Korku Rüzgarları: Kitlesel Bir Korku Hikayesi
Varolabilmek, varolabilmenin kutsallığı… Duyuların ötesine geçerek hayatı keşfetme arzumuzun, evrende iz bırakabilme niyetimizin en açık ifadesi. Öyle ki bu ifade, bir yandan minik bedenlerimizin içinde gözlerimizi açtığımız hayata dair bilinmez bir yolculuğu simgelerken, diğer yandan öznesi olduğumuz dünya hakkında duygularımız aracığılıyla bir anlam bulabilme çabamızı kapsıyor. Bu eşsiz ve gizemli yolculuğa eşlik eden duyguların karmaşık dokusu arasındaysa korku, belki de bu yolculuğun farklı dönemlerinde konuşlanacağımız noktaları en çok etkileyen olarak öne çıkıyor. Sadece hayatımızın gidişatını değil; içsel yolculuğumuzun rotasını belirlemekte de epey büyük bir rol oynuyor. Bizlerde zaman ilerledikçe, zihnimizin ıssız koridorlarında yankılanan bir fısıltının rolünü benimsemiş korkularımızla bir arada yaşamaya gitgide daha fazla alışıyoruz. Hatta ve hatta, yaşamın akışındaki umarsız anların etkisiyle bazen onlara teslim oluyoruz. Onları, hayatımızdaki güzelliklerin enerjisiyle beslemeye başlıyor ve hayatımıza her geçen gün biraz daha dahil ediyoruz. Aslında şunu söylemem gerekirki, özünde hiçbir duyguya zararlı diyemeyiz. Duygularımızı nasıl yönlendirdiğimiz ve onlarla nasıl başa çıktığımız, onların bize getireceklerini ya da bizden götüreceklerini belirler. Yani işlerin hangi noktaya gideceği konusunda ,en azından ilk başta, direksiyonda biz varız. Ancak korku gibi ender bazı duyguların başta zararsız gözüken masumiyeti de bizler tarafından yanlış yorumlandıklarında veya fazla değer gördüklerinde ruhumuzun aydınlığından beslenen birer konağa evrilmekte hiç vakit kaybetmezler. İşler de burada bizim kontrolümüzden çıkmaya başlar. Yavaş yavaş hayatımızın kadrajına girerken doğduğumuzda sahip olduğumuz saflığı ve temiz potansiyeli kendi isteği yönünde manipüle etmekten çekinmeden sayısını arttıran kök korkumuz, içimizi dipsiz bir karanlığa doğru yönlendirir ve orada bir nevi kolonileşir. Tüm bunlar olurken de halinden çok memnun bir şekilde arkasına yaslanır ve takır takır işleyen planını takibe başlar. Hele ki kendisine sürekli boyun eğen, kolayca diş geçirebileceği bir konak bulduğunda hem ölümcül hem de bulaşıcı bir canavara evrildiğinin farkındadır. Hatta inanmayacaksınız, bundan da çok keyif alır. Bizimle birlikte o da büyür. Bazılarımızda sadece bir uyarı ve gelişim mekanizması olmaktan çıkar yavaşça. Kendi varoluşunu keşfederken aynı zamanda kendi kimliğini de bulur. Olaylar bu raddeye geldiğindeyse esas sorun başlar. İnsanlığımızın aydınlık her zerresini tüketene kadar orada kalmak için amansız bir savaş başlatır ve amacına ulaşana kadar asla geri çekilmez. Ulaştığındaysa farklı konaklar bulmak için yayılmaya başlar. Zaten insanlık adına gerçekten korkunç olan durumda, tam bu noktada, kalplerimize sirayet eden bu karanlığın varlığımızdaki güzellikleri silmesiyle başlar. Ve üzerine düşündüğümüzde bu durum, insanlığımızın kırılganlığının bir hatırlatıcısı olarak karşımıza çıkar.
Buraya kadar soyut bir kavram olarak ele alınan ve köklerini kalbimize çoktan atmış olan korku, çoğunluğun üzerinde böylesine bir tesire ulaşınca; ortak insanlığımızın değerlerini ve dünyanın hatlarını şekillendiren somut bir güç olarak görülmeye başlanır. Aynı zamanda kontrolden çıkmış doğasının koyu tonlarını istikrarlı bir şekilde benimseyen bir dünyada, merakını hala kaybetmeyen birkaçımızın sistemin yanlış taraflarını incelemek için kullanabileceği bir mercek haline gelir. Bunun sonucunda da geriye dönüp baktığımızda, tek bir gerçek gözükür: Tarihin hangi noktasında bulunmuş, hangi milletten ve arkaplandan gelmiş olursak olalım; bugünde dahil yaşadığımız her günü, biraz daha derine biraz daha genele yayılan bir korku ağının; zulmün mürekkebiyle lekelenmiş, unutulmuşların gözyaşlarıyla yazılmış bir anlatının içerisinde yaşıyoruz. Ve hala korkuyu bir simbiyot gibi üzerine geçirmiş olanların, gücün sembolü, kontrolün sahibi olmasıda; belki de başından beri aynı formülün kullanıldığı ve farklı yanıtın arandığı bir problemi çözmeye çalıştığımızı gösteriyor bizlere. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin sadece öne çıkan veya “sıradan” hayatların dosyalarında sağlandığı dünyamızın, satır araları belki de hala bu yüzden yazım hatalarıyla dolu. Sokaklarda, medyada, ekranlarda ve tarihin tozlu sayfalarında insanlığın zulmü trajikomik bir şekilde sahnelensede, korkularımızın varlığı bizi, bizden olanların acılarına karşı daha da duyarsızlaştırmaya devam ediyor.
Şu anda aklınızın bir köşesinde belirmiş o düşünceyi duyar gibiyim. Evet doğru, bu söylediklerimi muhtemelen farklı şekillerde daha önce pek çok kez ve pek çok farklı kişiden duydunuz. Not: Büyük ihtimalle hepsine hak vermenize rağmen, kişisel maceranıza kaldığınız yerden bildiğiniz şekilde devam ettiniz ya da pratikte işlemeyecek fazla teorik düşüncelere kaptırmak istemediniz kendinizi. Duydunuz, çünkü hayatımızda çözülmesi en zor gözüken sorunlar; genelde anlaşılması en kolay sebeplerden, basit ama içgüdüsel olanlardan kaynaklanırlar. Durum böyle olunca da çok daha karmaşık meseleler üzerine kafa yormuş bilgili ve yaratıcı zihinler; yaşam çizgilerinin bir noktasında bu konunun üzerine de konuşur veya eserlerinde bu sorundan bahsederler. Eee, sizin de tüm bunlar üzerine yazılmışları çizilmişleri duymamış görmemiş olmanız düşük bir ihtimaldir dolayısıyla. Özellikle, kolektif bilincimizin habercisi olarak kabul edilen başarılı yazarlar, topluma bu derece sirayet edebilen böylesi tehlikeli bir duyguyu eserlerinde sıklıkla işlerler ve ondan bahsederler. Mesela, her eseri insanlığın geleceğine dair ayrı bir kehanet niteliği taşıyan George Orwell: "Hiçbir duygu saf değil, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumda." diyerek özetlemiş bu durumu veya çok uzunca bir süre Amerika’daki göçmen işçilerin, kısaca ezilenlerin sesi olmayı başarmış John Steinbeck “Güç yozlaştırmaz. Korku yozlaştırır; belki de gücü kaybetme korkusu.” diyerek aktarmış düşüncelerini. Albert Camus ise olaya tamamen başka bir şekilde bakmış. Duygular aracılığıyla anlam kazandırmaya çalıştığımız varoluştan farklı bir şekilde bahsetmiş bir eserinde: "Bireysel yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.” diyerek bireysel yolculuğun, tesirine girilen duyguların şiddeti karşısında yok olabiliceğine ve bir salgına dönüşebileceğine değinmiş günümüzü öngörür gibi. Tamam, tamam. Bu kadar da korkutmak istemiyorum sizi. Merak etmeyin, zaman zaman tüm bu öngörüler, eserler ve düşünceler arasında sıkışıp kalsak da her zaman korku ve çaresizliğin arasından bir umut ışığı da ortaya çıkar, illaki ! Belki de hep oradadır, bu konuda tam emin değilim. Ancak emin olduğum bir şey varki o da: Bu kaos döngüsünü bizzat yaşamış yazarların aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılığını müthiş bir hiddetle savunmaları kesinlikle fazla optimist veya ütopik bir bakış açısından kaynaklanmaz. Ernest Hemingway’in bu konudaki "Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları tam olarak o kırık yerlerinden güçlenir.” sözü ve Charles Dickens’in “Dünya üzerinde karanlık gölgeler var, fakat ışıkları bu karşıtlık içinde daha da güçlüdür” alıntısı içinde bulunduğumuz her türlü zorluğa karşı gelebilecek bir güç rezervine sahip olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bu sebepten de çok değerlidirler.
Bugün geldiğimiz noktada, korkunun ve karanlığın günümüze uzanmış gölgeleri geleceğimize de uzanıyor gibi gözüküyor. Aksini söylemek, bizleri tozpembe bir dünya kurgulamaktan ileri götürmez. Yolculuğumuzun güzergahı zaman zaman başkalarının yönlendirmesine maruz kalıyor ve hissettiklerimiz varoluşumuzun gidişatına şüphe düşürüyor. Peki, buraya kadar konuşulanların yanında, belirsiz olan bir yarının karşısında korkmak normal değil mi? Evet, çok normal. Fakat bilinmeyenin, ufkun ötesinde olanın korkusu; bir yandan da teslim olmamışları, tamamen çürümemişleri birbirine bağlayan evrensel bir kaygıdır. Bunu sürekli unutuyoruz bence. Ve insanlığın esas gücü de tam olarak burada yatmaktadır. Bizi ele geçirebilecek duygularımızın varlığı, sadece bir zayıflık işareti değil, aynı zamanda zor durumlarda bizleri birbirimize bağlayan ortak insanlığımızın bir mirası, kanıtıdır. Gerçekçi bir sistem de işte tam olarak bu yüzden, mükemmelliğin yakalanması zor bir serap olduğunu kabul eder, ancak nezaketin zulmün ve korkunun yerini aldığı; şefkatin ilgisizliğe galip geldiği bir dünya için çabalar. Tarihin en karanlık dönemlerinden günümüze, hep aynı tuzağa düşerek umut ateşimizi söndürecek pek çok fırtınalar atlatsak da korku karşısında bizler hep bir irade sergilemeyi başardık. Sonunda hep başa dönsek ya da çok az bir ilerleme kaydetsek de kolektif ruhumuzun gücü, zorluklar karşısında bir şekilde galip gelmeyi bildi. Bence bu, içimizde bulunan ve doğuştan gelen aydınlığın bir kanıtı.
Kelimeler zihnimden bu şekilde taarruz ederken, ne olursa olsun bu anlattıklarımın arka planında kasvetli bir not da bulunduğunu söylemeden bitiremicem yazıyı. Başlangıçta bahsettiğim karamsar durumun ortaya çıkardığı sonuçları kolayca çözmek mümkün değil. Yanlışları ve korkunun tekelindeki zalim eğilimleriyle dünya, içimizdeki dönüştürücü gücün varlığına hala direniyor. Zaten en başında da konuştuğumuz gibi, içimizdeki gölgeler bir kez oluştuktan sonra silinmeleri gittikçe zorlaşıyor ve korku, fısıltılar şeklinde zihinlerimizin koridorlarında hüküm sürmeye devam ediyor. Tamamen “ele geçirilmiş ruhların” otoritesi hepimizin üzerinde bir şekilde devam ediyor ve anlayışlı yazarların sözleri, yara bere içinde kalmış insanlığın sebatkar hatırlatıcıları olarak bizlere hizmet ediyorlar. Gelecekten korkmamız, korkunun bu derece baskın olduğu bir dünyada çok normal. Ancak tarih, insanlığın direncinin ve gücünün en karanlık zamanları bile aşabileceğini bize milyon kere gösterdi. Umarım bu bitmek tükenmek bilmeyen döngü en kısa zamanda sona erer ve tüm duyguları hissederken ışığımızı kaybetmediğimiz bir gelecekte; kolektif ruhumuzu lekeleyen bu savaşta, nihai zaferi kazanmış olarak bu satırları verilmiş bir mücadelenin anıları arasında hatırlarız.
O zamana kadar kendi karanlıklarımızı azaltmamız dileğiyle …
15 dk.