Düşüncelerimiz, fikirlerimiz... Bizleri, aynı dünyayı paylaştığımız pek çok canlıdan ayıran sihirli gücümüz. Öyle bir lütuf ki bu
güç, bir yandan çatışan ruhlarımızın yoğun sisinde ilerlemeyi sağlarken diğer yandan da rotamızı kaybetmemize engel oluyor. Zaten
tarihin tozlu raflarına şöyle dönüp de baktığımızda, düşüncelerin ve fikirlerin varlığı bu yazdıklarımı doğrularcasına selamlıyor
bizleri: Hayatımızda varlığını sürdüren bu kavramların toplumsal yapıları, kültürleri ve hatta bizlerin yaşam kalitesini öyle ya
da böyle ilerletirken veya değiştirirken bir yandan da neye dönüştürdüğünü gözlemleyebilmemiz, üzerimize birer birer düşen düşünce
tanelerinin bile zamanla ne kadar büyük bir çığa sebep olabileceğini bizlere kanıtlıyor. İşte tam da bu sebepten “düşünmek” temalı
bu sayımızda, tarihte büyük değişimlere yol açan bazı önemli düşünceleri ve bu düşüncelerin nasıl şekillendiğini incelemek
istedim: Geçmişte spor, politika, sanat ve felsefe gibi çeşitli alanlarda gerçekleşmiş bu çeşitli ve güçlü fikirlerin izlerinin
günümüz toplumundaki etkilerini de bu sayede hep beraber süreceğiz.
Sanatta Devrim: Rönesans ve Günümüze Etkisi
Pek çoğumuzun bildiği üzere rönesans, 14. ve 17. yüzyıllar arasında Avrupa'da sanat, bilim ve felsefe gibi birçok alanda köklü
değişimlere yol açan bir dönemi sembolize etmekte. Bu kültürel uyanış, antik Yunan ve Roma'nın klasik değerlerinin yeniden
canlandırılmasıyla şekillenip insan merkezli bir bakış açısını (hümanizm) toplumun önemli bir kesimine benimsetmeyi de başardı. Bu
dönemin fikirleri bireyin yaratıcı gücüne olan inancı artırarak, sanatçıların ve bilim insanlarının özgür ve yaratıcı bir şekilde
çalışmalarını sağladı. Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael gibi büyük sanatçılar bu dönemde ortaya koydukları "Mona Lisa",
"Son Akşam Yemeği", "Davud" heykeli, Sistine Şapeli freskleri, "Atina Okulu" gibi eserleriyle, insan formunu ve doğayı yeni bir
gözle keşfetmemizi sağladılar. Rönesansla ortaya çıkardıkları düşünce yapısını sanatla harmanlayarak perspektif kavramının ve
kullanımının toplum bazında keşfini sağladılar. İşin bilim tarafındaysa Nicolaus Copernicus'un güneş merkezli evren modeli,
Galileo Galilei'nin teleskopik gözlemleri ve Johannes Kepler'in gezegenlerin hareket yasaları gibi keşifleri bildiğimiz dünyayı
mikroskop altına alarak gelecek nesillerin daha doğru bir sistematikte; gerçeklikle paralel giden bir yaratıcılıkta
düşünebilmesini sağladı. Bu bilim insanlarının çalışmaları, evrenin anlaşılmasında yeni bir çağı başlatarak, modern bilimin de
temellerini attı. İşte bu şekilde Rönesans'ın hümanist düşünce yapısı, bireyin potansiyeline olan inancını artırmış ve özgür
düşüncenin önemini vurgulamış. İnsanlar, kendi yeteneklerini keşfetme ve geliştirme konusunda cesaretlenmiş. Bu düşünce yapısı,
sanatta, bilimde ve felsefede de bu sayede büyük ilerlemelerin kaydedilmesini sağladı. Rönesans'ın etkileri günümüze kadar ulaştı.
Modern sanat, Rönesans'ın perspektif, anatomi ve kompozisyon konusundaki yeniliklerinden büyük ölçüde etkilendi. Bugün bile
sanatçılar, Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael gibi ustaların eserlerinden ilham alıyorlar. Bilimsel düşünce ve araştırma
geleneği, modern bilimin gelişiminde hala önemli bir rol oynuyor. Galileo ve Copernicus gibi öncülerden ilham alan bilim
insanları, evreni ve doğayı daha derinlemesine incelemeye devam ediyor. Yüzyıllar öncesinde daha da eski zamanlardaki düşüncelerin
gelişimiyle ortaya çıkan fikirler, ilerleyerek ve gelişerek modern zamanlarımızın düşünce yapısına temel oluşturmaya ve onları
dönüştürmeye devam ediyor. Tıpkı bizim fikirlerimizin gelecek nesillere ulaşarak onların dönüşümüne katkı sağlayacağı gibi...
Felsefede Devrim: Aydınlanma Çağı
Aydınlanma çağı, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'da ortaya çıkmış ve felsefede köklü bir devrime yol açmış bir düşünce hareketi. Bu
dönem, akıl, bilim ve bireysel özgürlüklerin önemini vurgulayan entelektüel bir uyanış olarak da tarihte kendine önemli bir yer
bulur. Aydınlanma'nın öncü düşünürleri, toplumun daha adil ve daha ilerici bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğine inanarak
önemli eserler ortaya koydular. John Locke, Voltaire, Jean-Jacques Rousseau ve Immanuel Kant gibi filozoflar, Aydınlanma'nın
teorideki en önemli figürleri arasında yer almakla kalmaz, eş zamanlı olarak hayatta, düşüncelerin toplum yapısını nasıl bir
dönüşüme götürdüğüne de şahit olurlar: Bir yanda insan hakları ve hükümetin rızası kavramlarını geliştirerek, bireylerin doğal
haklarının korunması gerektiğini savunurken modern demokrasilerin temelini oluşturmuş ve bireysel özgürlüklerin önemini vurgulamış
olan Locke. Öteki tarafta; "toplum sözleşmesi" teorisiyle halkın egemenliğini ve hükümetin halkın iradesine dayanması gerektiğini
savunan Fransız Devriminin fikir babalarından Rousseau. Dini hoşgörü ve ifade özgürlüğü üzerine yazılarıyla dikkat çekmiş,
bireysel hakların ve özgürlüklerin savunucusu olmayı başarmış Voltaire. Ve, Aydınlanma'nın felsefi temellerini atan akıl ve
ahlakın insan yaşamındaki önemini vurgulamış; "Sapere aude" (Bilme cesaretini göster) sloganıyla Aydınlanma'nın ruhunu özetlemiş
olan Kant.. Bu isimler sayesinde bireylerin kendi akıllarını kullanarak bilgiye ulaşması gerektiği fikri günümüze ulaştı ve
bireysel özgürlüğün / akılcı düşüncenin toplum tabanındaki köklerine can suyu olmayı başardı. Tabiki Rönesansta olduğu gibi
Aydınlanma, sadece felsefi düşüncelerle de bitmemişti. Bilimde de büyük bir devrim yarattı. Isaac Newton'un "Principia
Mathematica" adlı eseri, klasik mekaniğin temellerini atarak doğa yasalarının anlaşılmasını sağladı. Bugünün üniversitelerinde
okutulan fizik ve matematik derslerinin temelini Newton'un bu konudaki çalışmalarına borçluyuz. Bu engin zihin, evrenin işleyişini
akıl ve deneylerle açıklamış, bilimsel yöntemin önemini ortaya koymuştu. Zaman ilerledikçe aydınlanma düşüncesi, insan aklının
gücüne olan inancı arttırdı ve bilimsel yöntemin yaygınlaşmasına katkı sağladı. Aydınlanma Çağında Rönesans’la birlikte gelen
hümanist düşünce yapısı, bireyin potansiyeline olan inancını ilerletti ve özgür düşüncenin gelişimini destekledi. Bu dönemde
insanlar, kendi yeteneklerini keşfetme ve geliştirme konusunda cesaretlendirildiler. Kısacası; aydınlanma süreci, bireyin yaratıcı
gücüne olan güveni artırmış ve sanatta, bilimde; felsefede büyük ilerlemelerin kaydedilmesini sağlamıştı. Aydınlanma'nın etkileri
günümüze kadar ulaştı. Modern demokrasiler, Aydınlanma'nın akıl, özgürlük ve eşitlik gibi değerleri üzerine inşa edildiler. İnsan
hakları, özgür düşünce ve ifade özgürlüğü gibi kavramlar, Aydınlanma'nın mirası olarak modern toplumlarda varlığını sürdürdü.
Eğitim sistemleri, bireyin potansiyelini en üst düzeye çıkarmayı hedefleyen hümanist ilkeler üzerine kuruldu. Dönemin entelektüel
özgürlüğü ve yaratıcı düşünceye verdiği değer, bugün bile eğitim ve kültür alanlarında temel prensipler olarak kabul edilmekte.
Aydınlanma, felsefede büyük bir devrim yaratmış ve modern dünyanın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bu dönemin
düşünürleri, insan aklının ve özgürlüğünün gücüne olan inançlarını ortaya koyarak toplumların daha adil ve ilerici bir şekilde
yeniden düzenlenmesine katkı sağladılar.
Sporda Devrim: Toplumsal Eşitlik ve İnsan Hakları
Spor, her zaman sadece fiziksel yeteneklerin sergilendiği bir arena olmanın ötesinde, toplumsal değişimin mücadelesi için de güçlü
bir platform olmayı başardı. Tarih boyunca, birçok sporcu adaletsizliklere, ayrımcılığa ve diğer toplumsal sorunlara; kendi
düşüncelerini paylaşarak, onları savunarak ve yayarak karşı çıktı ve toplumda önemli değişimlere imza attı. 1947 yılında Jackie
Robinson, Major League Baseball'da (MLB) oynayan ilk siyahi oyuncu olarak tarihe geçti. Tüm insanların eşitçe mücadele edebileceği
bir dünya düşüncesiyle yola çıkan Robinson, Brooklyn Dodgers ile sahaya çıkarak, Amerika'daki spor dünyasında ırk ayrımcılığına
karşı büyük bir adım attı. Sahadaki başarıları ve sahadışı mücadeleleri, sivil haklar hareketine ilham verdi ve dünyanın pek çok
bölgesindeki insanı etkiledi. Irksal eşitlik için önemli bir sembol haline geldi. Muhammed Ali, sadece boks ringlerindeki
başarılarıyla değil, aynı zamanda sivil haklar hareketlerine olan desteği ve Vietnam Savaşı'na karşı çıkışıyla da tanındı. 1967'de
sadece politik sebeplerden gerçekleştiğine inandığı ve insanları birbirine düşürdüğü Vietnam savaşında askerlik yapmayı reddettiği
için hapis cezasına çarptırıldı ve tüm şampiyonluk unvanları elinden alındı. Ancak cesareti ve kararlılığı, ırksal eşitlik ve
barış konularında tüm dünyaya yankıları hala devam eden güçlü bir mesaj verdi. Ali'nin çeşitli platformlarda yaptığı konuşmalar ve
bir aktivist olarak katıldığı projeler , onun toplumsal adalet konusundaki düşüncelerine derin bağlılığını gösterdi. Ve ırkçılık,
toplumsal adalet gibi konulardaki düşünceleriyle bizlere zor zamanlarımızda geriye dönerek güç alabileceğimiz bir miras bıraktı.
Billie Jean King, kadın sporcuların eşit haklar için verdikleri mücadelenin öncülerinden biri olarak, 1973'te "Cinsiyetler Savaşı"
maçında Bobby Riggs'i yenerek kadınların tenis dünyasındaki etkinliğini kanıtladı ve sporda cinsiyet eşitliği mücadelesine büyük
bir ivme kazandırdı. King, Kadın Tenis Birliği'ni (WTA) kurarak kadın tenisçilerin profesyonel dünyada daha fazla tanınmasını ve
eşit ücret mücadelesini destekledi. Ve teniste hem kadın hem erkeklerin dengelenmiş refah şartlarında mesleklerini
sürdürebilmelerinde büyük pay sahibi oldu. Son olarak da büyük düşünür ve insan hakları savunucusu Nelson Mandela, Güney
Afrika'nın ilk siyahi Cumhurbaşkanı olarak, 1995 Rugby Dünya Kupası'nda Güney Afrika takımının zaferini takımdaki oyuncuların
ülkenin hangi bölgesinden olduğuna bakmaksızın destekledi. Güney Afrika’ya bağlı olan Güney Batı Afrika bölgesindeki siyahi
insanların beyazlara göre daha altta görüldüğü 46 yıl boyunca devam etmiş ve Apartheid sistemi olarak geçen, ırkçılığı bizzat
onaylayan, ülkeyi bölen sistemi kaldırarak Güney Afrika'da ulusal birliği ve uzlaşmayı teşvik etti. Mandela'nın spor aracılığıyla
barış ve birlik mesajı, sporun toplumsal iyileşme üzerindeki gücünü ortaya koydu. Bu özel düşüncelere sahip insanlar düşünceleri
ve hayallerini birleştirerek dünyayı daha güzel bir yer haline getirdiler. İnsan hakları için verdikleri mücadele, sadece spor
dünyasında değil, genel toplumda da derin etkiler bıraktı. Onların cesareti ve azmi, insanlık hakları konusundaki ilerlemelerin
temel taşları oldu ve dünya genelinde milyonlarca insana ilham verdi. Bu sporcuların mirası, gelecekte de insan hakları
savunucuları için kuşkusuz ki yol göstermeye devam edecek.
Tüm bu örneklerden de görülebildiği üzere düşüncenin gücü, insanlık tarihinin karanlıkla bütünleştiği, kötüyü normalleştirdiği
dönemlerinde bile kendini göstermeyi başardı. Sanat, felsefe, politika ve spor gibi alanlarda ortaya konan çeşitli ve güçlü
fikirler, toplumların şekillenmesine, bireylerin özgürleşmesine ve toplumsal adaletin sağlanmasına büyük katkılar sağladı.
Rönesans'ın hümanist düşünce yapısından Aydınlanma'nın akıl ve bilim odaklı devrimlerine, spor dünyasında insan hakları için
mücadele eden cesur sporculardan toplumsal değişime kadar, düşüncenin dönüştürücü gücü kendini bizlere her alanda kanıtladı ve
kanıtlamaya devam ediyor. Billie Jean King, Jackie Robinson, Muhammed Ali ve Nelson Mandela gibi isimler, sadece kendi alanlarında
başarılar elde etmekle kalmadı, aynı zamanda insan hakları ve eşitlik için verdikleri mücadelelerle toplumsal değişimlere öncülük
ettiler. Onların cesur adımları, sporun toplumsal birleştirici gücünü ve insan hakları mücadelesindeki önemini gözler önüne
sermeyi başardı. Sadece yukarıda verilen birkaç örnekte bile açıkça görülebileceği üzere geçmişin bu güçlü fikirleri, günümüz
toplumlarında hala etkisini sürdürmekte ve gelecekteki nesillere ilham vermekte. Bizlere burada düşen görev ise geçmişte olduğu
gibi tarihin kolektif düzenimizde bıraktığı izleri dikkatlice takip ederek düşüncelerimizi büyütmek, ilerletmek; adalet, eşitlik
ve özgürlük için verdiğimiz mücadelelerin dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirdiğini hatırlamak. Bu güçlü düşünceler, her
zaman toplumsal değişim ve ilerlemenin temel taşları olmaya devam edecek. Ve düşünmekten gelen bu güç, geçmişten günümüze ve
geleceğe uzanan bir ilham kaynağı olarak kalmaya devam edecek...
Yıl 1992, yer Bosna-Hersek. Yaşını göstermeyen yedi yaşında bir çocuk. Boyu yaşıtlarına göre hatırı sayılır derecede uzun, yüzünde
kaygılı ama pervasız bir ifade var. İleride ailesinden devraldığı güçlü genetiğini, metanetli ve cesur etnisitesiyle
birleştireceğiyse daha o zamanlardan belli. Henüz güneş doğmamış, ev halkı yarı uykulu yarı uyanık bir halde haber bekliyor:
Vahşetin bitmesini diliyor. Büyük bir huzursuzluk ve tedirginlik tüm Mostar şehrinde olduğu gibi onların hanesine de hakim. Şehir
kabuğuna çekilmiş durumda. O ise aceleyle evden çıkmak için kapıya koşuyor. Kaybedecek vakti yok. Bugün önceki günlere göre daha
geç kaldığının farkında. Saat altıyı çoktan geçmiş ve kaybettiği zamanı telafi etmesi gerekli. Zira, bir an önce ulaşmak için can
attığı hayalleri var. Önceki gün babasından yine aynı hikayeleri anlatmasını istemiş ve motivasyonunu tazelemiş. Drazen
Petrovic’in dönerek attığı cemşatı, Toni Kukoc’un ofansif çeşitliliği ve Dino Radja’nın dans ederek süzüldüğü çembere bıraktığı
nazik toplar evden çıktığından beri aklının bir köşesinde tekrar tekrar oynuyorlar. Büyük bir heyecanla, içinde bulunduğu tüm
sıkıntıları unutarak koşmaya başlıyor. Evinden fazla uzak olmayan basketbol sahasına da yaklaşık iki üç dakika içerisinde varıyor
zaten. İşte bu çocuğun hayalleri için olan mücadelesi bu şekilde başlıyor: Talihsiz bir zamanda, korkunç koşullar altında
hayallerini gerçekleştirebilmek adına ölümü göze alıyor. Onun için “ball is life” mottosu sadece bir tutkuyu değil aynı zamanda
bir gerçekliği temsil ediyor. Sabahları tek başına, ilerleyen saatlerde de arkadaşlarıyla basketbol oynayabilmek için her gün
gerçek anlamda ölümle burun buruna geliyor. Gün doğumuyla başlayan idmanları, şehre atılan bombaların habercisi, o şeytani
sirenleri duyana kadar devam ediyor. Pek çok komşusunu ve akrabasını bu savaşta kaybediyor. Ölüm kavramıyla çok erken yaşlarda
tanışıyor, bu da elinde olan kısıtlı zamanı fark etmesine sebep oluyor. Zamana karşı da ölüme karşı da gelemeyeceğinin farkında.
Yapabileceği tek şey kısıtlı zamanı, kendi için anlamlı bir edinime dönüştürmek: İşte Mirza Teletovic için bu anlam basketbolda
hayat buluyor. 1995 yılında biten Bosna savaşı, on sekiz ay boyunca kuşatma altında kalmış Mostar şehrini fazlasıyla etkiliyor.
Savaşın bitimiyle yavaş yavaş insani standartlara dönmeye başlayan yaşam, Teletovic içinde daha fazla kişiyle basketbol oynaması
anlamına geliyor. Ortaokul ve lise zamanları klüp ve okul takımlarında gösterdiği performanslarla adının ülke çapında duyulmasını
sağlıyor. On sekiz yaşında profesyonel kariyerine Sloboda Tuzla’da başlıyor. Kendisi hala Bosna Hersek’te oynarken yaşıtlarının
çoktan NBA’e girdiğinin farkında olsa bile NBA hayallerine sıkı sıkı tutunmaya devam ediyor ve en büyük hayali için girdiği
savaşta en ön safta yürümeye devam ediyor. Ülkesinde oynadığı iki sene sonunda önce belçika ligine ve oradan da ispanya ligine
geçiş yapıyor. Ancak bu dönemdeki rakamları NBA’e girebilecek bir oyuncunun istatistiklerine yaklaşamıyor bile. En azından
profesyonel kariyerinin bu ilk çeyreğinde çalışmalarının karşılığı henüz hayallerini gerçekleştirmesine yetecek seviyede değil.
Yirmi iki yaşında NBA Draftına katılıyor ve doğal olarak hiçbir takım tarafından seçilmiyor. Kendi adına üzgün ve yorgun geçen bu
dönem asla ama asla, içindeki o pervasız ve savaşçı çocuğu yok edemiyor. Sonuçta ne olursa olsun hiçbir stres, çocukluğunda
yaşamış olduğu stresin yanından bile geçemezdi. Mentalitesi de hep bu şekilde ilerliyor. Hayatı boyunca zamanın kısıtlı yapısını
kabullenmiş biri olarak zor durumlar altında mücadele etmeyi hep başarıyor. 2.06’ya ulaşan boyu ve yüzde 40’a yakın üçlük
yüzdesiyle sonraki senelerde kendisinden beklenen çıkışı en sonunda yapıyor. Avrupa şampiyonalarında Bosna Herseği takımın en
değerli oyuncularından biri olarak temsil ediyor. Ricky Rubio, Marc Gasol, Tiago Splitter gibi gelecek NBA efsanelerinin yer
aldığı İspanya liginde Baskonia’yla beraber iki kere şampiyon oluyor. Ve en sonunda senelerdir beklediği o kontratı 27 yaşında
imzalıyor. Çocukluğundan beri kurduğu hayalleri, altı sene sürecek bir NBA kariyeriyle gerçeğe kavuşuyor. Ancak NBA’e girse bile
bahtsız talihi onu yalnız bırakmıyor. Süreleri artmaya başladığı ve ilk takımı Brookly’ne neredeyse tamamen adapte olmaya
başladığı vakit, akciğer pıhtısı olduğu ortaya çıkıyor. Damar tıkanıklığına da yol açan bu durum, hem basket oynamasını hem de
yüksek tempoda nefes almasını zorlaştırıyor, öyle ki kendini zorladığı idmanlarda saha içinde bayılmaya kadar giden görüntüler
ortaya çıkabiliyor. Bir senelik aranın ardından kararlı ve hırslı mizacının da yardımıyla iyileşmiş bir şekilde sahalara dönüyor.
Kontratı bulunmayan NBA macerası sahalara Phoenix Suns’la dönmesiyle devam ediyor. Bu savaştan da galip ayrılarak bir kez daha
talihine karşı girdiği savaşı kazanmış oluyor. NBA kariyerine fazlasıyla geç başlamış biri için hiç de fena sayılmayacak bir
rotayla 33 yaşında Milwaukee Bucks’ta emekliliğini açıklıyor. Bu dönemde basketbolu bırakarak Bosna Hersek Basketbol
Federasyonun’da ülkesi için çalışmaya başlıyor ve bu görevinden de 35 yaşında ayrılarak bir ülke takımı olan KK Turbina’yla
tekrardan baskete dönüyor. 38 yaşında ise tekrardan emekliliğini açıklıyor ve basketbolun gelişimi için kendini ülkesine adamaya
devam ediyor.
Mirza Teletovic, kendi zamanına göre yaşamış koca yürekli o çocuğun ilham verici hikayesini simgeliyor. Zamanın hepimiz için eş
zamanlı akıyor gibi gözüken konseptine karşı, herkes için ne kadar göreceli bir kavram olabileceğini bizlere gösteriyor. Herkesin
kendi zamanı olduğunun ve yaşadığımız sürece hiçbir şey için geç ya da erken olmadığının canlı kanıtı olarak karşımızda duruyor.
Şehrine bombalar atılır ve komşularının evleri yağmalanırken, hayallerinin peşinde koşmak için çok küçüktü. Çoğu insan için
basketbolun zamanı değildi. Ailesiyle evinde oturup, savaş bittikten sonra bu idmanlara başlamalıydı belki de. Ama akan zamanın ve
ölümün farkına varması kendi hayalleri için zamanla birlikte hareket etmesini sağlıyor. Zamana karşı gelmeden kendi isteklerini
gerçekleştirebilmek ve kendi zamanının gelmesini sağlayabilmek için sürekli çalışıyor. Sonuç olarak da; 19 yaşında draft edilen
oyuncuların olduğu NBA’e 27 yaşında bir çaylak olarak girmeyi başarıyor. Çoğu insan için NBA’e girdiği yaş geç kalınmış bir zamanı
temsil ediyor. Fakat Mirza’nın saati onun zamanının geldiğini gösteriyor. NBA kariyeri başarılarla dolu geçmese de gittiği
takımlarda değerli bir rotasyon parçası olmayı başarıyor, hayallerini gerçekleştiriyor. Hepimizin bu hayatta hayallerimiz ve
hedeflerimiz için ter dökerken kendimizi başkalarıyla karşılaştırmadan kendi zamanımıza odaklanmamız gerektiğinin göstergesi
olmayı başarıyor Teletovic. Ve umarım hepimiz kendi zamanımızı onun kadar sabırlı bir şekilde bekleyebilir ve onun gibi doğru
kullanabiliriz…
Büyüklerimizin kullandığı, “ Aşk karın doyurmaz” lafını muhakkak hepimiz duymuşuzdur. Bu öğüt niteliğindeki söylem, yaşadığımız
topraklarda fazlasıyla popüler ve farklı kanallar aracılığıyla karşımıza sıklıkla çıkıyor. Temelde para-aşk arasındaki çatışmada
nasıl bir denge olmaması gerektiğine değiniyor bu söylem. Ancak buradaki aşktan kasıt, sadece birisine karşı hissedilen aşırı
sevgi ve bağlılık duygusu değil. Aşk kelimesi, aynı zamanda <bir şeye karşı duyulan> aşırı sevgi ve bağlılık duygusuna da atıfta
bulunuyor. Biz gençlerse, pek çok genellemede olduğu gibi haliyle bu lafı biraz beylik buluyoruz ve karın doyurmayan aşka,
muhalefet edebilecek kadar güçlü başka bir söylem çıkartıyoruz ortaya, “Tutkunu takip et !”. Pazarlamasını da güzel bir şekilde
yapıyoruz bu tutku dolu yolun… Aşırı sevdiğimiz, bağlılık hissettiğimiz bir meslek / konu üzerinden para kazanmaktan, hayat
kurmaktan daha güzel ne olabilir ki ? diye soruyoruz büyüklere. Etrafımızda gösterilmeyi bekleyen pek çok kanıt da mevcut tabii
ki. Sonuçta, karşımızda hepimizin hayranlık duyduğu pek çok örnek bize el sallıyor. Her sabahın dördünde kalkıp, tutkusu uğruna
saatlerce idman yapan Kobe Bryant’tan, hayatı boyunca sadece bir tablo satabilmesine rağmen yüzlerce resim çizmiş Van Gogh’a;
onlarca kez reddedilen bir kitabı (Carrie) en çok satanlar listesine sokan Stephen King’den, sekiz sene boyunca sürekli zarar
etmiş ve çok kez işini bırakmayı düşünmüş Shazam’ın kurucu ortaklarından Chris Barton’a … Farklı alanlarda tutkusu olan ve bu
tutkularını işe dönüştürmekle kalmayıp şöhreti veya refahı da bu inatçı ısrarın sonunda elde etmiş pek çok isim var önümüzde.
Peki, sevgi ve tutku yolunu büyük bir ısrarla takip etmenin yaşamda çoğu zaman hüsranla sonuçlanacağını savunan büyüklerimiz ve
refahın, mutluluğun tutkularımız önderliğinde gelişmesi gerektiğini düşünen biz gençler arasındaki bu kavgada kimin görüşü gerçeği
daha çok yansıtıyor, hangimiz davasında daha haklı ? Bu sayıdaki yazımda, gelin hep beraber bu konuya bir göz atalım.
Yazar Cal Newport, Görmezden Gelemeyecekleri Kadar İyi Ol adlı kitabında “tutkunu takip et” mottosu üzerinden bu konuyu detaylıca
inceliyor. Bu tarz klişe sloganların pek çok kişinin hayatında bir kariyer ve anlam karmaşası yaratabileceğinden hatta çoğumuzun
yaşantısını halihazırda olumsuz bir şekilde etkilemekte olduğundan bahsediyor. Kitap belirli başlıklar altında bu tutku ve
sevdiğin işi takip et öğütlerinin neden çoğumuz için işe yaramayacağını anlatmaya çalışıyor. Öncelikle şunu unutmamak lazımki,
yaşamın her alanında olduğu gibi, bu konuda da istisna durumlar bulunmakta. Azınlık sayıda olsa da bazılarımız için tutkularını
takip etmek diğerlerimize oranla daha pozitif sonuçlar doğurabiliyor. Yukarıda verdiğim örnek isimler ve daha niceleri de bunun
bir göstergesi. Diğer taraftan, eğer az da olsa bir anlam ya da sevgi yükleyemediğimiz bir işi yapıyorsak o işte başarılı olma
şansımız da yok denecek kadar az. Bu da sevdiğimiz işi yapmamız gerektiğini kanıtlayan diğer bir gerçek. Bu iki konuda bu
tartışmanın iki ucunun haklılığına giden yolda bir argüman olarak kendilerine yer bulabilir. Ancak, pek çoğumuz için işin gerçeği
başka etkenlere de bağlı bulunuyor. Tutkunun girift yapısı ve sevgiyi tanımlama biçimimiz bizler için fazlasıyla aldatıcı
olabiliyor. Tutku, sevgi ve bağlılığın aşırılığa kaçmış haline verilen ad. Bu açıdan baktığımızda, bu öğütleri kendi rotası olarak
belirleyen kişilerin pek çoğunun haliyle bir tutkusu bulunmuyor. Ve bu bir problem değil, aksine gayet normal bir durum. Herkes
kendi davasına Gandhi kadar bağlı, ilgilendiği konulara karşı Da Vinci kadar obsesif olamaz. Büyük bir kesimimizde öyle değil
zaten. Çok sevdiğimiz, ilgili olduğumuz belirli hobilerimiz olabilir ancak bu hobilerle haftada üç dört gün ilgilendikten sonra
kafamızı yastığa rahatça koyabiliyoruz. Sevgiye ait doygunluk sınırımıza ulaşıyoruz. Bir konuya gerçekten tutkusu olan insanlarsa
o konu hakkında zaman mekan fark etmeksizin ilgili konuya karşı sürekli bir doyumsuzluk besliyor, o konuyla ilgilenmeden
yaptıkları her işte büyük bir eksiklik hissediyorlar. Sonuçta; bir Messi kolay yetişmiyor. Peki tamam, diyelimki tutkumuz var.
Sadece bu yeterli mi, tüm tartışma burada bitiyor mu bizim için ? Sadece bir tutkuya sahip olmak yeterli mi ? Hayır, tabiki
yetmiyor. Aynı zamanda o konuda yetenekli de olmamız gerekiyor. Tutkumuzla yetenekli olduğumuz alanın birbiriyle çakışması şart.
İşte bu değerlendirmeler sonucunda köprünün şanslı tarafında kalıyorsak eğer, en azından hayatta para-tutku ikileminde tutkumuzu
takip ederek başarılı olma ihtimalimiz bulunuyor. Ama maalesef, iş dünyasının ve yaşamın tamahkar yapısı genelde burada da
karşımıza çıkıyor. Bu yolda başarılı olabilmemiz için bizlerden daha farklı zorluklara göğüs germemizi istiyor. Bir işe veya alana
yeni girdiğimizde o alanda hali hazırda var olan bir hiyerarşinin içerisinde buluyoruz kendimizi. Bu rekabet ortamı çoğu zaman işe
girmeden önce kurduğumuz toz pembe hayalleri yerle bir edebiliyor. Örnek olması için hobi olarak oyunculuk yapan birini ele
alalım. Farklı bir işte çalışırken tutkusunu takip etmeye ve dizi sektörüne girmeye karar versin. Bu sektörde doğal olarak kimse
onu bir anda ana kasta almayacak ve yeteneklerini sergilemesinin pek mümkün olmadığı küçük rollerle başlayacak kariyerine. Tutkusu
olduğu işle ilgili karşılaştığı bu ortam hiç tahmin etmediği bir ortam olarak karşısına çıkacak. Bunun ötesinde rekabet ettiği
kişiler arasında da onun kadar yetenekli pek çok kişi olduğunu görecek. Tabii ki tutkusunu takip ettiği için, artık tutkusundan
para kazanması da şart. Tüm bunların üzerine eklenicek yaşam kaygısı ve para kazanma stresi de işin cabası. Kısacası geç
kalmışlık, rekabet ve para kaygısı bir anda beklentilerinizi suya düşürebilecek diğer zorluklar. Böyle bir yola giren insanların
pek çoğu da bu zorluklarla karşılıyor. Hatta pek çoğu bu sebeplerden dolayı kendi tutkularından bile soğuyabiliyorlar. Sonuçta
tutkunuzu hobi olarak yapmak ile profesyonel olarak yapmak arasında pek çok fark bulunuyor. Bu farklardan bir diğeri de, tutkunuzu
kariyer yolu olarak seçtiğinizde artık onu bir mecburiyet haline getiriyor olmanız. Çoğu hobinin bize çekici ve rahatlatıcı gelme
sebebi, onu keyfi yapabiliyor olma durumumuz. Zira, pek çok sporcuda da gördüğümüz tükenmişlik sendromu; veya yaptığı işe
yeterince odaklanamamasından kaynaklı düşüş durumu da bu sebepten kaynaklanıyor. Sonuçta haftada dört gün ikişer saatten tenis
oynamakla; tüm yaşamınızı turnuvalara, Grand Slamlere hazırlıkla, zirveye çıkma veya orada kalma çabasıyla geçirmek arasında büyük
bir fark bulunuyor.
Tüm bu okuduklarınızdan sonra aklınızda “eğer şanslı kesimin arasında değilsem; nasıl hem fazla ilgilenmediğim bir alanda çalışıp
hem de çalıştığım işi sevebilirim” sorusu belirmiş olabilir. Bu durumda bir işe başlarken, o işe bu iş bana neler sunabilir, hangi
hayatı verebilir sorusundan daha öte bir şeyi sormamız gerekiyor: “Ben ona ne verebilirim ?”. Böylece yukarıda aldatıcı bir unsur
olarak bahsettiğimiz sevgi algımızı o işe yönelik daha pozitif bir biçime dönüştürmüş oluruz. Çünkü; günün sonunda bizler
yaşamlarımızda önemli bir hata yaparız. Enerjimizi, anılarımızı, vaktimizi, emeğimizi sevdiklerimize verdiğimizi düşünürüz. Ancak
işin gerçeği bir şeyler verdikçe sevdiğimizdir. Esas önemli nokta, kendimizden bir şeyler vererek aslında kendimize bir yatırım
yapıyor oluşumuzdur. Bu sebepten çoğunlukla ve sanılanın aksine siz bir işe zaman ayırdıkça, o işi yaptıkça ve o işte ilerlemeye
başladıkça o işi sevmeye başlarsınız.
İşte durum bu şekilde. Bu tarz genellemelerin kesin bir kazananı bulunmasa ve durum kişiden kişiye farklılık gösterse de, en
azından “aşk karın doyurmaz” lafının daha büyük bir çoğunluğa hitap ettiğini kabul edebiliriz. Ancak buna rağmen, halihazırda
süregelen bu tartışma yakın zamanda biteceğe de benzemiyor. Günün sonunda umuyorum ki hepimiz, kendimiz için en doğru olan yolda
yaşam dengemizi bulur; hayatımıza bol sevgi ve bol tutkuyla devam ederiz.
Şu anda aklınızın bir köşesinde belirmiş o düşünceyi duyar gibiyim. Evet doğru, bu söylediklerimi muhtemelen farklı şekillerde
daha önce pek çok kez ve pek çok farklı kişiden duydunuz. Not: Büyük ihtimalle hepsine hak vermenize rağmen, kişisel maceranıza
kaldığınız yerden bildiğiniz şekilde devam ettiniz ya da pratikte işlemeyecek fazla teorik düşüncelere kaptırmak istemediniz
kendinizi. Duydunuz, çünkü hayatımızda çözülmesi en zor gözüken sorunlar; genelde anlaşılması en kolay sebeplerden, basit ama
içgüdüsel olanlardan kaynaklanırlar. Durum böyle olunca da çok daha karmaşık meseleler üzerine kafa yormuş bilgili ve yaratıcı
zihinler; yaşam çizgilerinin bir noktasında bu konunun üzerine de konuşur veya eserlerinde bu sorundan bahsederler. Eee, sizin de
tüm bunlar üzerine yazılmışları çizilmişleri duymamış görmemiş olmanız düşük bir ihtimaldir dolayısıyla. Özellikle, kolektif
bilincimizin habercisi olarak kabul edilen başarılı yazarlar, topluma bu derece sirayet edebilen böylesi tehlikeli bir duyguyu
eserlerinde sıklıkla işlerler ve ondan bahsederler. Mesela, her eseri insanlığın geleceğine dair ayrı bir kehanet niteliği taşıyan
George Orwell: "Hiçbir duygu saf değil, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumda." diyerek özetlemiş bu durumu veya çok
uzunca bir süre Amerika’daki göçmen işçilerin, kısaca ezilenlerin sesi olmayı başarmış John Steinbeck “Güç yozlaştırmaz. Korku
yozlaştırır; belki de gücü kaybetme korkusu.” diyerek aktarmış düşüncelerini. Albert Camus ise olaya tamamen başka bir şekilde
bakmış. Duygular aracılığıyla anlam kazandırmaya çalıştığımız varoluştan farklı bir şekilde bahsetmiş bir eserinde: "Bireysel
yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık
ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.” diyerek bireysel yolculuğun, tesirine girilen duyguların şiddeti
karşısında yok olabiliceğine ve bir salgına dönüşebileceğine değinmiş günümüzü öngörür gibi. Tamam, tamam. Bu kadar da korkutmak
istemiyorum sizi. Merak etmeyin, zaman zaman tüm bu öngörüler, eserler ve düşünceler arasında sıkışıp kalsak da her zaman korku ve
çaresizliğin arasından bir umut ışığı da ortaya çıkar, illaki ! Belki de hep oradadır, bu konuda tam emin değilim. Ancak emin
olduğum bir şey varki o da: Bu kaos döngüsünü bizzat yaşamış yazarların aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılığını müthiş bir
hiddetle savunmaları kesinlikle fazla optimist veya ütopik bir bakış açısından kaynaklanmaz. Ernest Hemingway’in bu konudaki
"Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları tam olarak o kırık yerlerinden güçlenir.” sözü ve Charles Dickens’in “Dünya üzerinde
karanlık gölgeler var, fakat ışıkları bu karşıtlık içinde daha da güçlüdür” alıntısı içinde bulunduğumuz her türlü zorluğa karşı
gelebilecek bir güç rezervine sahip olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bu sebepten de çok değerlidirler.
Bugün geldiğimiz noktada, korkunun ve karanlığın günümüze uzanmış gölgeleri geleceğimize de uzanıyor gibi gözüküyor. Aksini
söylemek, bizleri tozpembe bir dünya kurgulamaktan ileri götürmez. Yolculuğumuzun güzergahı zaman zaman başkalarının
yönlendirmesine maruz kalıyor ve hissettiklerimiz varoluşumuzun gidişatına şüphe düşürüyor. Peki, buraya kadar konuşulanların
yanında, belirsiz olan bir yarının karşısında korkmak normal değil mi? Evet, çok normal. Fakat bilinmeyenin, ufkun ötesinde olanın
korkusu; bir yandan da teslim olmamışları, tamamen çürümemişleri birbirine bağlayan evrensel bir kaygıdır. Bunu sürekli unutuyoruz
bence. Ve insanlığın esas gücü de tam olarak burada yatmaktadır. Bizi ele geçirebilecek duygularımızın varlığı, sadece bir
zayıflık işareti değil, aynı zamanda zor durumlarda bizleri birbirimize bağlayan ortak insanlığımızın bir mirası, kanıtıdır.
Gerçekçi bir sistem de işte tam olarak bu yüzden, mükemmelliğin yakalanması zor bir serap olduğunu kabul eder, ancak nezaketin
zulmün ve korkunun yerini aldığı; şefkatin ilgisizliğe galip geldiği bir dünya için çabalar. Tarihin en karanlık dönemlerinden
günümüze, hep aynı tuzağa düşerek umut ateşimizi söndürecek pek çok fırtınalar atlatsak da korku karşısında bizler hep bir irade
sergilemeyi başardık. Sonunda hep başa dönsek ya da çok az bir ilerleme kaydetsek de kolektif ruhumuzun gücü, zorluklar karşısında
bir şekilde galip gelmeyi bildi. Bence bu, içimizde bulunan ve doğuştan gelen aydınlığın bir kanıtı.
Kelimeler zihnimden bu şekilde taarruz ederken, ne olursa olsun bu anlattıklarımın arka planında kasvetli bir not da bulunduğunu
söylemeden bitiremicem yazıyı. Başlangıçta bahsettiğim karamsar durumun ortaya çıkardığı sonuçları kolayca çözmek mümkün değil.
Yanlışları ve korkunun tekelindeki zalim eğilimleriyle dünya, içimizdeki dönüştürücü gücün varlığına hala direniyor. Zaten en
başında da konuştuğumuz gibi, içimizdeki gölgeler bir kez oluştuktan sonra silinmeleri gittikçe zorlaşıyor ve korku, fısıltılar
şeklinde zihinlerimizin koridorlarında hüküm sürmeye devam ediyor. Tamamen “ele geçirilmiş ruhların” otoritesi hepimizin üzerinde
bir şekilde devam ediyor ve anlayışlı yazarların sözleri, yara bere içinde kalmış insanlığın sebatkar hatırlatıcıları olarak
bizlere hizmet ediyorlar. Gelecekten korkmamız, korkunun bu derece baskın olduğu bir dünyada çok normal. Ancak tarih, insanlığın
direncinin ve gücünün en karanlık zamanları bile aşabileceğini bize milyon kere gösterdi. Umarım bu bitmek tükenmek bilmeyen döngü
en kısa zamanda sona erer ve tüm duyguları hissederken ışığımızı kaybetmediğimiz bir gelecekte; kolektif ruhumuzu lekeleyen bu
savaşta, nihai zaferi kazanmış olarak bu satırları verilmiş bir mücadelenin anıları arasında hatırlarız.
O zamana kadar kendi karanlıklarımızı azaltmamız dileğiyle …
Yine duyduğu seslerin arasında kaybolmuş, uykuya bir türlü dalamamıştı. Yatakta sağa sola döndüğü, gözleriyle açık kapının
ardındaki karanlığa bir şeylerin cevabını bulmak ister gibi baktığı bir gece daha geçiriyordu. Daha önce hayatında hiç uykusuzluk
problemi yaşamamış birisi için son bir haftadır içinde bulunduğu bu durum gerçekten sinir bozucuydu. Bu sebepten kendisine karşı
herhangi bir anlayış da gösteremiyordu. Bir haftadır yaşadığı bu sağlıksız döngünün zihni üzerinde oluşturduğu boğucu baskı ise
günden güne artmaktaydı ve bu durum artık canına tak etmişti. Son zamanlarda oluşan uykusuzluğunun sebebi; sadece kendisinin
duyduğu ve ona bir şeyler aktarmaya çalıştıklarını hissettiği o anlamsız seslerdi. Onları görmezden gelmek için takındığı
vurdumduymaz tavra karşın, bir türlü üstesinden gelemediği bu seslerin varlığını sonunda kabul etmişti. Seslerin ne anlama
geldiklerini arkaplanlarında oluşan gürültüden dolayı bir türlü anlayamıyordu. Adeta şifrelenmiş bir mesaj gibi kulaklarında
çınlayan bu sesler kolay kolay sinirlenmeyen sakin mizacını bile çileden çıkarmayı başarmışlardı. O artık, sadece uyku kalitesini
değil, gün içindeki hayat kalitesini de gittikçe artan bir şiddetle etkileyen bu sorunu kökünden çözmeye karar vermişti. Yanı
başına koymuş olduğu telefonunu eline aldı. Saat on bir buçuktu, yatağın içinde debelenerek bir buçuk saati devirmişti. Güzel bir
uyku ve tamami sessizlik hayaline kavuşma ihtimalinin verdiği motivasyonla kendisini olabildiğince çabuk bir şekilde yatağının
dışına attı. Dağılan yatağına ve yere düşen yastığına karşı onun gibi takıntılı birinden asla beklenmeyecek bir umursamazlıkla
hole çıktı. Yatak odasının hemen karşısındaki banyoda yüzünü yıkadıktan sonra doğruca mutfağa yöneldi. Aslında bu seslerin
anlamını çözebilmek için ne yapması gerektiğinden bihaberdi. Zaten böylesine saçma bir durumda ne yapılabilirdi ki. Gerçek anlamda
gaipten sesler duymaktaydı. Aklına gelen tek şeyse az önce inadını kırarak bıraktığı vurdumduymaz tavırdan uzak durmaya devam
etmek olmuştu. İtinayla dikkatini topladığı bir ortamda bu seslerin üzerine yoğunlaşmalı ve zihnini her türlü sınırlamaya karşı
özgür bırakmalıydı. Ancak tüm bu düşünsel sürece girerek bu seslerin gerçek anlamını çözebilirdi. Fakat bu sürece de girmeden
önce, yapması gereken önemli bir şey olduğunu hatırlamış ve bu yüzden de mutfağa doğru yönelmişti. Mutfağa girdiğinde Beyoğlundaki
aktardan almış olduğu kış çayı tezgahın üzerinde duruyordu. Portakal,limon, elma, ayva gibi meyvelerin yanı sıra ıhlamur, adaçayı,
zencefil, zerdeçal benzeri zengin bitkileri içeren bu çay; aslında zihninin en ücra köşelerine kadar girmiş anlamsız seslerin
başlama sebebi sayılabilirdi. Tam bir hafta önce, tüm bunların başladığı sıradan bir iş gününde aldığı bu çayı henüz demlememiş
olması da arkaplana ittiği seslerin davranışsal bir yansıması olabilir miydi acaba. Bu düşünceleri arasında kaybolmuş bir şekilde
ilk defa demlediği kış çayını kupasına koydu ve yoğun iş dönemi sebebiyle çokça vakit geçirdiği çalışma masasının başına geçti.
Önce çayından bir yudum aldı. Her içtiğinde düşünceleri arasındaki bariyerleri kaldıran ve zihninin bir bütünlük hissine
kavuşmasına olanak veren bu inanılmaz tadın ve kokunun eşliğinde artık kendisini bulunduğu mekandan ve zamandan tamamen
soyutlamıştı. Arkasına güzelce yaslandı ve uykusuz gecelerinin müsebbipi olan o aktar ziyaretini hatırlattı kendine. İçindeki
huzursuzluğun ve zihnindeki seslerin ana kaynağına inmesi gerekliydi ve bunun için yaşananları tekrar gözden geçirmesi
gerekiyordu. O da öyle yaptı ve bir hafta önce yaşanmış o rutin çarşamba gününe geri döndü. Reklamcılık sektöründe kreatif
direktörlük başından beri hedeflediği bir kariyerdi ve sektör ortalamasına göre çok da uzun olmayan altı buçuk senelik başarılı
bir yolculuk sonucunda sektördeki görece büyük şirketlerden birinde bu hedefine ulaşmıştı. İçerik editörlüğü yaparak başladığı bu
yolculukta bu kadar çabuk bir şekilde gelmiş olduğu konuma bazen kendisi bile inanamıyordu. Toplantıdan yeni çıkmış olduğu sırada
zihni bu düşüncelerle dolup taşmaktaydı. Yanına gelmiş olan diğer çalışanların varlığını fark etmemişti bile. İş odaklı yaşamı,
şirket içi ilişkilerini mümkün olabildiğince resmi bir şekilde kurmasına yol açmış; yükselme hırsı ve rekabetçi yapısı mesleki
başarıyı getirse de iş arkadaşlarıyla arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulamamasına sebebiyet vermişti. Bununla ilgili bir sorunu
da yoktu. Gerçi kendisini sık sık sağlıklı sosyal ilişkilere sahip tanıdıklarının hayatlarına imrenirken buluyordu ancak en
azından henüz tüm bunların kendisine ne ifade ettiğini fark edememişti. Kısacası, hayatı tek bir yönde ve alanda başarılı bir
şekilde ilerlemekteydi. Parçalara bölerek çeşitli hedefler koyduğu hayatında, iş yılları olarak tanımladığı bir bölümün içindeydi
ve bu sebepten yaşamın diğer alanlarına yeterli önemi göstermiyordu. Yemeğe katılıp katılmayacağının sorulmasıyla düşüncelerinden
bir anlığına da olsa sıyrıldı. Herkese afiyet dileklerini sunarak bu daveti her zamanki gibi reddetti. İstiklaldeki aktara
uğraması gerekiyordu. Karaköyle istiklali bağlayan tünelin çok yakınında konumlanan ofisinden aktara doğru yola koyuldu. Aktara
giderken yine aynı şeyleri düşünmeye başladı. Kendisine koyduğu ilk büyük hedefe görece yeni bir vakitte ulaşmıştı. İlk başlarda
kendisinde oluşan tatmin ve mutluluğun sarhoşluğu, kendisini başkahraman olarak gördüğü bir dünyanın içinde yaşadığına inanmasına
sebep olmuştu. İşe girdiği günden beri obsesif bir şekilde beklediği ve uğruna meslektaşlarından kat be kat fazla çalıştığı
hayali, kanlı ve canlı bir şekilde onundu artık. Yediği her yemeğin tadı daha güzel, gördüğü her manzara daha büyüleyici ve yapmış
olduğu her eylem daha anlamlı geliyordu. İnsanlara bir direktöre yakışan şekilde davranmaya özen gösteriyor, eskiden olsa
kendisini rahatsız edebilecek pek çok duruma karşın daha önce göstermediği bir sebat göstermeyi başarıyordu. Hayatının tartışmasız
en keyif aldığı dönemini geçirmekteydi. Özellikle işi dışında özel bir hobisi veya ilgisi olmayan biri için, almış olduğu bu
terfinin anlamı çok büyüktü. Kendini hiç bitmeyecek bir rüyanın içinde hissediyordu, ta ki o rüya bitene kadar. Terfisinin
üzerinden geçen hatırı sayılır bir süre sonunda, yeni hayatına dair alışkanlıkları net bir şekilde oluşmuş ve yavaş yavaş zihnine
inmiş olan toz pembe perde aralanmaya başlamıştı. Daha fazla sorumluluğa sahip olduğu, daha fazla mesai yaptığı ve daha çok
sorunla uğraştığı bir döngünün içerisinde kendisine yine sözde hedefler koymuş olsa da içindeki harekete geçirici o ateşin
söndüğünü net bir şekilde hissetmekteydi. Mesai sonrası Beyoğlunda yeni kiralamış olduğu geniş apartman dairesine doğru yola
koyuluyor ve tüm akşamı ya yeni projesi üzerinde çalışarak ya da oyun oynayarak geçiriyordu. Bu durumdan o kadar da zevk almıyordu
aslında ancak daha iyi bir seçeneği yoktu. Sosyal hayatı zayıftı, işi ve evde oynadığı bilgisayar oyunları dışarısında başka bir
hayata da sahip değildi. Bu farklı hayatı kurmak içinse geç kaldığını hissediyordu. Yıllardır planladığı “önce iş sonra yaşam “
felsefesi aksamaya başlamıştı. Özellikle zamanında ona sunulan tüm beyaz bayrakları çöpe attıktan sonra… Uzun yıllar boyunca
haftasonları herkesten fazla içerik yazmakla meşgul olmuş, yalnızlığın ve tek yönlülüğün getirmiş olduğu hüznü hissettiği
zamanlarda günümüz dünyasında ekmekten ve sudan daha bol olan motivasyon videoları ile para ve mesleki başarının geri kalan her
şeyin kilidini açacağını söyleyen tek yönlü instagram reelslerini izlemiş; bunlarla duygularını baskılamıştı. Kısacası başarısı
bir süre de olsa yalnızlığını törpülemeyi başarmış fakat yalnızlığı belirli bir sürenin sonunda tekrardan baskın duygu olarak
hayatına girmişti. Tüm bunların üzerine yalnızlığının da içerisinde bir anlam bulamaması ve kelimelere bir türlü dökemediği
benliğine olan uzaklığı; onu tanımlamaktaki acizliği kendisine acı vermeye başlamıştı. İdealleri ve varlığı hakkında bir şüphe
ağının içerisine düşmüştü. Henüz ortaya tam olarak çıkmamış bu duygu birikimlerinin ve hayatını sorgulayan düşüncelerinin
eşliğinde aktara vardı. Bu aktara ilk defa geliyordu. Düzenli müşterisi olduğu eski aktarının kapanmasıyla, karşısındaki ara
sokakta konumlanmış bu eski ve sönük dükkanı fark etmişti. İstiklal’in karışık ve hızlı akan yapısı içerisinde adeta üzerine
görünmezlik pelerinini çeken bu dükkan tüm bunlara rağmen hatrısayılır bir müşteri profiline sahipti. Aktardan ne alacağı başından
beri belliydi. Özellikle bu soğuk kış günlerinde evde biraz da olsa rahatlamasını sağlayan kış çayı favori içeceğiydi. Paketlenmiş
halde tezgahta bulunan çayı eline aldı ve ödemeyi yapmak için kasaya geçti. Önündeki kadın ödemesini yaptıktan sonra tezgahta
bulunan yumuşak bakışlı, tahmini yetmişlerinin başında olan amcaya çayı uzattı. İçindeki huzursuzluk yüzüne de vurmuştu elbet
ancak o an için düşüncelerini ve duygularını bastırmayı başarmış; ödemesini yaptıktan sonra öğleden sonraki toplantıda
konuşulacakların bir taslağını çıkartmaya başlamıştı kafasında. Aniden gelen bir sesle düşüncelerinden sıyrıldı ve gözleri çayı
yerden almak için eğilen amcanın kamburuna takıldı. İnsanların kusurlarına uzun süre bakmaktan rahatsızlık duyardı. O yüzden
gözlerini refleksif olarak aşağıdan yukarıya çevirdi. Bu sırada duvarda asılı olan resimlerse hemen dikkatini çektiler. Bu
resimler önünde duran yaşlı amcanın pek de eski olmayan fotoğraflarıydılar. Amca, elindeki yan flütle kısmen genç sayılabilecek
otuzlu yaşlarındaki bir grubun arasındaydı. Hep beraber çok da geniş olmayan ama hatrı sayılır bir kalabalığın olduğu sahnede
reverans yaptıkları bu fotoğraf ve devam hikayesini anlatan diğer iki kare tezgahın arkasındaki duvara düzgün bir üçgen
oluşturacak şekilde asılmışlardı. Gözlerini tekrardan amcaya çevirdi, bu sırada amca çoktan çayı poşete koymuş; kendisinin
gözleriyle süzdüğü resimlere yüzünü dönmüştü. Yüzünde bu resimlere bakmanın verdiği bir gurur vardı. Büyük bir tebessümle
resimlerin dikkatini çekip çekmediğini sordu. Başlangıcı tesadüfi ancak gidişatı bilinçli geçen bir konuşma sonucundaysa saatin
çoktan öğle arasını geçtiğini fark etmemişti bile. Amcayla yaklaşık bir saate yakın ettiği bu sohbet sırasında belirli
özgünlükleri olan ama Türkiye’nin klişe gerçeklerinden biri haline gelmiş bir hayat hikayesi dinlemişti. Zamanında babasının
dükkanı olan bu aktarda 60 yıla yakın çalışmak, amcanın hayat hedefleri arasında yoktu. 17 yaşında babasının vefatıyla beraber
devraldığı ve en büyük tutkusu olan konservatuar hayaline hem o zamanki yılgınlığı hem de yaşamış olduğu travmanın etkisiyle veda
ettiği bir süreçti bu. Geleneksel, insanların düşüncelerine, ne dediklerine fazlasıyla önem veren bir neslin ferdi olarak da
özellikle akrabalarının inanç kırıcı konuşmalarına kendini inandırması da şüphesiz bunda etkili olmuştu. Aktarı devralarak kendi
isteklerinden uzaklaşmış, ekonomik olarak zor durumda olan kardeşi ve annesinden oluşan ailesine bakmaya başlamıştı. Yan flütü
nasıl çalacağını babasından öğrenmişti fakat babasının genç yaşında vefatıyla birlikte suya düşen hayalleri o suların dibine müzik
sevdasını da atmasına sebep olmuştu. En azından uzunca bir süre... Tamamiyle işine odaklandığı ve benzer şekilde hayatının diğer
alanlarını aksattığı bir on beş sene sonucundaysa İstanbulun bir ucundan diğer ucuna yayılan bir aktar ağı kurmayı başarmıştı.
İstanbul içinde tamı tamına altı dükkan açarak, zamanında kimsenin bu küçük dükkandan beklemediği bir başarıya imza atmıştı. Ancak
amca, tüm bunlara rağmen sürekli olarak bu senelerin ne kadar zor geçtiğinden bahsetmiş ve tek yönlü bir hedefe baki kalarak
yaşadığı hayatın kendisine asla yeterli tatmini ve mutluluğu getirmediğini vurgulamıştı. Evet, başarının ve ailesine gittikçe
iyileşen koşullarda bakabilmesinin getirdiği huzur ve rahatlık vardı. Ancak bu huzur ve rahatlığa rağmen aynaya baktığında gördüğü
kişiyi bir türlü kendiyle bağdaştıramıyordu. Hayati hedeflerinin gerçekleşmesiyle beraber hayattaki diğer detaylar ortaya çıkıyor
ve kendisinin bu alanlarda çok geride kaldığını hissediyordu. Hikayeleri de aslında bu noktada birbirlerine benziyordu. Başarı,
yalnızlık, tek bir sürece ve hedefe adanmış bir hayat… Gençlik yıllarını bu şekilde harcamış olan amca yoğun geçen yılların
sonrasında otuzlu yaşlarına gelmişti. Bir zamanlar bakmakla yükümlü olduğu kardeşi büyümüş, annesi ise iyice yaşlanmış ve
hastalanmıştı. Aktarların hepsinde işler düzenli ve bereketli bir şekilde devam etse de tüm hayatını ailesine adamış biri için
ailesinin yaşamın akışı içerisinde organik bir şekilde yollarının birbirinden ayrılabileceği olasılığını görmesi tüm varlığını
tehdit etmiş; benliğinde bir şok etkisi yaratmıştı. Annesinin kaybıyla beraber gelmiş olduğu noktadaysa geçmişe dair pişmanlıkları
dayanılmaz bir hal almış ve işte böyle bir çıkmazın içerisinde çıkış yolunu tekrardan müziğe sarılarak bulmuştu. Önce babasından
yadigar bu dükkan dışında geri kalan tüm dükkanları satarak elden çıkartmış, önceden değiştirdiği isim hakkını da satarak
tekrardan eski dükkanın ismine geri dönmüştü. Bununla beraber otuzlu yaşlarından sonra müziğe tekrardan başlamıştı. Bir yandan
aktarla ilgilenirken bir yandan da müziğe vakit ayırmayı başarmış; kendisini gereksiz bir strese sokmadan hayatın akışı içerisinde
doğru ve somut hedeflerle paslanmış yeteneğini geri kazanmıştı. Ve yine 40’lı yaşlarının sonlarına doğru gitmeye başladığı müzik
kursu aracılığıyla tanıştığı altı,yedi kişilik arkadaş grubuyla amatör olarak çeşitli kültür sanat etkinliklerinde sahne almaya
başlamışlardı. Hayata karşı olan tek yönlü düşünce yapısını pişmanlıklarının ağırlığına ve travmalarının kederine rağmen
değiştirmeyi böylece başarmıştı. Geçmişinde sahip olduğu pişmanlıklar kesinlikle ailesine bakmak için çektiği zorluklar veya
yaptığı fedakarlıklar değildi. O zaten böyle biriydi. Karakteri, fıtratı, benliği bu ideal uğruna yaşamaktan memnundu. Kardeşi
okuyup mühendis olmuş, annesine son ana kadar iyi şartlarda bir hayat sunabilmiş ve bir şekilde kendi hayatını kurmayı başarmıştı.
Pişmanlığı, hayatın kompleks ama bütünleşik yapısını tek bir amaç ve hedefe yoğunlaşarak yakalamaya çalışmasıydı. Bu uğurda kendi
isteklerinin tamamından herhangi bir çaba sarf etmeden uzaklaşmış, kendisine yabancılaşmış, kendisini değersizleştirmişti. Ve bunu
fark etmesi, kendisini tanıyabilmesi maalesef erken sayılamayacak bir yaşta gerçekleşmişti. Hayat kitabının ilk sayfasını okumaya
otuzlu yaşlarının sonunda ancak başlamıştı. Fakat tüm pişmanlıkları ve geçmişi de hayatın bir parçası olarak görüyordu.
Yaşadıkları hatalar sadece onun yaşayabileceği bir hayat çizgisinin özgün eserleriydiler. Bu doğrultuda şu anda da baba yadigarı
olarak gördüğü bu dükkanda hala satış yapmaya devam ediyor, bir yandan da hayatını müzikle ve diğer yönleriyle olabildiğince
yaşamaya çalışıyordu. Herkesin yazgısı özeldir evladım demişti, hiç kimse kendini tam anlamıyla başka bir hikayenin içinde yüzde
yüz isabetle imgeleyemez. Bu sebepten kendi yazgını belirlemeye çalışırken başka hayatların görüntüsündeki cazibeye kapılma,
onlarla kendi hayatını karşılaştırma. Önce kendini tanı, çünkü; eğer ki kendini tanıyamadığın bu yolda başkalarının yazgılarını
taklit etmeye, özgünlükten kaçınmaya çalışırsan içindeki o kara delik, gittikçe büyür. Seni sen yapan ışığın, kaçamayacağı bir
fenomen haline gelir. “Ve sonunda, tüm ışığını kaybedersin”, diyerek de uğurlamıştı kendisini. İşte şu anda çözmeye çalıştığı tüm
o anlamsız sesler de ilk defa o akşam çınlatmıştı kulaklarını ve yavaş yavaş ele geçirmişlerdi zihnini. Bu anıları anımsarken,
elinde tuttuğu kalemin yere düşmesiyle çıkan ses onu kendine getirdi. Zihninde bir türlü çözemediği o gizemli seslerin artık yavaş
yavaş çözümlenmeye başlandığını seziyordu. Onlara kulak veriyor, anlattıklarını yavaş yavaş anlamaya başlıyordu. Bugüne kadar
kendisiyle hiç yürekten gerçek bir konuşma gerçekleştirmemişti. Sevdiği mesleği yaptığından emin olsa bile, hayatını sadece iş
temelli tek yönlü bir hedef haline getirmiş ve hayatın diğer alanlarını ihmal etmişti. Belki de mükemmeliğe parça parça ulaşmaya
çabaladıkça kusursuz dengeyi bozmuştu. Belki de mükemmellik denilen fenomen kusurların içerisinden toplanan ışıltılar sonucunda
tesir ediyordu hayatın içerisine. En azından dönüp geriye baktığında bu durumu böyle yorumlayabiliyordu. Her yaşayış, her hedef,
her ideal insan hayatına farklı şekillerde etki etse de herkes aynı ölçek içerisindeki duyguları farklı oranlarda ve farklı
biçimlerde yaşamaktaydı. Hayatı parçalara ayrılmış bir hedefler bütünü olarak görmekse bu sebepten yanlıştı belki de. Ancak şu ana
kadar yaşadıklarından tecrübe ettiği tek bir şey vardı; o da bir bütün olarak var olan, gelişimin ve değişimin yer aldığı ömür
denen bu süreçte insan zihninin sürekli parçalanmış ve farklı doğrultudaki hedefler yerine, doğal yollarla oluşan kimliği
üzerinden kendini gerçekleştirmesi, hedeflerini koyması; değerli hissedebilmesi için geçerli tek formüldü. Ve hedef, nefesti.
Herhangi bir doğrultusu olmayan hayat, yaratıcılıktan uzak bir yaşam demekti. Önündeki bu kısıtlı ömürde kendini gerçekleştirmeyi
başarmak da kişinin kendini değerli hissetmesi için gereken yegane unsurdu. Öbür türlü hiçbir şey kalıcı olmuyordu. Saatler üçü
gösteriyordu, gecenin sessizliği artık iyice çökmüş; zihni yavaş yavaş filtrelemeyi başardığı ses karmaşasının gürültüsünden
kurtulmuştu. Sonunda uykusu gelmeye başlıyordu. Son bir kez tekrardan amcayı düşündü. Kendi hayatını ve hedeflerini tamamen
ailesine adamıştı. Hayatta yapmış olduğu eylemlerin ahlaki tarafını da önemsemiş, içinde bulunduğu topluma adapte olabilmeyi
önemli bulmuştu. Onun ideali buydu. Ancak bunu yaparken uzun bir süre kendi egosunu yok saymış, amatör olarak olsa da genç
yaşlarında bırakmadan devam edeceği müziğe uzun bir süre ara vermişti. Değersizleştirdiği egosu, hayattaki idealleriyle birlik
olamamış aksine onlar tarafından baskılanmış ve uzun bir süre ortak bir zemin bulamamıştı. Yaşadığı çeşitli travmalar sonucu ise
otuzlu yaşlarında zihinsel bir değişim geçirmiş. Ulaştığı bu yeni farkındalık sayesinde, hayatın akışı içerisinde kendi egosunu,
duygularını mantığının ve tecrübelerinin desteklediği kendi idealleriyle ortak bir zemine getirmeyi başarmış ve mükemmel olmasa da
çabalamaya devam etmişti. İçinde bulunduğu o karamsarlıktan işte tam olarak bu çabanın yarattığı umutların ve hayallerin sayesinde
kurtulmuştu. Sonuç olarak ne şanslıydı ki; bu anlamsız sesler kulaklarını bir kurtuluş çığlığı olabilmek amacıyla çınlatmışlardı.
Kaybolmuşluk, yalnızlık vb. duygu birikimleriyle geçen hayatında fark ettiremedikleri varlıklarını bu aktar ziyareti sonrası bir
şekilde öne çıkarmak istemişlerdi. O bu sesleri anlamlandırdıkça, onların kendisinin içsel rehberi olarak egosuna ve ideal
arayışına destek olduklarını görüyordu. Bu sesler, birçok insanın farklı yollardan kalıcı mutluluğa ve başarıya ulaşabileceğini
öne sürüyor, ancak ortak nokta her zaman, bireyin kendi özgün ideallerini belirleyip egosunu ve özgürlüğünü tamamen kaybetmeden
idealleri çerçevesinde kısıtlayabileceği bir noktada tutmasıydı. Egonun idealle buluşması, içsel bir tutku ve dışsal bir amacın
potasında kaynaşıyordu. Yani tek bir hedef uğruna değil, hayatın bütünü uğruna yaşaması gerekiyordu. Yapacağı fedakarlıklar,
çekeceği acılar, biriktireceği değerli anılar hem belirli bir çerçeveye oturttuğu egosuna hizmet etmeli, arzularını yok etmemeli
hem de hayat yolculuğundaki o ana amacın dışarısına çıkmamalıydı. Bu yüzden de o kendi için, tutkuları ve inançları doğrultusunda
hedefler belirleyerek, egonun idealle buluşmasını sağlamalıydı. İşte zihnindeki bu sesler, bunları söylüyordu ona. Bunları
anlatmaya çalışıyordu. Gerçek başarı, bireyin kendi özünden gelenlere ulaşabilmesinde yatıyordu. Formülü çözmüştü artık, kendi
için doğru olan bu formülün detaylarını doldurmayıysa yarına bırakacaktı. Zira artık zihninde dolaşan munzur seslerin ne anlama
geldiğini çözmeyi başarmıştı. Üzerinden büyük bir yük kalkmış ve uykusuzluğun getirdiği yorgunluk sonunda zihnine hücum etmeye
başlamıştı. Önce çalışma odasının sonra da mutfağın ışıklarını kapadı. Mutfağa girdiği sırada tezgahın üzerinde duran kış çayına
son bir bakış daha attı. Ona karşılaştığı amcayı hatırlatan bu favori içeceğine içten ama sessiz bir bakışla teşekkürlerini sundu
ve bir haftadır bir türlü alamadığı uykusunu biraz da olsa alabilmek için yatağına gitti. Uzun ve yorucu bir dövüşten çıkmış
gladyatör edasıyla kendini yatağına bıraktı. Derin uykusuna dalarken, içinde oluşan huzursuzluk ve değersizlik hislerinin yavaş
yavaş yok oluşunu hissetti. Yılbaşının da yaklaştığı bu günlerde, bir şömine sıcaklığıyla soğuk benliğini ısıtan o gizemli seslere
hürmetlerini sundu. Artık o da, hayatının ilk sayfasını okumaya hazırdı. Hem de görece erken bir yaşta…Buraya kadar soyut bir
kavram olarak ele alınan ve köklerini kalbimize çoktan atmış olan korku, çoğunluğun üzerinde böylesine bir tesire ulaşınca; ortak
insanlığımızın değerlerini ve dünyanın hatlarını şekillendiren somut bir güç olarak görülmeye başlanır. Aynı zamanda kontrolden
çıkmış doğasının koyu tonlarını istikrarlı bir şekilde benimseyen bir dünyada, merakını hala kaybetmeyen birkaçımızın sistemin
yanlış taraflarını incelemek için kullanabileceği bir mercek haline gelir. Bunun sonucunda da geriye dönüp baktığımızda, tek bir
gerçek gözükür: Tarihin hangi noktasında bulunmuş, hangi milletten ve arkaplandan gelmiş olursak olalım; bugünde dahil yaşadığımız
her günü, biraz daha derine biraz daha genele yayılan bir korku ağının; zulmün mürekkebiyle lekelenmiş, unutulmuşların
gözyaşlarıyla yazılmış bir anlatının içerisinde yaşıyoruz. Ve hala korkuyu bir simbiyot gibi üzerine geçirmiş olanların, gücün
sembolü, kontrolün sahibi olmasıda; belki de başından beri aynı formülün kullanıldığı ve farklı yanıtın arandığı bir problemi
çözmeye çalıştığımızı gösteriyor bizlere. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin sadece öne çıkan veya “sıradan” hayatların dosyalarında
sağlandığı dünyamızın, satır araları belki de hala bu yüzden yazım hatalarıyla dolu. Sokaklarda, medyada, ekranlarda ve tarihin
tozlu sayfalarında insanlığın zulmü trajikomik bir şekilde sahnelensede, korkularımızın varlığı bizi, bizden olanların acılarına
karşı daha da duyarsızlaştırmaya devam ediyor.
Varolabilmek, varolabilmenin kutsallığı… Duyuların ötesine geçerek hayatı keşfetme arzumuzun, evrende iz bırakabilme niyetimizin
en açık ifadesi. Öyle ki bu ifade, bir yandan minik bedenlerimizin içinde gözlerimizi açtığımız hayata dair bilinmez bir yolculuğu
simgelerken, diğer yandan öznesi olduğumuz dünya hakkında duygularımız aracığılıyla bir anlam bulabilme çabamızı kapsıyor. Bu
eşsiz ve gizemli yolculuğa eşlik eden duyguların karmaşık dokusu arasındaysa korku, belki de bu yolculuğun farklı dönemlerinde
konuşlanacağımız noktaları en çok etkileyen olarak öne çıkıyor. Sadece hayatımızın gidişatını değil; içsel yolculuğumuzun rotasını
belirlemekte de epey büyük bir rol oynuyor. Bizlerde zaman ilerledikçe, zihnimizin ıssız koridorlarında yankılanan bir fısıltının
rolünü benimsemiş korkularımızla bir arada yaşamaya gitgide daha fazla alışıyoruz. Hatta ve hatta, yaşamın akışındaki umarsız
anların etkisiyle bazen onlara teslim oluyoruz. Onları, hayatımızdaki güzelliklerin enerjisiyle beslemeye başlıyor ve hayatımıza
her geçen gün biraz daha dahil ediyoruz. Aslında şunu söylemem gerekirki, özünde hiçbir duyguya zararlı diyemeyiz. Duygularımızı
nasıl yönlendirdiğimiz ve onlarla nasıl başa çıktığımız, onların bize getireceklerini ya da bizden götüreceklerini belirler. Yani
işlerin hangi noktaya gideceği konusunda ,en azından ilk başta, direksiyonda biz varız. Ancak korku gibi ender bazı duyguların
başta zararsız gözüken masumiyeti de bizler tarafından yanlış yorumlandıklarında veya fazla değer gördüklerinde ruhumuzun
aydınlığından beslenen birer konağa evrilmekte hiç vakit kaybetmezler. İşler de burada bizim kontrolümüzden çıkmaya başlar. Yavaş
yavaş hayatımızın kadrajına girerken doğduğumuzda sahip olduğumuz saflığı ve temiz potansiyeli kendi isteği yönünde manipüle
etmekten çekinmeden sayısını arttıran kök korkumuz, içimizi dipsiz bir karanlığa doğru yönlendirir ve orada bir nevi kolonileşir.
Tüm bunlar olurken de halinden çok memnun bir şekilde arkasına yaslanır ve takır takır işleyen planını takibe başlar. Hele ki
kendisine sürekli boyun eğen, kolayca diş geçirebileceği bir konak bulduğunda hem ölümcül hem de bulaşıcı bir canavara
evrildiğinin farkındadır. Hatta inanmayacaksınız, bundan da çok keyif alır. Bizimle birlikte o da büyür. Bazılarımızda sadece bir
uyarı ve gelişim mekanizması olmaktan çıkar yavaşça. Kendi varoluşunu keşfederken aynı zamanda kendi kimliğini de bulur. Olaylar
bu raddeye geldiğindeyse esas sorun başlar. İnsanlığımızın aydınlık her zerresini tüketene kadar orada kalmak için amansız bir
savaş başlatır ve amacına ulaşana kadar asla geri çekilmez. Ulaştığındaysa farklı konaklar bulmak için yayılmaya başlar. Zaten
insanlık adına gerçekten korkunç olan durumda, tam bu noktada, kalplerimize sirayet eden bu karanlığın varlığımızdaki güzellikleri
silmesiyle başlar. Ve üzerine düşündüğümüzde bu durum, insanlığımızın kırılganlığının bir hatırlatıcısı olarak karşımıza çıkar.
Buraya kadar soyut bir kavram olarak ele alınan ve köklerini kalbimize çoktan atmış olan korku, çoğunluğun üzerinde böylesine bir
tesire ulaşınca; ortak insanlığımızın değerlerini ve dünyanın hatlarını şekillendiren somut bir güç olarak görülmeye başlanır.
Aynı zamanda kontrolden çıkmış doğasının koyu tonlarını istikrarlı bir şekilde benimseyen bir dünyada, merakını hala kaybetmeyen
birkaçımızın sistemin yanlış taraflarını incelemek için kullanabileceği bir mercek haline gelir. Bunun sonucunda da geriye dönüp
baktığımızda, tek bir gerçek gözükür: Tarihin hangi noktasında bulunmuş, hangi milletten ve arkaplandan gelmiş olursak olalım;
bugünde dahil yaşadığımız her günü, biraz daha derine biraz daha genele yayılan bir korku ağının; zulmün mürekkebiyle lekelenmiş,
unutulmuşların gözyaşlarıyla yazılmış bir anlatının içerisinde yaşıyoruz. Ve hala korkuyu bir simbiyot gibi üzerine geçirmiş
olanların, gücün sembolü, kontrolün sahibi olmasıda; belki de başından beri aynı formülün kullanıldığı ve farklı yanıtın arandığı
bir problemi çözmeye çalıştığımızı gösteriyor bizlere. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin sadece öne çıkan veya “sıradan” hayatların
dosyalarında sağlandığı dünyamızın, satır araları belki de hala bu yüzden yazım hatalarıyla dolu. Sokaklarda, medyada, ekranlarda
ve tarihin tozlu sayfalarında insanlığın zulmü trajikomik bir şekilde sahnelensede, korkularımızın varlığı bizi, bizden olanların
acılarına karşı daha da duyarsızlaştırmaya devam ediyor.
Şu anda aklınızın bir köşesinde belirmiş o düşünceyi duyar gibiyim. Evet doğru, bu söylediklerimi muhtemelen farklı şekillerde
daha önce pek çok kez ve pek çok farklı kişiden duydunuz. Not: Büyük ihtimalle hepsine hak vermenize rağmen, kişisel maceranıza
kaldığınız yerden bildiğiniz şekilde devam ettiniz ya da pratikte işlemeyecek fazla teorik düşüncelere kaptırmak istemediniz
kendinizi. Duydunuz, çünkü hayatımızda çözülmesi en zor gözüken sorunlar; genelde anlaşılması en kolay sebeplerden, basit ama
içgüdüsel olanlardan kaynaklanırlar. Durum böyle olunca da çok daha karmaşık meseleler üzerine kafa yormuş bilgili ve yaratıcı
zihinler; yaşam çizgilerinin bir noktasında bu konunun üzerine de konuşur veya eserlerinde bu sorundan bahsederler. Eee, sizin de
tüm bunlar üzerine yazılmışları çizilmişleri duymamış görmemiş olmanız düşük bir ihtimaldir dolayısıyla. Özellikle, kolektif
bilincimizin habercisi olarak kabul edilen başarılı yazarlar, topluma bu derece sirayet edebilen böylesi tehlikeli bir duyguyu
eserlerinde sıklıkla işlerler ve ondan bahsederler. Mesela, her eseri insanlığın geleceğine dair ayrı bir kehanet niteliği taşıyan
George Orwell: "Hiçbir duygu saf değil, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumda." diyerek özetlemiş bu durumu veya çok
uzunca bir süre Amerika’daki göçmen işçilerin, kısaca ezilenlerin sesi olmayı başarmış John Steinbeck “Güç yozlaştırmaz. Korku
yozlaştırır; belki de gücü kaybetme korkusu.” diyerek aktarmış düşüncelerini. Albert Camus ise olaya tamamen başka bir şekilde
bakmış. Duygular aracılığıyla anlam kazandırmaya çalıştığımız varoluştan farklı bir şekilde bahsetmiş bir eserinde: "Bireysel
yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık
ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.” diyerek bireysel yolculuğun, tesirine girilen duyguların şiddeti
karşısında yok olabiliceğine ve bir salgına dönüşebileceğine değinmiş günümüzü öngörür gibi. Tamam, tamam. Bu kadar da korkutmak
istemiyorum sizi. Merak etmeyin, zaman zaman tüm bu öngörüler, eserler ve düşünceler arasında sıkışıp kalsak da her zaman korku ve
çaresizliğin arasından bir umut ışığı da ortaya çıkar, illaki ! Belki de hep oradadır, bu konuda tam emin değilim. Ancak emin
olduğum bir şey varki o da: Bu kaos döngüsünü bizzat yaşamış yazarların aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılığını müthiş bir
hiddetle savunmaları kesinlikle fazla optimist veya ütopik bir bakış açısından kaynaklanmaz. Ernest Hemingway’in bu konudaki
"Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları tam olarak o kırık yerlerinden güçlenir.” sözü ve Charles Dickens’in “Dünya üzerinde
karanlık gölgeler var, fakat ışıkları bu karşıtlık içinde daha da güçlüdür” alıntısı içinde bulunduğumuz her türlü zorluğa karşı
gelebilecek bir güç rezervine sahip olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bu sebepten de çok değerlidirler.
Bugün geldiğimiz noktada, korkunun ve karanlığın günümüze uzanmış gölgeleri geleceğimize de uzanıyor gibi gözüküyor. Aksini
söylemek, bizleri tozpembe bir dünya kurgulamaktan ileri götürmez. Yolculuğumuzun güzergahı zaman zaman başkalarının
yönlendirmesine maruz kalıyor ve hissettiklerimiz varoluşumuzun gidişatına şüphe düşürüyor. Peki, buraya kadar konuşulanların
yanında, belirsiz olan bir yarının karşısında korkmak normal değil mi? Evet, çok normal. Fakat bilinmeyenin, ufkun ötesinde olanın
korkusu; bir yandan da teslim olmamışları, tamamen çürümemişleri birbirine bağlayan evrensel bir kaygıdır. Bunu sürekli unutuyoruz
bence. Ve insanlığın esas gücü de tam olarak burada yatmaktadır. Bizi ele geçirebilecek duygularımızın varlığı, sadece bir
zayıflık işareti değil, aynı zamanda zor durumlarda bizleri birbirimize bağlayan ortak insanlığımızın bir mirası, kanıtıdır.
Gerçekçi bir sistem de işte tam olarak bu yüzden, mükemmelliğin yakalanması zor bir serap olduğunu kabul eder, ancak nezaketin
zulmün ve korkunun yerini aldığı; şefkatin ilgisizliğe galip geldiği bir dünya için çabalar. Tarihin en karanlık dönemlerinden
günümüze, hep aynı tuzağa düşerek umut ateşimizi söndürecek pek çok fırtınalar atlatsak da korku karşısında bizler hep bir irade
sergilemeyi başardık. Sonunda hep başa dönsek ya da çok az bir ilerleme kaydetsek de kolektif ruhumuzun gücü, zorluklar karşısında
bir şekilde galip gelmeyi bildi. Bence bu, içimizde bulunan ve doğuştan gelen aydınlığın bir kanıtı.
Kelimeler zihnimden bu şekilde taarruz ederken, ne olursa olsun bu anlattıklarımın arka planında kasvetli bir not da bulunduğunu
söylemeden bitiremicem yazıyı. Başlangıçta bahsettiğim karamsar durumun ortaya çıkardığı sonuçları kolayca çözmek mümkün değil.
Yanlışları ve korkunun tekelindeki zalim eğilimleriyle dünya, içimizdeki dönüştürücü gücün varlığına hala direniyor. Zaten en
başında da konuştuğumuz gibi, içimizdeki gölgeler bir kez oluştuktan sonra silinmeleri gittikçe zorlaşıyor ve korku, fısıltılar
şeklinde zihinlerimizin koridorlarında hüküm sürmeye devam ediyor. Tamamen “ele geçirilmiş ruhların” otoritesi hepimizin üzerinde
bir şekilde devam ediyor ve anlayışlı yazarların sözleri, yara bere içinde kalmış insanlığın sebatkar hatırlatıcıları olarak
bizlere hizmet ediyorlar. Gelecekten korkmamız, korkunun bu derece baskın olduğu bir dünyada çok normal. Ancak tarih, insanlığın
direncinin ve gücünün en karanlık zamanları bile aşabileceğini bize milyon kere gösterdi. Umarım bu bitmek tükenmek bilmeyen döngü
en kısa zamanda sona erer ve tüm duyguları hissederken ışığımızı kaybetmediğimiz bir gelecekte; kolektif ruhumuzu lekeleyen bu
savaşta, nihai zaferi kazanmış olarak bu satırları verilmiş bir mücadelenin anıları arasında hatırlarız.
O zamana kadar kendi karanlıklarımızı azaltmamız dileğiyle …
Hayatımızda gerçekleşen tüm kırılımlar, beklentilerimizle içinde bulunduğumuz “gerçekliği” etkileyen pek çok değişken
unsurun; göz ardı edilemeyecek şekilde birbirlerinden uzaklaşması sonucunda ortaya çıkarlar. Bir zamanlar aynı yolda yürüyen
bu iki yabancı, zamanla ortak bir paydada buluşmakta zorlanır ve evrenin en temel kanunlarının tesirinde mutlaka düzeltilmesi
gereken mühim bir anlaşmazlığa doğru sürüklenirler. Bu kaos döneminden hallice durum, bizlere hayatımız boyunca kendini
belirli aralıklarla gösterirken, yaşantılarımızda da zamansız bir döngü şeklinde yer bulur bir şekilde. Beklenti-gerçeklik
uyuşmazlığından kaynaklanan çatışma ve sonrasında ortaya çıkan kırılım; içsel kargaşamızın tekrardan düzene girebilmesi ve
yaşantımızı dengeye sokabilmesi için kritik bir rol oynar. Kişilerin algısına göre değişkenlik gösterebilse de, çoğu
zaman bilinçaltımız bize, duygularımız aracılığıyla bu uyarı mesajını gönderir ve günlük yaşantımıza genellikle rahatsızlık,
huzursuzluk, yalnızlık, kaybolmuşluk veya mutsuzluk şeklinde sirayet eder. Hayatımızda yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu
iletir bizlere ve bizler, bu duygulardan yola çıkarak anlarız artık değişim vaktinin geldiğini. Bir şeyleri
değiştirmemizin, yıkıcı veya yapıcı bazı büyük kararlar almamızın vakti gelmiştir. Hayatımızın gidişatını değiştiren bu
baştan öngörülemez kırılımlar, gerçekleştikten sonra da bir denge hali oluştururlar. Bizlerse, bir sonraki içsel
çatışmamıza kadar; içinde bulunduğumuz bu yeni düzende çabalarız kendimizi gerçekleştirmeye.
Bireysel bütünlüğümüzü başlı başına etkileyen bu olay örgüsü, kendimizi iki yabancının -gerçek ve ideal
benliğimizin- yaptığı bir müzakerenin moderatörü olarak bulmamıza sebep olur. Gerçek benliğimiz, yapılan seçimlerin
yeterlilikler ve sınırlar doğrultusunda alınması gerektiğini savunur şiddetle. Kişinin bireysel gerçekliğinden beslenir. Ona
göre her anı büyüklü küçüklü karar örgülerinden oluşan yaşamda; zayıf ve güçlü yönlerimiz tarafımızca
belirlenmeli, kararlarımız olabildiğince rasyonel bir çerçeveye oturtulmalıdır. Hayallerimiz ve gerçeklerimiz arasındaki
müzakerede, mümkün olduğunca gerçekler kazanmalı; kararlarımıza katıksız bir realizm hakim olmalıdır. Masanın diğer
tarafındaysa ideal benliğimiz konumlanır: Nasıl ki evrende yaşamın oluşumunu mümkün kılan denge zıtlıklardan oluşuyorsa,
bireyin yaşam çizgisinin özgünlüğü de gerçek benliğe zıt bir formun varlığıyla anlam kazanmalıdır. Bu zıtlığın kendisi,
umutlarımızı ve hayallerimizi içerisinde barındıran, sınırları bilinmeze ulaşan; beklentileri gerçekleşmiş bir gelecek
düşler. İdeal benliğimiz, almamız gereken risklerden ve yapmamız gereken fedakarlıklardan bolca bahseder argümanlarında,
hemen karşı koltuğunda oturan kişisel gerçekliğimize cesurca meydan okur. Cüretkar ve bazen patavatsızdır. Ve işte
çoğumuzun yaşantısı da, karşıt taraflarında bu iki yabancı benliğin oturduğu, sınırlarının birbirinden uzakta durduğu
böyle bir ölçekle temsil edilebilir ancak. İki ucu arasında gel git halinde olduğumuz bu ölçek böylece; birbiriyle farklı
görüşteki iki benliğin müzakeresi yoluyla kararlarımızı etkiler. Müzakereyi hangi tarafın kazandığı ya da bir kazananın
olup olmadığı, aldığımız kararlar açısından büyük önem taşır. Burada, yazının başından beri sıklıkla bahsettiğim iki
temel kavramı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Karar ve kırılım. Karar, günlük yaşantımızda ortaya çıkan çeşitli ikilemler
karşısında verdiğimiz kesin yargıdır. “Seçenek örneklemi” adı altında da anabileceğimiz pek çok olasılık, zihinlerimizde bir
seçim kümesi oluşturur. Karşılaştığımız durum özelinde sürekli farklı kombinasyonlara sahip olan bu küme, perspektifimizi
oluşturan pek çok farklı unsur (eğitimimiz, kültürümüz, çevremiz, genetik faktörler vb.) tarafından şekillenir ve
dolayısıyla kişiye özgü eşsiz kararların alınabilmesini sağlar. Zihnimizdeki pek çok filtreden geçen bu olasılıklar en
sonunda karşılaştığımız anlık veya süreçsel bir olay karşısında aklımıza gelen seçeneklere dönüşürler. Kişinin kendi
gerçekliği açısından daha doğru ve kolay bir yargıya varabilmesi adınaysa zihnimiz, bu farklı seçenekleri birbirleriyle
kıyasladığımız çok ikilemli bir karar problemine dönüştürür; kısaca bizden bir seçim yapmamızı ister. Öbür yandan
kırılım, gerçekleşmesi için belirli koşulların karşılanması gereken kararlar sonucunda meydana gelen değişimdir. Bu
doğrultuda, gerçek benliğimiz (gerçeklerimiz) ile ideal benliğimiz (beklentilerimiz, hayallerimiz) arasında yaşanan bir
çatışma sonucunda ortaya çıkan ikilemlerin; birbirleriyle kıyaslanması sonucunda verdiğimiz kararlar, hayatımızı farklı bir
boyuta ve düzleme taşırlar. Benliklerimiz arasında meydana gelen bu çatışma, mikro ölçekte ne kadar girintili çıkıntılı
gözükse de makro ölçekte çoğunlukla düzgün giden yaşam çizgimizin şeklini ve doğrultusunu değiştiren yegane
unsurdur. Hayatı yaşamaya değer kılan ve pek çok olumsuzluğuna göğüs germemizi sağlayan, özgür irademizin varlığını
bizlere hissettiren bu değerli anlar, çoğunlukla gerçekleşmeyi başaran ve pozitif yönde değişimi sağlayan kırılımlar
tarafından var edilirler. Ve işte, tam da bu sebepten bizler, yaşamımızın genelindeki kararları; bir şekilde gerçekleşmesini
beklediğimiz veya beklemediğimiz (çokta farketmez) bu kırılımları umut ederek almaya çalışırız. Zaten kırılımları oluşturan
bu nadir benlik çatışmalarımız dışında da, hayatımızın çok büyük bir kısmında; kararlarımızı belirli bir monotonluk
çerçevesinde alarak ilerleriz. İşte karşımıza çıkan bu kırılım anlarını, belki de yaşantımızda aldığımız kararların
oransal olarak çok yüksek bir kısmından farklı kılanda tam olarak budur. Çünkü; gerçek ve ideal benliğimizin ortak paydada
çoğunlukla buluştuğu zamanlarda verilen kararların gücü, yaşam çizgimizde beklenen sıçramayı yaratabilecek o kırılımı
oluşturamaz. Ancak onlar da gereklidir tabiki. Bir kırılım olabilmesi için gerekli farkındalığın, hatta ve hatta bir kırılımı
gerçekleştirebilecek yeterli hazırlığın olabilmesi adına rutin veya görece önemsiz kararların varlığı da bir gerekliliktir
yaşamda. Bir gününde yaklaşık otuz beş bin seçimin yapıldığı ortalama bir insan yaşantısında, çoğunlukla bir amaç,
beklenti, umut veya gerçeklik peşinde rutine bağlanmış ve önceden belirli aksiyonlardan oluşan bu düzen ve denge durumunun
varlığı pek tabii doğal karşılanmalıdır. Zaten hepimizin yaşamı, çeşitli ve farklı beklentilerimiz uğruna bir düzene
sokmaya çalıştığımız gerçekliğimiz etrafında geçer bir şekilde. Gelişimin ve ilerlemenin gereksinimi olan bu görece
monoton sürecin farkınada pek çoğumuz zaman içerisinde bir şekilde varırız. Çoğunlukla toleransı belirli bir dengenin
limitinde kalmak da, bir yandan tüm bu sebeplerden ötürü gereklidir.
Fakat, yine de bu duruma herkes uymak zorunda değildir. Hatta bazılarımız uymak istemez hiçbir zaman. Onların karşılaştıkları
ikilemler, bu sebepten dolayı çok daha ağır olurlar. Beklentileri, asla gerçekliğe dönüşemeyecek bir mottoya sahiptirler:
Düzeni ve dengeyi, kırılımlarla dolu bir hayatın içerisinde bulmak. Yaşamımızda karşılaştığımız sayısız ikileme karşı
aldığımız kararların, her zaman bu şekilde sıkıcı bir monotonluğa sahip olmasını da kabul etmezler. En temelinde hayatın
kendisiyle aralarında bir türlü çözemedikleri sorunlar: yaşamın ve evrenin kendi dinamikleridir aslında. İsyankar yaşarlar
ve hayatlarında kaosun getirdiği bir düzen isterler. Ulaşılması imkansız bir hedef olsa da, sonucu hüsran olan bu yolda
bulunmaktan, pek çoğumuzdan daha fazla zevk aldıkları ise neredeyse kesindir. Tüm bunları düşündüğümde; yazının başından
beri konumuzun gizli öznesi olan ikilemlerin en azından benliğimizdeki varlık sebebinin tüm bunlarla ilişkili olduğuna
inanmak istiyorum: Hayattaki rotamızı, karşımıza çıkarttığı çatışmalar aracılığıyla özgürce seçebilmemizi sağlamak. Bir
yandan özgür irademizi korurken diğer yandan da “bir tiyatro sahnesi” dünyadaki rolümüzü bize bırakmak. İşte böyle,
zihnimizde bulunan seçenek örneklemi aracılığıyla, önümüze çıkan onca ikilem arasından istediğimiz kararı almakta özgür
olduğumuz için hayatın kendisi de eşsiz bir deneyime dönüşmekte. O değerli ve aranan kırılımları oluşturmakta.
Ben eminim ki, hepimiz birer yazar olarak anlatsaydık hayatlarımızı; bu kırılımlar da kendi kitaplarımızın bölümlerini temsil
ederlerdi. Bazılarımızın hayatı, verilen kararlar sonucunda pek çok çatışmaya sahip olur; aksiyonu bol, heyecanlı kurgusuyla
içine çekerdi okurları. Mutluluğu ve anlamı sürekli gerçekleşen değişimin kendisinde bulurlardı. Bazılarımızsa az
bölümlü, fazla dengeli bir hayatın huzurunda mürekkebini kuruturdu. Analiz ve tahlile bolca önem verirler, yaşamın
içerisindeki monotonluklarda en güzel manzarayı bulmaya çalışırlardı. Onları, yönü çoğunlukla değişmeyen rotalarındaki
sürekli gelişimleri özel kılardı ve aradıklarını, sebat dolu yaşamlarının içerisinde bulurlardı.
Uzun lafın kısası, günün sonunda, karşılaştığımız her ikilem, karar verdiğimiz her olasılık eşsiz bir yaşamın öyküsünü
de taşır içerisinde. En benzer içeriklerde bile, bu ikilemler; dengede giden benliklerin çatışmaları sonucunda verilen
kararlar sayesinde özgün kılarlar hikayelerimizi. Benliklerin bu çatışmasını da zaten bu sebepten her iyi yazar kullanır
eserlerinde. Ve tam da bu yüzden, bir şaheseri; ikilemler, kararlar ve kırılımlar hep beraber oluştururlar. Hepsi birbirinden
önemli ve hepsi birbirinden değerlidir insan yaşamında. Bir yandan hayatlarımızı öngörülemez ve değişken kılarken diğer
yandan garip bir şekilde olasılıksal olmasını da sağlarlar. Ancak şunu da unutmamamız gerekli: Kararlar verilmeden, kırılımlar
oluşmadan; varlığı yadsınamaz ikilemlerimiz yön verirler ilk adım olarak hayatlarımıza. Kendimizi içerisinde bulduğumuz bu
tiyatro sahnesinde, kendi rolümüzü belirlememize ön ayak olur onlar...