Yazımızın temasıyla kendimizi ayağımızdan vurduk diyebilirim. Düşünmek temalı bir sayıya yazı düşünmek ne zormuş. Zihnimiz
enteresan. Pembe bir fil düşünme deyince aklımıza hemen pembe bir fil geliyor, ama zihnimizin biraz zorlanması gereken bir konu
olduğunda düşünmesi gereken işi yapmak yerine diğer her işi yapıyor. Ödevimizi yapmak yerine odamızı toplarız. İşimizi yapmak
yerine e-posta kutumuzu temizleriz. Zihnimiz suyun en kısa yolu bulması gibi, bir elektrik devresindeki en kolay yolu seçen
elektronlar gibi çalışır. Devrede boş bir kablo varsa bütün akım oradan akar. O boş kablo sistemin kısa devresidir. Zihnimizin de
kısa devresi evde oturmak, telefona bakmak, bir dakikalık videolar izlemek, yani düşünmemek. Efektif bir makineyiz. Öyle de olmak
zorundaydık. Doğada yedi gün avlanamamış bir canlının dergi yazısı düşünmeye harcayacak enerjisi yoktur. Zihnimiz marketten yemek
alabildiğini kavrayana kadar da bu enerjiyi harcamaya direnecek.
Bu bağlamda üst insan olmak, evrimde bir sonraki adıma atlamak düşünmektir. Hatta düşünmek var olmanın temelidir.
Ancak görünebilirliğin artmasıyla birlikte “Düşünüyorum öyleyse varım” sözü yerini “Görünüyorum öyleyse varım” a bırakmıştır.
Buraya çok kısa bir not düşmek istiyorum. Geçmişteki insanların çokça düşündüklerini, günümüzde ise insanların düşünmediklerini
savunmuyorum. Cadı diye insanların yakıldıkları, “Eğer cadıysa yaşar insansa geçmiş olsun” denildiği dönemlerden geçtik. Günde bir
patates ve bir dilim ekmekle de başka düşünce çıkmaz zaten o kafadan. Benim bahsetmek istediğim değer olarak görünebilirliğin
düşüncenin önüne geçmesi. Artık bir işi yapmanız önemli değil, o işi yaptığınızın bilinmesi önemli.
Kendi kitabımdan bir alıntı yapayım: “Diyelim ki bu dünyadaki en güzel şiirleri ben yazıyorum. Eğer benimle dünyadaki geri kalan
insanların hepsi aynı fikirde değilse ya da bu bilgiden haberleri bile yoksa bu dünyadaki en güzel şiirleri ben mi yazıyorumdur
gerçekten? Bu düşüncenin başka klasik örnekleri de var tabi. Hiç kimsenin olmadığı bir ormanda bir ağaç devrilirse bu ağaç ses
çıkarır mı çıkarmaz mı?” Düşen ağacın ses çıkartması için onu işitecek bir çift kulağa, benim yazar olmam için de siz değerli
okuyuculara ihtiyacım var (Okuyun şu kitabı valla güzel kitap). Ha bir de mutlu olmam için mutluluğumu görecek bir çift göze veya
takipçilere ihtiyacım var.
Cenazenizde de “Merhumu nasıl bilirdiniz?” Diye soracaklar. Kimse “Merhum neler yapmıştı” demeyecek.
Bu noktada durup yazımın başından beri kabul ettiğim düşünceyi hatırlamakta fayda var. Düşünmek iyidir. Bunu kabul ederek başladım
yazıma ama ne geçti elimize düşünerek? Shakespeare meşhur Olmak ya da Olmamak tiradında ne diyordu?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Buradaki düşünce ölümden sonrasının düşüncesi. Ancak çalışan bir akıl bir şeyi düşünüp bir diğerini düşünmemezlik edemez. İnsanın
kuvvetli bir aklı varsa iyi kötü her düşünce gelir aklına. Kuvvetli bir akıl da nöronlar arasındaki bağlantıları kurarak
oluşturulur.
Neil Postman’ın dilimize “Televizyon: Öldüren Eğlence” olarak çevrilmiş kitabının ön sözü aklıma geldi (güzel kitaptır, öneridir,
bu yazımı okumaya vermiş olduğunuz emeğin geri dönüşüdür). Postman, dünyanın George Orwell’in 1984 kitabındaki haline
bürünmediğinden bahsediyor. Orwell kitabında bilginin bir büyük birader tarafından kısıtlanacağı bir distopya düşünüyordu.
Postman’a göre Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı daha gerçekçi bir distopyaydı. Her bilginin topluma açık olduğu ama kimsenin
bilgileri umursamadığı bir dünya. Postman’dan direkt alıntı yapayım “Huxley’in görüşlerine göre ise insanların özerklikleri,
olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. Huxley’e göre, insanlar süreç içinde
üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır.”
Bu son cümleden sonra da aklıma direkt bilim-kurgu yazarlarının babası Isaac Asimov’un “The Feeling of Power” hikayesi geldi
(internetten kısa film olarak izleyebilirsiniz). Hikaye şöyle gelişiyor: İnsanlar hesap makinesiyle dört işlem yapmaya
alışmışlardır. Aradan nesiller geçmiş, yeni doğmuş kimse kendi kafasından dört işlem yapmamıştır. Bir savaşta hesap makinelerinin
hepsi yok edilir. Tersine mühendislikle dört işlemin nasıl yapıldığı bulunur ve insanlara gösterildiğinde herkes hayrete düşer.
Bulan kişinin gösterdiği “Abicim bak bunları alt alta yazıyorsun birler basamağından toplamaya başlıyorsun bazen elde bir oluyor
falan” demesine olmaz öyle saçma şey derler. Asimov bu hikayeyi yazdığında ortada daha hesap makinesi yoktu. Şu an geldiğimiz
nokta bu kadar beter olmasa da gelecek asırda yaşanabilecek bir senaryo bu. Kaybedilen başka özellikler de var. Mesela ben yazı
yazıyorum. İnsanlar bazen o kadar şaşırıyor ki, ağızları açık nasıl yazıyorsun diye soruyor. Nasıl mı yazıyorum? Yazıyorum işte.
Grafit ve kilin tahta bir silindir tarafından hapsedilmesiyle oluşturulmuş aletle Antik Mısır dönemlerinde geliştirmiş teknolojik
bir düzleme, daha önceden anlamları ve sesleri belirlenmiş bazı figürler çiziyorum. Bu figürler birleşip harfleri, kelimeleri,
cümleleri ve paragrafları oluşturuyor. “Ben de yazmak istiyorum” diyorlar. “Yaz kardeşim o zaman” diyorum. Dünyadaki tartışmasız
en ucuz hobi bu. Kalem almaya bile gerek yok. Bir taşı duvarlara sürterek de gayet güzel yazılar yazılır.
Bu yazıda yeteri kadar şikayet etmemişsin demeyin diye son olarak da şu kitap okuma işine değinmek istiyorum. Kitap okumak
düşünmek demek değildir. Bir neslin televizyon dizileridir birçok kitap. Kitap okurken durmak, ulan ben bunun bir benzerini şurada
görmüştüm demek. İki düşüncenin arasındaki temel farklılıkları saptamak. Hangi düşüncenin sizin doğrularınıza uyduğunu belirlemek.
Yazarın sizi hangi noktalarda aldatmaya çalıştığını anlamak düşünmektir.
Siz aman ha düşünmeyin. Günümüzde her şeyin olduğu gibi zekanın da yapayı var. Siz ona sorun o sizin yerinize düşünür.
Televizyondan dizinizi izlerken telefonunuzdan arkadaşlarınızın tatil fotoğraflarını beğenin. Bende “Over thinking” problemi var
deyip kafanızı susturacak haplar alın. Bunu gerçekten yapın. Yoksa Neo gibi her tarafınıza borular sokulmuş bir biçimde
kapsülünüzden çıkarsınız ve insan çiftliklerine bakakalırsınız. Kafayı sıyırırsın kanka, yapma.
Düşüncelerimiz, fikirlerimiz... Bizleri, aynı dünyayı paylaştığımız pek çok canlıdan ayıran sihirli gücümüz. Öyle bir lütuf ki bu
güç, bir yandan çatışan ruhlarımızın yoğun sisinde ilerlemeyi sağlarken diğer yandan da rotamızı kaybetmemize engel oluyor. Zaten
tarihin tozlu raflarına şöyle dönüp de baktığımızda, düşüncelerin ve fikirlerin varlığı bu yazdıklarımı doğrularcasına selamlıyor
bizleri: Hayatımızda varlığını sürdüren bu kavramların toplumsal yapıları, kültürleri ve hatta bizlerin yaşam kalitesini öyle ya
da böyle ilerletirken veya değiştirirken bir yandan da neye dönüştürdüğünü gözlemleyebilmemiz, üzerimize birer birer düşen düşünce
tanelerinin bile zamanla ne kadar büyük bir çığa sebep olabileceğini bizlere kanıtlıyor. İşte tam da bu sebepten “düşünmek” temalı
bu sayımızda, tarihte büyük değişimlere yol açan bazı önemli düşünceleri ve bu düşüncelerin nasıl şekillendiğini incelemek
istedim: Geçmişte spor, politika, sanat ve felsefe gibi çeşitli alanlarda gerçekleşmiş bu çeşitli ve güçlü fikirlerin izlerinin
günümüz toplumundaki etkilerini de bu sayede hep beraber süreceğiz.
Sanatta Devrim: Rönesans ve Günümüze Etkisi
Pek çoğumuzun bildiği üzere rönesans, 14. ve 17. yüzyıllar arasında Avrupa'da sanat, bilim ve felsefe gibi birçok alanda köklü
değişimlere yol açan bir dönemi sembolize etmekte. Bu kültürel uyanış, antik Yunan ve Roma'nın klasik değerlerinin yeniden
canlandırılmasıyla şekillenip insan merkezli bir bakış açısını (hümanizm) toplumun önemli bir kesimine benimsetmeyi de başardı. Bu
dönemin fikirleri bireyin yaratıcı gücüne olan inancı artırarak, sanatçıların ve bilim insanlarının özgür ve yaratıcı bir şekilde
çalışmalarını sağladı. Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael gibi büyük sanatçılar bu dönemde ortaya koydukları "Mona Lisa",
"Son Akşam Yemeği", "Davud" heykeli, Sistine Şapeli freskleri, "Atina Okulu" gibi eserleriyle, insan formunu ve doğayı yeni bir
gözle keşfetmemizi sağladılar. Rönesansla ortaya çıkardıkları düşünce yapısını sanatla harmanlayarak perspektif kavramının ve
kullanımının toplum bazında keşfini sağladılar. İşin bilim tarafındaysa Nicolaus Copernicus'un güneş merkezli evren modeli,
Galileo Galilei'nin teleskopik gözlemleri ve Johannes Kepler'in gezegenlerin hareket yasaları gibi keşifleri bildiğimiz dünyayı
mikroskop altına alarak gelecek nesillerin daha doğru bir sistematikte; gerçeklikle paralel giden bir yaratıcılıkta
düşünebilmesini sağladı. Bu bilim insanlarının çalışmaları, evrenin anlaşılmasında yeni bir çağı başlatarak, modern bilimin de
temellerini attı. İşte bu şekilde Rönesans'ın hümanist düşünce yapısı, bireyin potansiyeline olan inancını artırmış ve özgür
düşüncenin önemini vurgulamış. İnsanlar, kendi yeteneklerini keşfetme ve geliştirme konusunda cesaretlenmiş. Bu düşünce yapısı,
sanatta, bilimde ve felsefede de bu sayede büyük ilerlemelerin kaydedilmesini sağladı. Rönesans'ın etkileri günümüze kadar ulaştı.
Modern sanat, Rönesans'ın perspektif, anatomi ve kompozisyon konusundaki yeniliklerinden büyük ölçüde etkilendi. Bugün bile
sanatçılar, Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael gibi ustaların eserlerinden ilham alıyorlar. Bilimsel düşünce ve araştırma
geleneği, modern bilimin gelişiminde hala önemli bir rol oynuyor. Galileo ve Copernicus gibi öncülerden ilham alan bilim
insanları, evreni ve doğayı daha derinlemesine incelemeye devam ediyor. Yüzyıllar öncesinde daha da eski zamanlardaki düşüncelerin
gelişimiyle ortaya çıkan fikirler, ilerleyerek ve gelişerek modern zamanlarımızın düşünce yapısına temel oluşturmaya ve onları
dönüştürmeye devam ediyor. Tıpkı bizim fikirlerimizin gelecek nesillere ulaşarak onların dönüşümüne katkı sağlayacağı gibi...
Felsefede Devrim: Aydınlanma Çağı
Aydınlanma çağı, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'da ortaya çıkmış ve felsefede köklü bir devrime yol açmış bir düşünce hareketi. Bu
dönem, akıl, bilim ve bireysel özgürlüklerin önemini vurgulayan entelektüel bir uyanış olarak da tarihte kendine önemli bir yer
bulur. Aydınlanma'nın öncü düşünürleri, toplumun daha adil ve daha ilerici bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğine inanarak
önemli eserler ortaya koydular. John Locke, Voltaire, Jean-Jacques Rousseau ve Immanuel Kant gibi filozoflar, Aydınlanma'nın
teorideki en önemli figürleri arasında yer almakla kalmaz, eş zamanlı olarak hayatta, düşüncelerin toplum yapısını nasıl bir
dönüşüme götürdüğüne de şahit olurlar: Bir yanda insan hakları ve hükümetin rızası kavramlarını geliştirerek, bireylerin doğal
haklarının korunması gerektiğini savunurken modern demokrasilerin temelini oluşturmuş ve bireysel özgürlüklerin önemini vurgulamış
olan Locke. Öteki tarafta; "toplum sözleşmesi" teorisiyle halkın egemenliğini ve hükümetin halkın iradesine dayanması gerektiğini
savunan Fransız Devriminin fikir babalarından Rousseau. Dini hoşgörü ve ifade özgürlüğü üzerine yazılarıyla dikkat çekmiş,
bireysel hakların ve özgürlüklerin savunucusu olmayı başarmış Voltaire. Ve, Aydınlanma'nın felsefi temellerini atan akıl ve
ahlakın insan yaşamındaki önemini vurgulamış; "Sapere aude" (Bilme cesaretini göster) sloganıyla Aydınlanma'nın ruhunu özetlemiş
olan Kant.. Bu isimler sayesinde bireylerin kendi akıllarını kullanarak bilgiye ulaşması gerektiği fikri günümüze ulaştı ve
bireysel özgürlüğün / akılcı düşüncenin toplum tabanındaki köklerine can suyu olmayı başardı. Tabiki Rönesansta olduğu gibi
Aydınlanma, sadece felsefi düşüncelerle de bitmemişti. Bilimde de büyük bir devrim yarattı. Isaac Newton'un "Principia
Mathematica" adlı eseri, klasik mekaniğin temellerini atarak doğa yasalarının anlaşılmasını sağladı. Bugünün üniversitelerinde
okutulan fizik ve matematik derslerinin temelini Newton'un bu konudaki çalışmalarına borçluyuz. Bu engin zihin, evrenin işleyişini
akıl ve deneylerle açıklamış, bilimsel yöntemin önemini ortaya koymuştu. Zaman ilerledikçe aydınlanma düşüncesi, insan aklının
gücüne olan inancı arttırdı ve bilimsel yöntemin yaygınlaşmasına katkı sağladı. Aydınlanma Çağında Rönesans’la birlikte gelen
hümanist düşünce yapısı, bireyin potansiyeline olan inancını ilerletti ve özgür düşüncenin gelişimini destekledi. Bu dönemde
insanlar, kendi yeteneklerini keşfetme ve geliştirme konusunda cesaretlendirildiler. Kısacası; aydınlanma süreci, bireyin yaratıcı
gücüne olan güveni artırmış ve sanatta, bilimde; felsefede büyük ilerlemelerin kaydedilmesini sağlamıştı. Aydınlanma'nın etkileri
günümüze kadar ulaştı. Modern demokrasiler, Aydınlanma'nın akıl, özgürlük ve eşitlik gibi değerleri üzerine inşa edildiler. İnsan
hakları, özgür düşünce ve ifade özgürlüğü gibi kavramlar, Aydınlanma'nın mirası olarak modern toplumlarda varlığını sürdürdü.
Eğitim sistemleri, bireyin potansiyelini en üst düzeye çıkarmayı hedefleyen hümanist ilkeler üzerine kuruldu. Dönemin entelektüel
özgürlüğü ve yaratıcı düşünceye verdiği değer, bugün bile eğitim ve kültür alanlarında temel prensipler olarak kabul edilmekte.
Aydınlanma, felsefede büyük bir devrim yaratmış ve modern dünyanın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bu dönemin
düşünürleri, insan aklının ve özgürlüğünün gücüne olan inançlarını ortaya koyarak toplumların daha adil ve ilerici bir şekilde
yeniden düzenlenmesine katkı sağladılar.
Sporda Devrim: Toplumsal Eşitlik ve İnsan Hakları
Spor, her zaman sadece fiziksel yeteneklerin sergilendiği bir arena olmanın ötesinde, toplumsal değişimin mücadelesi için de güçlü
bir platform olmayı başardı. Tarih boyunca, birçok sporcu adaletsizliklere, ayrımcılığa ve diğer toplumsal sorunlara; kendi
düşüncelerini paylaşarak, onları savunarak ve yayarak karşı çıktı ve toplumda önemli değişimlere imza attı. 1947 yılında Jackie
Robinson, Major League Baseball'da (MLB) oynayan ilk siyahi oyuncu olarak tarihe geçti. Tüm insanların eşitçe mücadele edebileceği
bir dünya düşüncesiyle yola çıkan Robinson, Brooklyn Dodgers ile sahaya çıkarak, Amerika'daki spor dünyasında ırk ayrımcılığına
karşı büyük bir adım attı. Sahadaki başarıları ve sahadışı mücadeleleri, sivil haklar hareketine ilham verdi ve dünyanın pek çok
bölgesindeki insanı etkiledi. Irksal eşitlik için önemli bir sembol haline geldi. Muhammed Ali, sadece boks ringlerindeki
başarılarıyla değil, aynı zamanda sivil haklar hareketlerine olan desteği ve Vietnam Savaşı'na karşı çıkışıyla da tanındı. 1967'de
sadece politik sebeplerden gerçekleştiğine inandığı ve insanları birbirine düşürdüğü Vietnam savaşında askerlik yapmayı reddettiği
için hapis cezasına çarptırıldı ve tüm şampiyonluk unvanları elinden alındı. Ancak cesareti ve kararlılığı, ırksal eşitlik ve
barış konularında tüm dünyaya yankıları hala devam eden güçlü bir mesaj verdi. Ali'nin çeşitli platformlarda yaptığı konuşmalar ve
bir aktivist olarak katıldığı projeler , onun toplumsal adalet konusundaki düşüncelerine derin bağlılığını gösterdi. Ve ırkçılık,
toplumsal adalet gibi konulardaki düşünceleriyle bizlere zor zamanlarımızda geriye dönerek güç alabileceğimiz bir miras bıraktı.
Billie Jean King, kadın sporcuların eşit haklar için verdikleri mücadelenin öncülerinden biri olarak, 1973'te "Cinsiyetler Savaşı"
maçında Bobby Riggs'i yenerek kadınların tenis dünyasındaki etkinliğini kanıtladı ve sporda cinsiyet eşitliği mücadelesine büyük
bir ivme kazandırdı. King, Kadın Tenis Birliği'ni (WTA) kurarak kadın tenisçilerin profesyonel dünyada daha fazla tanınmasını ve
eşit ücret mücadelesini destekledi. Ve teniste hem kadın hem erkeklerin dengelenmiş refah şartlarında mesleklerini
sürdürebilmelerinde büyük pay sahibi oldu. Son olarak da büyük düşünür ve insan hakları savunucusu Nelson Mandela, Güney
Afrika'nın ilk siyahi Cumhurbaşkanı olarak, 1995 Rugby Dünya Kupası'nda Güney Afrika takımının zaferini takımdaki oyuncuların
ülkenin hangi bölgesinden olduğuna bakmaksızın destekledi. Güney Afrika’ya bağlı olan Güney Batı Afrika bölgesindeki siyahi
insanların beyazlara göre daha altta görüldüğü 46 yıl boyunca devam etmiş ve Apartheid sistemi olarak geçen, ırkçılığı bizzat
onaylayan, ülkeyi bölen sistemi kaldırarak Güney Afrika'da ulusal birliği ve uzlaşmayı teşvik etti. Mandela'nın spor aracılığıyla
barış ve birlik mesajı, sporun toplumsal iyileşme üzerindeki gücünü ortaya koydu. Bu özel düşüncelere sahip insanlar düşünceleri
ve hayallerini birleştirerek dünyayı daha güzel bir yer haline getirdiler. İnsan hakları için verdikleri mücadele, sadece spor
dünyasında değil, genel toplumda da derin etkiler bıraktı. Onların cesareti ve azmi, insanlık hakları konusundaki ilerlemelerin
temel taşları oldu ve dünya genelinde milyonlarca insana ilham verdi. Bu sporcuların mirası, gelecekte de insan hakları
savunucuları için kuşkusuz ki yol göstermeye devam edecek.
Tüm bu örneklerden de görülebildiği üzere düşüncenin gücü, insanlık tarihinin karanlıkla bütünleştiği, kötüyü normalleştirdiği
dönemlerinde bile kendini göstermeyi başardı. Sanat, felsefe, politika ve spor gibi alanlarda ortaya konan çeşitli ve güçlü
fikirler, toplumların şekillenmesine, bireylerin özgürleşmesine ve toplumsal adaletin sağlanmasına büyük katkılar sağladı.
Rönesans'ın hümanist düşünce yapısından Aydınlanma'nın akıl ve bilim odaklı devrimlerine, spor dünyasında insan hakları için
mücadele eden cesur sporculardan toplumsal değişime kadar, düşüncenin dönüştürücü gücü kendini bizlere her alanda kanıtladı ve
kanıtlamaya devam ediyor. Billie Jean King, Jackie Robinson, Muhammed Ali ve Nelson Mandela gibi isimler, sadece kendi alanlarında
başarılar elde etmekle kalmadı, aynı zamanda insan hakları ve eşitlik için verdikleri mücadelelerle toplumsal değişimlere öncülük
ettiler. Onların cesur adımları, sporun toplumsal birleştirici gücünü ve insan hakları mücadelesindeki önemini gözler önüne
sermeyi başardı. Sadece yukarıda verilen birkaç örnekte bile açıkça görülebileceği üzere geçmişin bu güçlü fikirleri, günümüz
toplumlarında hala etkisini sürdürmekte ve gelecekteki nesillere ilham vermekte. Bizlere burada düşen görev ise geçmişte olduğu
gibi tarihin kolektif düzenimizde bıraktığı izleri dikkatlice takip ederek düşüncelerimizi büyütmek, ilerletmek; adalet, eşitlik
ve özgürlük için verdiğimiz mücadelelerin dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirdiğini hatırlamak. Bu güçlü düşünceler, her
zaman toplumsal değişim ve ilerlemenin temel taşları olmaya devam edecek. Ve düşünmekten gelen bu güç, geçmişten günümüze ve
geleceğe uzanan bir ilham kaynağı olarak kalmaya devam edecek...
Yazıma başlarken kendimi tutmaya söz vermiştim. Bora dedim, sadece kitabını tanıt öyle lafı boş boş dolandırma. Ancak elimde
değil, her yazıda ufak bir bilimsel zırvalama yapmam gerektiğini hissediyorum. Dileyen birkaç paragraf atlayarak yazıyı okumaya
başlayabilir.
Zaman, bir ölçü birimi aslında. Elimize bir metre alıp bir masanın uzunluğunu ölçebiliriz. Bir tartı kullanarak ağırlığını
ölçebiliriz. Zaman neyi ölçer peki? Zaman bize düzensizliği yani entropiyi gösterir. Klasik örneklerle devam edelim. Elimizde iki
tane fotoğraf olsun. Birinde masanın üstünde kitapları diğerinde ise bu kitapların bir deprem sebebiyle yere düştüğünü görüyoruz.
Ardından bize bir soru yöneltiyor: hangi fotoğraf daha önce çekilmiştir? Biz biliyoruz ki hiçbir kitap doğal yollarla yer çekimini
yenip masanın üstüne düzenli bir biçimde çıkamaz. O yüzden kitapların yerde olduğu fotoğrafın daha sonradan çekildiğini
anlayabiliyoruz. Bir sistemin düzensizliğinin, entropisinin arttığı yön, zamanın ilerlediği yöndür. Eğer ki sistemin düzensizliği
dışardan bir müdahale olmadan azalsaydı zamanın geriye doğru aktığını söyleyebilirdik. Ama böyle bir sistem doğada yok,
dolayısıyla zaman geriye doğru akmıyor. Murphy kanunlarından biri olan "Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir."
Entropinin tanımından başka bir şey değildir. Veya insanın evini toparlama isteği entropisini düşürüp zamanda geriye gitmek
istemesi olabilir. (Tabii ki de öyle değil ancak öyle diyelim öyle olsun. Kim bize karşı çıkabilir?)
Zaman aslında yekpare, bölünemez bir kavram. Saniye, dakika, saat, bunlar insan icadı. Bir aslana gidip tembel hayvan iki saattir
yatıyorsun git de biraz avlan derseniz boş boş bakar suratınıza. Aslan kalkmak istediğinde kalkar, acıktığında yemek yer,
yorulduğunda uyur. Bunları yapmak için saate bakmaz ama biz bakarız. Saat kaç olmuş bu saatte yemek yenmez deriz ve bileğimizdeki
cihazın midemizin üzerindeki hakimiyetini kabul ederiz. Bu işin sadece başlangıcı. Bir de yılları bölüyoruz. Hangi yaşta
olduğumuzu hatırlamak için de doğum günümüzde bir parti veriyoruz. Sonra insan ömründeki bazı yılları gruplaştırıp o dönemlere
çocukluk, ergenlik, yetişkinlik gibi isimler veriyoruz. Ergenken aşık olmadınız mesela. Geçmiş olsun. Bir daha hiç o yıllara
dönemeyeceksiniz ve bu tecrübeyi edinemeyeceksiniz. Dediğimiz gibi zaman sadece ileri yönde akıyor. Siz bu hayatta olduğunuz
sürece entropiniz artacak ve işler içinden çıkılamaz bir hal alacak. Çocukken hayatınız süperdi çünkü sadece 8 sene yaşamıştınız.
Ama sonra büyüdünüz ve kararlar vermeniz gerekti. Kaçırdığınız fırsatlar oldu. Mesela üniversiteye girişte seçim yapıyorsunuz ve
iki üniversite arasındasınız. Yaptığınız seçimin sizin hayatınızdaki etkisi inanılmaz büyük olacak. Ve maalesef zamanı geriye alıp
seçiminizi değiştirme şansınız olmayacak. Hangi seçimi yaparsanız yapın aklınız hep seçemediğinizde kalacak. Diğer seçeneği
seçseydiniz hayatınızın nasıl olacağını düşüneceksiniz ve bu sizi içten içe delirtecek. Zaman bir deliyi böyle yaratır. Kaçan
fırsatlar ve bu fırsatların bir daha geri gelmeyeceğini bilen insanlar. Sonsuz zamanımız olsaydı 15 üniversite okurduk ve hiçbir
zaman pişman olmazdık. Ama dünya üzerindeki zamanımız sınırlı. Sadece doğru kararlar vermemiz yetmiyor. En iyi kararı vermeliyiz
yoksa en iyi opsiyonu kaçırmış oluruz. Benim kitabımın ana karakterlerinden biri olan Cem zamanın sonsuz olduğu bir evrende
yaşıyor. Kitabın başlangıcı şu şekilde
“Burası her istenilenin olduğu ama daha da önemlisi istenmeyen hiçbir şeyin olmadığı bir diyar. Ne bir doğuşu vardır bu diyarın ne
de bir sonu. Var olduğundan beri tek bir medeniyete ev sahipliği yapmıştır çünkü burada yaşamaya başlamış insanlar savaşmak
istememişlerdir ve hiç savaş olmamıştır. Belki de en önemlisi, burada yaşamaya başlamış ilk insanlar hâlâ burada yaşamaktadırlar.
Ölmek istememiştir hiçbiri. Böyle bir cenneti bırakıp başka bir mekâna göç etmek istememişlerdir. Ya da kim bilir, belki de başka
bir diyarın var olmadığından korkmuşlardır.”
Cem bu satırları babasının kitabından okuduğunda on sekiz yaşında olduğunu düşünüyordu. Ne bir doğuşu ne de bir sonu olan diyarda
zaman kavramı farklı işler. Cem şu anda on sekiz yaşında da olabilir yüz on iki de. Sonu olmayan zamanı saymanın anlamı yoktur.
Güneş yine doğar elbette bu diyarda, sabah da olur akşam da ama kimse hangi günde olduğunu bilmez. Bir de zaman her insan için
farklı işler. Bir insan güneş batana kadar bir gün yaşarken başka birisi iki gün geçirebilir bu döngüde. Kimileri için iki yıllık
hasret bir ömür gibi gelirken kimilerine öyle gelmeyebilir. Zaman hakkında bilinen tek şey, zamanın sürekli ileri yönde aktığıdır.
Geçmişe yolculuk mümkün değildir. Madem bu diyarda zaman ve ölüm yoktur, o zaman bu diyardaki insanlar aslında yaşamazlar çünkü
yaşamak için ölmek gerekir.
Cennet gibi bir diyar işin doğrusu. Cem zamanının sınırsızlığından dolayı hiç hata yapmaz. Oysa kitabın diğer ana karakteri olan
Samet bizim aşina olduğumuz bir evrende yaşar.
Ölümüm yakın artık hissedebiliyorum. Hatta ölmek istiyorum. Ama öyle aniden, bir yıldırım çarpması hızında değil. Hazırlanmak
istiyorum ölümüme. Dokuz ay hazırlanarak geldiğim bu dünyadan dokuz ay hazırlanarak ayrılmak istiyorum. Beni bu dünyada yaralayan
herkese nefretimi kustuktan sonra, beni mutlu etmiş herkese teşekkür ettikten sonra, geçmişte kaçırdığım her fırsatı düşünüp
onlara üzüldükten sonra, yaşamı bu hale getirmiş her insana sitem ettikten sonra ölmek istiyorum. Düşünün ki bir tek ölüm
sarabilir acısını kanayan yaralarımın, silebilir izini yaptığım tüm hataların…
… Ah olmasaydı insanın üstüne bir öküz bacağı gibi basan zamanın baskısı, yapmazdım geçmişimde yaptığım hiçbir hatayı. Nefesimin
sınırlı olduğunu bilmeseydim, nefesimi tutup kendimi boğmazdım. O an, o istediğin şeye tam ulaşacakken ki durma anı. O bitirdi
işte beni. Bilardo ıstakasını ileri geri savururken topa vurma anı gelince korkmam, ellerim yağlıyken burnumu kaşımak istemem,
çalışmam gerekirken odamı toplamam bitirdi. Yanlış yaparsam geriye dönemeyecek olduğumu bilmek bitirdi beni.
Gerisini kitap çıktığında incelemeniz için size bırakıyorum. Deliyi Yaratan Zaman, iki dünyanın, cennetin ve cehennemin, ütopyanın
ve distopyanın, zaferin ve mağlubiyetin, zamansızlığın ve zamanın hikayesi.
Derginin temasını gördükten sonra içinden güçlü bir ah çeken var mı? Eh bizi milyonlar takip ediyor tabii ki de içinizden birisi
(belki de bir çoğunuz) bu tepkiyi vermiştir. Aşk: olmazsa olmaz diyorlar. Kadınlar: başımızın tatlı belaları. Sevgi olması gereken
bir duygu. Sevgi lazım ama işleri çok karmaşıklaştırıyor.
“Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, insan kendi bilincine mahkumdur.”
Jean-Paul Sartre
Karşınızdakini anlamak, onu dinlemek, ortak paydada buluşmak, ikili dinamikleri geliştirmek… Kadınlar erkeklerden şikayetçiler
erkekler kadınlardan. Erkekler Mars’tan kadınlar Venüs’ten. Sevgi lazım ama bu duyguyu karşı cinse yönlendirmek şart değil. Şimdi
durup bir soluklanalım. Yazı farklı yerlere gidiyor diye düşünmüş olabilirsiniz. Hayır, sizi o aklınıza gelen şeye ikna etmeye
çalışmayacağım.
İnsanın sevgisi var ama başka bir insanla bunu tatmin etmek çok zor. İnsanların çoğu da bu yüzden evlerinde hayvan beslemeye,
sevgilerini hayvanlara aktarmaya başladı. Ne de olsa hayvanlarda, “Beni dün neden aramadın?” gibi sorunlar yaşanmıyor. Hayvanın
dinamiği bellidir. “Bana yemek veriyor musun? Cevabın evetse seninleyim.” Düşünme becerisi hayvanlar gibi olan başka bir canlı
daha var: bebekler. İlişkimizde sorunlar mı var? Birbirimizi artık sevmiyor muyuz? Bunları konuşup evliliğimizi bitireceğimize,
mahkemeden gün alıp avukat tutacağımıza, devlet dairelerinden saçma sapan belgeler toplayacağımıza bir çocuk yapalım. Bu kadar
işin altına gireceğimize 80 yıl sonra ölecek, bazen mutlu olacak, bazen acı çekecek, bazen de aşık olacak bir canlı dünyaya
getirelim. Ne de olsa 30 yıl sonra o da aynısını yapacak.
Sevgisini işine aktaran insanlar da var. Bana belki inanmayacaksınız ama en mantıklısı bu. Görüyorsunuz kapitalizm ruhuma işlemiş.
Beni sömüren sisteme karşı çıkacağıma onun yanında savaşıyorum. Gerçekten beynim mi yıkanmış?
Hayatın ne kadar anlamsız olduğunu anlatmaya gerek yok herhalde. Sonsuz büyüklükteki bir evrendeyiz. Güneş sistemindeki büyük bir
göktaşında yaşıyoruz. 100 sene önce yoktuk 100 sene sonra da olmayacağız. Değer verdiğimiz her şey yok olacak ve hiç var olmamış
olacağız. Sevdiğimiz her insan ölecek, yok olacak. Biz de öleceğiz. Ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’a güneş tanrısı Şamaş ne demişti?
“Tanrılar insanoğlunu yarattıklarında ölümü insanoğluna verdiler.
Yaşamı kendilerine sakladılar. Bu senin kaderindir.”
Ama şu anda hayattayız. Bu yazıyı okuyan her insan şu anda varlar. Umut ediyorlar, seviyorlar, küsüyorlar, mutlu oluyorlar,
üzülüyorlar. Şu anda hayattayız. Bir dağa çıkmanın, “zen” olmanın, Tibet’teki keşişlerle benliği öldürmeye çalışmanın hiçbir
anlamı yok. Tamam, zaten hiçbir şeyin anlamı yok. Ama madem hiçbir şeyin anlamının olmadığı bir hayat verildi size (ve bu
trilyonlarda bir gelebilecek bir olasılık) o zaman ne gerek var dağa çıkıp boş bir beyinle yaşamaya. Sevgiyi işe yöneltmek, daha
fazla iş yapmak, üretmek yüceltebilir insanı. Üretmenin derdi tasası yoktur (bu yazı yasadışı şeyler üretilmediğini var sayarak
yazılmıştır). İşine sevgisini katan her insan hem kendi tatmin duygusu yaşar hem de çevresindekilere tatmin duygusu yaşatır. Siz
de konuştuğunuz garson size gülümseyip güzel şakalar yaptığında mutlu olmuyor musunuz? Herkes içindeki sevgiyi işine aktarsa
milletçe öyle gülümseriz işte.
Şimdi laf salatası yapmayı bırakıyorum. Yazıya başlarken okuyucuyu bu fikre ikna edebilirim diye düşünmüştüm ama kendimi bile zor
ikna edebildim. Her zaman böyle düşünmüyordum. Gerçeği söylemek gerekirse hala da tam olarak böyle düşünmüyorum. 21. yüzyıl insanı
iyice bencilleşti. Herkes kendisinin en iyi hali olmak istiyor. Ama kimse bir başkası için iyi olmak istemiyor. Yazımın başında
kendinizi işinize vererek daha “iyi” olabileceğinizi söylüyordum. Çünkü çalışmak sizi hiçbir zaman üzmez. Biz de üzüntüden kaçmak
için kendimizi gerçek mutluluklardan alıkoymaya başladık. Sevginin getireceği zorluklardan dolayı kendimizi aşka kapattık. Oysa
bir insanı sevmek kadar güzel başka bir duygu var mı? İnsan yürüyen bir şiire dönüşüyor bu gibi durumlarda. Başkasını düşünmek,
onu özlemek, onunla vakit geçirmek, sonunda ne kadar üzüleceğimizi bilsek de kendi isteğinizle bunu yapıyoruz. Zeytinyağının en
acısı en sağlıklısıymış. Sevginin de en güçlüsü en acı vereniymiş.
Yarım kalan sayfam bir şiir eklemek için harika bir bahane.
Sevmek İçin Geç Ölmek İçin Erken
Akşamın acı su karanlığı içinden
Soğuk kadife teması yalnızlığın
Şuh bir kahkaha balkonun birinden
Gizli işareti midir bir başlangıcın
Sevmek için geç ölmek için erken
Başbaşa çay elele yürümek derken
Boğaz vapurları mı iskele sancak
Telefonda kaybolmak sesini beklerken
İnsan insanı yeniler doğrudur ancak
Sevmek için geç ölmek için erken
İçimdeki gökkuşağı besbelli neden
Bulutların içinden kuşlar yağıyor
Bir şiire başlarsın birini bitirmeden
Hiç kimse gözlerine inanamıyor
Sevmek için geç ölmek için erken
Sevmek sevildiğini bile farketmeden
Yaklaştıkça ölüm soğuk bir yağmur gibi
Sevmek zehir zemberek ve yürekten
Gecikerek de olsa vuruşur gibi
Sevmek için geç ölmek için erken
Attila İlhan
Sevgi kelimesi dilimizde 1000 yılı aşkın süredir (Kaşgarlı Mahmut’un Divanında “Sew” olarak geçer), bir konsept olarak ise
insanlığın en başlarından beri varlığını sürdüren ve insanlığın hem kendi içinde hem de başka canlılarla kurduğu ilişkilerde kilit
taşı görevini üstlenen bir unsurdur. Romantik olarak sevilen bir eş ya da sevgili, anne-baba-çocuk sevgisi, kardeşçesine sevilen
arkadaşlar, kediler, köpekler ve çok daha fazlası. Limiti olmayan, paylaştıkça ve karşılık verdikçe hayata ve içindeki ilişkilere
renk ve mutluluk katan bir duygudur sevgi. Fakat sevgi aynı zamanda bir “al-ver”’dir ve herhangi bir alışverişte olduğu gibi iki
tarafın da bu alışveriş içerisindeki dinamiği anlamasına, paylaşılan ve verilenlerde mutabık olmasına ihtiyaç vardır. Sanılanın
aksine bu o kadar da kolay bir işlem değildir maalesef. İnsanların “ben sevgi gösteriyorum ama bana hiç karşılık vermiyor” ya da
“bana hiç ilgi ve sevgi göstermiyor” gibi yakınmalarının bir kısmı aslında karşı tarafın sevgi göstermemesinden değil, kişinin
anladığı “sevgi dilinden” konuşmamasından kaynaklanmaktadır. Peki bu “sevgi dilleri” nedir ve biz ilişkilerimizde bunları nasıl
konuşabiliriz? Gelin sevgide polyglot (çok fazla dil konuşan/bilen insan) nasıl olunuyormuş ona bir bakalım.
Sevgi dillerini ve sevgi iletişimsizliğinin nasıl bir durum olduğunu açıkça yansıtabilmek için önce basit bir sevgi senaryosunu
paylaşmak istiyorum: insanlar ve kediler arasındaki iletişim. (“Kaan her hikayende de bir kedi bahsi geçiyor” diyebilirsiniz.
Fakat hem kedileri ve farklı hayvanları seviyor ve onlardan bahsetmekten mutluluk duyuyorum, hem de anlatacağım argümana gerçekten
de iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum). İnsanların birbirlerine sevgi belirtmek için kullandığı en “klasik” yöntemlerden ikisi
karşısına sözel olarak “Seni seviyorum” demek veya karşı tarafa sıkı sıkı sarılmaktır. İnsanlar arasında bunlar genel olarak
efektif sevgi belirtme metotları olsa da ve genel olarak benzer bir karşılık görmeyi doğursa da, (bu yazıda değineceğim sevgi dili
uyuşmazlıkları haricinde) aynı iki sevgi gösterisini kedinize yaptığınızda çok daha farklı karşılıklar doğuracaktır.
Birinci örnek olan “seni seviyorum” cümlesinin kediler için bir anlam ifade etmemesi bir yana, kendi hareketliliğine ve bulunduğu
konumdaki stratejik durumuna önem veren bir mini-avcı için sıkı sıkı sarmalanmak bir sevgi ifadesinden çok “avlanılıyor olma”
içgüdüsünü tetikleyecek bir harekettir. Bunun sonucunda kediniz çok yüksek ihtimalle ya kaçacak ya da size tırnak atacaktır. Sizin
niyetiniz iyi olabilir, küçük dostunuza bir kucak dolusu sevgi vermek, ona ne kadar değer verdiğinizi uzun uzun anlatmak istiyor
olabilirsiniz. Fakat maalesef bunların kediniz tarafında pek de bir karşılığı ya da anlamı yok. Peki ne yapabilirsiniz bu durumda?
Çok basit, kedinize doğru bakıp hafifçe gözlerinizi kısın, sonra da yavaşça açın ve tam ona bakmayacak şekilde hafifçe gözlerinizi
kaçırın. Karşılığında kedinizin de size aynı eylemi tekrarladığını göreceksiniz! Kedilerin dünyasında “seni seviyorum”’a karşılık
gelen bu hareket üstüne düşündüğünüzde aslında oldukça tatlı ve anlamlı: Doğada hem av hem de avcı konumunda bulunan ve her zaman
etrafı görmesi ve kolaçan etmesi gereken bir canlı size sevdiği ve güvendiği için (ve bunu ifade etmek istediği için) gözlerini
kapatıyor. Bu küçük bir eylem olabilir, fakat karşıdaki canlıyı anlamaya ve onunla empati kurmaya başlayınca bunun ne kadar
kıymetli ve anlamlı bir hareket olduğu anlaşılıyor. Belki kendi istediğimiz ya da tercih ettiğimiz sevgi verme biçiminden sapmamız
ve empati ile değişik metotlar denemememiz gerekiyor. Fakat bunun sonucunda hem karşı tarafın anlayabileceği ve takdir edebileceği
bir şekilde sevgi göstermeyi başarıyoruz ve sonucunda sevgi görmeyi de başarabiliyoruz. Sevgi dilleri ile alakalı bütün mesele de
aslında bundan ibaret: karşı tarafın sevgiyi almayı bildiği ve sevdiği dillerden konuşmak ve kendi sevgi dillerimizi de karşıya
iletebilmek. Peki nelerdir sevgi dilleri?
Olumlu Sözler: Karşındakine olumlu sözler sarf etmek, insanın sevdiği kişiye karşı onu mutlu edecek, yaptığı bir şeyi takdir
edecek, ona değerli olduğunu hissettirecek ve buna benzer pozitif duygular uyandıracak güzel sözler söylemesidir. İnsanın annesine
“ellerine sağlık annem, yemek çok lezzetli olmuş” demesinden sevgilisine yeni aldığı elbiseyi giydiğinde iltifat etmesine,
arkadaşı kıymet verdiği bir hedefi başardığında can-ı gönülden tebrik etmeye kadar her türlü sözel olumlama bu sevgi dilinin bir
parçasıdır.
Fiziksel Temas: Bu sevgi dilinden bahsedildiğinde belki de akıllara öncelikli olarak seks ve cinsel eylemler gelse de aslında
fiziksel dokunuş bunun çok daha ötesinde ve çok daha geniş bir eylem yelpazesini kapsayan bir sevgi dilidir. Karşıdakine sıkı sıkı
sarılmak, öpmek (dudaktan romantik bir öpücük de, alından yapılan tatlı bir öpücük de), yolda giderken el ele tutuşmak ya da elini
sevgilinin beline atmak fiziksel dokunuşun çok önemli örnekleridir. Sevgiyi fiziksel temas ile karşıya ilettiğimiz her eylem
aslında fiziksel dokunuş sevgi dilinin bir parçasıdır.
Hediye Alma: Adından da anlaşılabileceği üzere bu sevgi dili insanın sevgi duyduğu kişiye maddi veya manevi değeri olan hediyeler
almasını/hazırlamasını, ve sevgisini bu medyum aracılığı ile iletmesidir. Bu saat, küpe, kıyafet gibi daha materyalist hediyeler
olabileceği gibi özenle yazılan bir mektup, ya da “hoşuna gideceğini düşündüm” deyip alınan küçük bir makaron bile olabilir.
Önemli olan karşı tarafın zevklerini ve onu mutlu edecek olguları bilip bu bilgiyi kullanarak sevgiyi hediye yoluyla iletmektir.
Kaliteli Zaman Geçirmek: Bu sevgi dilinde kişi sevdiği insan ve insanlarla nitelikli zaman geçirmek ister. Burada kastedilen
“kaliteli zaman” gündelik hayat içerisinde çok alışık olduğumuz rutin aktiviteleri beraber yapmak değil. Beraber televizyon
izlemek, ya da yan yana telefona bakmak bu sevgi dilinin birer parçası değildir. Burada kastedilen daha çok birlikte yeni
deneyimlerin yaşanması, yeni düşünceler üzerine sohbet etmek, yeni yerleri keşfetmek, uzun yürüyüşlere çıkmak, belki beraber oyun
oynamak ya da güzel bir date’e çıkmaktır. Yani bu sevgi dilinde önemli olan hayatın rutin olaylarından ve dikkat dağıtıcı
unsurlarından uzaklaşıp yanındaki insanla hayatın ve anın tadını çıkarabilmektir. O anda, o insanla aktif olarak bulunmak ve
gerçek manada “yaşamaktır” aslında bu dilin özü.
Hizmet Davranışları: Son olarak hizmet davranışları kişinin sevdiği insan için, onun hoşuna gideceğini düşündüğü/bildiği
davranışları gerçekleştirmesi, işleri yapmasıdır. Bu sevdiği insan için yemek hazırlamak, çiçeklerini sulamak ya da en basitinden
arabasına benzin almak olabilir. Bunlar karşıdaki insanın da kolaylıkla gerçekleştirebileceği eylemlerdir fakat önemli olan karşı
tarafı düşünüp, o zamanı ayırıp onların uğraşmasına gerek bırakmamaktır. “Seni çok seviyorum onun için bunlarla uğraşmaman için
ben hallettim” demektir karşı tarafa.
Sevgi dillerinin neler olduğunu öğrenmek ve anlamak bu doğrultuda atılan ilk önemli adımdır; fakat bu bilgileri hayatınızdaki
sevdiğiniz insanlarla olan ilişkilerinizi güçlendirmek ve daha iyi bir hale getirmek için kullanmak istiyorsanız konseptin
dinamiğini anlamanız ve karşınızdaki insanla gerçek ve dürüst bir iletişim kurmanız gerekir. Çünkü…
İnsanlar tek bir sevgi dilini konuşmazlar. Alıcı oldukları durumda genelde bir sevgi diline ağırlık verseler de (istatistik
olarak), birden farklı biçimde sevgiyi almaktan hoşlanıyor olabilirler. Aynı şekilde verici oldukları tarafta da bir sevgi dilini
daha çok sevseler de birden fazla şekilde sevgi göstermekten hoşlanıyor olabilirler. Burada önemli bir noktaya değinmek gerekir:
İnsanların almak ve vermek istediği sevgi biçimleri (sevgi dilleri) birbirleriyle aynı değildir! Hediye vermekten hoşlanan bir
kişi hediye almak değil de olumlu sözler duymayı isteyebileceği gibi hizmet davranışları vermeyi seven bir kişi kendisine o tarz
hizmet davranışları yapılması yerine basit bir sarılmayı tercih edebilir. Bu oldukça kritik bir durumdur çünkü sizin “konuşmayı”
sevdiğiniz sevgi dili, sevdiğinizin almak istediği sevgi metodu olmayabilir; aynı şekilde onların “konuşmaktan” mutluluk duyduğu
sevgi dili sizin “duymaktan” hoşlandığınız sevgi dili olmayabilir. Bu durumda nasıl sizden farklı dili konuşan birine bağırarak
yüksek sesle anlatmak iletişime yardımcı olmayacağı gibi, karşıdakinin sevmediği bir “dilde konuşmak” da ilişkinizin güçlenmesine
yardımcı olmayacaktır. Peki bunun çözümü nedir? İletişim ve taviz vermek. Herkes her zaman kendi sevdiğini yapamaz/alamaz; hayat
böyle bir yer değildir. Eğer sağlıklı ilişkiler kurmak ve geliştirmek istiyorsak sevdiklerimizle konuşmalı, neleri sevip tercih
ettiklerini, nelerden hoşlanmadıklarını öğrenmeli ve kendilerine de kendimizle alakalı olan bu bilgileri dürüstçe ifade etmeliyiz.
Kimse kimsenin aklını okuyamaz ve davranışlarından tahmin yürütmek zorunda değildir; bunun için açık ve dürüst olmak bazen zor
olsa da en efektif yoldur. Bu bilgileri edindikten sonra da geriye bunları aksiyona dökmek kalır sadece. İlk tercihiniz olmasa da
karşınızdakini mutlu ettiğini bildiğiniz için taviz verip onların almaktan hoşlandıkları şekilde sevgi verirsiniz, onlar da size
aynısını yapar. Bu süreçte vermekten hoşlandığınız sevgi formlarından da vazgeçmezsiniz; karşı tarafın onları kabul etmesi de
gerekli bir tavizdir. Önemli olan sağlıklı bir iletişim içinde bu sevgi alışverişinin dengesini kurabilmek ve sürekli değişen
hayatta bu dengeyi sağlayabilmektir.
“Sevmek bil ki doğmaktır yeni baştan” diyen Erkin Baba’ya katılıyor, sizi daha da çok, daha da güzel, daha da özenli sevmeye davet
ediyorum sayın okuyucularımız. Sevin, yeniden doğun, doyasıya yaşayın!
Batı ve doğu, aynı gezegende bulunan iki kutup. Mıknatısın kutupları gibi birbirlerine çok yakınlar ama onları ayıran öyle temel
özellikler var ki birbirlerine hiç benzemiyorlar.
“Batıda hayaller gerçekleştirmek için kurulur, doğuda gerçeklerden kaçmak için.”
Derginin giriş yazısını okuduysanız en son okuduğum kitabın (doğrusu hala okumakta olduğum kitabın) Oblomov olduğunu
anlayabilirsiniz. Gonçarov’un yazdığı bu roman batı ile doğu arasındaki farkı anlamak için okuyabileceğiniz en iyi kitap. Kitaba
ufak bir değinelim. Okumadıysanız heyecanlanmayın. Bu öyle kitabın olay örgüsünü bildiğinizde büyüsü kaçan kitaplardan değil.
Zaten bir kitap günümüzdeki matematik denklemi çözme mentalitesiyle yazılmadığı sürece büyüsünü kaybetmez. Giriş, gelişme, sonuç,
climax, sonra işlerin çözülmesi falan filan bunlara yer yok. Sadece sayfalarca okuyabileceğiniz betimlemeler, hayret edeceğiniz
çözümlemeler ve kendinizi bulabileceğiniz paragraflar var.
Oblomov neydi? Oblomov emekti. Yok pardon, hatlar karıştı. Oblomov doğuydu. Yıkılmakta olan derebeyi sınıfının yarattığı bir
insandı. "Benim 5 dairem var, onlardan gelen kirayla gül gibi yaşarım bir daha hiç çalışmam" zihniyetiydi. Zihni örümcek ağı
tutmuştu. Yataktan kalkmak bile bir işti onun için. Hele terliklerini giymek? İşlerin en beteri! Eğer doğrulduktan sonra
terliklerinden bir tanesini bulamazsa hemen yatağına geri yatardı. Oblomov tembel miydi? Oblomov tembellikti, tembellik
Oblomovluktu!
Ama o her zaman böyle değildi. O da her çocuk gibi dışarıya çıkıp oyun oynamak isterdi. Arkadaşlarının suratına kartopu fırlatır,
ona atılan kartoplarından kaçamayınca yüzü soğuktan kıpkırmızı olurdu. Sorun ailesinin derebeyi sınıfından olmasıydı. Bir Rus
asilzadesi dışarıya çıkıp oyun oynamaz, evinin sınırlarını aşamazdı. Ne zaman dışarıya kaçacak olsa evde kıyamet kopar, bütün köy
seferber edilir ve küçük Oblomov aranırdı. Bulunduktan sonra günlerce sıcak yatağına yatırılır, hasta olmasın diye bol bol çorba
içirtilirdi. Kitaptaki en sevdiğim kısımlardan bir tanesi:
"İlyuşa somurta somurta evin içince, kış bahçesinde büyütülen bir sıcak ülke çiçeği gibi kalıyor ve onun gibi ağır ağır, cansız
cansız büyüyordu. Harcanmak istenen güçleri harcanamayınca içinde kalıyor ve yavaş yavaş körleniyordu."
Anlayacağınız Oblomov her zaman tembel değildi. Problem, Oblomov’un çalışmanın ayıplandığı, iş yapan insanın aşağı taaka olarak
görüldüğü Oblomovka’da hayata gelmesiydi. Oblomov emeksizlikti.
En yakın arkadaşı olan Ştolts ise onun tam tersiydi. O batıydı, babası bir Almandı. Kendisi Rusya’da yaşasa da babasının
ilkelerine göre yetiştirilmişti. İş yapması ayıplanmaz hatta iş yapmaya zorlanırdı. Meyve toplar pazarda satar, tarlayı sürer,
babasından aldığı yevmiyeyi da çarçur etmezdi. Dünyanın her tarafını gezmişti. Köylüler ise arkasından şu Alman’ın elinden bir iş
gelmez, o hiçbir şey yapamaz. Derlerdi. Ama Ştolts onların yapamadıkları her işi yapardı. Köylüleri aklı yüzyıllarca anlatılan
hikayelerle ve batıl inançlarla dolmuştu.
"Bir ölümün nedeni onlarca, bundan önceki ölünün evin kapısından çıkarken başının ayaklarından önce çıkmasıydı. Bir yangının
nedeni, bir köpeğin üç gece pencerenin altında uluması idi. Bu yüzden ölülerin evden daima ayakları önde çıkmasına dikkat ederler;
ama aynı yemekleri aynı oburlukla yerler; eskisi gibi ot üstünde uluyan köpeği döverler veya kovarlar ama gene de çıranın
kıvılcımlarını çürümüş döşemenin aralıklarına kaçırmaktan geri kalmazlardı."
Bazı ormanlara gece gidilmezdi çünkü insanlar yüzyıllarca anlatılan hikayelerden korkmuşlardı. Geceleri ormanda bazı canlıların
hortladığına inanmışlardı. Gece oldu mu köylerin sokaklarında kimsecikler kalmazdı. Burnun kaşınması bir anlama gelirken sağ kaşın
kaşınmasıyla sol kaşın kaşınması farklı bir anlama gelirdi. Hatta kitapta bir köylü isyan edip ulan bunların hepsini nasıl
hatırlayacağız bile demişti. Ancak bunlara inanmamak mümkün değildi. Gelin beraber okuyalım
"Oblomovka'da hortlaklara, çarpılmalara inanmayan yoktu. Bir yulaf demeti tarlada oynamaya başladı deseler, hepsi birden
inanıverirdi. Koçlardan birinin koç değil, başka bir şey olduğu, Marfa'nin ya da Stepanida'nın cadı olduğu söylense herkes koçtan
da, Marfa'dan da korkardı. Kazara biri çıksa da koç ne diye başka bir şey olsun ya da Marfa niçin cadı olacakmış, diye sorsa,
Oblomovka'nın mucizelere inancı o kadar sağlamdı ki, herkes bu şüpheciye düşman kesilirdi."
Oysa Ştolts’a küçükken korku hikayeleri anlatılmamıştı. Havlayan köpeği sever, istediği saatte istediği ormana girerdi.
Başkalarının onun hakkında ne söyleyeceği umurunda değildi. Beyni zırva bilgilerle doldurulmamıştı, o özgür bir insandı. Batı
yükselip gelişirken doğu anlatılan eski hikayelerin sanrısıyla uyukluyordu. Batı hedefler koyarken doğu hayaller kuruyordu. Siz
yeni yılda kendinizi uyutacak hayaller kurmayın, ulaşabileceğiniz hedefler belirleyin. Ve belki de hedeflerinizi çok
dillendirmeyin. Çünkü "Cambazı batıda ha geçti geçecek diye izlerlermiş doğuda ise ha düştü düşecek diye"
Bu da ne doğuymuş be kardeşim. İçinizdeki Oblomovu öldüreceğiniz bir yıl dileğiyle..
1920’lerin sonunda birgün Edward Hopper ve eşi Josephine Nivinson trenle bir yolculuğa çıkarlar. Saatler süren bir yolculuktan
sonra rotalarındaki ilk şehre varırlar. Eşyalarıyla birlikte o gece kalacakları otel odasına gittiklerinde Josephine odaya
girdikleri gibi bavullarını bırakır, yatağın üstüne oturur ve elindeki rehberi çıkarıp yolculuğun sıradaki durağını düşünmeye
başlar. Bu sürekli geçişte olma, hareket halinde olma hissi Edward Hopper’ı beklemediği bir şekilde etkiler ve ona sonraları Hotel
Room tablosunu yapmasını sağlayacak fikri verir. Böylece o günkü anı yaşayamama günlük akışta kaybolma hissinden bu hissi yıllar
boyunca başkalarına hissettirecek bir tablo doğar.
Edward Hopper tablolarına ilk bakışta hissedilen duygulardan biri sıradan anları yaşamak. Resim sanatının, özellikle Hopper’ın bir
takipçisi olduğu realizm akımının bu konudaki güçlü etkisi bir yana, rutini ölümsüzleştirmek Hopper’ın bir imzası. En ünlü eseri
“Nighthawks” ve yine en ünlü tablolarından “Automat”, “Chop Suey” Hopper’ın bu konudaki yeteneğini gösteren güzel örnekler. Bu
özelliği onun 20.yy’ın en önemli ve bilindik ressamlarından olmasında oldukça etkili. Öte yandan Hopper tablolarının bakanların
üzerindeki etkisini anlamak için onun neden devrinin insanı olduğunu anlamak da önemli.
1882’de New York’ta doğan Edward Hopper 1967’de yine New York’ta öldü. Sanayi Devrimi’nin etkilerinin artık iyice yerleşmiş olduğu
şartlarda bir metropolde yaşadı. İçinde yaşadığı hayat koşulları özellikle 2.Dünya Savaşı sonrası tüm Dünya’ya bir ölçüde
yayılacak, o dönemde sadece Batı ülkelerinin büyük şehirlerinde yaşanılan hayatlar zamanla Türkiye’de, Singapur’da veya
Brezilya’da da yaşanmaya başlayacaktı. Bu sebeple kendisinden önce gelen ressamlara karşı bulunduğu yer ve zaman olarak şanslıydı.
Bu şansı daha önce bahsedilen kendine has yetenekleriyle birleştiren Hopper çoğu gelişmekte olan ülkelerde yaşayan bir çok insanın
yarınını resmediyordu.
Bu yeni hayat tarzı herkes için farklı kelimelerle anlatılabilir. Öncesine göre çok daha dakik yaşanan bir hayat, gün akışları,
deadlinelar, finaller, terfiler ve daha bir sürü hedef. Mesai bitiminde başlayan gidilmesi gereken yerler, kaçırılmayacak
etkinlikler. Ölmeden önce mutlaka gideceğimiz yerler ve bir ara alınacak 16 dakikada patates kızartan airfryer. Fight Club’tan
fırlamış gibi duran anti-kapitalist veya anti-modernist klişeler bir yana çok planlı veya planlı olmaya çalışan hayatlar
yaşadığımız bir gerçek. Bu hayat tarzının büyük bir kısmında bireyin söz hakkı az görülebilir, elden gelen bu, modern toplumun
şartları bunlar denilebilir. Bu noktada ayırt edici olabilecek olan ise insanın bu şartları ne kadar içselleştirdiği. Zira günlük
sorumlulukların zorunlu olmaları bir yana insanın hayatına bakışını da etkileyen bir yanları var. Günlük hayatlarını 09.30’ta
burada olup 10.00’da burada olmam lazım diye yaşayan insanların bir noktadan sonra hayatlarını “30 yaşına kadar bunu yapmalıyım”,
“acilen yazılım öğrenmeliyim” bakış açısıyla yaşaması çok şaşırtıcı değil.
Aynı zamanda hayatı sürekli gelecek kipiyle yaşamanın rahatlatıcılığı da önemli tabii. Mental enerjimizi bugün yerine geleceğe
-benzer şekilde geçmişe- harcadığımızda hem bugünün tatminsizliklerinden bir nefes almış oluyoruz hem de aslında mevcut
sorumluluklardan kaçarak elimizden gelenin daha sınırlı olduğu dolayısıyla sorumluluklarımızın da daha az olduğu zaman
dilimlerinde yaşıyoruz. Bizi bugünün özgürlüğünün boğuculuğundan kurtaran bu öteleme hissi geçici olarak rahatlamamızı sağlıyor.
Bununla kalmayıp bize sürekli oyunun sıradaki bölümü olduğunu gösterip çaresi kolay olmayan sonluluk hissinden de uzaklaştırıyor.
Aslında bu bakış açısının en büyük tehlikesi de belki burada yatıyor, farklı zaman dilimlerinde yaşayan insanlar, hatta toplumlar
kendilerini gerçekleştiremeyip ileride gerçekleştirecekleri günlerin umuduyla hayatlarına devam ediyor.
İnsanların kendilerini geliştirmek için hedefler koymaları, beklentileri olması çeşitli amaçlara hizmet eden ve kişiye hayattan
tatmin sağlayan bir durum. Aynı zamanda büyük değişiklikler için de uzun süreli planlama bir gereklilik. Fakat bu bakış açısının
tek yol olmadığının, insanın sürekli gelişmek zorunda olan bir proje olmadığını, başka şekillerde var olabileceğini de arada
sırada hatırlamak lazım. Carpe diem klişesi ve daha radikal görüşler bir yana, günlük hayatta gelecek hedeflerine gereğinden
fazla odaklanıp odaklanmadığımız sorgulamaya değer bir konu. Sürekli dozu artan ve asla sonu gelmeyecek hedeflerin arasında
kaybolurken bazen kafamızı kaldırabilmek de en azından arada hatırlanması gereken bir yeti. Nasıl yıllar sonra insan geriye dönüp
en az hedefler kadar ulaşmaya çalışırken geçen anları hatırlayacaksa bazen de bugünün nostaljisini hissetmeye çalışmak bence hoş
bir değişiklik olur.
İnsanın anın farkında olması, bugününe geçmişi veya geleceği gibi bir gözle bakması her zaman çok kolay değil. Çoğu zaman bu
sözler klişeleşmiş bir şekilde mindfulness sloganlarının arasında kaybolur, biz de sırada gideceğimiz yeri düşünmeye devam ederiz.
En azından geçiçi bir çözüm olarak ise bazen Edward Hopper’ın resimleri, sevdiğiniz bir film veya bir günbatımı insanı kaçırıyor
olduğu ana döndürebilir. O dönüş anlarında hikayeyi tersine çevirip bir değişiklik olarak kendimize sorabiliriz, asıl derdimiz
gelecekteki hedeflerin bize ne getireceği mi yoksa bu anın geleceğe ne götürdüğü mü?
Korkuyor
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermedigi için.
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için.
William Shakespeare
Bu ayın konusunu belirlediğimizde aklıma direkt William Shakespeare’in bu şiiri geldi. Yoğun bir ay geçirdim, uzun süren (yaklaşık
23 senelik) bir işsizlikten çıktım. Derginin giriş yazısını yazmak bir yana bu sayıya yazı yazmamayı bile düşünüyordum. Sonra
dedim ki bu şiir boşa gitmesin. Okuyucularımız normal hayatlarına devam ederken bununla karşılaşsınlar ve afallasınlar istedim.
Yazımın devamında şiir hakkında biraz geveleyeceğim.
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Hiçbir hayvana sahip olmadım (ömürleri 2 gün olan Japon balıklarını saymazsanız). Birçok arkadaşımın sahip oldukları köpeklere,
kedilere sahip olmadım ve bu hayvanlara bakan insanların da saçma bir iş yaptıklarını düşündüm. En fazla 10 sene yaşayacak bir
canlıya bağlanmak ne kadar tuhaf. Sonunda öleceği ve kaybolacağı aşikar. Acı çekeceğimi bildiğim bir olayın içine kendimi neden
sokayım ki? Ancak daha hayatının gençlik yıllarında olan ben (ve sen) biteceğini bildiğimiz ilişkilerin içine de sokuyoruz
kendimizi. Sonunda karşımızdakini kaybedeceğimizi bilmemize rağmen onu seviyoruz. Ama bazen sevmekten korkuyoruz.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Bir de sosyal medyamızın çok trip bir sözü vardır. Sen daha kendini sevmezken başkasının seni sevmesini nasıl bekleyebilirsin ki?
İnsan kendisini karşısındakinden hemen hemen hep aşağı görüyor. Seni seven insan ne kadar da temiz, iyi kalpli duruyor. Onun kötü
özelliklerini görmediğin için böyle düşünüyorsun. Sen kendi kötü özelliklerini bildiğin için kendini birçok insandan aşağıda
görüyorsun ve sevilmeye layık olmadığını düşünüyorsun.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
“Ah nefret ederim vermek zorunda olduğum her karardan, her karar için düşünmek zorunda olduğumdan” Bu umarım yakında çıkacak olan
kitabımdan bir cümle…
Falan filan, anladınız siz olayı. Burada her dize için bir şey yazmanın anlamı yok. İnsan harbiden korkuyor. Peri masallarından,
vampirlerden, cinlerden, köpeklerden, böceklerden, palyaçolardan değil. Yaşamın kendisinden korkuyor. Hep düşünüyor. Kendisini
hayvandan ayıran en büyük özellik hayatına bela oluyor. Hayat da o kadar acımasız ki. ÖSYM’de bile 3 yanlış 1 doğruyu götürüyor
(gerçi bu sistem de değişti galiba da takılmayın siz oraya bir daha değişir ne de olsa) ama hayatta 1 yanlış bütün doğruları
götürüyor. İnsanın aklında sürekli bir dert. Hayatını yaşamayı bilmiyor. Günün birinde de bende ölüm anksiyetesi var deyip bir
psikoloğa gidiyor. Oysa bilmiyor ki hayatı boyunca yaşamayı becerememiş bir insan ölemez. Çünkü ölmek için yaşamak gerekir. (Ben 2
sene önce de bu kitabı yakında çıkarıcım diyordum… bekliyoruz efendim)
Shakespeare de öyle millete korkuyorsunuz deyip kaçmıyor, yazmaya devam ediyor.
Korkuyorum
Yağmuru seviyorum diyorsun,
yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun...
Güneşi seviyorum diyorsun,
güneş açınca gölgeye kaçıyorsun...
Rüzgarı seviyorum diyorsun,
rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun...
İşte,bunun için korkuyorum;
Beni de sevdiğini söylüyorsun...
William Shakespeare
Kelime anlamı olarak birine bir yakınından kalan mal mülk para veya servet. Ancak aslında çok daha fazlası. Miras sadece maddi
değil, daha önemli olarak manevi olarak bırakılır. Mesela bir neslin kendinden sonraki nesle bıraktığı hayat, bir ailenin
çocuklarına bıraktığı vizyon, veya yüzyıl kadar uzanan hür düşünen birey olabilme ayrıcalığı. Benim için iki kat önemli
bir 29 Ekim, hem cumhuriyetin yüzüncü yılı hem de annemin doğum günü. İki çok büyük mirasa sahibim, ailem ve cumhuriyet.
Çok şanslıyım. Ancak bir de zor yanından bakalım, iki mirasa da layık olabilmek, iki mirası da taşıyabilmek ile yükümlüyüm.
Mirasa sahip olmak bir şans, ancak devam ettirebilmek bir görev.
Bana göre miras, bize bırakılan ve bizim algilayabildigimiz her şey. En önemlisi vizyon, düşünme tarzı ve hayata karşı
duruşumuz. Kalıp fikirler değil , fikirlerimizi oluşturma yolu ve biçimi. Fikirler değişir, değişmeli de, zamana uyum
sağlamalı, ancak fikirlerimizi oluştururken sadık kaldığımız kalıplar önemli.
Büyüdükçe insan kendine idoller arıyor. Yol göstericiler hayatı yaşamayı kolaylaştırıyor, bir vizyon sağlıyorlar. Her
şeyi mutlak doğru kabul edip tamamen taklitten bahsetmesem de, bir taslak oluşturuyor. Büyüyünce ne olmak istiyorsun sorusu
sadece çocuklara sorulmuyor gençler de sürekli kendilerine soruyor. Belki büyükler bile yaşlanınca nasıl biri olmak
istediklerini soruyorlardır. İdollerimizin özendiğimiz özelliklerini alarak ortaya kimsenin tıpatıp aynısı olmayan ama belirli
insanlardan imareler taşıyan bir karma yaratıyoruz. Her gördüğümüz kişilikten bir parça taşıyarak şekilleniyoruz.
Etkilendiğimiz herkes bize bir miras bırakıyor aslında, illa canlı temasa gerek yok, okuduğumuz, izlediğimiz veya dinlediğimiz
her hikaye bizi biraz daha şekillendiriyor. Kim olmak istediğimizi veya kim olmak istemediğimize karar veriyoruz. Hani ilk işe
girip sevmeyenler derler ya, ne yapmak istemediğimi gördüm diye. Bazı kişiler de bize kim olmak istemediğimizi hatırlatır,
öyle bir miras bırakır. Böyle küçük küçük miraslarla şekilleniriz işte, kalıplarımız oturmaya başlar. Ancak işte bazı
miraslar diğerlerinden çok daha büyüktür. Büyürken izlediğimiz, özendiğimiz, ister istemeden örnek aldığımız ailemiz
bizi en çok etkileyen şeylerden. Ve tabiki ister istemeden içine doğduğumuz ülkemiz, kültürümüz. İşte bu yüzden çok
şanslıyım diyorum. Hem bana çok güzel örnek olan bir ailem hem de bize emanet edilen bir cumhuriyet. İşte buraya kadar
şansımız yaver gitti diyelim, ancak bundan sonra görevimiz başlıyor, emanetlerin değerini bilmek ve onlara sahip çıkabilmek.
Peki emanetlerimize nasıl sahip çıkabiliriz? Bence her şeyden önemlisi emanetlerimizin ne olduğunu iyice anlamamız gerek.
Neslimizin en büyük sorunu heralde ezberlerle hareket etmek, üzerine düşünmemek. Ancak bize bırakılan miras ise tam tersi,
özgürce düşünmek, aklımızı kullanmak, kalıplara girmemek. Cumhuriyet bir yönetim biçimi ama aynı zamanda bir vizyon
projesi; akılcılık, rasyonalite ve en hakiki mürşit olan ilimin peşinden koşma gayesi.
Kendimi de içine katarak neslimizle ilgili naçizane görüşüm, odaklanmanın gittikçe daha da zorlaştığı bu çağda biz de
gittikçe düşünmeyi bırakıyoruz. Kalıplara girip sürükleniyoruz, tartışmıyoruz, üzerine düşünmüyoruz. Yani bize
bırakılan akılcılık mirasının tam tersine yürüyoruz. Bu yolu doğru yürüyen ve bu yazıyı yazarken tanıştığım birkaç somut
cumhuriyet başarılarıyla yazımı bitirmek ve tanımayanları da tanıştırmak isterim.
Semiha Berksoy; Türk opera sanatçısı , tiyatrocu ve ressam. Türkiye’nin uluslararası tanınmış ilk sanatçılarından. Safiye
Ali; Türkiye Cumhuriyetinin ilk kadın tıp doktoru. Remziye Hisar; Türk kimyager, kimya biliminin Türkiyedeki ilk kadın
öncülerinden, Sorbonne Üniversitesinden doktora alan ilk Türk Kadın ve daha nice idoller. Çok şanslıyız çünkü çok özel
bir mirasa sahibiz ama aynı zamanda çok çalışmalıyız ki bu mirası koruyabilelim.
Parmağı hiç bir zaman unutturmayalım ama, parmağın gösterdiği yeri de asla ihmal etmeyelim.