından sadece kısıtlanmış hallerinde hayatlarına devam etseler belki “insanın en iyi
dostları” ile asla tanışmamış olacaktık. Ve öyle bir durumda zaten gri olan dünyamız çok daha soluk bir yer olurdu diye
düşünüyorum.
Korku, perspektif ve psikolojik etkiler ile değişir. Burada kastettiğim psikolojik etkiler daha çok objektif realite (ve risk)
değişmemesine rağmen insanların korku tepkilerinin ağırlıklarının değişmesine sebep olan etkilerdir. (Buna psikolojide
“çerçeveleme etkisi/framing effect” denir). Güzel bir örneği şöyle verilebilir:
-Bir insan X hastalığına yakalanır. Hastalığın tek çözümü ameliyat olmaktır, fakat ameliyat 100% başarı ihtimali olan bir ameliyat
değildir, bu yüzden hastadan bu ameliyatın yapılabilmesi için riskleri anladığı ve kabul ettiğine dair bir doküman imzalaması
istenir. İşin enteresan boyutu ise burada başlar. Diyelim ki bu ameliyatın başarı yüzdesi 90%. Rasyonel düşünce çerçevesinde bu
ameliyatın başarısızlık yüzdesinin ise 10% olduğunu çıkarabiliriz bu bilgiden. İkisi de matematiksel açıdan aynı riski ifade
etmektedir, aralarında herhangi bir numerik fark yoktur. Fakat “90% başarı yüzdesi” ve “10% başarısızlık yüzdesi” ifadeleri durumu
farklı şekillerde çerçevelediklerinden dolayı insanlardan davranışsal olarak farklı tepkiler doğururlar. Birinin “başarı”,
öbürünün “başarısızlık” etrafında çerçevelenmesi insanların aynı riske farklı derecelerde çok korku ve çekince ile yaklaşmasıyla
sonuçlanır. “Başarı” psikolojik olarak “başarısızlıktan” daha tercih edilebilir bir olgudur, bu yüzden insanların herhangi bir
konsepte ikna/teşvik edilmesinin ciddi önem taşıdığı yerlerde (hastaneler, kumarhaneler vb.), bu tarz çerçeveleme etkileri
kullanılır.
Yani insanlar her ne kadar rasyonel olduklarını ve matematiksel riskleri iyi analiz ettiklerini düşünseler de maruz kaldıkları
durumlarda gözlemlenebilen çerçevelemeye bağlı farklı ağırlıklardaki korku duyguları ve tepkileri, durumun tam olarak bunun tersi
olduğunu kanıtlar.
Korku araştırmayı, araştırma da korkuyu doğurur. İnsanlık bu gezegendeki yolculuğuna başladığı günden beri evren ile paradoksal
bir döngü içerisindedir. Bilmediğimizden (hayvan, yer, doğa olayı, ateş ve hayal edebildiğiniz şu ana kadar keşfettiğimiz her şey)
korkarız, bu da bizi korkularımıza rağmen onu araştırmaya, öğrenmeye ve anlamaya çalışmaya iter. Bu araştırma süreci bazen çok
kısa, bazen ise yıllar sürer. Fakat iki durumda da insanlık kendi bilgi haznesini genişletir ve dünyaya (ve evrene) dair daha
geniş bir perspektif edinmiş olur. Bu yeni edinilen bilgiler eski korkuların çoğuna karşı galip gelmemizi sağlar, fakat bu süreç
içerisinde yeni olgular keşfettiğimizden ötürü bu yeni öğrendiğimiz olgulara dair de yeni korkular geliştirmeye başlarız. Eski
çağlarda dünyanın bir boğanın boynuzları üstünde durduğunu ve bu boğanın hareketleri sonucu afetlerin yaşandığını düşünen insanlar
doğal olarak o boğadan korkmuşlardır. Fakat astronomi alanında araştırmalar ve keşifler yapıldıkça durumun bu olmadığını öğrenen
insanlar boğadan korkmayı bırakıp bu sefer de uzayın büyüklüğü, boşluğu, başka gezegenlerde farklı canlıların olup olmadığı
gerçeği, devasa meteorların dünyaya düşmesi vb. gibi unsurlara karşı korku duymaya başlamış ve şimdi de bu korkuları aşmanın
yollarını araştırmaya düşmüşlerdir. Kim bilir daha neler öğreneceğiz, nelerden korkacağız ve bu korkularımız bizi daha neleri
öğrenmeye itecek!
Ve son olarak: Korkudan korkmayın. Yukarıda da farklı açılarına değindiğim üzere korku bu hayatın çok temel, önemli ve gerekli bir
parçası. Bizi öğrenmeye, değişmeye, kendimizi korumaya ve haklı tereddütlere iten bu duygu bazen bizi hırpalayacak derecede
zorlasa da aslında ne “kötü” bir olgu ne de bir düşmandır bize. Stoiklerin “logos” olarak nitelediği evren gerçeği/düzeninin çok
kıymetli bir çarkıdır sadece. Ve bu yüzdendir ki, şu kelimelerle bitirmek istiyorum yazımı sayın okuyucularımız: Korkulardan ve
korkmaktan asla korkmayın. Bilin ki korkuyorsanız öğreniyorsunuz, değişiyorsunuz ve de en önemlisi yaşıyorsunuz demektir!
Varolabilmek, varolabilmenin kutsallığı… Duyuların ötesine geçerek hayatı keşfetme arzumuzun, evrende iz bırakabilme niyetimizin
en açık ifadesi. Öyle ki bu ifade, bir yandan minik bedenlerimizin içinde gözlerimizi açtığımız hayata dair bilinmez bir yolculuğu
simgelerken, diğer yandan öznesi olduğumuz dünya hakkında duygularımız aracığılıyla bir anlam bulabilme çabamızı kapsıyor. Bu
eşsiz ve gizemli yolculuğa eşlik eden duyguların karmaşık dokusu arasındaysa korku, belki de bu yolculuğun farklı dönemlerinde
konuşlanacağımız noktaları en çok etkileyen olarak öne çıkıyor. Sadece hayatımızın gidişatını değil; içsel yolculuğumuzun rotasını
belirlemekte de epey büyük bir rol oynuyor. Bizlerde zaman ilerledikçe, zihnimizin ıssız koridorlarında yankılanan bir fısıltının
rolünü benimsemiş korkularımızla bir arada yaşamaya gitgide daha fazla alışıyoruz. Hatta ve hatta, yaşamın akışındaki umarsız
anların etkisiyle bazen onlara teslim oluyoruz. Onları, hayatımızdaki güzelliklerin enerjisiyle beslemeye başlıyor ve hayatımıza
her geçen gün biraz daha dahil ediyoruz. Aslında şunu söylemem gerekirki, özünde hiçbir duyguya zararlı diyemeyiz. Duygularımızı
nasıl yönlendirdiğimiz ve onlarla nasıl başa çıktığımız, onların bize getireceklerini ya da bizden götüreceklerini belirler. Yani
işlerin hangi noktaya gideceği konusunda ,en azından ilk başta, direksiyonda biz varız. Ancak korku gibi ender bazı duyguların
başta zararsız gözüken masumiyeti de bizler tarafından yanlış yorumlandıklarında veya fazla değer gördüklerinde ruhumuzun
aydınlığından beslenen birer konağa evrilmekte hiç vakit kaybetmezler. İşler de burada bizim kontrolümüzden çıkmaya başlar. Yavaş
yavaş hayatımızın kadrajına girerken doğduğumuzda sahip olduğumuz saflığı ve temiz potansiyeli kendi isteği yönünde manipüle
etmekten çekinmeden sayısını arttıran kök korkumuz, içimizi dipsiz bir karanlığa doğru yönlendirir ve orada bir nevi kolonileşir.
Tüm bunlar olurken de halinden çok memnun bir şekilde arkasına yaslanır ve takır takır işleyen planını takibe başlar. Hele ki
kendisine sürekli boyun eğen, kolayca diş geçirebileceği bir konak bulduğunda hem ölümcül hem de bulaşıcı bir canavara
evrildiğinin farkındadır. Hatta inanmayacaksınız, bundan da çok keyif alır. Bizimle birlikte o da büyür. Bazılarımızda sadece bir
uyarı ve gelişim mekanizması olmaktan çıkar yavaşça. Kendi varoluşunu keşfederken aynı zamanda kendi kimliğini de bulur. Olaylar
bu raddeye geldiğindeyse esas sorun başlar. İnsanlığımızın aydınlık her zerresini tüketene kadar orada kalmak için amansız bir
savaş başlatır ve amacına ulaşana kadar asla geri çekilmez. Ulaştığındaysa farklı konaklar bulmak için yayılmaya başlar. Zaten
insanlık adına gerçekten korkunç olan durumda, tam bu noktada, kalplerimize sirayet eden bu karanlığın varlığımızdaki güzellikleri
silmesiyle başlar. Ve üzerine düşündüğümüzde bu durum, insanlığımızın kırılganlığının bir hatırlatıcısı olarak karşımıza çıkar.
Buraya kadar soyut bir kavram olarak ele alınan ve köklerini kalbimize çoktan atmış olan korku, çoğunluğun üzerinde böylesine bir
tesire ulaşınca; ortak insanlığımızın değerlerini ve dünyanın hatlarını şekillendiren somut bir güç olarak görülmeye başlanır.
Aynı zamanda kontrolden çıkmış doğasının koyu tonlarını istikrarlı bir şekilde benimseyen bir dünyada, merakını hala kaybetmeyen
birkaçımızın sistemin yanlış taraflarını incelemek için kullanabileceği bir mercek haline gelir. Bunun sonucunda da geriye dönüp
baktığımızda, tek bir gerçek gözükür: Tarihin hangi noktasında bulunmuş, hangi milletten ve arkaplandan gelmiş olursak olalım;
bugünde dahil yaşadığımız her günü, biraz daha derine biraz daha genele yayılan bir korku ağının; zulmün mürekkebiyle lekelenmiş,
unutulmuşların gözyaşlarıyla yazılmış bir anlatının içerisinde yaşıyoruz. Ve hala korkuyu bir simbiyot gibi üzerine geçirmiş
olanların, gücün sembolü, kontrolün sahibi olmasıda; belki de başından beri aynı formülün kullanıldığı ve farklı yanıtın arandığı
bir problemi çözmeye çalıştığımızı gösteriyor bizlere. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin sadece öne çıkan veya “sıradan” hayatların
dosyalarında sağlandığı dünyamızın, satır araları belki de hala bu yüzden yazım hatalarıyla dolu. Sokaklarda, medyada, ekranlarda
ve tarihin tozlu sayfalarında insanlığın zulmü trajikomik bir şekilde sahnelensede, korkularımızın varlığı bizi, bizden olanların
acılarına karşı daha da duyarsızlaştırmaya devam ediyor.
Şu anda aklınızın bir köşesinde belirmiş o düşünceyi duyar gibiyim. Evet doğru, bu söylediklerimi muhtemelen farklı şekillerde
daha önce pek çok kez ve pek çok farklı kişiden duydunuz. Not: Büyük ihtimalle hepsine hak vermenize rağmen, kişisel maceranıza
kaldığınız yerden bildiğiniz şekilde devam ettiniz ya da pratikte işlemeyecek fazla teorik düşüncelere kaptırmak istemediniz
kendinizi. Duydunuz, çünkü hayatımızda çözülmesi en zor gözüken sorunlar; genelde anlaşılması en kolay sebeplerden, basit ama
içgüdüsel olanlardan kaynaklanırlar. Durum böyle olunca da çok daha karmaşık meseleler üzerine kafa yormuş bilgili ve yaratıcı
zihinler; yaşam çizgilerinin bir noktasında bu konunun üzerine de konuşur veya eserlerinde bu sorundan bahsederler. Eee, sizin de
tüm bunlar üzerine yazılmışları çizilmişleri duymamış görmemiş olmanız düşük bir ihtimaldir dolayısıyla. Özellikle, kolektif
bilincimizin habercisi olarak kabul edilen başarılı yazarlar, topluma bu derece sirayet edebilen böylesi tehlikeli bir duyguyu
eserlerinde sıklıkla işlerler ve ondan bahsederler. Mesela, her eseri insanlığın geleceğine dair ayrı bir kehanet niteliği taşıyan
George Orwell: "Hiçbir duygu saf değil, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumda." diyerek özetlemiş bu durumu veya çok
uzunca bir süre Amerika’daki göçmen işçilerin, kısaca ezilenlerin sesi olmayı başarmış John Steinbeck “Güç yozlaştırmaz. Korku
yozlaştırır; belki de gücü kaybetme korkusu.” diyerek aktarmış düşüncelerini. Albert Camus ise olaya tamamen başka bir şekilde
bakmış. Duygular aracılığıyla anlam kazandırmaya çalıştığımız varoluştan farklı bir şekilde bahsetmiş bir eserinde: "Bireysel
yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık
ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.” diyerek bireysel yolculuğun, tesirine girilen duyguların şiddeti
karşısında yok olabiliceğine ve bir salgına dönüşebileceğine değinmiş günümüzü öngörür gibi. Tamam, tamam. Bu kadar da korkutmak
istemiyorum sizi. Merak etmeyin, zaman zaman tüm bu öngörüler, eserler ve düşünceler arasında sıkışıp kalsak da her zaman korku ve
çaresizliğin arasından bir umut ışığı da ortaya çıkar, illaki ! Belki de hep oradadır, bu konuda tam emin değilim. Ancak emin
olduğum bir şey varki o da: Bu kaos döngüsünü bizzat yaşamış yazarların aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılığını müthiş bir
hiddetle savunmaları kesinlikle fazla optimist veya ütopik bir bakış açısından kaynaklanmaz. Ernest Hemingway’in bu konudaki
"Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları tam olarak o kırık yerlerinden güçlenir.” sözü ve Charles Dickens’in “Dünya üzerinde
karanlık gölgeler var, fakat ışıkları bu karşıtlık içinde daha da güçlüdür” alıntısı içinde bulunduğumuz her türlü zorluğa karşı
gelebilecek bir güç rezervine sahip olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bu sebepten de çok değerlidirler.
Bugün geldiğimiz noktada, korkunun ve karanlığın günümüze uzanmış gölgeleri geleceğimize de uzanıyor gibi gözüküyor. Aksini
söylemek, bizleri tozpembe bir dünya kurgulamaktan ileri götürmez. Yolculuğumuzun güzergahı zaman zaman başkalarının
yönlendirmesine maruz kalıyor ve hissettiklerimiz varoluşumuzun gidişatına şüphe düşürüyor. Peki, buraya kadar konuşulanların
yanında, belirsiz olan bir yarının karşısında korkmak normal değil mi? Evet, çok normal. Fakat bilinmeyenin, ufkun ötesinde olanın
korkusu; bir yandan da teslim olmamışları, tamamen çürümemişleri birbirine bağlayan evrensel bir kaygıdır. Bunu sürekli unutuyoruz
bence. Ve insanlığın esas gücü de tam olarak burada yatmaktadır. Bizi ele geçirebilecek duygularımızın varlığı, sadece bir
zayıflık işareti değil, aynı zamanda zor durumlarda bizleri birbirimize bağlayan ortak insanlığımızın bir mirası, kanıtıdır.
Gerçekçi bir sistem de işte tam olarak bu yüzden, mükemmelliğin yakalanması zor bir serap olduğunu kabul eder, ancak nezaketin
zulmün ve korkunun yerini aldığı; şefkatin ilgisizliğe galip geldiği bir dünya için çabalar. Tarihin en karanlık dönemlerinden
günümüze, hep aynı tuzağa düşerek umut ateşimizi söndürecek pek çok fırtınalar atlatsak da korku karşısında bizler hep bir irade
sergilemeyi başardık. Sonunda hep başa dönsek ya da çok az bir ilerleme kaydetsek de kolektif ruhumuzun gücü, zorluklar karşısında
bir şekilde galip gelmeyi bildi. Bence bu, içimizde bulunan ve doğuştan gelen aydınlığın bir kanıtı.
Kelimeler zihnimden bu şekilde taarruz ederken, ne olursa olsun bu anlattıklarımın arka planında kasvetli bir not da bulunduğunu
söylemeden bitiremicem yazıyı. Başlangıçta bahsettiğim karamsar durumun ortaya çıkardığı sonuçları kolayca çözmek mümkün değil.
Yanlışları ve korkunun tekelindeki zalim eğilimleriyle dünya, içimizdeki dönüştürücü gücün varlığına hala direniyor. Zaten en
başında da konuştuğumuz gibi, içimizdeki gölgeler bir kez oluştuktan sonra silinmeleri gittikçe zorlaşıyor ve korku, fısıltılar
şeklinde zihinlerimizin koridorlarında hüküm sürmeye devam ediyor. Tamamen “ele geçirilmiş ruhların” otoritesi hepimizin üzerinde
bir şekilde devam ediyor ve anlayışlı yazarların sözleri, yara bere içinde kalmış insanlığın sebatkar hatırlatıcıları olarak
bizlere hizmet ediyorlar. Gelecekten korkmamız, korkunun bu derece baskın olduğu bir dünyada çok normal. Ancak tarih, insanlığın
direncinin ve gücünün en karanlık zamanları bile aşabileceğini bize milyon kere gösterdi. Umarım bu bitmek tükenmek bilmeyen döngü
en kısa zamanda sona erer ve tüm duyguları hissederken ışığımızı kaybetmediğimiz bir gelecekte; kolektif ruhumuzu lekeleyen bu
savaşta, nihai zaferi kazanmış olarak bu satırları verilmiş bir mücadelenin anıları arasında hatırlarız.
O zamana kadar kendi karanlıklarımızı azaltmamız dileğiyle …
Mavi kotu mu giysem keten pantolonlarımı mı? Hamburger mi yesem pizza mı? Maçı evden mi izlesem stattan mı? Ülkeme gelen bir
terörist saldırısına, karşı taraftaki sivil vatandaşları tamamıyla hiçe sayıp bombardımanla karşılık mı versem yoksa belki de
bu konuda haklı olmama rağmen güç diferansiyelimden yararlanmadan olayı nasıl kökünden ve sivillere zarar vermeden
çözebilirim onu mu bulmaya çalışsam? Hepsi, ve açıkçası sonuncusu da dahil(!), gündelik hayatta bolca karşılaştığımız o
enteresan hadiseye örnek: ikilem. Dünyanın bize sunduğu milyonlarca farklı denklemde sonucu iki şıkka indirgeyip arasında
kaldığımız o durumlar: Olmalı mı olmamalı mı? Kaçmalı mı, savaşmalı mı? Varoluş mu yok oluş mu? Her biri birbirinden
çetrefilli düşünce zincirleri, varsayımlar ve kararlar içeren bu ikilemlerde herhangi bir sonuca varmak oldukça zor. Bireyin
içsel meclisi içerisinde söz alan vicdan, akıl, etik ve mantık kimi zaman bir konsensusa varmakta zorlanıyor; birinin artı
gördüğü, öbürünün gözünde kocaman bir eksi olabiliyor. Bu anlaşmazlık bizi hem bireysel hem de toplumsal boyutta bazen
çözümsüzlüklere itse de aslında varlığı kendimizi insan atfedebilmemizde kritik bir rol oynuyor. Gelin ikilemlerin bizi
insanlığımıza nasıl bağladığına ve ikilemlere düşmemenin neden tehlikeli olduğuna beraber bakalım.
Doğa belgeselleri izleyenlerimizin çoğunun denk gelmiş olabileceği klasik sahnelerdendir:
1. Genç bir erkek (alfa) aslan kendine yeni bir hükümdarlık alanı edinebilmek için dolaşmaktadır.
2. Karşısına başka bir erkek aslanın hüküm sürdüğü topraklar çıkar.
3. Genç aslan “fırsat bu fırsat” diyerek orada hüküm süren alfayla bir hakimiyet dövüşüne girer.
a. Eğer genç kazanırsa eski hükümdar sürülür, genç yeni aslan hareminin alfası olur, eski hükümdarın tüm yavrularını
öldürür ve kendi soyunu yaratmaya başlar.
b. Eğer hükümdar kazanırsa hükmü devam eder. Soyunu devam ettirir
Son aşamada yeni genç aslanın yaptığı ne bir soykırım, ne bir katliam ne de “akıl almaz bir vahşettir”. Duygu süzgecimizden
geçirdiğimizde bizi hüzünlendiren bu olayın genç aslanı bağlayan hiçbir tarafı yoktur. O yeni fethedilmiş bir alandaki bir
rakibin yavrularını gördüğünde ikileme düşmez. “Onları öldürüp kendi soyumu devam ettirmeye mi başlasam yoksa onları da
kendi soyummuş gibi yetiştirip sürümün boyutunu mu arttırsam?” gibi sorular sormaz. (Burada önemli bir açıklama yapmak
istiyorum. Günümüz teknolojisinde bile hayvanların ne düşündüklerini, ne hissettiklerini, ve bunların eylemlerini nasıl
yönlendirdiğini anlamamızı sağlayan bir bilgi birikimine ulaşmış değiliz. Bu doğrultuda yapılan çıkarımlar ve ifadeler
sadece sahip olduğumuz gözlemlerden yapılmaktadır.) Kendi doğası gereği, sadece kendi soyunu devam ettirme dürtüsü ile
kendine ait olmayan yavruları öldürür. Bu ve bunun gibi bölge, kaynak, harem vb. unsurlardan dolayı kavgalar doğada birçok
hayvanda görülebilir. Bu ikileme düşülmemiş kesin karar tavrından keskin bir farklılık gösteren (özellikle primatların
başını çektiği bazı canlıların ara sıra rastlanan davranışları dışarıda tutularak) tek hayvan ise “homo sapiens sapiens” dir.
Latince Sapio kelimesinden gelen “sapiens” farkları ayırt edebilen, anlayabilen, bilen, zeki anlamına gelir. Dolayısıyla insan,
tanımı gereği, bilen, anlayabilen ve düşünebilen canlıdır. Bu yeti, bize farklı opsiyonları tartmayı, sadece kazancı (maddi,
cinsel, entelektüel, zamansal, ideolojik vb.) ya da mantığı değil, etiği, vicdanı ve insan hayatının önemini de teraziye
koyma imkânı ve sorumluluğunu veriyor. Bir kazancı ya da hedefi, “öbür aslanın alanını” elde edebilecek her türlü güç,
kaynak ve destek üstünlüğüne sahipken bile bu yıkıcı gücü kullanmakta tereddütte düşme, ikilemlerde kalma sorumluluğunu
yüklüyor bize aslında. O bomba ya da roket düştüğünde ne olacak? Kaç bin sivil ölecek? Kaç tane çocuğun binlerce
olasılığa evrilebilecek hayatı son bulacak? Bir ideolojik ya da politik ilerleme ya da savunma herhangi bir insanın hayatından
değerli mi? “Onların” ölmesi tamam da “bizim” ölmemiz mi sıkıntı sadece?
Seçeneklerimiz arasında değerlendirdiğimiz eylemlerin bu derece korkunç olması bir yana, daha da korkunç olan gerçek ise
artık bazı insanların, örgütlerin, kurumların ve ülkelerin bu ikilemlere bile düşmüyor oluşu. Güç ve çıkar dengesi
içerisinde güçlü ele sahip olan taraf her zaman o gücünü kullanıyor; “karşı tarafa” verdiği hasar, aldığı canlar
umurunda bile değil. İster 1000 çocuk ölsün, ister 10.000. “Onlardan” öldüğü müddetçe bir sakıncası yok. Tarihin en
büyük diktatörlerinden Stalin ne demişti bize: “1 kişinin ölümü trajedi, milyonların ölümü istatistiktir”. Bu
gerçekten kaynaklanacak ki tüm dünya olarak da birkaç seçkin azınlık ulus (genelde beyaz ve Avrupalı oluyorlar ne hikmetse)
hariç milyonlarla zarar gören birçok ulusu ve insanları dünya olarak sadece izliyor, ve daha da korkuncu normalleştiriyoruz.
İnsanlar arasında yarattığımız bu yapay ve ironik insanlık dışı değer ayrımı bizi bu ikileme düşmeyen vahşi kararlara
itiyor. Böyle davranırken “kendimizi bilen, akıllı insan” olarak tanımlama kibrini nasıl gösterebiliriz? O, aklımızı ve
düşünme yetimizi kullanmazsak, eylemleri vicdan, etik ve de en önemlisi hayat çerçevesinde tartmadan, tereddütte ya da
ikileme düşmeden gerçekleştirirsek ne kalır insanlığımızdan? Kendimizi o çok üstün gördüğümüz hayvanlardan tek
farkımız onların yarattığı ölümlerin doğal yaşamın bir parçası olup bizimkinin katliamlar, vahşetler ve trajediler
silsilesi olması olur.
Yanlış anlaşılmak istemem. Bu tarz tereddütsüz ve ikilem olmadan gerçekleştirilen yanlışlar sadece savaş sahnesinde savaş
suçu olarak işlenmiyor. Gündelik hayatımızda da insan ve hayvan arasındaki çizginin bulanıklaştığı enteresan(!) kesitler ya
izliyoruz ya da bizzat tanık oluyoruz. (Normalde gerilerek tanık ya da parçası olduğumuz bu olaylara belki de bir hayvan
belgeseli izliyor edasıyla yaklaşmalıyız. Nasıl olsa öznelerin pek bir farkı kalmıyor). Tamamıyla tıkalı bir yolda sürekli
şerit değiştiren, gerekmediği halde çakar takıp emniyet şeridinden giden, yol üstünlüğü ya da apaçık bir şekilde
geçiş şansı olmamasına rağmen boşlukları zorlayan (ve bu barbarlığı kütlesi, copu ya da bıçağıyla destekleyen) ve bu gibi
birçok insan müsveddesi de aynı insanlık dışılığın bir parçası. Trafikte birinin önüne kıran araç da, çalışanına
bağıran patron da aynı güç diferansiyelinden yararlanarak kendi isteğine ulaşıyor fakat bu uğurda insan haklarını, saygıyı,
ahlakı ve etiği göz ardı ediyor. Bu edinilmiş refleks “maymun gördüğünü yapar” misali toplumun her köşesine yayılıyor ve
farklı güç dengesi olan neredeyse her yerde bu tarz durumlarla karşılaşıyoruz. Güçlü sadece ezebildiği için zayıfı
eziyor. Binlerce yıllık keşiflerimizin, bilimsel buluşlarımızın, yarattığımız sanat eserlerinin, mühendislik harikası
aygıtların, geliştirdiğimiz kültürlerin sonucunda yüce(!) insan türü, homo sapiens sapiens, olarak seçtiğimiz şahane
yaşam biçimi bu mu? 8 küsür milyarlık insan nüfusu olarak ezelden beri gelen “ben-sen” kavgasını hayvan edasıyla sürdürmek
mi kaderimiz? Öyleyse ne yazık... Kim bilir, belki orangutanlar araba kullanabilseydi ya da roket atabilseydi bizden çok daha
insan olurlardı...
ÖNEMLİ NOT: Ben bu yazıyı yazarken tarih 29 Ekim, yani Cumhuriyet Bayramımız. Ve eğer Türkiye Cumhuriyeti’nde (her ne kadar
kendi içinde problemleri olsa da) özgürce nefes alabiliyor, hür bir şekilde yaşayabiliyorsak bunu zamanında en zor
ikilemlerde kalmış, fakat zekâsı, vicdanı ve insanlığıyla hepsinde inanılmaz sonuçlara ulaşmış olan Mustafa Kemal Atatürk’e
borçluyuz. Teşekkür ederiz Atam. Hepimizin Cumhuriyet Bayramı bir kez daha kutlu olsun!
Hayatımızda gerçekleşen tüm kırılımlar, beklentilerimizle içinde bulunduğumuz “gerçekliği” etkileyen pek çok değişken
unsurun; göz ardı edilemeyecek şekilde birbirlerinden uzaklaşması sonucunda ortaya çıkarlar. Bir zamanlar aynı yolda yürüyen
bu iki yabancı, zamanla ortak bir paydada buluşmakta zorlanır ve evrenin en temel kanunlarının tesirinde mutlaka düzeltilmesi
gereken mühim bir anlaşmazlığa doğru sürüklenirler. Bu kaos döneminden hallice durum, bizlere hayatımız boyunca kendini
belirli aralıklarla gösterirken, yaşantılarımızda da zamansız bir döngü şeklinde yer bulur bir şekilde. Beklenti-gerçeklik
uyuşmazlığından kaynaklanan çatışma ve sonrasında ortaya çıkan kırılım; içsel kargaşamızın tekrardan düzene girebilmesi ve
yaşantımızı dengeye sokabilmesi için kritik bir rol oynar. Kişilerin algısına göre değişkenlik gösterebilse de, çoğu
zaman bilinçaltımız bize, duygularımız aracılığıyla bu uyarı mesajını gönderir ve günlük yaşantımıza genellikle rahatsızlık,
huzursuzluk, yalnızlık, kaybolmuşluk veya mutsuzluk şeklinde sirayet eder. Hayatımızda yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu
iletir bizlere ve bizler, bu duygulardan yola çıkarak anlarız artık değişim vaktinin geldiğini. Bir şeyleri
değiştirmemizin, yıkıcı veya yapıcı bazı büyük kararlar almamızın vakti gelmiştir. Hayatımızın gidişatını değiştiren bu
baştan öngörülemez kırılımlar, gerçekleştikten sonra da bir denge hali oluştururlar. Bizlerse, bir sonraki içsel
çatışmamıza kadar; içinde bulunduğumuz bu yeni düzende çabalarız kendimizi gerçekleştirmeye.
Bireysel bütünlüğümüzü başlı başına etkileyen bu olay örgüsü, kendimizi iki yabancının -gerçek ve ideal
benliğimizin- yaptığı bir müzakerenin moderatörü olarak bulmamıza sebep olur. Gerçek benliğimiz, yapılan seçimlerin
yeterlilikler ve sınırlar doğrultusunda alınması gerektiğini savunur şiddetle. Kişinin bireysel gerçekliğinden beslenir. Ona
göre her anı büyüklü küçüklü karar örgülerinden oluşan yaşamda; zayıf ve güçlü yönlerimiz tarafımızca
belirlenmeli, kararlarımız olabildiğince rasyonel bir çerçeveye oturtulmalıdır. Hayallerimiz ve gerçeklerimiz arasındaki
müzakerede, mümkün olduğunca gerçekler kazanmalı; kararlarımıza katıksız bir realizm hakim olmalıdır. Masanın diğer
tarafındaysa ideal benliğimiz konumlanır: Nasıl ki evrende yaşamın oluşumunu mümkün kılan denge zıtlıklardan oluşuyorsa,
bireyin yaşam çizgisinin özgünlüğü de gerçek benliğe zıt bir formun varlığıyla anlam kazanmalıdır. Bu zıtlığın kendisi,
umutlarımızı ve hayallerimizi içerisinde barındıran, sınırları bilinmeze ulaşan; beklentileri gerçekleşmiş bir gelecek
düşler. İdeal benliğimiz, almamız gereken risklerden ve yapmamız gereken fedakarlıklardan bolca bahseder argümanlarında,
hemen karşı koltuğunda oturan kişisel gerçekliğimize cesurca meydan okur. Cüretkar ve bazen patavatsızdır. Ve işte
çoğumuzun yaşantısı da, karşıt taraflarında bu iki yabancı benliğin oturduğu, sınırlarının birbirinden uzakta durduğu
böyle bir ölçekle temsil edilebilir ancak. İki ucu arasında gel git halinde olduğumuz bu ölçek böylece; birbiriyle farklı
görüşteki iki benliğin müzakeresi yoluyla kararlarımızı etkiler. Müzakereyi hangi tarafın kazandığı ya da bir kazananın
olup olmadığı, aldığımız kararlar açısından büyük önem taşır. Burada, yazının başından beri sıklıkla bahsettiğim iki
temel kavramı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Karar ve kırılım. Karar, günlük yaşantımızda ortaya çıkan çeşitli ikilemler
karşısında verdiğimiz kesin yargıdır. “Seçenek örneklemi” adı altında da anabileceğimiz pek çok olasılık, zihinlerimizde bir
seçim kümesi oluşturur. Karşılaştığımız durum özelinde sürekli farklı kombinasyonlara sahip olan bu küme, perspektifimizi
oluşturan pek çok farklı unsur (eğitimimiz, kültürümüz, çevremiz, genetik faktörler vb.) tarafından şekillenir ve
dolayısıyla kişiye özgü eşsiz kararların alınabilmesini sağlar. Zihnimizdeki pek çok filtreden geçen bu olasılıklar en
sonunda karşılaştığımız anlık veya süreçsel bir olay karşısında aklımıza gelen seçeneklere dönüşürler. Kişinin kendi
gerçekliği açısından daha doğru ve kolay bir yargıya varabilmesi adınaysa zihnimiz, bu farklı seçenekleri birbirleriyle
kıyasladığımız çok ikilemli bir karar problemine dönüştürür; kısaca bizden bir seçim yapmamızı ister. Öbür yandan
kırılım, gerçekleşmesi için belirli koşulların karşılanması gereken kararlar sonucunda meydana gelen değişimdir. Bu
doğrultuda, gerçek benliğimiz (gerçeklerimiz) ile ideal benliğimiz (beklentilerimiz, hayallerimiz) arasında yaşanan bir
çatışma sonucunda ortaya çıkan ikilemlerin; birbirleriyle kıyaslanması sonucunda verdiğimiz kararlar, hayatımızı farklı bir
boyuta ve düzleme taşırlar. Benliklerimiz arasında meydana gelen bu çatışma, mikro ölçekte ne kadar girintili çıkıntılı
gözükse de makro ölçekte çoğunlukla düzgün giden yaşam çizgimizin şeklini ve doğrultusunu değiştiren yegane
unsurdur. Hayatı yaşamaya değer kılan ve pek çok olumsuzluğuna göğüs germemizi sağlayan, özgür irademizin varlığını
bizlere hissettiren bu değerli anlar, çoğunlukla gerçekleşmeyi başaran ve pozitif yönde değişimi sağlayan kırılımlar
tarafından var edilirler. Ve işte, tam da bu sebepten bizler, yaşamımızın genelindeki kararları; bir şekilde gerçekleşmesini
beklediğimiz veya beklemediğimiz (çokta farketmez) bu kırılımları umut ederek almaya çalışırız. Zaten kırılımları oluşturan
bu nadir benlik çatışmalarımız dışında da, hayatımızın çok büyük bir kısmında; kararlarımızı belirli bir monotonluk
çerçevesinde alarak ilerleriz. İşte karşımıza çıkan bu kırılım anlarını, belki de yaşantımızda aldığımız kararların
oransal olarak çok yüksek bir kısmından farklı kılanda tam olarak budur. Çünkü; gerçek ve ideal benliğimizin ortak paydada
çoğunlukla buluştuğu zamanlarda verilen kararların gücü, yaşam çizgimizde beklenen sıçramayı yaratabilecek o kırılımı
oluşturamaz. Ancak onlar da gereklidir tabiki. Bir kırılım olabilmesi için gerekli farkındalığın, hatta ve hatta bir kırılımı
gerçekleştirebilecek yeterli hazırlığın olabilmesi adına rutin veya görece önemsiz kararların varlığı da bir gerekliliktir
yaşamda. Bir gününde yaklaşık otuz beş bin seçimin yapıldığı ortalama bir insan yaşantısında, çoğunlukla bir amaç,
beklenti, umut veya gerçeklik peşinde rutine bağlanmış ve önceden belirli aksiyonlardan oluşan bu düzen ve denge durumunun
varlığı pek tabii doğal karşılanmalıdır. Zaten hepimizin yaşamı, çeşitli ve farklı beklentilerimiz uğruna bir düzene
sokmaya çalıştığımız gerçekliğimiz etrafında geçer bir şekilde. Gelişimin ve ilerlemenin gereksinimi olan bu görece
monoton sürecin farkınada pek çoğumuz zaman içerisinde bir şekilde varırız. Çoğunlukla toleransı belirli bir dengenin
limitinde kalmak da, bir yandan tüm bu sebeplerden ötürü gereklidir.
Fakat, yine de bu duruma herkes uymak zorunda değildir. Hatta bazılarımız uymak istemez hiçbir zaman. Onların karşılaştıkları
ikilemler, bu sebepten dolayı çok daha ağır olurlar. Beklentileri, asla gerçekliğe dönüşemeyecek bir mottoya sahiptirler:
Düzeni ve dengeyi, kırılımlarla dolu bir hayatın içerisinde bulmak. Yaşamımızda karşılaştığımız sayısız ikileme karşı
aldığımız kararların, her zaman bu şekilde sıkıcı bir monotonluğa sahip olmasını da kabul etmezler. En temelinde hayatın
kendisiyle aralarında bir türlü çözemedikleri sorunlar: yaşamın ve evrenin kendi dinamikleridir aslında. İsyankar yaşarlar
ve hayatlarında kaosun getirdiği bir düzen isterler. Ulaşılması imkansız bir hedef olsa da, sonucu hüsran olan bu yolda
bulunmaktan, pek çoğumuzdan daha fazla zevk aldıkları ise neredeyse kesindir. Tüm bunları düşündüğümde; yazının başından
beri konumuzun gizli öznesi olan ikilemlerin en azından benliğimizdeki varlık sebebinin tüm bunlarla ilişkili olduğuna
inanmak istiyorum: Hayattaki rotamızı, karşımıza çıkarttığı çatışmalar aracılığıyla özgürce seçebilmemizi sağlamak. Bir
yandan özgür irademizi korurken diğer yandan da “bir tiyatro sahnesi” dünyadaki rolümüzü bize bırakmak. İşte böyle,
zihnimizde bulunan seçenek örneklemi aracılığıyla, önümüze çıkan onca ikilem arasından istediğimiz kararı almakta özgür
olduğumuz için hayatın kendisi de eşsiz bir deneyime dönüşmekte. O değerli ve aranan kırılımları oluşturmakta.
Ben eminim ki, hepimiz birer yazar olarak anlatsaydık hayatlarımızı; bu kırılımlar da kendi kitaplarımızın bölümlerini temsil
ederlerdi. Bazılarımızın hayatı, verilen kararlar sonucunda pek çok çatışmaya sahip olur; aksiyonu bol, heyecanlı kurgusuyla
içine çekerdi okurları. Mutluluğu ve anlamı sürekli gerçekleşen değişimin kendisinde bulurlardı. Bazılarımızsa az
bölümlü, fazla dengeli bir hayatın huzurunda mürekkebini kuruturdu. Analiz ve tahlile bolca önem verirler, yaşamın
içerisindeki monotonluklarda en güzel manzarayı bulmaya çalışırlardı. Onları, yönü çoğunlukla değişmeyen rotalarındaki
sürekli gelişimleri özel kılardı ve aradıklarını, sebat dolu yaşamlarının içerisinde bulurlardı.
Uzun lafın kısası, günün sonunda, karşılaştığımız her ikilem, karar verdiğimiz her olasılık eşsiz bir yaşamın öyküsünü
de taşır içerisinde. En benzer içeriklerde bile, bu ikilemler; dengede giden benliklerin çatışmaları sonucunda verilen
kararlar sayesinde özgün kılarlar hikayelerimizi. Benliklerin bu çatışmasını da zaten bu sebepten her iyi yazar kullanır
eserlerinde. Ve tam da bu yüzden, bir şaheseri; ikilemler, kararlar ve kırılımlar hep beraber oluştururlar. Hepsi birbirinden
önemli ve hepsi birbirinden değerlidir insan yaşamında. Bir yandan hayatlarımızı öngörülemez ve değişken kılarken diğer
yandan garip bir şekilde olasılıksal olmasını da sağlarlar. Ancak şunu da unutmamamız gerekli: Kararlar verilmeden, kırılımlar
oluşmadan; varlığı yadsınamaz ikilemlerimiz yön verirler ilk adım olarak hayatlarımıza. Kendimizi içerisinde bulduğumuz bu
tiyatro sahnesinde, kendi rolümüzü belirlememize ön ayak olur onlar...
Yazıma bir başlık bulmakta çok zorlandım. Çok basit bir şekilde bu ayın konusu olan “ikilemler” yapayım dedim ama beğenmedim, bu
kadar basit olması hoşuma gitmedi. Yazımı en baştan okuyunca da fark ettim ki ne kadar fazla “benim anladığım” ifadesi ile
başlayan cümleler kurmuşum diye düşündüm, bari o olsun dedim fakat anlayacağınız o da içime sinmedi, hem ne kadar bir şey anlamış
olabilirim diye düşündüm. Yazımın içeriğine uydurabileceğim bir kelime oyunu ile bu ayın teması olan kelimenin harfleri ile
oynayarak “iklimler” olsun diye düşündüm fakat göreceğiniz o ki onu da beğenmedim ve üzerini çizdim. İlerleyen satılarda da yazı
daha iyi anlaşılacağı üzere iklimler yerine “iklim” daha güzel olacak diye düşündüm fakat o zaman da kelime oyunu olmuyor ve
anlamsız kalıyor diye ondan da vazgeçtim. Kısacası ikilemlerden ve arada kalmaktan bahsetmek için oturduğum bilgisayar başında
başlığım için yaşadığım arada kalmışlık yüzünden ekrana bakakaldım.
Benim için “ikilem” arada kalmanın bir başka halidir. Yazımın başında yaşadığım bu küçük ikilem aslında hayatın en mikro örneğe
indirilmiş hali olarak görülebilir. Benim yaşadıklarımdan anladığım kadarıyla hayat karar almaktan ibaret. Ve bu karar almak her
zaman bizi bir ikilemde veya bir başka deyişle arada bırakıyor. Basit bir akıl yürütme ile hayatın sürekli karşımıza çıkan
ikilemler olduğu çıkarımını yapmak da mantıksız olmaz. Kararlarımızda her zaman arada kalma durumunda olmuyoruz tabi ki de. Her
kararda da zorlanmıyoruz fakat hayatımızı şekillendirenler de her zaman bu zor seçimler oluyor. Ya da aldığımız kararın zor olması
bize hayatımızı değiştireceğini düşündürtüyor da olabilir. Bu kararı verebilmek en ağır taşı kaldırmaktan da, en zor matematik
problemini çözmekten de zor olacağı için bunu başardıktan sonra “bir şeylerin değişmesini beklemek” çok doğal bir durum olsa
gerek.
Fakat benim anladığım ve gördüğüm o ki her ne karar verirsek verelim değişmesini beklediğimiz o “şeyler” bir türlü değişmiyor. En
azından kendi adıma konuşayım boşuna sizi dahil etmeyeyim, hem nasıl hayatımızı aldığımız kararlarla ve arada kaldığımız
ikilemlerden çıkardığımız sonuçlarla şekillendirsek de hiçbiri yeterli olmayacak gibi geliyor. Aldığımız kararlar bizi hayatta
aradığımız o “anlam arayışına” yakınlaştırdığı zannedilse de aslında bizi “hayat sadece bundan ibaret olmamalı” fikrine daha çok
ittiğini düşünmeye başladım. Kendimize nasıl bir yol çizersek çizelim eninde sonunda aldığımız cevapların bizi tamamen tatmin
etmeyeceği ve “Bu muydu? Daha fazlası olması gerekmez miydi?” diye soracağımız bir noktaya doğru ilerliyormuş gibi bir his var
içimde yavaş yavaş kendi hayatımı kurmaya çalışırken.
Peki bu duyulduğu kadar korkulası bir durum mudur? Kesinlikle hayır deyip kimseyi kandırmayayım. Duyulduğu kadar rahatsız edici
olmasa da insanın içini her zaman rahatsız edecek bir duygudur. Nasıl bir hayatta mutluluğu en çok elde edeceğimizi veya hayattan
maksimum tatmini alacağımızı fark edememek insana hep sıkışmışlık hissini yaşatacak. Elbette mutluluğa ulaşmak bu hayatın kesin ve
nihai amacı olduğunu düşünmüyorum, burada “mutluluk” kelimesini kullanışım hayatı güzel yaşamanın en güzel ve genel tanımı
olduğunu düşünüyorum. Yoksa bu konu da başka bir yazının konusu olur, neyse. Durup düşünüldüğünde sanki kendi aklında bile hareket
edemeyip tabiri caizse kara saplanıp kalmak gibi bir hissi insanın zihnine bırakıyor bu düşünce. Sanki tek bir iklimi yaşıyormuş
da onun da en sert yaşandığı bir günde hiçbir şey yapamaz hale gelmek gibi bir his. Evinin içinin bile karla kaplı olması gibi.
Fakat hayattan keyif almanın ilk adımı da burada olmalı. Eğer kara saplanıp kalmaksa hayat, kar topu oynamak veya kardan adam
yapmak da bir ihtimal, evde oturup karın yağmasından söylenmek de.
Hayattan keyif almayı ve bu tatminin maksimuma çıkarabilmeyi en basit şekilde tanımlamak istediğimde bunun iki yolu olduğunu
söylüyorum. Bunlardan biri bir şeyler üretip bu dünyaya bir iz bırakmak ve ikincisi de aşık olmak ve tabi ki karşılık alabilmek.
Bu iki ihtimalden en az birini yakalayabilmek hayatta mutlu olmanın temeli olarak görüyorum. Aşık olmak illa sevgili bağlamında
bakılmamalı, ilk akla geldiği şekilde bir insana, hayat arkadaşına aşık olmak da bir aşk, yaşadığımız dostluklar da, hayvanlarla
kurduğumuz bağ da veya dini bağlar da bir biçimde bu aşkın örnekleridir. Tabi ikisini de bulduğumuzda bambaşka bir şey konuşmaya
başlarız. Bizim de bu dergiyi çıkarmamızın en temel sebebi de en azından bu iki ihtimalin ilk ayağını tamamlayabilmekti. Yani bir
başka deyişle bu karlı günlerde hep beraber bir kardan adamı yapmaya başladık. Yazımın resminde karların arasındaki çöp adam da
aslında hepimizi, herkesi temsil ediyor aslında. Hepimiz her hâlükârda bir şekilde kara saplanmış bir şekilde hayata devam
ediyoruz. Herkes karlardan sıkışmak yerine hareket etmeyi tercih ediyor ve çıkış noktamız farklı olabilir. Kaldığımız aralar ve
ikilemlerde verdiğimiz kararlar hayatımızı belirliyor ve bir kere yaşayacağımız bu hayatta bunun ağırlığı çok. Verdiğimiz kararlar
her ne kadar “Hayat bu muydu?” duygusuna bizi yaklaştırsa da benim çıkış noktalarımda en azından dünyada bıraktığım izler ve
yanımdakiler, bu ikilemlerin bana kattıkları olacak, biliyorum.