Felsefe

Yazılar
Zaman

Zaman

“Zaman sadece birazcık zaman…” Sezen Aksu’nun bütün aşkları yüreğinde nasıl gittiğini anlattığı şarkı böyle başlıyor. Ben de ne zaman Zaman kelimesini duysam aklıma bu şarkının başlangıcı gelir. Şarkı “Geçici bu öfke, bu hırs, bu intikam” şeklinde devam eder. Fakat gerçekten duygular zamanla geçer miydi yoksa zamanın çok bir ilgisi yok ve duygular sadece geçer miydi? Yani demem o ki “zamana bırakmak” dediğimiz olayın bir mantığı var mı diye sormak istiyorum. Bunu yapmamanın bir başka yolu var mı ki zaten? “Zaman her şeyin ilacıdır” gibi sözlere çok abartılı ve süslü geliyor bana. Bence her şeyin ilacı zaman değil de unutmak olabilir. E bu da zamanla olan bir şey tabi. İki sene önce canımı sıkan bir olayı düşünüyorum. İlk başıma geldiğinde olayın tamamını hatırlıyordum çünkü o zaman daha dün başıma gelmişti. Daha sonra biraz hikayeyi kendi yorumumla hatırlamaya başladım ve ona inandım. Biraz daha vakit geçtikten sonra şimdi ise bir şekilde o zaman canımın sıkıldığını biliyorum -ve bu benim bazen hala rahatsızı ediyor- fakat olayların tam nasıl gerçekleştiğini hatırlamıyorum. Zihnimde kopuk kopuk anlar olarak kaldılar. Belki de zamana bırakmak da böyle bir şeydi aslında. İlk başta olan biteni çok fazla düşündüğüm için aklımda her ayrıntısı ile yer eden anlar düşünmeye düşünmeye ilk başta başka bir yorumlama ile değiştiler daha sonra da iyice silik hale gelip nasıl gerçekleştiğinden şüphe eder hale geldim. Fakat o dönem bana tavsiye veren arkadaşlarımdan şunu duyduğumu hatırlıyorum: “Düşünmemeye çalış”. Bu noktada iş biraz komikleşiyor. Onlar bana düşünmemeye çalış dedikçe ben neyi düşünmemeye çalışmalıyım diye düşünürken aklıma canımı sıkan olay geliyor ve böyle bir sarmala giriyorum. Aynı pembe fili düşünme dendiğinde aklımıza sadece pembe filin gelmesi gibi bir durum. Başka bir arkadaşım da bana biraz zamana bırakmam gerektiğini söylemişti. Ben de bu gibi durumlarda çok sabırsız olduğum için ne kadar bir zaman diye sormuştum. Espri yaptığım zannedildi fakat ben o an çok ciddiydim. Bizi üzen olayların “acıların” geçmesi için ne kadar bir zamana bırakmak gereklidir? İlk başta bahsettiğim şarkıda Sezen Aksu şöyle devam ediyor: “Acılarımız tarih kadar eski”. Tarih kadar eski olduğuna göre üzerinden çok zaman geçmiştir diye Türkçe ve mantık çerçevesinde devam ediyorum, o zaman bu acılardan da bahsetmeye gerek var mı yoksa zaten üzerinden çok zaman geçtiği için kapanmış gitmiş konular mıdır? Zamana bırakmak konusu genellikle bir de ikili ilişkiler üzerine yaşanan tartışmalarda da tavsiye olarak verilir. Ama mesela iki arkadaş veya bir çift sevgili tartışıp araları açıldıktan sonra üzerine bir de her iki taraf da “zamana bırakmak” kafasına girdiğinde sanki aralar daha da açılıyor ve o an anlatılması gerekenler benim daha demin yukarıda bahsettiğim gibi araya zaman girdiğinden biraz daha yorumlanmış şekilde kafalarda kalıyor ve bazen de hiç konuşulmadan dostlukların ve ilişkilerin bitmesine sebep olabiliyor. Zamana bırakmak çok uzun bir süreç olmaması gerektiğini düşünüyorum. Zaman çünkü hiçbir şey yapmaz. Zaman sadece geçer, ilerler. Zaten zamandır bir insanı öldüren, bir çiçeği solduran, bir şarkıyı bir filmi bitiren… Tabi ki kötü duyguların, hislerin ve acıların da sonunu getiren zamandır fakat iyi şeyleri de zamana bıraktığında onların da sonunun geleceğini unutmamak lazım. Zaman sadece geçer. Galiba yazımı burada bitiriyorum ve ben de Sezen Aksu gibi “Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde”.

Ali Aktaş

5 dk.

Dünyaya Geldik Bir Kere

Dünyaya Geldik Bir Kere

Bildiğimiz kadarıyla dünyaya sadece bir kereliğine gelebiliyoruz, yani yaşayacağımız tek bir hayat var. Sonrasında ne olacağı biraz daha karmaşık bir mevzu. Bu konuda çeşitli inanışlar var fakat o bu yazının içeriği değil. Yaşadığımız bu hayatta bazı gerekliliklerimizin olduğunu düşünüyorum, yerine getirmemiz gereken bir şeylerin olduğu kanısındayım ve aşık olmanın da bu gereklilikler arasında en önce gelenlerden olduğunu düşünmekteyim. Bu gereklilikler arasında en önemlilerinden bir başkasının da üretkenlik, bir şeyler üretmek olduğuna inanmakla beraber onun da ilk sıralarda olduğunu düşünürken çok sevdiğim bir filmde -Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi- “sizce her aşık kendini mucit zannediyor mudur?” diye bir soruyla karşılaşınca anladım ki aşık olmak üretmenin de üstünde bu öncelik sırasında yukarıda olduğuna ve aynı zamanda aslında aşık olmanın da bir nevi üretkenlik olduğuna uzun düşünmeler sonucunda emin oldum diyebilirim. Aşık olmak demişken sadece birine yoğun duygular hissetmekten bahsetmiyorum aynı zamanda bu yaşanılan duygulara karşılık bulmak gerek diğer türlü çok büyük ihtimalle hayat kötü bir ıstıraba dönüyordur herhalde. Aşık olup buna karşılık bulmak da insanın elinde diye düşünüyorum ve tabi ki buna yüzde yüz eminim diyemem. Aşık olmanın karşımızdaki kişiyle güzel ve yeterince vakit geçirdikten sonra hissedilmeye başlanan bir duygu olarak tanımladığım için karşımızdakine bu birlikte geçirdiğimiz vakit süresince davranış şeklimize göre onu da etkilemenin ve ona da bu “aşk” duygusunu hissettirmenin kişinin elinde olduğunu düşünüyorum. Fakat aşkı böyle tanımlarken bunun nasıl bir his olduğunu ve aşık olunduğunda nasıl bir şey hissedildiğini tanımlamak zor olsa gerek. Aşık olmanın önemini kişinin yalnızlığının gitmesini de sağladığı için önemli olduğunu düşünüyorum. “Öylesine” biriyle bir birliktelik yaşamakla yoğun hisler hissedilen biriyle ilişkide olmanın farklı olduğunu tartışmaya gerek yok. Alacağımız kararları danışmaktan tutalım üzüntümüzü paylaşmaya kadar bütün her şeyin konuşulabildiği bir ilişki insanın hayatını güzel ve verimli bir şekilde devam ettirmesi için oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Tabi ki insan sahip olduğu iyi bir aile ile de bu verdiğim örnekleri yaşayabilir fakat aileden biriyle konuşmak ve hayatımıza sonrada giren -ve ilk başta kesin sevme şartı ile tanışmadığımız- biri ile konuşmanın bile ne kadar farklı olduğunu biliyorum. Fakat aşık olmayı her zaman sevgiliye duyulan his olarak görmemek gerekiyor, en azından benim anlatmak istediğim “gereklilik olan aşık olma” fikri sadece bundan ibaret değil. Kurduğumuz arkadaşlıklara da aşık olabiliriz. Çok sevmenin haricinde duyulan bir aşık olma hissinden bahsettiğimi tekrarlamam gerek olmadığını düşünüyorum. Her arkadaşımızla paylaşamayacağımız düşüncelerimizi, hislerimizi paylaşabileceğimiz birkaç kişi ile yaşadığımız normal arkadaşlığın üstünde bir ilişkinin de insan hayatında iyi gelen bir aşık olma süreci olarak nitelendirilebilir. Aynı zamanda bu aşık olma bir insana veya bir canlıya olmak zorunda da değil. İnsan yaptığı işe aşık olunabilir ve hayatı ona göre şekillendirebilir, işe yoğunlaşmaya başladıktan sonra da o yoğunlukta ve ayırdığı zamanda kendini daha iyi hisseder ve bazı dertlerinden uzaklaşabilir. Yalnızlığında yanında işi olur fakat buradaki sorun emekli olduktan sonra o aşk boşluğunu nasıl dolduracağı sorunsalı var ama hiçbir aşk zaten bitmemekle sözlenmediği için bu bütün aşklar için geçerli. Fakat insan her zaman aşkını yeni bir aşk ile doldurabilecek kapasitededir. Farklı bir aşk olarak insan bir yaratıcıya, tanrıya ve/veya bir dine de aşık olabilir. Yalnızlığını onunla çözüp onun yeryüzündeki yansıması olabilir. Din ile birleşip kendini ona adadıktan sonra hayatına başka türlü bir anlam katabilir. Zaten aslında benim de anlatmaya çalıştığım bütün aşkların temelinde hayatın anlamı ve bir arayış yatmaktadır. Bu arayışını aynı zamanda bir spor ile ve bir spor takımı ile de anlamlandırmayı deneyebilir. Özellikle futbolun daha tutkulu takip edildiği ülkelerde bunun örnekleri görülebilir. Napoli’de bir çocuk Maradona’yı tanrısı olarak görüp SSC Napoli’ye açık olabilir. İstanbul’da bir adam Beşiktaş’a aşık olup kendi yalnızlığına onunla çare bulabilir. Anlatmak istediğim aşık olmak hayatımıza bir eşlikçi bulmak, hayatına anlam katmak ve hayatı daha da yaşanılabilir hale çevirmek için bir gereklilik. Dünyaya bir kere geliyoruz aşık olmamız lazım

Ali Aktaş

10 dk.

Tutkunu Takip Etme

Tutkunu Takip Etme

Büyüklerimizin kullandığı, “ Aşk karın doyurmaz” lafını muhakkak hepimiz duymuşuzdur. Bu öğüt niteliğindeki söylem, yaşadığımız topraklarda fazlasıyla popüler ve farklı kanallar aracılığıyla karşımıza sıklıkla çıkıyor. Temelde para-aşk arasındaki çatışmada nasıl bir denge olmaması gerektiğine değiniyor bu söylem. Ancak buradaki aşktan kasıt, sadece birisine karşı hissedilen aşırı sevgi ve bağlılık duygusu değil. Aşk kelimesi, aynı zamanda <bir şeye karşı duyulan> aşırı sevgi ve bağlılık duygusuna da atıfta bulunuyor. Biz gençlerse, pek çok genellemede olduğu gibi haliyle bu lafı biraz beylik buluyoruz ve karın doyurmayan aşka, muhalefet edebilecek kadar güçlü başka bir söylem çıkartıyoruz ortaya, “Tutkunu takip et !”. Pazarlamasını da güzel bir şekilde yapıyoruz bu tutku dolu yolun… Aşırı sevdiğimiz, bağlılık hissettiğimiz bir meslek / konu üzerinden para kazanmaktan, hayat kurmaktan daha güzel ne olabilir ki ? diye soruyoruz büyüklere. Etrafımızda gösterilmeyi bekleyen pek çok kanıt da mevcut tabii ki. Sonuçta, karşımızda hepimizin hayranlık duyduğu pek çok örnek bize el sallıyor. Her sabahın dördünde kalkıp, tutkusu uğruna saatlerce idman yapan Kobe Bryant’tan, hayatı boyunca sadece bir tablo satabilmesine rağmen yüzlerce resim çizmiş Van Gogh’a; onlarca kez reddedilen bir kitabı (Carrie) en çok satanlar listesine sokan Stephen King’den, sekiz sene boyunca sürekli zarar etmiş ve çok kez işini bırakmayı düşünmüş Shazam’ın kurucu ortaklarından Chris Barton’a … Farklı alanlarda tutkusu olan ve bu tutkularını işe dönüştürmekle kalmayıp şöhreti veya refahı da bu inatçı ısrarın sonunda elde etmiş pek çok isim var önümüzde. Peki, sevgi ve tutku yolunu büyük bir ısrarla takip etmenin yaşamda çoğu zaman hüsranla sonuçlanacağını savunan büyüklerimiz ve refahın, mutluluğun tutkularımız önderliğinde gelişmesi gerektiğini düşünen biz gençler arasındaki bu kavgada kimin görüşü gerçeği daha çok yansıtıyor, hangimiz davasında daha haklı ? Bu sayıdaki yazımda, gelin hep beraber bu konuya bir göz atalım. Yazar Cal Newport, Görmezden Gelemeyecekleri Kadar İyi Ol adlı kitabında “tutkunu takip et” mottosu üzerinden bu konuyu detaylıca inceliyor. Bu tarz klişe sloganların pek çok kişinin hayatında bir kariyer ve anlam karmaşası yaratabileceğinden hatta çoğumuzun yaşantısını halihazırda olumsuz bir şekilde etkilemekte olduğundan bahsediyor. Kitap belirli başlıklar altında bu tutku ve sevdiğin işi takip et öğütlerinin neden çoğumuz için işe yaramayacağını anlatmaya çalışıyor. Öncelikle şunu unutmamak lazımki, yaşamın her alanında olduğu gibi, bu konuda da istisna durumlar bulunmakta. Azınlık sayıda olsa da bazılarımız için tutkularını takip etmek diğerlerimize oranla daha pozitif sonuçlar doğurabiliyor. Yukarıda verdiğim örnek isimler ve daha niceleri de bunun bir göstergesi. Diğer taraftan, eğer az da olsa bir anlam ya da sevgi yükleyemediğimiz bir işi yapıyorsak o işte başarılı olma şansımız da yok denecek kadar az. Bu da sevdiğimiz işi yapmamız gerektiğini kanıtlayan diğer bir gerçek. Bu iki konuda bu tartışmanın iki ucunun haklılığına giden yolda bir argüman olarak kendilerine yer bulabilir. Ancak, pek çoğumuz için işin gerçeği başka etkenlere de bağlı bulunuyor. Tutkunun girift yapısı ve sevgiyi tanımlama biçimimiz bizler için fazlasıyla aldatıcı olabiliyor. Tutku, sevgi ve bağlılığın aşırılığa kaçmış haline verilen ad. Bu açıdan baktığımızda, bu öğütleri kendi rotası olarak belirleyen kişilerin pek çoğunun haliyle bir tutkusu bulunmuyor. Ve bu bir problem değil, aksine gayet normal bir durum. Herkes kendi davasına Gandhi kadar bağlı, ilgilendiği konulara karşı Da Vinci kadar obsesif olamaz. Büyük bir kesimimizde öyle değil zaten. Çok sevdiğimiz, ilgili olduğumuz belirli hobilerimiz olabilir ancak bu hobilerle haftada üç dört gün ilgilendikten sonra kafamızı yastığa rahatça koyabiliyoruz. Sevgiye ait doygunluk sınırımıza ulaşıyoruz. Bir konuya gerçekten tutkusu olan insanlarsa o konu hakkında zaman mekan fark etmeksizin ilgili konuya karşı sürekli bir doyumsuzluk besliyor, o konuyla ilgilenmeden yaptıkları her işte büyük bir eksiklik hissediyorlar. Sonuçta; bir Messi kolay yetişmiyor. Peki tamam, diyelimki tutkumuz var. Sadece bu yeterli mi, tüm tartışma burada bitiyor mu bizim için ? Sadece bir tutkuya sahip olmak yeterli mi ? Hayır, tabiki yetmiyor. Aynı zamanda o konuda yetenekli de olmamız gerekiyor. Tutkumuzla yetenekli olduğumuz alanın birbiriyle çakışması şart. İşte bu değerlendirmeler sonucunda köprünün şanslı tarafında kalıyorsak eğer, en azından hayatta para-tutku ikileminde tutkumuzu takip ederek başarılı olma ihtimalimiz bulunuyor. Ama maalesef, iş dünyasının ve yaşamın tamahkar yapısı genelde burada da karşımıza çıkıyor. Bu yolda başarılı olabilmemiz için bizlerden daha farklı zorluklara göğüs germemizi istiyor. Bir işe veya alana yeni girdiğimizde o alanda hali hazırda var olan bir hiyerarşinin içerisinde buluyoruz kendimizi. Bu rekabet ortamı çoğu zaman işe girmeden önce kurduğumuz toz pembe hayalleri yerle bir edebiliyor. Örnek olması için hobi olarak oyunculuk yapan birini ele alalım. Farklı bir işte çalışırken tutkusunu takip etmeye ve dizi sektörüne girmeye karar versin. Bu sektörde doğal olarak kimse onu bir anda ana kasta almayacak ve yeteneklerini sergilemesinin pek mümkün olmadığı küçük rollerle başlayacak kariyerine. Tutkusu olduğu işle ilgili karşılaştığı bu ortam hiç tahmin etmediği bir ortam olarak karşısına çıkacak. Bunun ötesinde rekabet ettiği kişiler arasında da onun kadar yetenekli pek çok kişi olduğunu görecek. Tabii ki tutkusunu takip ettiği için, artık tutkusundan para kazanması da şart. Tüm bunların üzerine eklenicek yaşam kaygısı ve para kazanma stresi de işin cabası. Kısacası geç kalmışlık, rekabet ve para kaygısı bir anda beklentilerinizi suya düşürebilecek diğer zorluklar. Böyle bir yola giren insanların pek çoğu da bu zorluklarla karşılıyor. Hatta pek çoğu bu sebeplerden dolayı kendi tutkularından bile soğuyabiliyorlar. Sonuçta tutkunuzu hobi olarak yapmak ile profesyonel olarak yapmak arasında pek çok fark bulunuyor. Bu farklardan bir diğeri de, tutkunuzu kariyer yolu olarak seçtiğinizde artık onu bir mecburiyet haline getiriyor olmanız. Çoğu hobinin bize çekici ve rahatlatıcı gelme sebebi, onu keyfi yapabiliyor olma durumumuz. Zira, pek çok sporcuda da gördüğümüz tükenmişlik sendromu; veya yaptığı işe yeterince odaklanamamasından kaynaklı düşüş durumu da bu sebepten kaynaklanıyor. Sonuçta haftada dört gün ikişer saatten tenis oynamakla; tüm yaşamınızı turnuvalara, Grand Slamlere hazırlıkla, zirveye çıkma veya orada kalma çabasıyla geçirmek arasında büyük bir fark bulunuyor. Tüm bu okuduklarınızdan sonra aklınızda “eğer şanslı kesimin arasında değilsem; nasıl hem fazla ilgilenmediğim bir alanda çalışıp hem de çalıştığım işi sevebilirim” sorusu belirmiş olabilir. Bu durumda bir işe başlarken, o işe bu iş bana neler sunabilir, hangi hayatı verebilir sorusundan daha öte bir şeyi sormamız gerekiyor: “Ben ona ne verebilirim ?”. Böylece yukarıda aldatıcı bir unsur olarak bahsettiğimiz sevgi algımızı o işe yönelik daha pozitif bir biçime dönüştürmüş oluruz. Çünkü; günün sonunda bizler yaşamlarımızda önemli bir hata yaparız. Enerjimizi, anılarımızı, vaktimizi, emeğimizi sevdiklerimize verdiğimizi düşünürüz. Ancak işin gerçeği bir şeyler verdikçe sevdiğimizdir. Esas önemli nokta, kendimizden bir şeyler vererek aslında kendimize bir yatırım yapıyor oluşumuzdur. Bu sebepten çoğunlukla ve sanılanın aksine siz bir işe zaman ayırdıkça, o işi yaptıkça ve o işte ilerlemeye başladıkça o işi sevmeye başlarsınız. İşte durum bu şekilde. Bu tarz genellemelerin kesin bir kazananı bulunmasa ve durum kişiden kişiye farklılık gösterse de, en azından “aşk karın doyurmaz” lafının daha büyük bir çoğunluğa hitap ettiğini kabul edebiliriz. Ancak buna rağmen, halihazırda süregelen bu tartışma yakın zamanda biteceğe de benzemiyor. Günün sonunda umuyorum ki hepimiz, kendimiz için en doğru olan yolda yaşam dengemizi bulur; hayatımıza bol sevgi ve bol tutkuyla devam ederiz. Şu anda aklınızın bir köşesinde belirmiş o düşünceyi duyar gibiyim. Evet doğru, bu söylediklerimi muhtemelen farklı şekillerde daha önce pek çok kez ve pek çok farklı kişiden duydunuz. Not: Büyük ihtimalle hepsine hak vermenize rağmen, kişisel maceranıza kaldığınız yerden bildiğiniz şekilde devam ettiniz ya da pratikte işlemeyecek fazla teorik düşüncelere kaptırmak istemediniz kendinizi. Duydunuz, çünkü hayatımızda çözülmesi en zor gözüken sorunlar; genelde anlaşılması en kolay sebeplerden, basit ama içgüdüsel olanlardan kaynaklanırlar. Durum böyle olunca da çok daha karmaşık meseleler üzerine kafa yormuş bilgili ve yaratıcı zihinler; yaşam çizgilerinin bir noktasında bu konunun üzerine de konuşur veya eserlerinde bu sorundan bahsederler. Eee, sizin de tüm bunlar üzerine yazılmışları çizilmişleri duymamış görmemiş olmanız düşük bir ihtimaldir dolayısıyla. Özellikle, kolektif bilincimizin habercisi olarak kabul edilen başarılı yazarlar, topluma bu derece sirayet edebilen böylesi tehlikeli bir duyguyu eserlerinde sıklıkla işlerler ve ondan bahsederler. Mesela, her eseri insanlığın geleceğine dair ayrı bir kehanet niteliği taşıyan George Orwell: "Hiçbir duygu saf değil, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumda." diyerek özetlemiş bu durumu veya çok uzunca bir süre Amerika’daki göçmen işçilerin, kısaca ezilenlerin sesi olmayı başarmış John Steinbeck “Güç yozlaştırmaz. Korku yozlaştırır; belki de gücü kaybetme korkusu.” diyerek aktarmış düşüncelerini. Albert Camus ise olaya tamamen başka bir şekilde bakmış. Duygular aracılığıyla anlam kazandırmaya çalıştığımız varoluştan farklı bir şekilde bahsetmiş bir eserinde: "Bireysel yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.” diyerek bireysel yolculuğun, tesirine girilen duyguların şiddeti karşısında yok olabiliceğine ve bir salgına dönüşebileceğine değinmiş günümüzü öngörür gibi. Tamam, tamam. Bu kadar da korkutmak istemiyorum sizi. Merak etmeyin, zaman zaman tüm bu öngörüler, eserler ve düşünceler arasında sıkışıp kalsak da her zaman korku ve çaresizliğin arasından bir umut ışığı da ortaya çıkar, illaki ! Belki de hep oradadır, bu konuda tam emin değilim. Ancak emin olduğum bir şey varki o da: Bu kaos döngüsünü bizzat yaşamış yazarların aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılığını müthiş bir hiddetle savunmaları kesinlikle fazla optimist veya ütopik bir bakış açısından kaynaklanmaz. Ernest Hemingway’in bu konudaki "Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları tam olarak o kırık yerlerinden güçlenir.” sözü ve Charles Dickens’in “Dünya üzerinde karanlık gölgeler var, fakat ışıkları bu karşıtlık içinde daha da güçlüdür” alıntısı içinde bulunduğumuz her türlü zorluğa karşı gelebilecek bir güç rezervine sahip olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bu sebepten de çok değerlidirler. Bugün geldiğimiz noktada, korkunun ve karanlığın günümüze uzanmış gölgeleri geleceğimize de uzanıyor gibi gözüküyor. Aksini söylemek, bizleri tozpembe bir dünya kurgulamaktan ileri götürmez. Yolculuğumuzun güzergahı zaman zaman başkalarının yönlendirmesine maruz kalıyor ve hissettiklerimiz varoluşumuzun gidişatına şüphe düşürüyor. Peki, buraya kadar konuşulanların yanında, belirsiz olan bir yarının karşısında korkmak normal değil mi? Evet, çok normal. Fakat bilinmeyenin, ufkun ötesinde olanın korkusu; bir yandan da teslim olmamışları, tamamen çürümemişleri birbirine bağlayan evrensel bir kaygıdır. Bunu sürekli unutuyoruz bence. Ve insanlığın esas gücü de tam olarak burada yatmaktadır. Bizi ele geçirebilecek duygularımızın varlığı, sadece bir zayıflık işareti değil, aynı zamanda zor durumlarda bizleri birbirimize bağlayan ortak insanlığımızın bir mirası, kanıtıdır. Gerçekçi bir sistem de işte tam olarak bu yüzden, mükemmelliğin yakalanması zor bir serap olduğunu kabul eder, ancak nezaketin zulmün ve korkunun yerini aldığı; şefkatin ilgisizliğe galip geldiği bir dünya için çabalar. Tarihin en karanlık dönemlerinden günümüze, hep aynı tuzağa düşerek umut ateşimizi söndürecek pek çok fırtınalar atlatsak da korku karşısında bizler hep bir irade sergilemeyi başardık. Sonunda hep başa dönsek ya da çok az bir ilerleme kaydetsek de kolektif ruhumuzun gücü, zorluklar karşısında bir şekilde galip gelmeyi bildi. Bence bu, içimizde bulunan ve doğuştan gelen aydınlığın bir kanıtı. Kelimeler zihnimden bu şekilde taarruz ederken, ne olursa olsun bu anlattıklarımın arka planında kasvetli bir not da bulunduğunu söylemeden bitiremicem yazıyı. Başlangıçta bahsettiğim karamsar durumun ortaya çıkardığı sonuçları kolayca çözmek mümkün değil. Yanlışları ve korkunun tekelindeki zalim eğilimleriyle dünya, içimizdeki dönüştürücü gücün varlığına hala direniyor. Zaten en başında da konuştuğumuz gibi, içimizdeki gölgeler bir kez oluştuktan sonra silinmeleri gittikçe zorlaşıyor ve korku, fısıltılar şeklinde zihinlerimizin koridorlarında hüküm sürmeye devam ediyor. Tamamen “ele geçirilmiş ruhların” otoritesi hepimizin üzerinde bir şekilde devam ediyor ve anlayışlı yazarların sözleri, yara bere içinde kalmış insanlığın sebatkar hatırlatıcıları olarak bizlere hizmet ediyorlar. Gelecekten korkmamız, korkunun bu derece baskın olduğu bir dünyada çok normal. Ancak tarih, insanlığın direncinin ve gücünün en karanlık zamanları bile aşabileceğini bize milyon kere gösterdi. Umarım bu bitmek tükenmek bilmeyen döngü en kısa zamanda sona erer ve tüm duyguları hissederken ışığımızı kaybetmediğimiz bir gelecekte; kolektif ruhumuzu lekeleyen bu savaşta, nihai zaferi kazanmış olarak bu satırları verilmiş bir mücadelenin anıları arasında hatırlarız. O zamana kadar kendi karanlıklarımızı azaltmamız dileğiyle …
Yiğiter Tuncer

Yiğiter Tuncer

15 dk.

Korku

Korku

Korku evrenseldir. Türkçede korku olarak bildiğimiz bu kavram farklı dillerde “paura”, “fear”, “miedo”, “peur” gibi farklı formlar alsa da aslında herkes için ortak ve tanıdık bir kavramı ifade eder. “Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü” (TDK) olarak tanımlanan bu olgu özneleri ve nesneleri değişse de her canlının hayatının bir parçasıdır ve korkuyla etkileşim, canlının hayatının akışını ve gidişatını belirler. Korku relatiftir. Bir baba ya da anne evine ve çocuklarına yiyecek bir şey götürememenin korkusunu yaşarken bir iş adamı şirketinin batmasından korkabilir. Bir taraftar takımının şampiyon olamamasından korkarken o takımın oyuncusu ilk 11’e alınmamaktan korkar. Bunun daha da ötesi karanlık bir sokakta yürüyen yalnız bir erkek hiç korku duymazken aynı yolda yürüyen yalnız bir kadın maalesef içinde bulunduğumuz toplum koşullarından dolayı oldukça haklı bir korku yaşayabilir. İnsanlar kendi bulundukları toplum, değer yargıları, kendi benlikleri, gerçekleri ve hayalleri çerçevesinde kendi özel korkuları ile tanışır ve cebelleşir. Birinin gözünde aslan olan korku başkası için bir kedi olabilir; bundan olacak ki empati kurmakta zorlandığımız dakikalarda başkalarının korkularını anlamakta güçlük çeker, bazen de küçümseriz. Halbuki korku kıyaslamak elma ile armut karşılaştırmaktan bile daha absürt, daha anlamsızdır. Korku zamansızdır. İnsanlar da dahil bütün canlılar geçmişte de korkmuşlardır, şu anda da korkuyorlardır ve gelecekte de korkacaklardır. Geçmişte tehlikeli bir canlı karşısında hissedilen bu duyguyu bugün belki bir hırsızla karşılaştığınızda, belki aldığınız hissenin düşmesine karşı hissedersiniz.  Korkuyu duyduğumuz özneler değişebilir, can korkusu geçinebilme korkusu olur mesela, fakat korku hayat denkleminin zamandan bağımsız sabit bir elemanıdır. Çünkü… Korku gereklidir. Korku, canlıları kendilerine potansiyel olarak zarar verecek eylemler yapmaktan , o tarz durumlarda bulunmaktan alıkoyan, ya da bu süreci daha zorlaştıran bir mekanizmadır. Bir kedi bir insana yaklaşacağı zaman kendisine zarar gelip gelmeyeceğine dair emin olamaz, bu yüzden korkuyla ve temkinle yaklaşır. Bu süreç içerisinde belki de takındığı tavır gereksizdir; o insan ona sadece bol bol sevgi ve yemek verecek iyi yürekli bir karakter olabilir. Ama olmayabilir de. Ona zarar vermek isteyen, canına kıymak isteyen bir cani de olabilir. Ve bu ikinci ihtimal ne kadar düşük ne kadar sıfıra yakın olursa olsun kedi bu riski alamaz, çünkü böyle bir durumda hayat ipliğinin kopması tek bir hataya bakar ve kendini kurtarmasına dokuz can dahi yetmez. Aynısı dokuz canı olmayan biz insanlar için de geçerli tabii ki. Trafikte kendimize zarar verme ihtimalimizin çok yüksek olduğu aşırı hızlara çıkmaya tereddüt etmemiz, yüksek yerlerde (uçurum kenarı vb.) yürürken tedirgin olmamız, bir yabani canlı gördüğümüzde panik olmamız hep bu korkunun bizi hayatta tutma çabasıdır. Korku sadece bir engel değil aynı zamanda bir anahtardır. Yukarıdaki örnekteki kedi eğer korkularının üstesinden gelip onlara rağmen insana yanaşmayı başarırsa (ve cani bir insana denk gelmezse) kendi için “ödül” niteliği taşıyacak sevgi, ilgi ya da mamaya kavuşacaktır. Hatta, istatistiki olarak çok daha düşük olasılıkla olsa bile, o insan kediyi evine alıp ömrü boyunca ona bakmaya karar bile verebilir (bunu bire bir yaşamış biri olarak bakabilecek durumunuz varsa oldukça fazla öneririm, hayatınıza gerçek manada bir pozitiflik ekleniyor). Bu durumda kedi çok daha uzun, sağlıklı, rahat ve keyifli bir hayat yaşama şansına kavuşur; aldığı riskin karşılığını kat kat fazla bir şekilde almış olur. Benzer bir durum evrimsel tarihte evcilleştirdiğimiz bir başka canlı olan köpekler/kurtlar ve bizim aramızda yine mevcuttur. Bu iki canlı türü antik çağlarda birbirine karşı duyduğu korkuyu aşmaya yönelik adımlar atmasa, korku tarafından sadece kısıtlanmış hallerinde hayatlarına devam etseler belki “insanın en iyi dostları” ile asla tanışmamış olacaktık. Ve öyle bir durumda zaten gri olan dünyamız çok daha soluk bir yer olurdu diye düşünüyorum. Korku, perspektif ve psikolojik etkiler ile değişir. Burada kastettiğim psikolojik etkiler daha çok objektif realite (ve risk) değişmemesine rağmen insanların korku tepkilerinin ağırlıklarının değişmesine sebep olan etkilerdir. (Buna psikolojide “çerçeveleme etkisi/framing effect” denir). Güzel bir örneği şöyle verilebilir: -Bir insan X hastalığına yakalanır. Hastalığın tek çözümü ameliyat olmaktır, fakat ameliyat 100% başarı ihtimali olan bir ameliyat değildir, bu yüzden hastadan bu ameliyatın yapılabilmesi için riskleri anladığı ve kabul ettiğine dair bir doküman imzalaması istenir. İşin enteresan boyutu ise burada başlar. Diyelim ki bu ameliyatın başarı yüzdesi 90%. Rasyonel düşünce çerçevesinde bu ameliyatın başarısızlık yüzdesinin ise 10% olduğunu çıkarabiliriz bu bilgiden. İkisi de matematiksel açıdan aynı riski ifade etmektedir, aralarında herhangi bir numerik fark yoktur. Fakat “90% başarı yüzdesi” ve “10% başarısızlık yüzdesi” ifadeleri durumu farklı şekillerde çerçevelediklerinden dolayı insanlardan davranışsal olarak farklı tepkiler doğururlar. Birinin “başarı”, öbürünün “başarısızlık” etrafında çerçevelenmesi insanların aynı riske farklı derecelerde çok korku ve çekince ile yaklaşmasıyla sonuçlanır. “Başarı” psikolojik olarak “başarısızlıktan” daha tercih edilebilir bir olgudur, bu yüzden insanların herhangi bir konsepte ikna/teşvik edilmesinin ciddi önem taşıdığı yerlerde (hastaneler, kumarhaneler vb.), bu tarz çerçeveleme etkileri kullanılır. Yani insanlar her ne kadar rasyonel olduklarını ve matematiksel riskleri iyi analiz ettiklerini düşünseler de maruz kaldıkları durumlarda gözlemlenebilen çerçevelemeye bağlı farklı ağırlıklardaki korku duyguları ve tepkileri, durumun tam olarak bunun tersi olduğunu kanıtlar. Korku araştırmayı, araştırma da korkuyu doğurur. İnsanlık bu gezegendeki yolculuğuna başladığı günden beri evren ile paradoksal bir döngü içerisindedir. Bilmediğimizden (hayvan, yer, doğa olayı, ateş ve hayal edebildiğiniz şu ana kadar keşfettiğimiz her şey) korkarız, bu da bizi korkularımıza rağmen onu araştırmaya, öğrenmeye ve anlamaya çalışmaya iter. Bu araştırma süreci bazen çok kısa, bazen ise yıllar sürer. Fakat iki durumda da insanlık kendi bilgi haznesini genişletir ve dünyaya (ve evrene) dair daha geniş bir perspektif edinmiş olur. Bu yeni edinilen bilgiler eski korkuların çoğuna karşı galip gelmemizi sağlar, fakat bu süreç içerisinde yeni olgular keşfettiğimizden ötürü bu yeni öğrendiğimiz olgulara dair de yeni korkular geliştirmeye başlarız. Eski çağlarda dünyanın bir boğanın boynuzları üstünde durduğunu ve bu boğanın hareketleri sonucu afetlerin yaşandığını düşünen insanlar doğal olarak o boğadan korkmuşlardır. Fakat astronomi alanında araştırmalar ve keşifler yapıldıkça durumun bu olmadığını öğrenen insanlar boğadan korkmayı bırakıp bu sefer de uzayın büyüklüğü, boşluğu, başka gezegenlerde farklı canlıların olup olmadığı gerçeği, devasa meteorların dünyaya düşmesi vb. gibi unsurlara karşı korku duymaya başlamış ve şimdi de bu korkuları aşmanın yollarını araştırmaya düşmüşlerdir. Kim bilir daha neler öğreneceğiz, nelerden korkacağız ve bu korkularımız bizi daha neleri öğrenmeye itecek! Ve son olarak: Korkudan korkmayın. Yukarıda da farklı açılarına değindiğim üzere korku bu hayatın çok temel, önemli ve gerekli bir parçası. Bizi öğrenmeye, değişmeye, kendimizi korumaya ve haklı tereddütlere iten bu duygu bazen bizi hırpalayacak derecede zorlasa da aslında ne “kötü” bir olgu ne de bir düşmandır bize. Stoiklerin “logos” olarak nitelediği evren gerçeği/düzeninin çok kıymetli bir çarkıdır sadece. Ve bu yüzdendir ki, şu kelimelerle bitirmek istiyorum yazımı sayın okuyucularımız: Korkulardan ve korkmaktan asla korkmayın. Bilin ki korkuyorsanız öğreniyorsunuz, değişiyorsunuz ve de en önemlisi yaşıyorsunuz demektir!

Kaan Sayın

15 dk.

Korku Rüzgarları: Kitlesel Bir Korku Hikayesi

Korku Rüzgarları: Kitlesel Bir Korku Hikayesi

Varolabilmek, varolabilmenin kutsallığı… Duyuların ötesine geçerek hayatı keşfetme arzumuzun, evrende iz bırakabilme niyetimizin en açık ifadesi. Öyle ki bu ifade, bir yandan minik bedenlerimizin içinde gözlerimizi açtığımız hayata dair bilinmez bir yolculuğu simgelerken, diğer yandan öznesi olduğumuz dünya hakkında duygularımız aracığılıyla bir anlam bulabilme çabamızı kapsıyor. Bu eşsiz ve gizemli yolculuğa eşlik eden duyguların karmaşık dokusu arasındaysa korku, belki de bu yolculuğun farklı dönemlerinde konuşlanacağımız noktaları en çok etkileyen olarak öne çıkıyor. Sadece hayatımızın gidişatını değil; içsel yolculuğumuzun rotasını belirlemekte de epey büyük bir rol oynuyor. Bizlerde zaman ilerledikçe, zihnimizin ıssız koridorlarında yankılanan bir fısıltının rolünü benimsemiş korkularımızla bir arada yaşamaya gitgide daha fazla alışıyoruz. Hatta ve hatta, yaşamın akışındaki umarsız anların etkisiyle bazen onlara teslim oluyoruz. Onları, hayatımızdaki güzelliklerin enerjisiyle beslemeye başlıyor ve hayatımıza her geçen gün biraz daha dahil ediyoruz. Aslında şunu söylemem gerekirki, özünde hiçbir duyguya zararlı diyemeyiz. Duygularımızı nasıl yönlendirdiğimiz ve onlarla nasıl başa çıktığımız, onların bize getireceklerini ya da bizden götüreceklerini belirler. Yani işlerin hangi noktaya gideceği konusunda ,en azından ilk başta, direksiyonda biz varız. Ancak korku gibi ender bazı duyguların başta zararsız gözüken masumiyeti de bizler tarafından yanlış yorumlandıklarında veya fazla değer gördüklerinde ruhumuzun aydınlığından beslenen birer konağa evrilmekte hiç vakit kaybetmezler. İşler de burada bizim kontrolümüzden çıkmaya başlar. Yavaş yavaş hayatımızın kadrajına girerken doğduğumuzda sahip olduğumuz saflığı ve temiz potansiyeli kendi isteği yönünde manipüle etmekten çekinmeden sayısını arttıran kök korkumuz, içimizi dipsiz bir karanlığa doğru yönlendirir ve orada bir nevi kolonileşir. Tüm bunlar olurken de halinden çok memnun bir şekilde arkasına yaslanır ve takır takır işleyen planını takibe başlar. Hele ki kendisine sürekli boyun eğen, kolayca diş geçirebileceği bir konak bulduğunda hem ölümcül hem de bulaşıcı bir canavara evrildiğinin farkındadır. Hatta inanmayacaksınız, bundan da çok keyif alır. Bizimle birlikte o da büyür. Bazılarımızda sadece bir uyarı ve gelişim mekanizması olmaktan çıkar yavaşça. Kendi varoluşunu keşfederken aynı zamanda kendi kimliğini de bulur. Olaylar bu raddeye geldiğindeyse esas sorun başlar. İnsanlığımızın aydınlık her zerresini tüketene kadar orada kalmak için amansız bir savaş başlatır ve amacına ulaşana kadar asla geri çekilmez. Ulaştığındaysa farklı konaklar bulmak için yayılmaya başlar. Zaten insanlık adına gerçekten korkunç olan durumda, tam bu noktada, kalplerimize sirayet eden bu karanlığın varlığımızdaki güzellikleri silmesiyle başlar. Ve üzerine düşündüğümüzde bu durum, insanlığımızın kırılganlığının bir hatırlatıcısı olarak karşımıza çıkar. Buraya kadar soyut bir kavram olarak ele alınan ve köklerini kalbimize çoktan atmış olan korku, çoğunluğun üzerinde böylesine bir tesire ulaşınca; ortak insanlığımızın değerlerini ve dünyanın hatlarını şekillendiren somut bir güç olarak görülmeye başlanır. Aynı zamanda kontrolden çıkmış doğasının koyu tonlarını istikrarlı bir şekilde benimseyen bir dünyada, merakını hala kaybetmeyen birkaçımızın sistemin yanlış taraflarını incelemek için kullanabileceği bir mercek haline gelir. Bunun sonucunda da geriye dönüp baktığımızda, tek bir gerçek gözükür: Tarihin hangi noktasında bulunmuş, hangi milletten ve arkaplandan gelmiş olursak olalım; bugünde dahil yaşadığımız her günü, biraz daha derine biraz daha genele yayılan bir korku ağının; zulmün mürekkebiyle lekelenmiş, unutulmuşların gözyaşlarıyla yazılmış bir anlatının içerisinde yaşıyoruz. Ve hala korkuyu bir simbiyot gibi üzerine geçirmiş olanların, gücün sembolü, kontrolün sahibi olmasıda; belki de başından beri aynı formülün kullanıldığı ve farklı yanıtın arandığı bir problemi çözmeye çalıştığımızı gösteriyor bizlere. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin sadece öne çıkan veya “sıradan” hayatların dosyalarında sağlandığı dünyamızın, satır araları belki de hala bu yüzden yazım hatalarıyla dolu. Sokaklarda, medyada, ekranlarda ve tarihin tozlu sayfalarında insanlığın zulmü trajikomik bir şekilde sahnelensede, korkularımızın varlığı bizi, bizden olanların acılarına karşı daha da duyarsızlaştırmaya devam ediyor. Şu anda aklınızın bir köşesinde belirmiş o düşünceyi duyar gibiyim. Evet doğru, bu söylediklerimi muhtemelen farklı şekillerde daha önce pek çok kez ve pek çok farklı kişiden duydunuz. Not: Büyük ihtimalle hepsine hak vermenize rağmen, kişisel maceranıza kaldığınız yerden bildiğiniz şekilde devam ettiniz ya da pratikte işlemeyecek fazla teorik düşüncelere kaptırmak istemediniz kendinizi. Duydunuz, çünkü hayatımızda çözülmesi en zor gözüken sorunlar; genelde anlaşılması en kolay sebeplerden, basit ama içgüdüsel olanlardan kaynaklanırlar. Durum böyle olunca da çok daha karmaşık meseleler üzerine kafa yormuş bilgili ve yaratıcı zihinler; yaşam çizgilerinin bir noktasında bu konunun üzerine de konuşur veya eserlerinde bu sorundan bahsederler. Eee, sizin de tüm bunlar üzerine yazılmışları çizilmişleri duymamış görmemiş olmanız düşük bir ihtimaldir dolayısıyla. Özellikle, kolektif bilincimizin habercisi olarak kabul edilen başarılı yazarlar, topluma bu derece sirayet edebilen böylesi tehlikeli bir duyguyu eserlerinde sıklıkla işlerler ve ondan bahsederler. Mesela, her eseri insanlığın geleceğine dair ayrı bir kehanet niteliği taşıyan George Orwell: "Hiçbir duygu saf değil, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumda." diyerek özetlemiş bu durumu veya çok uzunca bir süre Amerika’daki göçmen işçilerin, kısaca ezilenlerin sesi olmayı başarmış John Steinbeck “Güç yozlaştırmaz. Korku yozlaştırır; belki de gücü kaybetme korkusu.” diyerek aktarmış düşüncelerini. Albert Camus ise olaya tamamen başka bir şekilde bakmış. Duygular aracılığıyla anlam kazandırmaya çalıştığımız varoluştan farklı bir şekilde bahsetmiş bir eserinde: "Bireysel yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.” diyerek bireysel yolculuğun, tesirine girilen duyguların şiddeti karşısında yok olabiliceğine ve bir salgına dönüşebileceğine değinmiş günümüzü öngörür gibi. Tamam, tamam. Bu kadar da korkutmak istemiyorum sizi. Merak etmeyin, zaman zaman tüm bu öngörüler, eserler ve düşünceler arasında sıkışıp kalsak da her zaman korku ve çaresizliğin arasından bir umut ışığı da ortaya çıkar, illaki ! Belki de hep oradadır, bu konuda tam emin değilim. Ancak emin olduğum bir şey varki o da: Bu kaos döngüsünü bizzat yaşamış yazarların aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılığını müthiş bir hiddetle savunmaları kesinlikle fazla optimist veya ütopik bir bakış açısından kaynaklanmaz. Ernest Hemingway’in bu konudaki "Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları tam olarak o kırık yerlerinden güçlenir.” sözü ve Charles Dickens’in “Dünya üzerinde karanlık gölgeler var, fakat ışıkları bu karşıtlık içinde daha da güçlüdür” alıntısı içinde bulunduğumuz her türlü zorluğa karşı gelebilecek bir güç rezervine sahip olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bu sebepten de çok değerlidirler. Bugün geldiğimiz noktada, korkunun ve karanlığın günümüze uzanmış gölgeleri geleceğimize de uzanıyor gibi gözüküyor. Aksini söylemek, bizleri tozpembe bir dünya kurgulamaktan ileri götürmez. Yolculuğumuzun güzergahı zaman zaman başkalarının yönlendirmesine maruz kalıyor ve hissettiklerimiz varoluşumuzun gidişatına şüphe düşürüyor. Peki, buraya kadar konuşulanların yanında, belirsiz olan bir yarının karşısında korkmak normal değil mi? Evet, çok normal. Fakat bilinmeyenin, ufkun ötesinde olanın korkusu; bir yandan da teslim olmamışları, tamamen çürümemişleri birbirine bağlayan evrensel bir kaygıdır. Bunu sürekli unutuyoruz bence. Ve insanlığın esas gücü de tam olarak burada yatmaktadır. Bizi ele geçirebilecek duygularımızın varlığı, sadece bir zayıflık işareti değil, aynı zamanda zor durumlarda bizleri birbirimize bağlayan ortak insanlığımızın bir mirası, kanıtıdır. Gerçekçi bir sistem de işte tam olarak bu yüzden, mükemmelliğin yakalanması zor bir serap olduğunu kabul eder, ancak nezaketin zulmün ve korkunun yerini aldığı; şefkatin ilgisizliğe galip geldiği bir dünya için çabalar. Tarihin en karanlık dönemlerinden günümüze, hep aynı tuzağa düşerek umut ateşimizi söndürecek pek çok fırtınalar atlatsak da korku karşısında bizler hep bir irade sergilemeyi başardık. Sonunda hep başa dönsek ya da çok az bir ilerleme kaydetsek de kolektif ruhumuzun gücü, zorluklar karşısında bir şekilde galip gelmeyi bildi. Bence bu, içimizde bulunan ve doğuştan gelen aydınlığın bir kanıtı. Kelimeler zihnimden bu şekilde taarruz ederken, ne olursa olsun bu anlattıklarımın arka planında kasvetli bir not da bulunduğunu söylemeden bitiremicem yazıyı. Başlangıçta bahsettiğim karamsar durumun ortaya çıkardığı sonuçları kolayca çözmek mümkün değil. Yanlışları ve korkunun tekelindeki zalim eğilimleriyle dünya, içimizdeki dönüştürücü gücün varlığına hala direniyor. Zaten en başında da konuştuğumuz gibi, içimizdeki gölgeler bir kez oluştuktan sonra silinmeleri gittikçe zorlaşıyor ve korku, fısıltılar şeklinde zihinlerimizin koridorlarında hüküm sürmeye devam ediyor. Tamamen “ele geçirilmiş ruhların” otoritesi hepimizin üzerinde bir şekilde devam ediyor ve anlayışlı yazarların sözleri, yara bere içinde kalmış insanlığın sebatkar hatırlatıcıları olarak bizlere hizmet ediyorlar. Gelecekten korkmamız, korkunun bu derece baskın olduğu bir dünyada çok normal. Ancak tarih, insanlığın direncinin ve gücünün en karanlık zamanları bile aşabileceğini bize milyon kere gösterdi. Umarım bu bitmek tükenmek bilmeyen döngü en kısa zamanda sona erer ve tüm duyguları hissederken ışığımızı kaybetmediğimiz bir gelecekte; kolektif ruhumuzu lekeleyen bu savaşta, nihai zaferi kazanmış olarak bu satırları verilmiş bir mücadelenin anıları arasında hatırlarız. O zamana kadar kendi karanlıklarımızı azaltmamız dileğiyle …
Yiğiter Tuncer

Yiğiter Tuncer

15 dk.

İkilemlere düşmeli mi? Düşmemeli mi?

İkilemlere düşmeli mi? Düşmemeli mi?

Mavi kotu mu giysem keten pantolonlarımı mı? Hamburger mi yesem pizza mı? Maçı evden mi izlesem stattan mı? Ülkeme gelen bir terörist saldırısına, karşı taraftaki sivil vatandaşları tamamıyla hiçe sayıp bombardımanla karşılık mı versem yoksa belki de bu konuda haklı olmama rağmen güç diferansiyelimden yararlanmadan olayı nasıl kökünden ve sivillere zarar vermeden çözebilirim onu mu bulmaya çalışsam? Hepsi, ve açıkçası sonuncusu da dahil(!), gündelik hayatta bolca karşılaştığımız o enteresan hadiseye örnek: ikilem. Dünyanın bize sunduğu milyonlarca farklı denklemde sonucu iki şıkka indirgeyip arasında kaldığımız o durumlar: Olmalı mı olmamalı mı? Kaçmalı mı, savaşmalı mı? Varoluş mu yok oluş mu? Her biri birbirinden çetrefilli düşünce zincirleri, varsayımlar ve kararlar içeren bu ikilemlerde herhangi bir sonuca varmak oldukça zor. Bireyin içsel meclisi içerisinde söz alan vicdan, akıl, etik ve mantık kimi zaman bir konsensusa varmakta zorlanıyor; birinin artı gördüğü, öbürünün gözünde kocaman bir eksi olabiliyor. Bu anlaşmazlık bizi hem bireysel hem de toplumsal boyutta bazen çözümsüzlüklere itse de aslında varlığı kendimizi insan atfedebilmemizde kritik bir rol oynuyor. Gelin ikilemlerin bizi insanlığımıza nasıl bağladığına ve ikilemlere düşmemenin neden tehlikeli olduğuna beraber bakalım. Doğa belgeselleri izleyenlerimizin çoğunun denk gelmiş olabileceği klasik sahnelerdendir: 1. Genç bir erkek (alfa) aslan kendine yeni bir hükümdarlık alanı edinebilmek için dolaşmaktadır. 2. Karşısına başka bir erkek aslanın hüküm sürdüğü topraklar çıkar. 3. Genç aslan “fırsat bu fırsat” diyerek orada hüküm süren alfayla bir hakimiyet dövüşüne girer. a. Eğer genç kazanırsa eski hükümdar sürülür, genç yeni aslan hareminin alfası olur, eski hükümdarın tüm yavrularını öldürür ve kendi soyunu yaratmaya başlar. b. Eğer hükümdar kazanırsa hükmü devam eder. Soyunu devam ettirir Son aşamada yeni genç aslanın yaptığı ne bir soykırım, ne bir katliam ne de “akıl almaz bir vahşettir”. Duygu süzgecimizden geçirdiğimizde bizi hüzünlendiren bu olayın genç aslanı bağlayan hiçbir tarafı yoktur. O yeni fethedilmiş bir alandaki bir rakibin yavrularını gördüğünde ikileme düşmez. “Onları öldürüp kendi soyumu devam ettirmeye mi başlasam yoksa onları da kendi soyummuş gibi yetiştirip sürümün boyutunu mu arttırsam?” gibi sorular sormaz. (Burada önemli bir açıklama yapmak istiyorum. Günümüz teknolojisinde bile hayvanların ne düşündüklerini, ne hissettiklerini, ve bunların eylemlerini nasıl yönlendirdiğini anlamamızı sağlayan bir bilgi birikimine ulaşmış değiliz. Bu doğrultuda yapılan çıkarımlar ve ifadeler sadece sahip olduğumuz gözlemlerden yapılmaktadır.) Kendi doğası gereği, sadece kendi soyunu devam ettirme dürtüsü ile kendine ait olmayan yavruları öldürür. Bu ve bunun gibi bölge, kaynak, harem vb. unsurlardan dolayı kavgalar doğada birçok hayvanda görülebilir. Bu ikileme düşülmemiş kesin karar tavrından keskin bir farklılık gösteren (özellikle primatların başını çektiği bazı canlıların ara sıra rastlanan davranışları dışarıda tutularak) tek hayvan ise “homo sapiens sapiens” dir. Latince Sapio kelimesinden gelen “sapiens” farkları ayırt edebilen, anlayabilen, bilen, zeki anlamına gelir. Dolayısıyla insan, tanımı gereği, bilen, anlayabilen ve düşünebilen canlıdır. Bu yeti, bize farklı opsiyonları tartmayı, sadece kazancı (maddi, cinsel, entelektüel, zamansal, ideolojik vb.) ya da mantığı değil, etiği, vicdanı ve insan hayatının önemini de teraziye koyma imkânı ve sorumluluğunu veriyor. Bir kazancı ya da hedefi, “öbür aslanın alanını” elde edebilecek her türlü güç, kaynak ve destek üstünlüğüne sahipken bile bu yıkıcı gücü kullanmakta tereddütte düşme, ikilemlerde kalma sorumluluğunu yüklüyor bize aslında. O bomba ya da roket düştüğünde ne olacak? Kaç bin sivil ölecek? Kaç tane çocuğun binlerce olasılığa evrilebilecek hayatı son bulacak? Bir ideolojik ya da politik ilerleme ya da savunma herhangi bir insanın hayatından değerli mi? “Onların” ölmesi tamam da “bizim” ölmemiz mi sıkıntı sadece? Seçeneklerimiz arasında değerlendirdiğimiz eylemlerin bu derece korkunç olması bir yana, daha da korkunç olan gerçek ise artık bazı insanların, örgütlerin, kurumların ve ülkelerin bu ikilemlere bile düşmüyor oluşu. Güç ve çıkar dengesi içerisinde güçlü ele sahip olan taraf her zaman o gücünü kullanıyor; “karşı tarafa” verdiği hasar, aldığı canlar umurunda bile değil. İster 1000 çocuk ölsün, ister 10.000. “Onlardan” öldüğü müddetçe bir sakıncası yok. Tarihin en büyük diktatörlerinden Stalin ne demişti bize: “1 kişinin ölümü trajedi, milyonların ölümü istatistiktir”. Bu gerçekten kaynaklanacak ki tüm dünya olarak da birkaç seçkin azınlık ulus (genelde beyaz ve Avrupalı oluyorlar ne hikmetse) hariç milyonlarla zarar gören birçok ulusu ve insanları dünya olarak sadece izliyor, ve daha da korkuncu normalleştiriyoruz. İnsanlar arasında yarattığımız bu yapay ve ironik insanlık dışı değer ayrımı bizi bu ikileme düşmeyen vahşi kararlara itiyor. Böyle davranırken “kendimizi bilen, akıllı insan” olarak tanımlama kibrini nasıl gösterebiliriz? O, aklımızı ve düşünme yetimizi kullanmazsak, eylemleri vicdan, etik ve de en önemlisi hayat çerçevesinde tartmadan, tereddütte ya da ikileme düşmeden gerçekleştirirsek ne kalır insanlığımızdan? Kendimizi o çok üstün gördüğümüz hayvanlardan tek farkımız onların yarattığı ölümlerin doğal yaşamın bir parçası olup bizimkinin katliamlar, vahşetler ve trajediler silsilesi olması olur. Yanlış anlaşılmak istemem. Bu tarz tereddütsüz ve ikilem olmadan gerçekleştirilen yanlışlar sadece savaş sahnesinde savaş suçu olarak işlenmiyor. Gündelik hayatımızda da insan ve hayvan arasındaki çizginin bulanıklaştığı enteresan(!) kesitler ya izliyoruz ya da bizzat tanık oluyoruz. (Normalde gerilerek tanık ya da parçası olduğumuz bu olaylara belki de bir hayvan belgeseli izliyor edasıyla yaklaşmalıyız. Nasıl olsa öznelerin pek bir farkı kalmıyor). Tamamıyla tıkalı bir yolda sürekli şerit değiştiren, gerekmediği halde çakar takıp emniyet şeridinden giden, yol üstünlüğü ya da apaçık bir şekilde geçiş şansı olmamasına rağmen boşlukları zorlayan (ve bu barbarlığı kütlesi, copu ya da bıçağıyla destekleyen) ve bu gibi birçok insan müsveddesi de aynı insanlık dışılığın bir parçası. Trafikte birinin önüne kıran araç da, çalışanına bağıran patron da aynı güç diferansiyelinden yararlanarak kendi isteğine ulaşıyor fakat bu uğurda insan haklarını, saygıyı, ahlakı ve etiği göz ardı ediyor. Bu edinilmiş refleks “maymun gördüğünü yapar” misali toplumun her köşesine yayılıyor ve farklı güç dengesi olan neredeyse her yerde bu tarz durumlarla karşılaşıyoruz. Güçlü sadece ezebildiği için zayıfı eziyor. Binlerce yıllık keşiflerimizin, bilimsel buluşlarımızın, yarattığımız sanat eserlerinin, mühendislik harikası aygıtların, geliştirdiğimiz kültürlerin sonucunda yüce(!) insan türü, homo sapiens sapiens, olarak seçtiğimiz şahane yaşam biçimi bu mu? 8 küsür milyarlık insan nüfusu olarak ezelden beri gelen “ben-sen” kavgasını hayvan edasıyla sürdürmek mi kaderimiz? Öyleyse ne yazık... Kim bilir, belki orangutanlar araba kullanabilseydi ya da roket atabilseydi bizden çok daha insan olurlardı... ÖNEMLİ NOT: Ben bu yazıyı yazarken tarih 29 Ekim, yani Cumhuriyet Bayramımız. Ve eğer Türkiye Cumhuriyeti’nde (her ne kadar kendi içinde problemleri olsa da) özgürce nefes alabiliyor, hür bir şekilde yaşayabiliyorsak bunu zamanında en zor ikilemlerde kalmış, fakat zekâsı, vicdanı ve insanlığıyla hepsinde inanılmaz sonuçlara ulaşmış olan Mustafa Kemal Atatürk’e borçluyuz. Teşekkür ederiz Atam. Hepimizin Cumhuriyet Bayramı bir kez daha kutlu olsun!

Kaan Sayın

15 dk.

İkilem

İkilem

Hayatımızda gerçekleşen tüm kırılımlar, beklentilerimizle içinde bulunduğumuz “gerçekliği” etkileyen pek çok değişken unsurun; göz ardı edilemeyecek şekilde birbirlerinden uzaklaşması sonucunda ortaya çıkarlar. Bir zamanlar aynı yolda yürüyen bu iki yabancı, zamanla ortak bir paydada buluşmakta zorlanır ve evrenin en temel kanunlarının tesirinde mutlaka düzeltilmesi gereken mühim bir anlaşmazlığa doğru sürüklenirler. Bu kaos döneminden hallice durum, bizlere hayatımız boyunca kendini belirli aralıklarla gösterirken, yaşantılarımızda da zamansız bir döngü şeklinde yer bulur bir şekilde. Beklenti-gerçeklik uyuşmazlığından kaynaklanan çatışma ve sonrasında ortaya çıkan kırılım; içsel kargaşamızın tekrardan düzene girebilmesi ve yaşantımızı dengeye sokabilmesi için kritik bir rol oynar. Kişilerin algısına göre değişkenlik gösterebilse de, çoğu zaman bilinçaltımız bize, duygularımız aracılığıyla bu uyarı mesajını gönderir ve günlük yaşantımıza genellikle rahatsızlık, huzursuzluk, yalnızlık, kaybolmuşluk veya mutsuzluk şeklinde sirayet eder. Hayatımızda yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu iletir bizlere ve bizler, bu duygulardan yola çıkarak anlarız artık değişim vaktinin geldiğini. Bir şeyleri değiştirmemizin, yıkıcı veya yapıcı bazı büyük kararlar almamızın vakti gelmiştir. Hayatımızın gidişatını değiştiren bu baştan öngörülemez kırılımlar, gerçekleştikten sonra da bir denge hali oluştururlar. Bizlerse, bir sonraki içsel çatışmamıza kadar; içinde bulunduğumuz bu yeni düzende çabalarız kendimizi gerçekleştirmeye. Bireysel bütünlüğümüzü başlı başına etkileyen bu olay örgüsü, kendimizi iki yabancının -gerçek ve ideal benliğimizin- yaptığı bir müzakerenin moderatörü olarak bulmamıza sebep olur. Gerçek benliğimiz, yapılan seçimlerin yeterlilikler ve sınırlar doğrultusunda alınması gerektiğini savunur şiddetle. Kişinin bireysel gerçekliğinden beslenir. Ona göre her anı büyüklü küçüklü karar örgülerinden oluşan yaşamda; zayıf ve güçlü yönlerimiz tarafımızca belirlenmeli, kararlarımız olabildiğince rasyonel bir çerçeveye oturtulmalıdır. Hayallerimiz ve gerçeklerimiz arasındaki müzakerede, mümkün olduğunca gerçekler kazanmalı; kararlarımıza katıksız bir realizm hakim olmalıdır. Masanın diğer tarafındaysa ideal benliğimiz konumlanır: Nasıl ki evrende yaşamın oluşumunu mümkün kılan denge zıtlıklardan oluşuyorsa, bireyin yaşam çizgisinin özgünlüğü de gerçek benliğe zıt bir formun varlığıyla anlam kazanmalıdır. Bu zıtlığın kendisi, umutlarımızı ve hayallerimizi içerisinde barındıran, sınırları bilinmeze ulaşan; beklentileri gerçekleşmiş bir gelecek düşler. İdeal benliğimiz, almamız gereken risklerden ve yapmamız gereken fedakarlıklardan bolca bahseder argümanlarında, hemen karşı koltuğunda oturan kişisel gerçekliğimize cesurca meydan okur. Cüretkar ve bazen patavatsızdır. Ve işte çoğumuzun yaşantısı da, karşıt taraflarında bu iki yabancı benliğin oturduğu, sınırlarının birbirinden uzakta durduğu böyle bir ölçekle temsil edilebilir ancak. İki ucu arasında gel git halinde olduğumuz bu ölçek böylece; birbiriyle farklı görüşteki iki benliğin müzakeresi yoluyla kararlarımızı etkiler. Müzakereyi hangi tarafın kazandığı ya da bir kazananın olup olmadığı, aldığımız kararlar açısından büyük önem taşır. Burada, yazının başından beri sıklıkla bahsettiğim iki temel kavramı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Karar ve kırılım. Karar, günlük yaşantımızda ortaya çıkan çeşitli ikilemler karşısında verdiğimiz kesin yargıdır. “Seçenek örneklemi” adı altında da anabileceğimiz pek çok olasılık, zihinlerimizde bir seçim kümesi oluşturur. Karşılaştığımız durum özelinde sürekli farklı kombinasyonlara sahip olan bu küme, perspektifimizi oluşturan pek çok farklı unsur (eğitimimiz, kültürümüz, çevremiz, genetik faktörler vb.) tarafından şekillenir ve dolayısıyla kişiye özgü eşsiz kararların alınabilmesini sağlar. Zihnimizdeki pek çok filtreden geçen bu olasılıklar en sonunda karşılaştığımız anlık veya süreçsel bir olay karşısında aklımıza gelen seçeneklere dönüşürler. Kişinin kendi gerçekliği açısından daha doğru ve kolay bir yargıya varabilmesi adınaysa zihnimiz, bu farklı seçenekleri birbirleriyle kıyasladığımız çok ikilemli bir karar problemine dönüştürür; kısaca bizden bir seçim yapmamızı ister. Öbür yandan kırılım, gerçekleşmesi için belirli koşulların karşılanması gereken kararlar sonucunda meydana gelen değişimdir. Bu doğrultuda, gerçek benliğimiz (gerçeklerimiz) ile ideal benliğimiz (beklentilerimiz, hayallerimiz) arasında yaşanan bir çatışma sonucunda ortaya çıkan ikilemlerin; birbirleriyle kıyaslanması sonucunda verdiğimiz kararlar, hayatımızı farklı bir boyuta ve düzleme taşırlar. Benliklerimiz arasında meydana gelen bu çatışma, mikro ölçekte ne kadar girintili çıkıntılı gözükse de makro ölçekte çoğunlukla düzgün giden yaşam çizgimizin şeklini ve doğrultusunu değiştiren yegane unsurdur. Hayatı yaşamaya değer kılan ve pek çok olumsuzluğuna göğüs germemizi sağlayan, özgür irademizin varlığını bizlere hissettiren bu değerli anlar, çoğunlukla gerçekleşmeyi başaran ve pozitif yönde değişimi sağlayan kırılımlar tarafından var edilirler. Ve işte, tam da bu sebepten bizler, yaşamımızın genelindeki kararları; bir şekilde gerçekleşmesini beklediğimiz veya beklemediğimiz (çokta farketmez) bu kırılımları umut ederek almaya çalışırız. Zaten kırılımları oluşturan bu nadir benlik çatışmalarımız dışında da, hayatımızın çok büyük bir kısmında; kararlarımızı belirli bir monotonluk çerçevesinde alarak ilerleriz. İşte karşımıza çıkan bu kırılım anlarını, belki de yaşantımızda aldığımız kararların oransal olarak çok yüksek bir kısmından farklı kılanda tam olarak budur. Çünkü; gerçek ve ideal benliğimizin ortak paydada çoğunlukla buluştuğu zamanlarda verilen kararların gücü, yaşam çizgimizde beklenen sıçramayı yaratabilecek o kırılımı oluşturamaz. Ancak onlar da gereklidir tabiki. Bir kırılım olabilmesi için gerekli farkındalığın, hatta ve hatta bir kırılımı gerçekleştirebilecek yeterli hazırlığın olabilmesi adına rutin veya görece önemsiz kararların varlığı da bir gerekliliktir yaşamda. Bir gününde yaklaşık otuz beş bin seçimin yapıldığı ortalama bir insan yaşantısında, çoğunlukla bir amaç, beklenti, umut veya gerçeklik peşinde rutine bağlanmış ve önceden belirli aksiyonlardan oluşan bu düzen ve denge durumunun varlığı pek tabii doğal karşılanmalıdır. Zaten hepimizin yaşamı, çeşitli ve farklı beklentilerimiz uğruna bir düzene sokmaya çalıştığımız gerçekliğimiz etrafında geçer bir şekilde. Gelişimin ve ilerlemenin gereksinimi olan bu görece monoton sürecin farkınada pek çoğumuz zaman içerisinde bir şekilde varırız. Çoğunlukla toleransı belirli bir dengenin limitinde kalmak da, bir yandan tüm bu sebeplerden ötürü gereklidir. Fakat, yine de bu duruma herkes uymak zorunda değildir. Hatta bazılarımız uymak istemez hiçbir zaman. Onların karşılaştıkları ikilemler, bu sebepten dolayı çok daha ağır olurlar. Beklentileri, asla gerçekliğe dönüşemeyecek bir mottoya sahiptirler: Düzeni ve dengeyi, kırılımlarla dolu bir hayatın içerisinde bulmak. Yaşamımızda karşılaştığımız sayısız ikileme karşı aldığımız kararların, her zaman bu şekilde sıkıcı bir monotonluğa sahip olmasını da kabul etmezler. En temelinde hayatın kendisiyle aralarında bir türlü çözemedikleri sorunlar: yaşamın ve evrenin kendi dinamikleridir aslında. İsyankar yaşarlar ve hayatlarında kaosun getirdiği bir düzen isterler. Ulaşılması imkansız bir hedef olsa da, sonucu hüsran olan bu yolda bulunmaktan, pek çoğumuzdan daha fazla zevk aldıkları ise neredeyse kesindir. Tüm bunları düşündüğümde; yazının başından beri konumuzun gizli öznesi olan ikilemlerin en azından benliğimizdeki varlık sebebinin tüm bunlarla ilişkili olduğuna inanmak istiyorum: Hayattaki rotamızı, karşımıza çıkarttığı çatışmalar aracılığıyla özgürce seçebilmemizi sağlamak. Bir yandan özgür irademizi korurken diğer yandan da “bir tiyatro sahnesi” dünyadaki rolümüzü bize bırakmak. İşte böyle, zihnimizde bulunan seçenek örneklemi aracılığıyla, önümüze çıkan onca ikilem arasından istediğimiz kararı almakta özgür olduğumuz için hayatın kendisi de eşsiz bir deneyime dönüşmekte. O değerli ve aranan kırılımları oluşturmakta. Ben eminim ki, hepimiz birer yazar olarak anlatsaydık hayatlarımızı; bu kırılımlar da kendi kitaplarımızın bölümlerini temsil ederlerdi. Bazılarımızın hayatı, verilen kararlar sonucunda pek çok çatışmaya sahip olur; aksiyonu bol, heyecanlı kurgusuyla içine çekerdi okurları. Mutluluğu ve anlamı sürekli gerçekleşen değişimin kendisinde bulurlardı. Bazılarımızsa az bölümlü, fazla dengeli bir hayatın huzurunda mürekkebini kuruturdu. Analiz ve tahlile bolca önem verirler, yaşamın içerisindeki monotonluklarda en güzel manzarayı bulmaya çalışırlardı. Onları, yönü çoğunlukla değişmeyen rotalarındaki sürekli gelişimleri özel kılardı ve aradıklarını, sebat dolu yaşamlarının içerisinde bulurlardı. Uzun lafın kısası, günün sonunda, karşılaştığımız her ikilem, karar verdiğimiz her olasılık eşsiz bir yaşamın öyküsünü de taşır içerisinde. En benzer içeriklerde bile, bu ikilemler; dengede giden benliklerin çatışmaları sonucunda verilen kararlar sayesinde özgün kılarlar hikayelerimizi. Benliklerin bu çatışmasını da zaten bu sebepten her iyi yazar kullanır eserlerinde. Ve tam da bu yüzden, bir şaheseri; ikilemler, kararlar ve kırılımlar hep beraber oluştururlar. Hepsi birbirinden önemli ve hepsi birbirinden değerlidir insan yaşamında. Bir yandan hayatlarımızı öngörülemez ve değişken kılarken diğer yandan garip bir şekilde olasılıksal olmasını da sağlarlar. Ancak şunu da unutmamamız gerekli: Kararlar verilmeden, kırılımlar oluşmadan; varlığı yadsınamaz ikilemlerimiz yön verirler ilk adım olarak hayatlarımıza. Kendimizi içerisinde bulduğumuz bu tiyatro sahnesinde, kendi rolümüzü belirlememize ön ayak olur onlar...
Yiğiter Tuncer

Yiğiter Tuncer

20 dk.

İKİLEMLER BENİM ANLADIĞIM İKLİMLER İKLİM

İKİLEMLER BENİM ANLADIĞIM İKLİMLER İKLİM

Yazıma bir başlık bulmakta çok zorlandım. Çok basit bir şekilde bu ayın konusu olan “ikilemler” yapayım dedim ama beğenmedim, bu kadar basit olması hoşuma gitmedi. Yazımı en baştan okuyunca da fark ettim ki ne kadar fazla “benim anladığım” ifadesi ile başlayan cümleler kurmuşum diye düşündüm, bari o olsun dedim fakat anlayacağınız o da içime sinmedi, hem ne kadar bir şey anlamış olabilirim diye düşündüm. Yazımın içeriğine uydurabileceğim bir kelime oyunu ile bu ayın teması olan kelimenin harfleri ile oynayarak “iklimler” olsun diye düşündüm fakat göreceğiniz o ki onu da beğenmedim ve üzerini çizdim. İlerleyen satılarda da yazı daha iyi anlaşılacağı üzere iklimler yerine “iklim” daha güzel olacak diye düşündüm fakat o zaman da kelime oyunu olmuyor ve anlamsız kalıyor diye ondan da vazgeçtim. Kısacası ikilemlerden ve arada kalmaktan bahsetmek için oturduğum bilgisayar başında başlığım için yaşadığım arada kalmışlık yüzünden ekrana bakakaldım. Benim için “ikilem” arada kalmanın bir başka halidir. Yazımın başında yaşadığım bu küçük ikilem aslında hayatın en mikro örneğe indirilmiş hali olarak görülebilir. Benim yaşadıklarımdan anladığım kadarıyla hayat karar almaktan ibaret. Ve bu karar almak her zaman bizi bir ikilemde veya bir başka deyişle arada bırakıyor. Basit bir akıl yürütme ile hayatın sürekli karşımıza çıkan ikilemler olduğu çıkarımını yapmak da mantıksız olmaz. Kararlarımızda her zaman arada kalma durumunda olmuyoruz tabi ki de. Her kararda da zorlanmıyoruz fakat hayatımızı şekillendirenler de her zaman bu zor seçimler oluyor. Ya da aldığımız kararın zor olması bize hayatımızı değiştireceğini düşündürtüyor da olabilir. Bu kararı verebilmek en ağır taşı kaldırmaktan da, en zor matematik problemini çözmekten de zor olacağı için bunu başardıktan sonra “bir şeylerin değişmesini beklemek” çok doğal bir durum olsa gerek. Fakat benim anladığım ve gördüğüm o ki her ne karar verirsek verelim değişmesini beklediğimiz o “şeyler” bir türlü değişmiyor. En azından kendi adıma konuşayım boşuna sizi dahil etmeyeyim, hem nasıl hayatımızı aldığımız kararlarla ve arada kaldığımız ikilemlerden çıkardığımız sonuçlarla şekillendirsek de hiçbiri yeterli olmayacak gibi geliyor. Aldığımız kararlar bizi hayatta aradığımız o “anlam arayışına” yakınlaştırdığı zannedilse de aslında bizi “hayat sadece bundan ibaret olmamalı” fikrine daha çok ittiğini düşünmeye başladım. Kendimize nasıl bir yol çizersek çizelim eninde sonunda aldığımız cevapların bizi tamamen tatmin etmeyeceği ve “Bu muydu? Daha fazlası olması gerekmez miydi?” diye soracağımız bir noktaya doğru ilerliyormuş gibi bir his var içimde yavaş yavaş kendi hayatımı kurmaya çalışırken. Peki bu duyulduğu kadar korkulası bir durum mudur? Kesinlikle hayır deyip kimseyi kandırmayayım. Duyulduğu kadar rahatsız edici olmasa da insanın içini her zaman rahatsız edecek bir duygudur. Nasıl bir hayatta mutluluğu en çok elde edeceğimizi veya hayattan maksimum tatmini alacağımızı fark edememek insana hep sıkışmışlık hissini yaşatacak. Elbette mutluluğa ulaşmak bu hayatın kesin ve nihai amacı olduğunu düşünmüyorum, burada “mutluluk” kelimesini kullanışım hayatı güzel yaşamanın en güzel ve genel tanımı olduğunu düşünüyorum. Yoksa bu konu da başka bir yazının konusu olur, neyse. Durup düşünüldüğünde sanki kendi aklında bile hareket edemeyip tabiri caizse kara saplanıp kalmak gibi bir hissi insanın zihnine bırakıyor bu düşünce. Sanki tek bir iklimi yaşıyormuş da onun da en sert yaşandığı bir günde hiçbir şey yapamaz hale gelmek gibi bir his. Evinin içinin bile karla kaplı olması gibi. Fakat hayattan keyif almanın ilk adımı da burada olmalı. Eğer kara saplanıp kalmaksa hayat, kar topu oynamak veya kardan adam yapmak da bir ihtimal, evde oturup karın yağmasından söylenmek de. Hayattan keyif almayı ve bu tatminin maksimuma çıkarabilmeyi en basit şekilde tanımlamak istediğimde bunun iki yolu olduğunu söylüyorum. Bunlardan biri bir şeyler üretip bu dünyaya bir iz bırakmak ve ikincisi de aşık olmak ve tabi ki karşılık alabilmek. Bu iki ihtimalden en az birini yakalayabilmek hayatta mutlu olmanın temeli olarak görüyorum. Aşık olmak illa sevgili bağlamında bakılmamalı, ilk akla geldiği şekilde bir insana, hayat arkadaşına aşık olmak da bir aşk, yaşadığımız dostluklar da, hayvanlarla kurduğumuz bağ da veya dini bağlar da bir biçimde bu aşkın örnekleridir. Tabi ikisini de bulduğumuzda bambaşka bir şey konuşmaya başlarız. Bizim de bu dergiyi çıkarmamızın en temel sebebi de en azından bu iki ihtimalin ilk ayağını tamamlayabilmekti. Yani bir başka deyişle bu karlı günlerde hep beraber bir kardan adamı yapmaya başladık. Yazımın resminde karların arasındaki çöp adam da aslında hepimizi, herkesi temsil ediyor aslında. Hepimiz her hâlükârda bir şekilde kara saplanmış bir şekilde hayata devam ediyoruz. Herkes karlardan sıkışmak yerine hareket etmeyi tercih ediyor ve çıkış noktamız farklı olabilir. Kaldığımız aralar ve ikilemlerde verdiğimiz kararlar hayatımızı belirliyor ve bir kere yaşayacağımız bu hayatta bunun ağırlığı çok. Verdiğimiz kararlar her ne kadar “Hayat bu muydu?” duygusuna bizi yaklaştırsa da benim çıkış noktalarımda en azından dünyada bıraktığım izler ve yanımdakiler, bu ikilemlerin bana kattıkları olacak, biliyorum.

Ali Aktaş

10 dk.