Bora Tavman

Bora Tavman.

Yazılar
Düşünemiyoruz

Düşünemiyoruz

Yazımızın temasıyla kendimizi ayağımızdan vurduk diyebilirim. Düşünmek temalı bir sayıya yazı düşünmek ne zormuş. Zihnimiz enteresan. Pembe bir fil düşünme deyince aklımıza hemen pembe bir fil geliyor, ama zihnimizin biraz zorlanması gereken bir konu olduğunda düşünmesi gereken işi yapmak yerine diğer her işi yapıyor. Ödevimizi yapmak yerine odamızı toplarız. İşimizi yapmak yerine e-posta kutumuzu temizleriz. Zihnimiz suyun en kısa yolu bulması gibi, bir elektrik devresindeki en kolay yolu seçen elektronlar gibi çalışır. Devrede boş bir kablo varsa bütün akım oradan akar. O boş kablo sistemin kısa devresidir. Zihnimizin de kısa devresi evde oturmak, telefona bakmak, bir dakikalık videolar izlemek, yani düşünmemek. Efektif bir makineyiz. Öyle de olmak zorundaydık. Doğada yedi gün avlanamamış bir canlının dergi yazısı düşünmeye harcayacak enerjisi yoktur. Zihnimiz marketten yemek alabildiğini kavrayana kadar da bu enerjiyi harcamaya direnecek. Bu bağlamda üst insan olmak, evrimde bir sonraki adıma atlamak düşünmektir. Hatta düşünmek var olmanın temelidir. Ancak görünebilirliğin artmasıyla birlikte “Düşünüyorum öyleyse varım” sözü yerini “Görünüyorum öyleyse varım” a bırakmıştır. Buraya çok kısa bir not düşmek istiyorum. Geçmişteki insanların çokça düşündüklerini, günümüzde ise insanların düşünmediklerini savunmuyorum. Cadı diye insanların yakıldıkları, “Eğer cadıysa yaşar insansa geçmiş olsun” denildiği dönemlerden geçtik. Günde bir patates ve bir dilim ekmekle de başka düşünce çıkmaz zaten o kafadan. Benim bahsetmek istediğim değer olarak görünebilirliğin düşüncenin önüne geçmesi. Artık bir işi yapmanız önemli değil, o işi yaptığınızın bilinmesi önemli. Kendi kitabımdan bir alıntı yapayım: “Diyelim ki bu dünyadaki en güzel şiirleri ben yazıyorum. Eğer benimle dünyadaki geri kalan insanların hepsi aynı fikirde değilse ya da bu bilgiden haberleri bile yoksa bu dünyadaki en güzel şiirleri ben mi yazıyorumdur gerçekten? Bu düşüncenin başka klasik örnekleri de var tabi. Hiç kimsenin olmadığı bir ormanda bir ağaç devrilirse bu ağaç ses çıkarır mı çıkarmaz mı?” Düşen ağacın ses çıkartması için onu işitecek bir çift kulağa, benim yazar olmam için de siz değerli okuyuculara ihtiyacım var (Okuyun şu kitabı valla güzel kitap). Ha bir de mutlu olmam için mutluluğumu görecek bir çift göze veya takipçilere ihtiyacım var. Cenazenizde de “Merhumu nasıl bilirdiniz?” Diye soracaklar. Kimse “Merhum neler yapmıştı” demeyecek. Bu noktada durup yazımın başından beri kabul ettiğim düşünceyi hatırlamakta fayda var. Düşünmek iyidir. Bunu kabul ederek başladım yazıma ama ne geçti elimize düşünerek? Shakespeare meşhur Olmak ya da Olmamak tiradında ne diyordu? Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor Yürekten gelenin doğal rengini. Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar Yollarını değiştirip bu yüzden Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar. Buradaki düşünce ölümden sonrasının düşüncesi. Ancak çalışan bir akıl bir şeyi düşünüp bir diğerini düşünmemezlik edemez. İnsanın kuvvetli bir aklı varsa iyi kötü her düşünce gelir aklına. Kuvvetli bir akıl da nöronlar arasındaki bağlantıları kurarak oluşturulur. Neil Postman’ın dilimize “Televizyon: Öldüren Eğlence” olarak çevrilmiş kitabının ön sözü aklıma geldi (güzel kitaptır, öneridir, bu yazımı okumaya vermiş olduğunuz emeğin geri dönüşüdür). Postman, dünyanın George Orwell’in 1984 kitabındaki haline bürünmediğinden bahsediyor. Orwell kitabında bilginin bir büyük birader tarafından kısıtlanacağı bir distopya düşünüyordu. Postman’a göre Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı daha gerçekçi bir distopyaydı. Her bilginin topluma açık olduğu ama kimsenin bilgileri umursamadığı bir dünya. Postman’dan direkt alıntı yapayım “Huxley’in görüşlerine göre ise insanların özerklikleri, olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. Huxley’e göre, insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır.” Bu son cümleden sonra da aklıma direkt bilim-kurgu yazarlarının babası Isaac Asimov’un “The Feeling of Power” hikayesi geldi (internetten kısa film olarak izleyebilirsiniz). Hikaye şöyle gelişiyor: İnsanlar hesap makinesiyle dört işlem yapmaya alışmışlardır. Aradan nesiller geçmiş, yeni doğmuş kimse kendi kafasından dört işlem yapmamıştır. Bir savaşta hesap makinelerinin hepsi yok edilir. Tersine mühendislikle dört işlemin nasıl yapıldığı bulunur ve insanlara gösterildiğinde herkes hayrete düşer. Bulan kişinin gösterdiği “Abicim bak bunları alt alta yazıyorsun birler basamağından toplamaya başlıyorsun bazen elde bir oluyor falan” demesine olmaz öyle saçma şey derler. Asimov bu hikayeyi yazdığında ortada daha hesap makinesi yoktu. Şu an geldiğimiz nokta bu kadar beter olmasa da gelecek asırda yaşanabilecek bir senaryo bu. Kaybedilen başka özellikler de var. Mesela ben yazı yazıyorum. İnsanlar bazen o kadar şaşırıyor ki, ağızları açık nasıl yazıyorsun diye soruyor. Nasıl mı yazıyorum? Yazıyorum işte. Grafit ve kilin tahta bir silindir tarafından hapsedilmesiyle oluşturulmuş aletle Antik Mısır dönemlerinde geliştirmiş teknolojik bir düzleme, daha önceden anlamları ve sesleri belirlenmiş bazı figürler çiziyorum. Bu figürler birleşip harfleri, kelimeleri, cümleleri ve paragrafları oluşturuyor. “Ben de yazmak istiyorum” diyorlar. “Yaz kardeşim o zaman” diyorum. Dünyadaki tartışmasız en ucuz hobi bu. Kalem almaya bile gerek yok. Bir taşı duvarlara sürterek de gayet güzel yazılar yazılır. Bu yazıda yeteri kadar şikayet etmemişsin demeyin diye son olarak da şu kitap okuma işine değinmek istiyorum. Kitap okumak düşünmek demek değildir. Bir neslin televizyon dizileridir birçok kitap. Kitap okurken durmak, ulan ben bunun bir benzerini şurada görmüştüm demek. İki düşüncenin arasındaki temel farklılıkları saptamak. Hangi düşüncenin sizin doğrularınıza uyduğunu belirlemek. Yazarın sizi hangi noktalarda aldatmaya çalıştığını anlamak düşünmektir. Siz aman ha düşünmeyin. Günümüzde her şeyin olduğu gibi zekanın da yapayı var. Siz ona sorun o sizin yerinize düşünür. Televizyondan dizinizi izlerken telefonunuzdan arkadaşlarınızın tatil fotoğraflarını beğenin. Bende “Over thinking” problemi var deyip kafanızı susturacak haplar alın. Bunu gerçekten yapın. Yoksa Neo gibi her tarafınıza borular sokulmuş bir biçimde kapsülünüzden çıkarsınız ve insan çiftliklerine bakakalırsınız. Kafayı sıyırırsın kanka, yapma.
Foto

Bora Tavman

10 dk.

Mevsimler Nasıl Oluşur

Mevsimler Nasıl Oluşur

Size bundan bin yıl önce yaşamış insanların bilmediği bir bilgi paylaşayım: dünyamız yuvarlak. Bilim insanlarının asılmasına sebep olan başka bir bilgi daha: bu yuvarlak dünya evrenin merkezi değil, başka gezegenler gibi güneşin etrafında dönen bir küre. Bu keşifleri yapmak kolay olmadı. Bunun da ilk adımını atan medeniyetlerin beşiği, tarihin kanla yaşıt olduğu yer Mezopotamya’ydı. M.Ö. 3 bin yıllarında camı keşfettiler. Yıllar geçti birisi bu camları farklı şekillere sokup mercek yaptı. Ardından Hans Lippershey 1608 yılında içbükey ve dışbükey mercekleri bir tüpün içine yerleştirip teleskopu buldu. Merdiveni basamak basamak oluşturduğumuz 4500 yıllık bu serüven Youtube’daki bazı komple teoricileri tarafından yalanlansa da siz onlara inanmayın. Dünyamız düz değil ve bir öküzün iki boynuzu arasında durmuyor. Ve hayır, depremler Amerika’nın icat ettiği bir “earthquakematic” tarafından meydana gelmiyor. Depremlerin neden meydana geldiğini anlamlandırmaya çalışmamız gibi mevsimlerin de neden meydana geldiğini anlamaya çalışıyoruz. Bilim insanları buna da cevap verdi. Dünyamız düz bir eksende değil eğik bir eksende dönüyor. Yaz aylarında kuzey yarımküre güneşe dönük olduğu için daha sıcak oluyor. Peki eski insanlar bu konuda ne düşünüyorlardı? Karakterimiz Yunan mitolojisindeki diğer her karakter gibi Zeus’un kızı olan Persephone. Kendisi arkadaşlarıyla çiçek toplamaya çıkmışken bir nergis çiçeğinin kokusunu takip etmek için gruptan ayrılır. Çiçeği kopardığında yer yarılır ve içinden yeraltı dünyasının ve ölülerin tanrısı Hades çıkar. “Ya benimsin ya kara toprağın” der Hades. Ancak bu şaşırtmacalı bir sorudur. Zira onun yanı kara toprağın altıdır. Persephone’un annesi, tarımın, bereketin ve anne sevgisinin tanrıçası Demeter bunu duyunca çılgına döner. O da “bu dönemde kız kaçırmak mı kaldı” der ve bütün köyü ayağa kaldırır. Amerikan başkanı dahil herkesi devreye sokar, kızım uzaylılar tarafından kaçırıldı der ve bunları yaparken görevlerini yerine getirmeyi unutur. İnsanlar tarlalarından ürün alamazlar ve açlıktan ölme noktasına gelirler. Bunun üzerine Zeus, Hermes’i kızını yeryüzüne getirmek için görevlendirir. Ancak Persephone yeraltından çıkmadan önce Hades’in narından 6 tane (kimisi 9 der) yer ve "ölüler ülkesinde bir şey yiyenlerin yeryüzüne çıkma hakları bulunmamaktadır" kuralı nedeniyle yediği nar tanesi kadar ay yeraltında kalır. Yeraltına indiği zaman hayat durur, kış gelir. Yeryüzüne çıktığındaysa yaz gelir ve hayat başlar. Yaz neden mi gelir? Yaz, bir anne kızıyla buluştuğu için gelir. Kaynak: https://www.greekmythology.com/Other_Gods/Persephone/persephone.html#:~:text=Who%20was%20Persephone%3F,also%20a%20goddess%20of%20fertility. https://tr.wikipedia.org/wiki/Persefoni
Foto

Bora Tavman

5 dk.

Deliyi Yaratan Zaman

Deliyi Yaratan Zaman

Yazıma başlarken kendimi tutmaya söz vermiştim. Bora dedim, sadece kitabını tanıt öyle lafı boş boş dolandırma. Ancak elimde değil, her yazıda ufak bir bilimsel zırvalama yapmam gerektiğini hissediyorum. Dileyen birkaç paragraf atlayarak yazıyı okumaya başlayabilir. Zaman, bir ölçü birimi aslında. Elimize bir metre alıp bir masanın uzunluğunu ölçebiliriz. Bir tartı kullanarak ağırlığını ölçebiliriz. Zaman neyi ölçer peki? Zaman bize düzensizliği yani entropiyi gösterir. Klasik örneklerle devam edelim. Elimizde iki tane fotoğraf olsun. Birinde masanın üstünde kitapları diğerinde ise bu kitapların bir deprem sebebiyle yere düştüğünü görüyoruz. Ardından bize bir soru yöneltiyor: hangi fotoğraf daha önce çekilmiştir? Biz biliyoruz ki hiçbir kitap doğal yollarla yer çekimini yenip masanın üstüne düzenli bir biçimde çıkamaz. O yüzden kitapların yerde olduğu fotoğrafın daha sonradan çekildiğini anlayabiliyoruz. Bir sistemin düzensizliğinin, entropisinin arttığı yön, zamanın ilerlediği yöndür. Eğer ki sistemin düzensizliği dışardan bir müdahale olmadan azalsaydı zamanın geriye doğru aktığını söyleyebilirdik. Ama böyle bir sistem doğada yok, dolayısıyla zaman geriye doğru akmıyor. Murphy kanunlarından biri olan "Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir." Entropinin tanımından başka bir şey değildir. Veya insanın evini toparlama isteği entropisini düşürüp zamanda geriye gitmek istemesi olabilir. (Tabii ki de öyle değil ancak öyle diyelim öyle olsun. Kim bize karşı çıkabilir?) Zaman aslında yekpare, bölünemez bir kavram. Saniye, dakika, saat, bunlar insan icadı. Bir aslana gidip tembel hayvan iki saattir yatıyorsun git de biraz avlan derseniz boş boş bakar suratınıza. Aslan kalkmak istediğinde kalkar, acıktığında yemek yer, yorulduğunda uyur. Bunları yapmak için saate bakmaz ama biz bakarız. Saat kaç olmuş bu saatte yemek yenmez deriz ve bileğimizdeki cihazın midemizin üzerindeki hakimiyetini kabul ederiz. Bu işin sadece başlangıcı. Bir de yılları bölüyoruz. Hangi yaşta olduğumuzu hatırlamak için de doğum günümüzde bir parti veriyoruz. Sonra insan ömründeki bazı yılları gruplaştırıp o dönemlere çocukluk, ergenlik, yetişkinlik gibi isimler veriyoruz. Ergenken aşık olmadınız mesela. Geçmiş olsun. Bir daha hiç o yıllara dönemeyeceksiniz ve bu tecrübeyi edinemeyeceksiniz. Dediğimiz gibi zaman sadece ileri yönde akıyor. Siz bu hayatta olduğunuz sürece entropiniz artacak ve işler içinden çıkılamaz bir hal alacak. Çocukken hayatınız süperdi çünkü sadece 8 sene yaşamıştınız. Ama sonra büyüdünüz ve kararlar vermeniz gerekti. Kaçırdığınız fırsatlar oldu. Mesela üniversiteye girişte seçim yapıyorsunuz ve iki üniversite arasındasınız. Yaptığınız seçimin sizin hayatınızdaki etkisi inanılmaz büyük olacak. Ve maalesef zamanı geriye alıp seçiminizi değiştirme şansınız olmayacak. Hangi seçimi yaparsanız yapın aklınız hep seçemediğinizde kalacak. Diğer seçeneği seçseydiniz hayatınızın nasıl olacağını düşüneceksiniz ve bu sizi içten içe delirtecek. Zaman bir deliyi böyle yaratır. Kaçan fırsatlar ve bu fırsatların bir daha geri gelmeyeceğini bilen insanlar. Sonsuz zamanımız olsaydı 15 üniversite okurduk ve hiçbir zaman pişman olmazdık. Ama dünya üzerindeki zamanımız sınırlı. Sadece doğru kararlar vermemiz yetmiyor. En iyi kararı vermeliyiz yoksa en iyi opsiyonu kaçırmış oluruz. Benim kitabımın ana karakterlerinden biri olan Cem zamanın sonsuz olduğu bir evrende yaşıyor. Kitabın başlangıcı şu şekilde “Burası her istenilenin olduğu ama daha da önemlisi istenmeyen hiçbir şeyin olmadığı bir diyar. Ne bir doğuşu vardır bu diyarın ne de bir sonu. Var olduğundan beri tek bir medeniyete ev sahipliği yapmıştır çünkü burada yaşamaya başlamış insanlar savaşmak istememişlerdir ve hiç savaş olmamıştır. Belki de en önemlisi, burada yaşamaya başlamış ilk insanlar hâlâ burada yaşamaktadırlar. Ölmek istememiştir hiçbiri. Böyle bir cenneti bırakıp başka bir mekâna göç etmek istememişlerdir. Ya da kim bilir, belki de başka bir diyarın var olmadığından korkmuşlardır.” Cem bu satırları babasının kitabından okuduğunda on sekiz yaşında olduğunu düşünüyordu. Ne bir doğuşu ne de bir sonu olan diyarda zaman kavramı farklı işler. Cem şu anda on sekiz yaşında da olabilir yüz on iki de. Sonu olmayan zamanı saymanın anlamı yoktur. Güneş yine doğar elbette bu diyarda, sabah da olur akşam da ama kimse hangi günde olduğunu bilmez. Bir de zaman her insan için farklı işler. Bir insan güneş batana kadar bir gün yaşarken başka birisi iki gün geçirebilir bu döngüde. Kimileri için iki yıllık hasret bir ömür gibi gelirken kimilerine öyle gelmeyebilir. Zaman hakkında bilinen tek şey, zamanın sürekli ileri yönde aktığıdır. Geçmişe yolculuk mümkün değildir. Madem bu diyarda zaman ve ölüm yoktur, o zaman bu diyardaki insanlar aslında yaşamazlar çünkü yaşamak için ölmek gerekir. Cennet gibi bir diyar işin doğrusu. Cem zamanının sınırsızlığından dolayı hiç hata yapmaz. Oysa kitabın diğer ana karakteri olan Samet bizim aşina olduğumuz bir evrende yaşar. Ölümüm yakın artık hissedebiliyorum. Hatta ölmek istiyorum. Ama öyle aniden, bir yıldırım çarpması hızında değil. Hazırlanmak istiyorum ölümüme. Dokuz ay hazırlanarak geldiğim bu dünyadan dokuz ay hazırlanarak ayrılmak istiyorum. Beni bu dünyada yaralayan herkese nefretimi kustuktan sonra, beni mutlu etmiş herkese teşekkür ettikten sonra, geçmişte kaçırdığım her fırsatı düşünüp onlara üzüldükten sonra, yaşamı bu hale getirmiş her insana sitem ettikten sonra ölmek istiyorum. Düşünün ki bir tek ölüm sarabilir acısını kanayan yaralarımın, silebilir izini yaptığım tüm hataların… … Ah olmasaydı insanın üstüne bir öküz bacağı gibi basan zamanın baskısı, yapmazdım geçmişimde yaptığım hiçbir hatayı. Nefesimin sınırlı olduğunu bilmeseydim, nefesimi tutup kendimi boğmazdım. O an, o istediğin şeye tam ulaşacakken ki durma anı. O bitirdi işte beni. Bilardo ıstakasını ileri geri savururken topa vurma anı gelince korkmam, ellerim yağlıyken burnumu kaşımak istemem, çalışmam gerekirken odamı toplamam bitirdi. Yanlış yaparsam geriye dönemeyecek olduğumu bilmek bitirdi beni. Gerisini kitap çıktığında incelemeniz için size bırakıyorum. Deliyi Yaratan Zaman, iki dünyanın, cennetin ve cehennemin, ütopyanın ve distopyanın, zaferin ve mağlubiyetin, zamansızlığın ve zamanın hikayesi.
Foto

Bora Tavman

15 dk.

Neyi Seveceğiz?

Neyi Seveceğiz?

Derginin temasını gördükten sonra içinden güçlü bir ah çeken var mı? Eh bizi milyonlar takip ediyor tabii ki de içinizden birisi (belki de bir çoğunuz) bu tepkiyi vermiştir. Aşk: olmazsa olmaz diyorlar. Kadınlar: başımızın tatlı belaları. Sevgi olması gereken bir duygu. Sevgi lazım ama işleri çok karmaşıklaştırıyor. “Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, insan kendi bilincine mahkumdur.” Jean-Paul Sartre Karşınızdakini anlamak, onu dinlemek, ortak paydada buluşmak, ikili dinamikleri geliştirmek… Kadınlar erkeklerden şikayetçiler erkekler kadınlardan. Erkekler Mars’tan kadınlar Venüs’ten. Sevgi lazım ama bu duyguyu karşı cinse yönlendirmek şart değil. Şimdi durup bir soluklanalım. Yazı farklı yerlere gidiyor diye düşünmüş olabilirsiniz. Hayır, sizi o aklınıza gelen şeye ikna etmeye çalışmayacağım. İnsanın sevgisi var ama başka bir insanla bunu tatmin etmek çok zor. İnsanların çoğu da bu yüzden evlerinde hayvan beslemeye, sevgilerini hayvanlara aktarmaya başladı. Ne de olsa hayvanlarda, “Beni dün neden aramadın?” gibi sorunlar yaşanmıyor. Hayvanın dinamiği bellidir. “Bana yemek veriyor musun? Cevabın evetse seninleyim.” Düşünme becerisi hayvanlar gibi olan başka bir canlı daha var: bebekler. İlişkimizde sorunlar mı var? Birbirimizi artık sevmiyor muyuz? Bunları konuşup evliliğimizi bitireceğimize, mahkemeden gün alıp avukat tutacağımıza, devlet dairelerinden saçma sapan belgeler toplayacağımıza bir çocuk yapalım. Bu kadar işin altına gireceğimize 80 yıl sonra ölecek, bazen mutlu olacak, bazen acı çekecek, bazen de aşık olacak bir canlı dünyaya getirelim. Ne de olsa 30 yıl sonra o da aynısını yapacak. Sevgisini işine aktaran insanlar da var. Bana belki inanmayacaksınız ama en mantıklısı bu. Görüyorsunuz kapitalizm ruhuma işlemiş. Beni sömüren sisteme karşı çıkacağıma onun yanında savaşıyorum. Gerçekten beynim mi yıkanmış? Hayatın ne kadar anlamsız olduğunu anlatmaya gerek yok herhalde. Sonsuz büyüklükteki bir evrendeyiz. Güneş sistemindeki büyük bir göktaşında yaşıyoruz. 100 sene önce yoktuk 100 sene sonra da olmayacağız. Değer verdiğimiz her şey yok olacak ve hiç var olmamış olacağız. Sevdiğimiz her insan ölecek, yok olacak. Biz de öleceğiz. Ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’a güneş tanrısı Şamaş ne demişti? “Tanrılar insanoğlunu yarattıklarında ölümü insanoğluna verdiler. Yaşamı kendilerine sakladılar. Bu senin kaderindir.” Ama şu anda hayattayız. Bu yazıyı okuyan her insan şu anda varlar. Umut ediyorlar, seviyorlar, küsüyorlar, mutlu oluyorlar, üzülüyorlar. Şu anda hayattayız. Bir dağa çıkmanın, “zen” olmanın, Tibet’teki keşişlerle benliği öldürmeye çalışmanın hiçbir anlamı yok. Tamam, zaten hiçbir şeyin anlamı yok. Ama madem hiçbir şeyin anlamının olmadığı bir hayat verildi size (ve bu trilyonlarda bir gelebilecek bir olasılık) o zaman ne gerek var dağa çıkıp boş bir beyinle yaşamaya. Sevgiyi işe yöneltmek, daha fazla iş yapmak, üretmek yüceltebilir insanı. Üretmenin derdi tasası yoktur (bu yazı yasadışı şeyler üretilmediğini var sayarak yazılmıştır). İşine sevgisini katan her insan hem kendi tatmin duygusu yaşar hem de çevresindekilere tatmin duygusu yaşatır. Siz de konuştuğunuz garson size gülümseyip güzel şakalar yaptığında mutlu olmuyor musunuz? Herkes içindeki sevgiyi işine aktarsa milletçe öyle gülümseriz işte. Şimdi laf salatası yapmayı bırakıyorum. Yazıya başlarken okuyucuyu bu fikre ikna edebilirim diye düşünmüştüm ama kendimi bile zor ikna edebildim. Her zaman böyle düşünmüyordum. Gerçeği söylemek gerekirse hala da tam olarak böyle düşünmüyorum. 21. yüzyıl insanı iyice bencilleşti. Herkes kendisinin en iyi hali olmak istiyor. Ama kimse bir başkası için iyi olmak istemiyor. Yazımın başında kendinizi işinize vererek daha “iyi” olabileceğinizi söylüyordum. Çünkü çalışmak sizi hiçbir zaman üzmez. Biz de üzüntüden kaçmak için kendimizi gerçek mutluluklardan alıkoymaya başladık. Sevginin getireceği zorluklardan dolayı kendimizi aşka kapattık. Oysa bir insanı sevmek kadar güzel başka bir duygu var mı? İnsan yürüyen bir şiire dönüşüyor bu gibi durumlarda. Başkasını düşünmek, onu özlemek, onunla vakit geçirmek, sonunda ne kadar üzüleceğimizi bilsek de kendi isteğinizle bunu yapıyoruz. Zeytinyağının en acısı en sağlıklısıymış. Sevginin de en güçlüsü en acı vereniymiş. Yarım kalan sayfam bir şiir eklemek için harika bir bahane. Sevmek İçin Geç Ölmek İçin Erken Akşamın acı su karanlığı içinden Soğuk kadife teması yalnızlığın Şuh bir kahkaha balkonun birinden Gizli işareti midir bir başlangıcın Sevmek için geç ölmek için erken Başbaşa çay elele yürümek derken Boğaz vapurları mı iskele sancak Telefonda kaybolmak sesini beklerken İnsan insanı yeniler doğrudur ancak Sevmek için geç ölmek için erken İçimdeki gökkuşağı besbelli neden Bulutların içinden kuşlar yağıyor Bir şiire başlarsın birini bitirmeden Hiç kimse gözlerine inanamıyor Sevmek için geç ölmek için erken Sevmek sevildiğini bile farketmeden Yaklaştıkça ölüm soğuk bir yağmur gibi Sevmek zehir zemberek ve yürekten Gecikerek de olsa vuruşur gibi Sevmek için geç ölmek için erken Attila İlhan
Foto

Bora Tavman

10 dk.

Batı'nın  ve  Doğu'nun  Gözünden  Hayal

Batı'nın ve Doğu'nun Gözünden Hayal

Batı ve doğu, aynı gezegende bulunan iki kutup. Mıknatısın kutupları gibi birbirlerine çok yakınlar ama onları ayıran öyle temel özellikler var ki birbirlerine hiç benzemiyorlar. “Batıda hayaller gerçekleştirmek için kurulur, doğuda gerçeklerden kaçmak için.” Derginin giriş yazısını okuduysanız en son okuduğum kitabın (doğrusu hala okumakta olduğum kitabın) Oblomov olduğunu anlayabilirsiniz. Gonçarov’un yazdığı bu roman batı ile doğu arasındaki farkı anlamak için okuyabileceğiniz en iyi kitap. Kitaba ufak bir değinelim. Okumadıysanız heyecanlanmayın. Bu öyle kitabın olay örgüsünü bildiğinizde büyüsü kaçan kitaplardan değil. Zaten bir kitap günümüzdeki matematik denklemi çözme mentalitesiyle yazılmadığı sürece büyüsünü kaybetmez. Giriş, gelişme, sonuç, climax, sonra işlerin çözülmesi falan filan bunlara yer yok. Sadece sayfalarca okuyabileceğiniz betimlemeler, hayret edeceğiniz çözümlemeler ve kendinizi bulabileceğiniz paragraflar var. Oblomov neydi? Oblomov emekti. Yok pardon, hatlar karıştı. Oblomov doğuydu. Yıkılmakta olan derebeyi sınıfının yarattığı bir insandı. "Benim 5 dairem var, onlardan gelen kirayla gül gibi yaşarım bir daha hiç çalışmam" zihniyetiydi. Zihni örümcek ağı tutmuştu. Yataktan kalkmak bile bir işti onun için. Hele terliklerini giymek? İşlerin en beteri! Eğer doğrulduktan sonra terliklerinden bir tanesini bulamazsa hemen yatağına geri yatardı. Oblomov tembel miydi? Oblomov tembellikti, tembellik Oblomovluktu! Ama o her zaman böyle değildi. O da her çocuk gibi dışarıya çıkıp oyun oynamak isterdi. Arkadaşlarının suratına kartopu fırlatır, ona atılan kartoplarından kaçamayınca yüzü soğuktan kıpkırmızı olurdu. Sorun ailesinin derebeyi sınıfından olmasıydı. Bir Rus asilzadesi dışarıya çıkıp oyun oynamaz, evinin sınırlarını aşamazdı. Ne zaman dışarıya kaçacak olsa evde kıyamet kopar, bütün köy seferber edilir ve küçük Oblomov aranırdı. Bulunduktan sonra günlerce sıcak yatağına yatırılır, hasta olmasın diye bol bol çorba içirtilirdi. Kitaptaki en sevdiğim kısımlardan bir tanesi: "İlyuşa somurta somurta evin içince, kış bahçesinde büyütülen bir sıcak ülke çiçeği gibi kalıyor ve onun gibi ağır ağır, cansız cansız büyüyordu. Harcanmak istenen güçleri harcanamayınca içinde kalıyor ve yavaş yavaş körleniyordu." Anlayacağınız Oblomov her zaman tembel değildi. Problem, Oblomov’un çalışmanın ayıplandığı, iş yapan insanın aşağı taaka olarak görüldüğü Oblomovka’da hayata gelmesiydi. Oblomov emeksizlikti. En yakın arkadaşı olan Ştolts ise onun tam tersiydi. O batıydı, babası bir Almandı. Kendisi Rusya’da yaşasa da babasının ilkelerine göre yetiştirilmişti. İş yapması ayıplanmaz hatta iş yapmaya zorlanırdı. Meyve toplar pazarda satar, tarlayı sürer, babasından aldığı yevmiyeyi da çarçur etmezdi. Dünyanın her tarafını gezmişti. Köylüler ise arkasından şu Alman’ın elinden bir iş gelmez, o hiçbir şey yapamaz. Derlerdi. Ama Ştolts onların yapamadıkları her işi yapardı. Köylüleri aklı yüzyıllarca anlatılan hikayelerle ve batıl inançlarla dolmuştu. "Bir ölümün nedeni onlarca, bundan önceki ölünün evin kapısından çıkarken başının ayaklarından önce çıkmasıydı. Bir yangının nedeni, bir köpeğin üç gece pencerenin altında uluması idi. Bu yüzden ölülerin evden daima ayakları önde çıkmasına dikkat ederler; ama aynı yemekleri aynı oburlukla yerler; eskisi gibi ot üstünde uluyan köpeği döverler veya kovarlar ama gene de çıranın kıvılcımlarını çürümüş döşemenin aralıklarına kaçırmaktan geri kalmazlardı." Bazı ormanlara gece gidilmezdi çünkü insanlar yüzyıllarca anlatılan hikayelerden korkmuşlardı. Geceleri ormanda bazı canlıların hortladığına inanmışlardı. Gece oldu mu köylerin sokaklarında kimsecikler kalmazdı. Burnun kaşınması bir anlama gelirken sağ kaşın kaşınmasıyla sol kaşın kaşınması farklı bir anlama gelirdi. Hatta kitapta bir köylü isyan edip ulan bunların hepsini nasıl hatırlayacağız bile demişti. Ancak bunlara inanmamak mümkün değildi. Gelin beraber okuyalım "Oblomovka'da hortlaklara, çarpılmalara inanmayan yoktu. Bir yulaf demeti tarlada oynamaya başladı deseler, hepsi birden inanıverirdi. Koçlardan birinin koç değil, başka bir şey olduğu, Marfa'nin ya da Stepanida'nın cadı olduğu söylense herkes koçtan da, Marfa'dan da korkardı. Kazara biri çıksa da koç ne diye başka bir şey olsun ya da Marfa niçin cadı olacakmış, diye sorsa, Oblomovka'nın mucizelere inancı o kadar sağlamdı ki, herkes bu şüpheciye düşman kesilirdi." Oysa Ştolts’a küçükken korku hikayeleri anlatılmamıştı. Havlayan köpeği sever, istediği saatte istediği ormana girerdi. Başkalarının onun hakkında ne söyleyeceği umurunda değildi. Beyni zırva bilgilerle doldurulmamıştı, o özgür bir insandı. Batı yükselip gelişirken doğu anlatılan eski hikayelerin sanrısıyla uyukluyordu. Batı hedefler koyarken doğu hayaller kuruyordu. Siz yeni yılda kendinizi uyutacak hayaller kurmayın, ulaşabileceğiniz hedefler belirleyin. Ve belki de hedeflerinizi çok dillendirmeyin. Çünkü "Cambazı batıda ha geçti geçecek diye izlerlermiş doğuda ise ha düştü düşecek diye" Bu da ne doğuymuş be kardeşim. İçinizdeki Oblomovu öldüreceğiniz bir yıl dileğiyle..
Foto

Bora Tavman

10 dk.

Üstadın Gözünden korku

Üstadın Gözünden korku

Korkuyor İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermedigi için. Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için. William Shakespeare Bu ayın konusunu belirlediğimizde aklıma direkt William Shakespeare’in bu şiiri geldi. Yoğun bir ay geçirdim, uzun süren (yaklaşık 23 senelik) bir işsizlikten çıktım. Derginin giriş yazısını yazmak bir yana bu sayıya yazı yazmamayı bile düşünüyordum. Sonra dedim ki bu şiir boşa gitmesin. Okuyucularımız normal hayatlarına devam ederken bununla karşılaşsınlar ve afallasınlar istedim. Yazımın devamında şiir hakkında biraz geveleyeceğim. İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. Hiçbir hayvana sahip olmadım (ömürleri 2 gün olan Japon balıklarını saymazsanız). Birçok arkadaşımın sahip oldukları köpeklere, kedilere sahip olmadım ve bu hayvanlara bakan insanların da saçma bir iş yaptıklarını düşündüm. En fazla 10 sene yaşayacak bir canlıya bağlanmak ne kadar tuhaf. Sonunda öleceği ve kaybolacağı aşikar. Acı çekeceğimi bildiğim bir olayın içine kendimi neden sokayım ki? Ancak daha hayatının gençlik yıllarında olan ben (ve sen) biteceğini bildiğimiz ilişkilerin içine de sokuyoruz kendimizi. Sonunda karşımızdakini kaybedeceğimizi bilmemize rağmen onu seviyoruz. Ama bazen sevmekten korkuyoruz. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Bir de sosyal medyamızın çok trip bir sözü vardır. Sen daha kendini sevmezken başkasının seni sevmesini nasıl bekleyebilirsin ki? İnsan kendisini karşısındakinden hemen hemen hep aşağı görüyor. Seni seven insan ne kadar da temiz, iyi kalpli duruyor. Onun kötü özelliklerini görmediğin için böyle düşünüyorsun. Sen kendi kötü özelliklerini bildiğin için kendini birçok insandan aşağıda görüyorsun ve sevilmeye layık olmadığını düşünüyorsun. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. “Ah nefret ederim vermek zorunda olduğum her karardan, her karar için düşünmek zorunda olduğumdan” Bu umarım yakında çıkacak olan kitabımdan bir cümle… Falan filan, anladınız siz olayı. Burada her dize için bir şey yazmanın anlamı yok. İnsan harbiden korkuyor. Peri masallarından, vampirlerden, cinlerden, köpeklerden, böceklerden, palyaçolardan değil. Yaşamın kendisinden korkuyor. Hep düşünüyor. Kendisini hayvandan ayıran en büyük özellik hayatına bela oluyor. Hayat da o kadar acımasız ki. ÖSYM’de bile 3 yanlış 1 doğruyu götürüyor (gerçi bu sistem de değişti galiba da takılmayın siz oraya bir daha değişir ne de olsa) ama hayatta 1 yanlış bütün doğruları götürüyor. İnsanın aklında sürekli bir dert. Hayatını yaşamayı bilmiyor. Günün birinde de bende ölüm anksiyetesi var deyip bir psikoloğa gidiyor. Oysa bilmiyor ki hayatı boyunca yaşamayı becerememiş bir insan ölemez. Çünkü ölmek için yaşamak gerekir. (Ben 2 sene önce de bu kitabı yakında çıkarıcım diyordum… bekliyoruz efendim) Shakespeare de öyle millete korkuyorsunuz deyip kaçmıyor, yazmaya devam ediyor. Korkuyorum Yağmuru seviyorum diyorsun, yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun... Güneşi seviyorum diyorsun, güneş açınca gölgeye kaçıyorsun... Rüzgarı seviyorum diyorsun, rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun... İşte,bunun için korkuyorum; Beni de sevdiğini söylüyorsun... William Shakespeare
Foto

Bora Tavman

5 dk.

Monty Hall Problemi

Monty Hall Problemi

Çok klasik profil fotoğrafı saçma bir emoji olan Facebook gruplarında da karşımıza çıkabilecek, büyük ihtimal daha önceden de bildiğiniz bir matematik problemi bu. Bildiğiniz bir problemse bile yazıyı okumaya devam edebilirsiniz. Hem hafızanızı tazelemiş olursunuz hem de belki benim anlatım tarzımı daha eğlenceli bulursunuz. Şimdi şu basit matematik sorusunu anlayalım. Karşınızda üç tane kapı var. Size kapılardan bir tanesinin arkasında bir ödül olduğu söyleniyor ve sizden birini seçmeniz isteniyor (diyelim ki siz soldaki kapıyı seçtiniz). Siz seçiminizi yaptıktan sonra seçmemiş olduğunuz iki kapıdan hangisinde ödül olmadığı gösteriliyor (diyelim ki ortadaki kapının arkasının boş olduğunu gösteriyorlar). Bu yarışmayı düzenleyen insanlar çok iyi, melek kalpli insanlar oldukları için size şu soruyu yöneltiyorlar: “Yarışmaya seçtiğiniz kapıyla mı devam etmek istersiniz yoksa seçmediğiniz (sağdaki) kapıyla mı devam etmek istersiniz?” İnsan hiç düşünmeden sorunun ne kadar gereksiz olduğunu hissediyor. Ne fark eder, bir kapının açılmış olması neyi değiştirir ki? Kapı açılmadan önce de bir kapıda ödül olma ihtimali 1/3’tü şimdi de 1/3. Ancak biraz düşündüğünüzde sorunun size boş yere sorulmadığını ve aslında çok fazla şey değiştireceğini görüyorsunuz. Tıpkı kız arkadaşınızın “Bu elbisenin açık grisini mi yoksa koyu grisini mi alsam?” demesi gibi veya erkek arkadaşınızın “Televizyonun boyu 55 inç mi olsun yoksa 65 inç mi olsun?” demesi gibi bir şey değiştirmeyecek zannedilen ama aslında çok fazla şey değiştirecek bir soru bu. Başlangıçta hiçbir bilginiz yoktu. Herhangi bir kapının arkasında ödül olma ihtimali 1/3’tü. O yüzden rastgele soldaki kapıyı seçmiştiniz. Ödülün soldaki kapıda olma ihtimali 1/3 ama ortadaki veya sağdaki kapıda olma olasılığı 2/3. Ortadaki kapının arkasının boş olduğunu artık biliyoruz. Şimdi ödülün solda olma ihtimali yine 1/3, ortada veya sağda olma olasılığı yine 2/3. Ancak ortadaki kapıda ödül yok. Yani ortada ödül olma olasılığı 0. Bu durumda orta + sağ = 2/3 ve orta = 0 olduğuna göre ödülün sağda olma ihtimali 2/3. Evet, kapınızı değiştirmelisiniz. Bu konuyu daha iyi anlamak için örneği büyütelim. Bir masada 99 tane yeşil ve 1 tane kırmızı kart var. Gözleriniz kapalı bir şekilde bir kart seçiyorsunuz. Kırmızı kartın elinizde olma ihtimali %1, masada olma ihtimali %99. Şimdi yine iyi yürekli bir insan masadan 98 tane yeşil kartı kaldırıyor ve size kartınızı değiştirip değiştirmemek istediğinizi soruyor. Siz de içgüdüleriyle değil düşünceleriyle hareket eden bir hayvan olduğunuz için tabii ki deyip kartınızı değiştiriyorsunuz ve kırmızı kartı buluyorsunuz. Bunun televizyondaki örneği zamanında Acun Ilıcalı’nın sunduğu Var Mısın Yok Musun programı. Oyunun başında size bir kutu seçtirilmiş ve oyun boyunca keyfinize göre bazı kutular açtırılmış. Şimdi oyunun sonundasınız ve sadece iki kutu kalmış. Birinde 5 TL var diğerinde ise tamı tamına 500.000 TL. Sizden büyük ödülü bulmanız isteniyor, ne yapardınız? Karşınızdaki adama: “Ahmet abi nasıl büyük hissediyor musun?” diye mi sorardınız yoksa ilk yaptığınız tercihe sadık mı kalırdınız? İlk tercihe sadık kalmak psikolojideki Çapa etkisine benziyor. Çapa etkisini verilen seçenekleri ilk seçeneğe göre değerlendirmek diye özetleyebiliriz. Mesela arabanıza sigorta yaptıracaksınız ve ilk önce A şirketinden fiyat aldınız. Bilinçli bir tüketici olduğunuz için bir de B firmasına gittiniz ve size A’nın tam dört katı pahalı bir fiyat söylediler. Aklınızdan ilk geçen şu olacaktır: “Siz kimi kandırıyorsunuz kardeşim bu fiyata da sigorta olmaz ki! Kimseye güvenilmez bu devirde.” Ancak ilk önce B şirketine gitseydiniz ve sonrasında A şirketi size 4 kat ucuz bir fiyat söyleseydi şöyle derdiniz: “Bunlar neden bu kadar ucuz ki? Arabanın başına bir şey gelse bunlardan para almak için senelerce uğraş dur. Ben ucuza kaçıp başıma dert almayayım. Kimseye güvenilmez bu devirde.” İlk kapıyı seçtikten sonra çapayı atıyorsunuz ve o çapadan uzaklaşamıyorsunuz. İlk yaptığımız seçimi değiştirmekten korkuyor, onu değiştirmek istemiyoruz. İlk seçimimiz yanlış çıksa üzülüyoruz ama seçimimizi değiştirsek ve hata yaptığımızı görsek kahroluyoruz, uyuyamıyoruz, bu hikayeyi çocuklarımıza ve sonrasında da torunlarımıza anlatıyoruz. Öyle ki rastgele bir seçim yaptığımızda bu kararın sorumlusu biz olmuyoruz. Karar bir illüzyon oluyor ve her şey şansa, tanrının zar atmasına bağlı oluyor. Ancak kararımızı değiştirdiğimiz anda dümene geçmiş oluyoruz ve kararımızın sorumluluğunu üstlenmiş oluyoruz ama biz sorumluluk almak istemiyoruz. Kim rutininden çıkmak, kaybetmenin sorumluluğunu almak ister ki? Bu o trenin yönünü değiştirme ikilemine benziyor. Sorumluluk almak, karar vermek ve böylece tanrıyı oynamak. Başlarda insan içgüdüleriyle değil aklıyla hareket eden bir hayvandır demiştim değil mi? Ancak insan bir kapıyı değiştirme kararını bile tam olarak benimseyemiyor, ürküyor, hata yapmaktan kaçıyor ve bu yüzden hiçbir aksiyonda bulunmak istemiyor. Marketlerde ne kadar çok süt çeşidi var değil mi? Tam yağlı vanilyalı badem sütü, yarım yağlı vanilyalı badem sütü, tam yağlı çikolatalı badem sütü, Hindistan cevizi sütü, kaju sütü, fındık sütü, manda sütü, keçi sütü, inek sütü... Ve markette bunların etiketlerini okuyup karar vermeye çalışan insanlar, insancıklar var. Oysa gerçekten ne gerek var tanrıyı oynamaya? Siz en iyisi tam yağlı inek sütü alın. Babaanneniz de onu alırdı ne de olsa.
Foto

Bora Tavman

10 dk.

Patlayıcı Bir Yazı: Big Bang

Patlayıcı Bir Yazı: Big Bang

Falan dergisinin ne zaman çıktığını daha dün gibi hatırlıyorum. Sene 2023 aylardan ekim, 1 ekim. Soğuk bir pazar sabahı çıktı o mükemmel derginin ilk sayısı. Şimdi zamanda biraz daha geriye gidelim. 28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan tahtının veliahttı Arşidük Franz Ferdinand, Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü ve yaklaşık 17 milyon insanın ölümüne sebebiyet verecek bir cihan harbi başladı (herhalde o zamanlar “birinci” demiyorlardı). Hazır zaman makinesi sıcakken daha da öncesine, 2023 yıl öncesine gidelim. Miladın başlangıcına, Hazreti İsa’nın doğumundan sonra insanlık tarihinin İsa’dan önce be İsa’dan sonra olmak üzere ikiye bölünmesine. Miladın da öncesine gidelim, 245 milyon yıl önce var oldukları kabul edilen ve 66 milyon yıl önce dünyaya düşen bir göktaşı sonucu nesillerinin tükendiği düşünülen dinozorlar da vardı bu dünyada. Her şeyin bir başlangıcı var, peki “Her şeyin” başlangıcı ne? Elimden geldiğince büyük patlamayı kanıtlarıyla birlikte anlatmaya çalışacağım. Sürçülisan edersem şimdiden affola. Malum astronomi değil makine mühendisliği okudum. İyi bir mühendis olarak fiziği sadece “yaklaşık” olarak kullanırım. İki temel kanıtla inanmaya çalışacağız büyük patlama teorisine: Doppler etkisi ve kozmik mikrodalga fon ışınımı (evet kendisi de ismi gibi cafcaflı) Vesto Slipher 1912 yılında spiral nebulalardan gelen ışığın dalga boyundaki değişimleri ölçerek çok önemli bir keşfe imza attı. Nebulalar bizden uzaklaşıyorlardı. Bunu doppler etkisiyle anladı. Şimdi bir de kısaca doppler etkisini anlayalım. Ses dalgalar halinde yayılır. Bu dalgalar havada yoğun ve seyrek basınç alanları oluşturur ve bu alanlar kulağımızdaki çeşitli yapıları titreştirerek bizim sesleri duymamızı sağlar. Hareketsiz bir şekilde durup sabit frekansta çalışan bir ses kaynağının oluşturduğu dalgalar arasındaki uzaklık birbirlerine eşittir. Dolayısıyla frekans her yerde aynıdır. Şimdi bu ses kaynağını sağa doğru sabit süratte hareket ettirelim. İlk dalga oluşturulduktan sonra cisim dalganın sağ tarafına biraz daha yaklaşmış olacak ve ikinci dalgayı bu konumda oluşturacak. Dolayısıyla sağ taraftaki dalgalar birbirlerine daha yakın, sol taraftaki dalgalar birbirlerinden daha uzak olacak. Bu yüzden frekans iki tarafta farklı algılanacak. İşte en klasik örneğiyle anlatılan doppler efekti budur. Peki yalnızca ses mi dalgalar halinde yayılır? Hayır diye bağırdığınızı duyar gibiyim. Bizi asıl ilgilendiren ışık da dalgalar halinde yayılır. Eğer ki gözlemlediğimiz galaksi hareketsiz bir şekilde dursaydı yıldız tayfında hep aynı rengi görürdük. Vesto Slipher ise bu tayfın kırmızıya kaydığını dolayısıyla bu cisimlerin bizden uzaklaştığını keşfetti. Edwin Hubble, 1924 yılında bu cisimlerin aslında galaksiler olduğunu keşfedince her şey netleşti. Zaman ileri yönde aktıkça galaksiler bizden uzaklaşıyor yani evren büyüyor. Peki zaman ileriye doğru değil de geriye doğru aksaydı ne olurdu? Tabii ki de cisimler birbirlerine yaklaşmaya başlardı. Çok değil, zaman 13.7 milyar yıl boyunca geriye aksaydı o zaman cisimler birbirine o kadar yaklaşırdı ki bir futbol topu büyüklüğüne ulaşırlardı. Yani limit t giderken sıfıra evren olurdu bir nokta. Mantıklı ama insanı çok da tatmin etmiyor. Birbirlerine yaklaşacaklar evet ama sadece dünyamız bile bir futbol topundan büyükken nasıl bütün galaksiler birleşip bu kadar küçük bir yapı oluşturacaklar? Bunu bir kenara bırakıp 1964 yılına gidelim. Arno Allan Penzias ve Robert Woodrow Wilson, New Jersey’de (evet o iğrenç yerde) radyo teleskop ile çalışmalar yaparken bir parazit sinyalle karşılaştılar. Önce bir kafalarını kaşıdılar, antene ufak tokatlar attılar. Parazit geçmeyince teleskopa daha da sert vurdular ama o da yardımcı olmayınca düşünmeye başladılar. Sonra gördüler ki bu sinyal dünyadan gelmiyor. Aynı zamanda bu sinyal ne Samanyolu’nun konumuna ne de herhangi bir gezegenin konumuna bağlı değil. Bu sinyal her yönden eşit şiddette gelen bir sinyal. Ölçümleri sonucunda bu sinyalin dalga boyunun 7 cm olduğunu tespit ettiler. Gelelim bizi ilgilendiren kısma. Evren genişliyor ve genişledikçe soğuyor. Büyük patlama öncesinde ise evren aşırı yoğun ve sıcaktı. Ne kadar mı sıcak? Hani bu yaz sıcaklık rekorları kırıldı deniyor ya, işte ben o zamanlarda Bodrum’un o dehşet sıcağında kar lastiği takılı bir arabayla yokuş çıkmaya çalışıyordum. Zavallı araba altımda ağlıyor, lastikler olduğu yerde dönüyordu. 40 derecelik havada yokuşu çıkamıyordum. Evrenin başlangıcı ise daha sıcaktı, gariban atomlar nasıl dışarıya çıksın? Hatta o kadar sıcaktı ki atom çekirdeği bir arada duramıyordu bile. Atomların var olabileceği sıcaklıklara gelindiğinde hidrojen ve helyum atomu oluştu ve evren muazzam bir hızda büyümeye başladı. O gün açığa çıkan yüksek enerjili fotonlar soğuyarak 7 santim dalga boyuna erişti. Eksik bir şeyler var ama değil mi? Büyük patlamaya inanmak zor geliyor İnsanın aklı almıyor Değil mi? Sonsuz büyüklükteki evren Nasıl oldu da bir futbol topu büyüklüğünden meydana geldi? Oysa biz de bir sıralar mikronluk bir sperm ve yumurtaydık Bilye boyunda bile değil Şimdi geçmişine, yaşadıklarına bir bak Yıllar içerisinde ne kadar da büyüdün Aklın almıyor Değil mi?
Foto

Bora Tavman

8 dk.