Öykü

Yazılar
Mevsimler Nasıl Oluşur

Mevsimler Nasıl Oluşur

Size bundan bin yıl önce yaşamış insanların bilmediği bir bilgi paylaşayım: dünyamız yuvarlak. Bilim insanlarının asılmasına sebep olan başka bir bilgi daha: bu yuvarlak dünya evrenin merkezi değil, başka gezegenler gibi güneşin etrafında dönen bir küre. Bu keşifleri yapmak kolay olmadı. Bunun da ilk adımını atan medeniyetlerin beşiği, tarihin kanla yaşıt olduğu yer Mezopotamya’ydı. M.Ö. 3 bin yıllarında camı keşfettiler. Yıllar geçti birisi bu camları farklı şekillere sokup mercek yaptı. Ardından Hans Lippershey 1608 yılında içbükey ve dışbükey mercekleri bir tüpün içine yerleştirip teleskopu buldu. Merdiveni basamak basamak oluşturduğumuz 4500 yıllık bu serüven Youtube’daki bazı komple teoricileri tarafından yalanlansa da siz onlara inanmayın. Dünyamız düz değil ve bir öküzün iki boynuzu arasında durmuyor. Ve hayır, depremler Amerika’nın icat ettiği bir “earthquakematic” tarafından meydana gelmiyor. Depremlerin neden meydana geldiğini anlamlandırmaya çalışmamız gibi mevsimlerin de neden meydana geldiğini anlamaya çalışıyoruz. Bilim insanları buna da cevap verdi. Dünyamız düz bir eksende değil eğik bir eksende dönüyor. Yaz aylarında kuzey yarımküre güneşe dönük olduğu için daha sıcak oluyor. Peki eski insanlar bu konuda ne düşünüyorlardı? Karakterimiz Yunan mitolojisindeki diğer her karakter gibi Zeus’un kızı olan Persephone. Kendisi arkadaşlarıyla çiçek toplamaya çıkmışken bir nergis çiçeğinin kokusunu takip etmek için gruptan ayrılır. Çiçeği kopardığında yer yarılır ve içinden yeraltı dünyasının ve ölülerin tanrısı Hades çıkar. “Ya benimsin ya kara toprağın” der Hades. Ancak bu şaşırtmacalı bir sorudur. Zira onun yanı kara toprağın altıdır. Persephone’un annesi, tarımın, bereketin ve anne sevgisinin tanrıçası Demeter bunu duyunca çılgına döner. O da “bu dönemde kız kaçırmak mı kaldı” der ve bütün köyü ayağa kaldırır. Amerikan başkanı dahil herkesi devreye sokar, kızım uzaylılar tarafından kaçırıldı der ve bunları yaparken görevlerini yerine getirmeyi unutur. İnsanlar tarlalarından ürün alamazlar ve açlıktan ölme noktasına gelirler. Bunun üzerine Zeus, Hermes’i kızını yeryüzüne getirmek için görevlendirir. Ancak Persephone yeraltından çıkmadan önce Hades’in narından 6 tane (kimisi 9 der) yer ve "ölüler ülkesinde bir şey yiyenlerin yeryüzüne çıkma hakları bulunmamaktadır" kuralı nedeniyle yediği nar tanesi kadar ay yeraltında kalır. Yeraltına indiği zaman hayat durur, kış gelir. Yeryüzüne çıktığındaysa yaz gelir ve hayat başlar. Yaz neden mi gelir? Yaz, bir anne kızıyla buluştuğu için gelir. Kaynak: https://www.greekmythology.com/Other_Gods/Persephone/persephone.html#:~:text=Who%20was%20Persephone%3F,also%20a%20goddess%20of%20fertility. https://tr.wikipedia.org/wiki/Persefoni
Foto

Bora Tavman

5 dk.

Seslerin Peşinde

Seslerin Peşinde

Yine duyduğu seslerin arasında kaybolmuş, uykuya bir türlü dalamamıştı. Yatakta sağa sola döndüğü, gözleriyle açık kapının ardındaki karanlığa bir şeylerin cevabını bulmak ister gibi baktığı bir gece daha geçiriyordu. Daha önce hayatında hiç uykusuzluk problemi yaşamamış birisi için son bir haftadır içinde bulunduğu bu durum gerçekten sinir bozucuydu. Bu sebepten kendisine karşı herhangi bir anlayış da gösteremiyordu. Bir haftadır yaşadığı bu sağlıksız döngünün zihni üzerinde oluşturduğu boğucu baskı ise günden güne artmaktaydı ve bu durum artık canına tak etmişti. Son zamanlarda oluşan uykusuzluğunun sebebi; sadece kendisinin duyduğu ve ona bir şeyler aktarmaya çalıştıklarını hissettiği o anlamsız seslerdi. Onları görmezden gelmek için takındığı vurdumduymaz tavra karşın, bir türlü üstesinden gelemediği bu seslerin varlığını sonunda kabul etmişti. Seslerin ne anlama geldiklerini arkaplanlarında oluşan gürültüden dolayı bir türlü anlayamıyordu. Adeta şifrelenmiş bir mesaj gibi kulaklarında çınlayan bu sesler kolay kolay sinirlenmeyen sakin mizacını bile çileden çıkarmayı başarmışlardı. O artık, sadece uyku kalitesini değil, gün içindeki hayat kalitesini de gittikçe artan bir şiddetle etkileyen bu sorunu kökünden çözmeye karar vermişti. Yanı başına koymuş olduğu telefonunu eline aldı. Saat on bir buçuktu, yatağın içinde debelenerek bir buçuk saati devirmişti. Güzel bir uyku ve tamami sessizlik hayaline kavuşma ihtimalinin verdiği motivasyonla kendisini olabildiğince çabuk bir şekilde yatağının dışına attı. Dağılan yatağına ve yere düşen yastığına karşı onun gibi takıntılı birinden asla beklenmeyecek bir umursamazlıkla hole çıktı. Yatak odasının hemen karşısındaki banyoda yüzünü yıkadıktan sonra doğruca mutfağa yöneldi. Aslında bu seslerin anlamını çözebilmek için ne yapması gerektiğinden bihaberdi. Zaten böylesine saçma bir durumda ne yapılabilirdi ki. Gerçek anlamda gaipten sesler duymaktaydı. Aklına gelen tek şeyse az önce inadını kırarak bıraktığı vurdumduymaz tavırdan uzak durmaya devam etmek olmuştu. İtinayla dikkatini topladığı bir ortamda bu seslerin üzerine yoğunlaşmalı ve zihnini her türlü sınırlamaya karşı özgür bırakmalıydı. Ancak tüm bu düşünsel sürece girerek bu seslerin gerçek anlamını çözebilirdi. Fakat bu sürece de girmeden önce, yapması gereken önemli bir şey olduğunu hatırlamış ve bu yüzden de mutfağa doğru yönelmişti. Mutfağa girdiğinde Beyoğlundaki aktardan almış olduğu kış çayı tezgahın üzerinde duruyordu. Portakal,limon, elma, ayva gibi meyvelerin yanı sıra ıhlamur, adaçayı, zencefil, zerdeçal benzeri zengin bitkileri içeren bu çay; aslında zihninin en ücra köşelerine kadar girmiş anlamsız seslerin başlama sebebi sayılabilirdi. Tam bir hafta önce, tüm bunların başladığı sıradan bir iş gününde aldığı bu çayı henüz demlememiş olması da arkaplana ittiği seslerin davranışsal bir yansıması olabilir miydi acaba. Bu düşünceleri arasında kaybolmuş bir şekilde ilk defa demlediği kış çayını kupasına koydu ve yoğun iş dönemi sebebiyle çokça vakit geçirdiği çalışma masasının başına geçti. Önce çayından bir yudum aldı. Her içtiğinde düşünceleri arasındaki bariyerleri kaldıran ve zihninin bir bütünlük hissine kavuşmasına olanak veren bu inanılmaz tadın ve kokunun eşliğinde artık kendisini bulunduğu mekandan ve zamandan tamamen soyutlamıştı. Arkasına güzelce yaslandı ve uykusuz gecelerinin müsebbipi olan o aktar ziyaretini hatırlattı kendine. İçindeki huzursuzluğun ve zihnindeki seslerin ana kaynağına inmesi gerekliydi ve bunun için yaşananları tekrar gözden geçirmesi gerekiyordu. O da öyle yaptı ve bir hafta önce yaşanmış o rutin çarşamba gününe geri döndü. Reklamcılık sektöründe kreatif direktörlük başından beri hedeflediği bir kariyerdi ve sektör ortalamasına göre çok da uzun olmayan altı buçuk senelik başarılı bir yolculuk sonucunda sektördeki görece büyük şirketlerden birinde bu hedefine ulaşmıştı. İçerik editörlüğü yaparak başladığı bu yolculukta bu kadar çabuk bir şekilde gelmiş olduğu konuma bazen kendisi bile inanamıyordu. Toplantıdan yeni çıkmış olduğu sırada zihni bu düşüncelerle dolup taşmaktaydı. Yanına gelmiş olan diğer çalışanların varlığını fark etmemişti bile. İş odaklı yaşamı, şirket içi ilişkilerini mümkün olabildiğince resmi bir şekilde kurmasına yol açmış; yükselme hırsı ve rekabetçi yapısı mesleki başarıyı getirse de iş arkadaşlarıyla arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulamamasına sebebiyet vermişti. Bununla ilgili bir sorunu da yoktu. Gerçi kendisini sık sık sağlıklı sosyal ilişkilere sahip tanıdıklarının hayatlarına imrenirken buluyordu ancak en azından henüz tüm bunların kendisine ne ifade ettiğini fark edememişti. Kısacası, hayatı tek bir yönde ve alanda başarılı bir şekilde ilerlemekteydi. Parçalara bölerek çeşitli hedefler koyduğu hayatında, iş yılları olarak tanımladığı bir bölümün içindeydi ve bu sebepten yaşamın diğer alanlarına yeterli önemi göstermiyordu. Yemeğe katılıp katılmayacağının sorulmasıyla düşüncelerinden bir anlığına da olsa sıyrıldı. Herkese afiyet dileklerini sunarak bu daveti her zamanki gibi reddetti. İstiklaldeki aktara uğraması gerekiyordu. Karaköyle istiklali bağlayan tünelin çok yakınında konumlanan ofisinden aktara doğru yola koyuldu. Aktara giderken yine aynı şeyleri düşünmeye başladı. Kendisine koyduğu ilk büyük hedefe görece yeni bir vakitte ulaşmıştı. İlk başlarda kendisinde oluşan tatmin ve mutluluğun sarhoşluğu, kendisini başkahraman olarak gördüğü bir dünyanın içinde yaşadığına inanmasına sebep olmuştu. İşe girdiği günden beri obsesif bir şekilde beklediği ve uğruna meslektaşlarından kat be kat fazla çalıştığı hayali, kanlı ve canlı bir şekilde onundu artık. Yediği her yemeğin tadı daha güzel, gördüğü her manzara daha büyüleyici ve yapmış olduğu her eylem daha anlamlı geliyordu. İnsanlara bir direktöre yakışan şekilde davranmaya özen gösteriyor, eskiden olsa kendisini rahatsız edebilecek pek çok duruma karşın daha önce göstermediği bir sebat göstermeyi başarıyordu. Hayatının tartışmasız en keyif aldığı dönemini geçirmekteydi. Özellikle işi dışında özel bir hobisi veya ilgisi olmayan biri için, almış olduğu bu terfinin anlamı çok büyüktü. Kendini hiç bitmeyecek bir rüyanın içinde hissediyordu, ta ki o rüya bitene kadar. Terfisinin üzerinden geçen hatırı sayılır bir süre sonunda, yeni hayatına dair alışkanlıkları net bir şekilde oluşmuş ve yavaş yavaş zihnine inmiş olan toz pembe perde aralanmaya başlamıştı. Daha fazla sorumluluğa sahip olduğu, daha fazla mesai yaptığı ve daha çok sorunla uğraştığı bir döngünün içerisinde kendisine yine sözde hedefler koymuş olsa da içindeki harekete geçirici o ateşin söndüğünü net bir şekilde hissetmekteydi. Mesai sonrası Beyoğlunda yeni kiralamış olduğu geniş apartman dairesine doğru yola koyuluyor ve tüm akşamı ya yeni projesi üzerinde çalışarak ya da oyun oynayarak geçiriyordu. Bu durumdan o kadar da zevk almıyordu aslında ancak daha iyi bir seçeneği yoktu. Sosyal hayatı zayıftı, işi ve evde oynadığı bilgisayar oyunları dışarısında başka bir hayata da sahip değildi. Bu farklı hayatı kurmak içinse geç kaldığını hissediyordu. Yıllardır planladığı “önce iş sonra yaşam “ felsefesi aksamaya başlamıştı. Özellikle zamanında ona sunulan tüm beyaz bayrakları çöpe attıktan sonra… Uzun yıllar boyunca haftasonları herkesten fazla içerik yazmakla meşgul olmuş, yalnızlığın ve tek yönlülüğün getirmiş olduğu hüznü hissettiği zamanlarda günümüz dünyasında ekmekten ve sudan daha bol olan motivasyon videoları ile para ve mesleki başarının geri kalan her şeyin kilidini açacağını söyleyen tek yönlü instagram reelslerini izlemiş; bunlarla duygularını baskılamıştı. Kısacası başarısı bir süre de olsa yalnızlığını törpülemeyi başarmış fakat yalnızlığı belirli bir sürenin sonunda tekrardan baskın duygu olarak hayatına girmişti. Tüm bunların üzerine yalnızlığının da içerisinde bir anlam bulamaması ve kelimelere bir türlü dökemediği benliğine olan uzaklığı; onu tanımlamaktaki acizliği kendisine acı vermeye başlamıştı. İdealleri ve varlığı hakkında bir şüphe ağının içerisine düşmüştü. Henüz ortaya tam olarak çıkmamış bu duygu birikimlerinin ve hayatını sorgulayan düşüncelerinin eşliğinde aktara vardı. Bu aktara ilk defa geliyordu. Düzenli müşterisi olduğu eski aktarının kapanmasıyla, karşısındaki ara sokakta konumlanmış bu eski ve sönük dükkanı fark etmişti. İstiklal’in karışık ve hızlı akan yapısı içerisinde adeta üzerine görünmezlik pelerinini çeken bu dükkan tüm bunlara rağmen hatrısayılır bir müşteri profiline sahipti. Aktardan ne alacağı başından beri belliydi. Özellikle bu soğuk kış günlerinde evde biraz da olsa rahatlamasını sağlayan kış çayı favori içeceğiydi. Paketlenmiş halde tezgahta bulunan çayı eline aldı ve ödemeyi yapmak için kasaya geçti. Önündeki kadın ödemesini yaptıktan sonra tezgahta bulunan yumuşak bakışlı, tahmini yetmişlerinin başında olan amcaya çayı uzattı. İçindeki huzursuzluk yüzüne de vurmuştu elbet ancak o an için düşüncelerini ve duygularını bastırmayı başarmış; ödemesini yaptıktan sonra öğleden sonraki toplantıda konuşulacakların bir taslağını çıkartmaya başlamıştı kafasında. Aniden gelen bir sesle düşüncelerinden sıyrıldı ve gözleri çayı yerden almak için eğilen amcanın kamburuna takıldı. İnsanların kusurlarına uzun süre bakmaktan rahatsızlık duyardı. O yüzden gözlerini refleksif olarak aşağıdan yukarıya çevirdi. Bu sırada duvarda asılı olan resimlerse hemen dikkatini çektiler. Bu resimler önünde duran yaşlı amcanın pek de eski olmayan fotoğraflarıydılar. Amca, elindeki yan flütle kısmen genç sayılabilecek otuzlu yaşlarındaki bir grubun arasındaydı. Hep beraber çok da geniş olmayan ama hatrı sayılır bir kalabalığın olduğu sahnede reverans yaptıkları bu fotoğraf ve devam hikayesini anlatan diğer iki kare tezgahın arkasındaki duvara düzgün bir üçgen oluşturacak şekilde asılmışlardı. Gözlerini tekrardan amcaya çevirdi, bu sırada amca çoktan çayı poşete koymuş; kendisinin gözleriyle süzdüğü resimlere yüzünü dönmüştü. Yüzünde bu resimlere bakmanın verdiği bir gurur vardı. Büyük bir tebessümle resimlerin dikkatini çekip çekmediğini sordu. Başlangıcı tesadüfi ancak gidişatı bilinçli geçen bir konuşma sonucundaysa saatin çoktan öğle arasını geçtiğini fark etmemişti bile. Amcayla yaklaşık bir saate yakın ettiği bu sohbet sırasında belirli özgünlükleri olan ama Türkiye’nin klişe gerçeklerinden biri haline gelmiş bir hayat hikayesi dinlemişti. Zamanında babasının dükkanı olan bu aktarda 60 yıla yakın çalışmak, amcanın hayat hedefleri arasında yoktu. 17 yaşında babasının vefatıyla beraber devraldığı ve en büyük tutkusu olan konservatuar hayaline hem o zamanki yılgınlığı hem de yaşamış olduğu travmanın etkisiyle veda ettiği bir süreçti bu. Geleneksel, insanların düşüncelerine, ne dediklerine fazlasıyla önem veren bir neslin ferdi olarak da özellikle akrabalarının inanç kırıcı konuşmalarına kendini inandırması da şüphesiz bunda etkili olmuştu. Aktarı devralarak kendi isteklerinden uzaklaşmış, ekonomik olarak zor durumda olan kardeşi ve annesinden oluşan ailesine bakmaya başlamıştı. Yan flütü nasıl çalacağını babasından öğrenmişti fakat babasının genç yaşında vefatıyla birlikte suya düşen hayalleri o suların dibine müzik sevdasını da atmasına sebep olmuştu. En azından uzunca bir süre... Tamamiyle işine odaklandığı ve benzer şekilde hayatının diğer alanlarını aksattığı bir on beş sene sonucundaysa İstanbulun bir ucundan diğer ucuna yayılan bir aktar ağı kurmayı başarmıştı. İstanbul içinde tamı tamına altı dükkan açarak, zamanında kimsenin bu küçük dükkandan beklemediği bir başarıya imza atmıştı. Ancak amca, tüm bunlara rağmen sürekli olarak bu senelerin ne kadar zor geçtiğinden bahsetmiş ve tek yönlü bir hedefe baki kalarak yaşadığı hayatın kendisine asla yeterli tatmini ve mutluluğu getirmediğini vurgulamıştı. Evet, başarının ve ailesine gittikçe iyileşen koşullarda bakabilmesinin getirdiği huzur ve rahatlık vardı. Ancak bu huzur ve rahatlığa rağmen aynaya baktığında gördüğü kişiyi bir türlü kendiyle bağdaştıramıyordu. Hayati hedeflerinin gerçekleşmesiyle beraber hayattaki diğer detaylar ortaya çıkıyor ve kendisinin bu alanlarda çok geride kaldığını hissediyordu. Hikayeleri de aslında bu noktada birbirlerine benziyordu. Başarı, yalnızlık, tek bir sürece ve hedefe adanmış bir hayat… Gençlik yıllarını bu şekilde harcamış olan amca yoğun geçen yılların sonrasında otuzlu yaşlarına gelmişti. Bir zamanlar bakmakla yükümlü olduğu kardeşi büyümüş, annesi ise iyice yaşlanmış ve hastalanmıştı. Aktarların hepsinde işler düzenli ve bereketli bir şekilde devam etse de tüm hayatını ailesine adamış biri için ailesinin yaşamın akışı içerisinde organik bir şekilde yollarının birbirinden ayrılabileceği olasılığını görmesi tüm varlığını tehdit etmiş; benliğinde bir şok etkisi yaratmıştı. Annesinin kaybıyla beraber gelmiş olduğu noktadaysa geçmişe dair pişmanlıkları dayanılmaz bir hal almış ve işte böyle bir çıkmazın içerisinde çıkış yolunu tekrardan müziğe sarılarak bulmuştu. Önce babasından yadigar bu dükkan dışında geri kalan tüm dükkanları satarak elden çıkartmış, önceden değiştirdiği isim hakkını da satarak tekrardan eski dükkanın ismine geri dönmüştü. Bununla beraber otuzlu yaşlarından sonra müziğe tekrardan başlamıştı. Bir yandan aktarla ilgilenirken bir yandan da müziğe vakit ayırmayı başarmış; kendisini gereksiz bir strese sokmadan hayatın akışı içerisinde doğru ve somut hedeflerle paslanmış yeteneğini geri kazanmıştı. Ve yine 40’lı yaşlarının sonlarına doğru gitmeye başladığı müzik kursu aracılığıyla tanıştığı altı,yedi kişilik arkadaş grubuyla amatör olarak çeşitli kültür sanat etkinliklerinde sahne almaya başlamışlardı. Hayata karşı olan tek yönlü düşünce yapısını pişmanlıklarının ağırlığına ve travmalarının kederine rağmen değiştirmeyi böylece başarmıştı. Geçmişinde sahip olduğu pişmanlıklar kesinlikle ailesine bakmak için çektiği zorluklar veya yaptığı fedakarlıklar değildi. O zaten böyle biriydi. Karakteri, fıtratı, benliği bu ideal uğruna yaşamaktan memnundu. Kardeşi okuyup mühendis olmuş, annesine son ana kadar iyi şartlarda bir hayat sunabilmiş ve bir şekilde kendi hayatını kurmayı başarmıştı. Pişmanlığı, hayatın kompleks ama bütünleşik yapısını tek bir amaç ve hedefe yoğunlaşarak yakalamaya çalışmasıydı. Bu uğurda kendi isteklerinin tamamından herhangi bir çaba sarf etmeden uzaklaşmış, kendisine yabancılaşmış, kendisini değersizleştirmişti. Ve bunu fark etmesi, kendisini tanıyabilmesi maalesef erken sayılamayacak bir yaşta gerçekleşmişti. Hayat kitabının ilk sayfasını okumaya otuzlu yaşlarının sonunda ancak başlamıştı. Fakat tüm pişmanlıkları ve geçmişi de hayatın bir parçası olarak görüyordu. Yaşadıkları hatalar sadece onun yaşayabileceği bir hayat çizgisinin özgün eserleriydiler. Bu doğrultuda şu anda da baba yadigarı olarak gördüğü bu dükkanda hala satış yapmaya devam ediyor, bir yandan da hayatını müzikle ve diğer yönleriyle olabildiğince yaşamaya çalışıyordu. Herkesin yazgısı özeldir evladım demişti, hiç kimse kendini tam anlamıyla başka bir hikayenin içinde yüzde yüz isabetle imgeleyemez. Bu sebepten kendi yazgını belirlemeye çalışırken başka hayatların görüntüsündeki cazibeye kapılma, onlarla kendi hayatını karşılaştırma. Önce kendini tanı, çünkü; eğer ki kendini tanıyamadığın bu yolda başkalarının yazgılarını taklit etmeye, özgünlükten kaçınmaya çalışırsan içindeki o kara delik, gittikçe büyür. Seni sen yapan ışığın, kaçamayacağı bir fenomen haline gelir. “Ve sonunda, tüm ışığını kaybedersin”, diyerek de uğurlamıştı kendisini. İşte şu anda çözmeye çalıştığı tüm o anlamsız sesler de ilk defa o akşam çınlatmıştı kulaklarını ve yavaş yavaş ele geçirmişlerdi zihnini. Bu anıları anımsarken, elinde tuttuğu kalemin yere düşmesiyle çıkan ses onu kendine getirdi. Zihninde bir türlü çözemediği o gizemli seslerin artık yavaş yavaş çözümlenmeye başlandığını seziyordu. Onlara kulak veriyor, anlattıklarını yavaş yavaş anlamaya başlıyordu. Bugüne kadar kendisiyle hiç yürekten gerçek bir konuşma gerçekleştirmemişti. Sevdiği mesleği yaptığından emin olsa bile, hayatını sadece iş temelli tek yönlü bir hedef haline getirmiş ve hayatın diğer alanlarını ihmal etmişti. Belki de mükemmeliğe parça parça ulaşmaya çabaladıkça kusursuz dengeyi bozmuştu. Belki de mükemmellik denilen fenomen kusurların içerisinden toplanan ışıltılar sonucunda tesir ediyordu hayatın içerisine. En azından dönüp geriye baktığında bu durumu böyle yorumlayabiliyordu. Her yaşayış, her hedef, her ideal insan hayatına farklı şekillerde etki etse de herkes aynı ölçek içerisindeki duyguları farklı oranlarda ve farklı biçimlerde yaşamaktaydı. Hayatı parçalara ayrılmış bir hedefler bütünü olarak görmekse bu sebepten yanlıştı belki de. Ancak şu ana kadar yaşadıklarından tecrübe ettiği tek bir şey vardı; o da bir bütün olarak var olan, gelişimin ve değişimin yer aldığı ömür denen bu süreçte insan zihninin sürekli parçalanmış ve farklı doğrultudaki hedefler yerine, doğal yollarla oluşan kimliği üzerinden kendini gerçekleştirmesi, hedeflerini koyması; değerli hissedebilmesi için geçerli tek formüldü. Ve hedef, nefesti. Herhangi bir doğrultusu olmayan hayat, yaratıcılıktan uzak bir yaşam demekti. Önündeki bu kısıtlı ömürde kendini gerçekleştirmeyi başarmak da kişinin kendini değerli hissetmesi için gereken yegane unsurdu. Öbür türlü hiçbir şey kalıcı olmuyordu. Saatler üçü gösteriyordu, gecenin sessizliği artık iyice çökmüş; zihni yavaş yavaş filtrelemeyi başardığı ses karmaşasının gürültüsünden kurtulmuştu. Sonunda uykusu gelmeye başlıyordu. Son bir kez tekrardan amcayı düşündü. Kendi hayatını ve hedeflerini tamamen ailesine adamıştı. Hayatta yapmış olduğu eylemlerin ahlaki tarafını da önemsemiş, içinde bulunduğu topluma adapte olabilmeyi önemli bulmuştu. Onun ideali buydu. Ancak bunu yaparken uzun bir süre kendi egosunu yok saymış, amatör olarak olsa da genç yaşlarında bırakmadan devam edeceği müziğe uzun bir süre ara vermişti. Değersizleştirdiği egosu, hayattaki idealleriyle birlik olamamış aksine onlar tarafından baskılanmış ve uzun bir süre ortak bir zemin bulamamıştı. Yaşadığı çeşitli travmalar sonucu ise otuzlu yaşlarında zihinsel bir değişim geçirmiş. Ulaştığı bu yeni farkındalık sayesinde, hayatın akışı içerisinde kendi egosunu, duygularını mantığının ve tecrübelerinin desteklediği kendi idealleriyle ortak bir zemine getirmeyi başarmış ve mükemmel olmasa da çabalamaya devam etmişti. İçinde bulunduğu o karamsarlıktan işte tam olarak bu çabanın yarattığı umutların ve hayallerin sayesinde kurtulmuştu. Sonuç olarak ne şanslıydı ki; bu anlamsız sesler kulaklarını bir kurtuluş çığlığı olabilmek amacıyla çınlatmışlardı. Kaybolmuşluk, yalnızlık vb. duygu birikimleriyle geçen hayatında fark ettiremedikleri varlıklarını bu aktar ziyareti sonrası bir şekilde öne çıkarmak istemişlerdi. O bu sesleri anlamlandırdıkça, onların kendisinin içsel rehberi olarak egosuna ve ideal arayışına destek olduklarını görüyordu. Bu sesler, birçok insanın farklı yollardan kalıcı mutluluğa ve başarıya ulaşabileceğini öne sürüyor, ancak ortak nokta her zaman, bireyin kendi özgün ideallerini belirleyip egosunu ve özgürlüğünü tamamen kaybetmeden idealleri çerçevesinde kısıtlayabileceği bir noktada tutmasıydı. Egonun idealle buluşması, içsel bir tutku ve dışsal bir amacın potasında kaynaşıyordu. Yani tek bir hedef uğruna değil, hayatın bütünü uğruna yaşaması gerekiyordu. Yapacağı fedakarlıklar, çekeceği acılar, biriktireceği değerli anılar hem belirli bir çerçeveye oturttuğu egosuna hizmet etmeli, arzularını yok etmemeli hem de hayat yolculuğundaki o ana amacın dışarısına çıkmamalıydı. Bu yüzden de o kendi için, tutkuları ve inançları doğrultusunda hedefler belirleyerek, egonun idealle buluşmasını sağlamalıydı. İşte zihnindeki bu sesler, bunları söylüyordu ona. Bunları anlatmaya çalışıyordu. Gerçek başarı, bireyin kendi özünden gelenlere ulaşabilmesinde yatıyordu. Formülü çözmüştü artık, kendi için doğru olan bu formülün detaylarını doldurmayıysa yarına bırakacaktı. Zira artık zihninde dolaşan munzur seslerin ne anlama geldiğini çözmeyi başarmıştı. Üzerinden büyük bir yük kalkmış ve uykusuzluğun getirdiği yorgunluk sonunda zihnine hücum etmeye başlamıştı. Önce çalışma odasının sonra da mutfağın ışıklarını kapadı. Mutfağa girdiği sırada tezgahın üzerinde duran kış çayına son bir bakış daha attı. Ona karşılaştığı amcayı hatırlatan bu favori içeceğine içten ama sessiz bir bakışla teşekkürlerini sundu ve bir haftadır bir türlü alamadığı uykusunu biraz da olsa alabilmek için yatağına gitti. Uzun ve yorucu bir dövüşten çıkmış gladyatör edasıyla kendini yatağına bıraktı. Derin uykusuna dalarken, içinde oluşan huzursuzluk ve değersizlik hislerinin yavaş yavaş yok oluşunu hissetti. Yılbaşının da yaklaştığı bu günlerde, bir şömine sıcaklığıyla soğuk benliğini ısıtan o gizemli seslere hürmetlerini sundu. Artık o da, hayatının ilk sayfasını okumaya hazırdı. Hem de görece erken bir yaşta…Buraya kadar soyut bir kavram olarak ele alınan ve köklerini kalbimize çoktan atmış olan korku, çoğunluğun üzerinde böylesine bir tesire ulaşınca; ortak insanlığımızın değerlerini ve dünyanın hatlarını şekillendiren somut bir güç olarak görülmeye başlanır. Aynı zamanda kontrolden çıkmış doğasının koyu tonlarını istikrarlı bir şekilde benimseyen bir dünyada, merakını hala kaybetmeyen birkaçımızın sistemin yanlış taraflarını incelemek için kullanabileceği bir mercek haline gelir. Bunun sonucunda da geriye dönüp baktığımızda, tek bir gerçek gözükür: Tarihin hangi noktasında bulunmuş, hangi milletten ve arkaplandan gelmiş olursak olalım; bugünde dahil yaşadığımız her günü, biraz daha derine biraz daha genele yayılan bir korku ağının; zulmün mürekkebiyle lekelenmiş, unutulmuşların gözyaşlarıyla yazılmış bir anlatının içerisinde yaşıyoruz. Ve hala korkuyu bir simbiyot gibi üzerine geçirmiş olanların, gücün sembolü, kontrolün sahibi olmasıda; belki de başından beri aynı formülün kullanıldığı ve farklı yanıtın arandığı bir problemi çözmeye çalıştığımızı gösteriyor bizlere. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin sadece öne çıkan veya “sıradan” hayatların dosyalarında sağlandığı dünyamızın, satır araları belki de hala bu yüzden yazım hatalarıyla dolu. Sokaklarda, medyada, ekranlarda ve tarihin tozlu sayfalarında insanlığın zulmü trajikomik bir şekilde sahnelensede, korkularımızın varlığı bizi, bizden olanların acılarına karşı daha da duyarsızlaştırmaya devam ediyor.
Yiğiter Tuncer

Yiğiter Tuncer

30 dk.