İkilemlere düşmeli mi? Düşmemeli mi?
Mavi kotu mu giysem keten pantolonlarımı mı? Hamburger mi yesem pizza mı? Maçı evden mi izlesem stattan mı? Ülkeme gelen bir terörist saldırısına, karşı taraftaki sivil vatandaşları tamamıyla hiçe sayıp bombardımanla karşılık mı versem yoksa belki de bu konuda haklı olmama rağmen güç diferansiyelimden yararlanmadan olayı nasıl kökünden ve sivillere zarar vermeden çözebilirim onu mu bulmaya çalışsam? Hepsi, ve açıkçası sonuncusu da dahil(!), gündelik hayatta bolca karşılaştığımız o enteresan hadiseye örnek: ikilem. Dünyanın bize sunduğu milyonlarca farklı denklemde sonucu iki şıkka indirgeyip arasında kaldığımız o durumlar: Olmalı mı olmamalı mı? Kaçmalı mı, savaşmalı mı? Varoluş mu yok oluş mu? Her biri birbirinden çetrefilli düşünce zincirleri, varsayımlar ve kararlar içeren bu ikilemlerde herhangi bir sonuca varmak oldukça zor. Bireyin içsel meclisi içerisinde söz alan vicdan, akıl, etik ve mantık kimi zaman bir konsensusa varmakta zorlanıyor; birinin artı gördüğü, öbürünün gözünde kocaman bir eksi olabiliyor. Bu anlaşmazlık bizi hem bireysel hem de toplumsal boyutta bazen çözümsüzlüklere itse de aslında varlığı kendimizi insan atfedebilmemizde kritik bir rol oynuyor. Gelin ikilemlerin bizi insanlığımıza nasıl bağladığına ve ikilemlere düşmemenin neden tehlikeli olduğuna beraber bakalım.
Doğa belgeselleri izleyenlerimizin çoğunun denk gelmiş olabileceği klasik sahnelerdendir:
Genç bir erkek (alfa) aslan kendine yeni bir hükümdarlık alanı edinebilmek için dolaşmaktadır.
Karşısına başka bir erkek aslanın hüküm sürdüğü topraklar çıkar.
Genç aslan “fırsat bu fırsat” diyerek orada hüküm süren alfayla bir hakimiyet dövüşüne girer.
a. Eğer genç kazanırsa eski hükümdar sürülür, genç yeni aslan hareminin alfası olur, eski hükümdarın tüm yavrularını öldürür ve kendi soyunu yaratmaya başlar.
b. Eğer hükümdar kazanırsa hükmü devam eder. Soyunu devam ettirir
Son aşamada yeni genç aslanın yaptığı ne bir soykırım, ne bir katliam ne de “akıl almaz bir vahşettir”. Duygu süzgecimizden geçirdiğimizde bizi hüzünlendiren bu olayın genç aslanı bağlayan hiçbir tarafı yoktur. O yeni fethedilmiş bir alandaki bir rakibin yavrularını gördüğünde ikileme düşmez. “Onları öldürüp kendi soyumu devam ettirmeye mi başlasam yoksa onları da kendi soyummuş gibi yetiştirip sürümün boyutunu mu arttırsam?” gibi sorular sormaz. (Burada önemli bir açıklama yapmak istiyorum. Günümüz teknolojisinde bile hayvanların ne düşündüklerini, ne hissettiklerini, ve bunların eylemlerini nasıl yönlendirdiğini anlamamızı sağlayan bir bilgi birikimine ulaşmış değiliz. Bu doğrultuda yapılan çıkarımlar ve ifadeler sadece sahip olduğumuz gözlemlerden yapılmaktadır.) Kendi doğası gereği, sadece kendi soyunu devam ettirme dürtüsü ile kendine ait olmayan yavruları öldürür. Bu ve bunun gibi bölge, kaynak, harem vb. unsurlardan dolayı kavgalar doğada birçok hayvanda görülebilir. Bu ikileme düşülmemiş kesin karar tavrından keskin bir farklılık gösteren (özellikle primatların başını çektiği bazı canlıların ara sıra rastlanan davranışları dışarıda tutularak) tek hayvan ise “homo sapiens sapiens” dir. Latince Sapio kelimesinden gelen “sapiens” farkları ayırt edebilen, anlayabilen, bilen, zeki anlamına gelir. Dolayısıyla insan, tanımı gereği, bilen, anlayabilen ve düşünebilen canlıdır. Bu yeti, bize farklı opsiyonları tartmayı, sadece kazancı (maddi, cinsel, entelektüel, zamansal, ideolojik vb.) ya da mantığı değil, etiği, vicdanı ve insan hayatının önemini de teraziye koyma imkânı ve sorumluluğunu veriyor. Bir kazancı ya da hedefi, “öbür aslanın alanını” elde edebilecek her türlü güç, kaynak ve destek üstünlüğüne sahipken bile bu yıkıcı gücü kullanmakta tereddütte düşme, ikilemlerde kalma sorumluluğunu yüklüyor bize aslında. O bomba ya da roket düştüğünde ne olacak? Kaç bin sivil ölecek? Kaç tane çocuğun binlerce olasılığa evrilebilecek hayatı son bulacak? Bir ideolojik ya da politik ilerleme ya da savunma herhangi bir insanın hayatından değerli mi? “Onların” ölmesi tamam da “bizim” ölmemiz mi sıkıntı sadece?
Seçeneklerimiz arasında değerlendirdiğimiz eylemlerin bu derece korkunç olması bir yana, daha da korkunç olan gerçek ise artık bazı insanların, örgütlerin, kurumların ve ülkelerin bu ikilemlere bile düşmüyor oluşu. Güç ve çıkar dengesi içerisinde güçlü ele sahip olan taraf her zaman o gücünü kullanıyor; “karşı tarafa” verdiği hasar, aldığı canlar umurunda bile değil. İster 1000 çocuk ölsün, ister 10.000. “Onlardan” öldüğü müddetçe bir sakıncası yok. Tarihin en büyük diktatörlerinden Stalin ne demişti bize: “1 kişinin ölümü trajedi, milyonların ölümü istatistiktir”. Bu gerçekten kaynaklanacak ki tüm dünya olarak da birkaç seçkin azınlık ulus (genelde beyaz ve Avrupalı oluyorlar ne hikmetse) hariç milyonlarla zarar gören birçok ulusu ve insanları dünya olarak sadece izliyor, ve daha da korkuncu normalleştiriyoruz. İnsanlar arasında yarattığımız bu yapay ve ironik insanlık dışı değer ayrımı bizi bu ikileme düşmeyen vahşi kararlara itiyor. Böyle davranırken “kendimizi bilen, akıllı insan” olarak tanımlama kibrini nasıl gösterebiliriz? O, aklımızı ve düşünme yetimizi kullanmazsak, eylemleri vicdan, etik ve de en önemlisi hayat çerçevesinde tartmadan, tereddütte ya da ikileme düşmeden gerçekleştirirsek ne kalır insanlığımızdan? Kendimizi o çok üstün gördüğümüz hayvanlardan tek farkımız onların yarattığı ölümlerin doğal yaşamın bir parçası olup bizimkinin katliamlar, vahşetler ve trajediler silsilesi olması olur.
Yanlış anlaşılmak istemem. Bu tarz tereddütsüz ve ikilem olmadan gerçekleştirilen yanlışlar sadece savaş sahnesinde savaş suçu olarak işlenmiyor. Gündelik hayatımızda da insan ve hayvan arasındaki çizginin bulanıklaştığı enteresan(!) kesitler ya izliyoruz ya da bizzat tanık oluyoruz. (Normalde gerilerek tanık ya da parçası olduğumuz bu olaylara belki de bir hayvan belgeseli izliyor edasıyla yaklaşmalıyız. Nasıl olsa öznelerin pek bir farkı kalmıyor). Tamamıyla tıkalı bir yolda sürekli şerit değiştiren, gerekmediği halde çakar takıp emniyet şeridinden giden, yol üstünlüğü ya da apaçık bir şekilde geçiş şansı olmamasına rağmen boşlukları zorlayan (ve bu barbarlığı kütlesi, copu ya da bıçağıyla destekleyen) ve bu gibi birçok insan müsveddesi de aynı insanlık dışılığın bir parçası. Trafikte birinin önüne kıran araç da, çalışanına bağıran patron da aynı güç diferansiyelinden yararlanarak kendi isteğine ulaşıyor fakat bu uğurda insan haklarını, saygıyı, ahlakı ve etiği göz ardı ediyor. Bu edinilmiş refleks “maymun gördüğünü yapar” misali toplumun her köşesine yayılıyor ve farklı güç dengesi olan neredeyse her yerde bu tarz durumlarla karşılaşıyoruz. Güçlü sadece ezebildiği için zayıfı eziyor. Binlerce yıllık keşiflerimizin, bilimsel buluşlarımızın, yarattığımız sanat eserlerinin, mühendislik harikası aygıtların, geliştirdiğimiz kültürlerin sonucunda yüce(!) insan türü, homo sapiens sapiens, olarak seçtiğimiz şahane yaşam biçimi bu mu? 8 küsür milyarlık insan nüfusu olarak ezelden beri gelen “ben-sen” kavgasını hayvan edasıyla sürdürmek mi kaderimiz? Öyleyse ne yazık... Kim bilir, belki orangutanlar araba kullanabilseydi ya da roket atabilseydi bizden çok daha insan olurlardı...
ÖNEMLİ NOT: Ben bu yazıyı yazarken tarih 29 Ekim, yani Cumhuriyet Bayramımız. Ve eğer Türkiye Cumhuriyeti’nde (her ne kadar kendi içinde problemleri olsa da) özgürce nefes alabiliyor, hür bir şekilde yaşayabiliyorsak bunu zamanında en zor ikilemlerde kalmış, fakat zekâsı, vicdanı ve insanlığıyla hepsinde inanılmaz sonuçlara ulaşmış olan Mustafa Kemal Atatürk’e borçluyuz. Teşekkür ederiz Atam. Hepimizin Cumhuriyet Bayramı bir kez daha kutlu olsun!
15 dk.