Tutkunu Takip Etme
Büyüklerimizin kullandığı, “ Aşk karın doyurmaz” lafını muhakkak hepimiz duymuşuzdur. Bu öğüt niteliğindeki söylem, yaşadığımız topraklarda fazlasıyla popüler ve farklı kanallar aracılığıyla karşımıza sıklıkla çıkıyor. Temelde para-aşk arasındaki çatışmada nasıl bir denge olmaması gerektiğine değiniyor bu söylem. Ancak buradaki aşktan kasıt, sadece birisine karşı hissedilen aşırı sevgi ve bağlılık duygusu değil. Aşk kelimesi, aynı zamanda <bir şeye karşı duyulan> aşırı sevgi ve bağlılık duygusuna da atıfta bulunuyor. Biz gençlerse, pek çok genellemede olduğu gibi haliyle bu lafı biraz beylik buluyoruz ve karın doyurmayan aşka, muhalefet edebilecek kadar güçlü başka bir söylem çıkartıyoruz ortaya, “Tutkunu takip et !”. Pazarlamasını da güzel bir şekilde yapıyoruz bu tutku dolu yolun… Aşırı sevdiğimiz, bağlılık hissettiğimiz bir meslek / konu üzerinden para kazanmaktan, hayat kurmaktan daha güzel ne olabilir ki ? diye soruyoruz büyüklere. Etrafımızda gösterilmeyi bekleyen pek çok kanıt da mevcut tabii ki. Sonuçta, karşımızda hepimizin hayranlık duyduğu pek çok örnek bize el sallıyor. Her sabahın dördünde kalkıp, tutkusu uğruna saatlerce idman yapan Kobe Bryant’tan, hayatı boyunca sadece bir tablo satabilmesine rağmen yüzlerce resim çizmiş Van Gogh’a; onlarca kez reddedilen bir kitabı (Carrie) en çok satanlar listesine sokan Stephen King’den, sekiz sene boyunca sürekli zarar etmiş ve çok kez işini bırakmayı düşünmüş Shazam’ın kurucu ortaklarından Chris Barton’a … Farklı alanlarda tutkusu olan ve bu tutkularını işe dönüştürmekle kalmayıp şöhreti veya refahı da bu inatçı ısrarın sonunda elde etmiş pek çok isim var önümüzde. Peki, sevgi ve tutku yolunu büyük bir ısrarla takip etmenin yaşamda çoğu zaman hüsranla sonuçlanacağını savunan büyüklerimiz ve refahın, mutluluğun tutkularımız önderliğinde gelişmesi gerektiğini düşünen biz gençler arasındaki bu kavgada kimin görüşü gerçeği daha çok yansıtıyor, hangimiz davasında daha haklı ? Bu sayıdaki yazımda, gelin hep beraber bu konuya bir göz atalım.
Yazar Cal Newport, Görmezden Gelemeyecekleri Kadar İyi Ol adlı kitabında “tutkunu takip et” mottosu üzerinden bu konuyu detaylıca inceliyor. Bu tarz klişe sloganların pek çok kişinin hayatında bir kariyer ve anlam karmaşası yaratabileceğinden hatta çoğumuzun yaşantısını halihazırda olumsuz bir şekilde etkilemekte olduğundan bahsediyor. Kitap belirli başlıklar altında bu tutku ve sevdiğin işi takip et öğütlerinin neden çoğumuz için işe yaramayacağını anlatmaya çalışıyor. Öncelikle şunu unutmamak lazımki, yaşamın her alanında olduğu gibi, bu konuda da istisna durumlar bulunmakta. Azınlık sayıda olsa da bazılarımız için tutkularını takip etmek diğerlerimize oranla daha pozitif sonuçlar doğurabiliyor. Yukarıda verdiğim örnek isimler ve daha niceleri de bunun bir göstergesi. Diğer taraftan, eğer az da olsa bir anlam ya da sevgi yükleyemediğimiz bir işi yapıyorsak o işte başarılı olma şansımız da yok denecek kadar az. Bu da sevdiğimiz işi yapmamız gerektiğini kanıtlayan diğer bir gerçek. Bu iki konuda bu tartışmanın iki ucunun haklılığına giden yolda bir argüman olarak kendilerine yer bulabilir. Ancak, pek çoğumuz için işin gerçeği başka etkenlere de bağlı bulunuyor. Tutkunun girift yapısı ve sevgiyi tanımlama biçimimiz bizler için fazlasıyla aldatıcı olabiliyor. Tutku, sevgi ve bağlılığın aşırılığa kaçmış haline verilen ad. Bu açıdan baktığımızda, bu öğütleri kendi rotası olarak belirleyen kişilerin pek çoğunun haliyle bir tutkusu bulunmuyor. Ve bu bir problem değil, aksine gayet normal bir durum. Herkes kendi davasına Gandhi kadar bağlı, ilgilendiği konulara karşı Da Vinci kadar obsesif olamaz. Büyük bir kesimimizde öyle değil zaten. Çok sevdiğimiz, ilgili olduğumuz belirli hobilerimiz olabilir ancak bu hobilerle haftada üç dört gün ilgilendikten sonra kafamızı yastığa rahatça koyabiliyoruz. Sevgiye ait doygunluk sınırımıza ulaşıyoruz. Bir konuya gerçekten tutkusu olan insanlarsa o konu hakkında zaman mekan fark etmeksizin ilgili konuya karşı sürekli bir doyumsuzluk besliyor, o konuyla ilgilenmeden yaptıkları her işte büyük bir eksiklik hissediyorlar. Sonuçta; bir Messi kolay yetişmiyor. Peki tamam, diyelimki tutkumuz var. Sadece bu yeterli mi, tüm tartışma burada bitiyor mu bizim için ? Sadece bir tutkuya sahip olmak yeterli mi ? Hayır, tabiki yetmiyor. Aynı zamanda o konuda yetenekli de olmamız gerekiyor. Tutkumuzla yetenekli olduğumuz alanın birbiriyle çakışması şart. İşte bu değerlendirmeler sonucunda köprünün şanslı tarafında kalıyorsak eğer, en azından hayatta para-tutku ikileminde tutkumuzu takip ederek başarılı olma ihtimalimiz bulunuyor. Ama maalesef, iş dünyasının ve yaşamın tamahkar yapısı genelde burada da karşımıza çıkıyor. Bu yolda başarılı olabilmemiz için bizlerden daha farklı zorluklara göğüs germemizi istiyor. Bir işe veya alana yeni girdiğimizde o alanda hali hazırda var olan bir hiyerarşinin içerisinde buluyoruz kendimizi. Bu rekabet ortamı çoğu zaman işe girmeden önce kurduğumuz toz pembe hayalleri yerle bir edebiliyor. Örnek olması için hobi olarak oyunculuk yapan birini ele alalım. Farklı bir işte çalışırken tutkusunu takip etmeye ve dizi sektörüne girmeye karar versin. Bu sektörde doğal olarak kimse onu bir anda ana kasta almayacak ve yeteneklerini sergilemesinin pek mümkün olmadığı küçük rollerle başlayacak kariyerine. Tutkusu olduğu işle ilgili karşılaştığı bu ortam hiç tahmin etmediği bir ortam olarak karşısına çıkacak. Bunun ötesinde rekabet ettiği kişiler arasında da onun kadar yetenekli pek çok kişi olduğunu görecek. Tabii ki tutkusunu takip ettiği için, artık tutkusundan para kazanması da şart. Tüm bunların üzerine eklenicek yaşam kaygısı ve para kazanma stresi de işin cabası. Kısacası geç kalmışlık, rekabet ve para kaygısı bir anda beklentilerinizi suya düşürebilecek diğer zorluklar. Böyle bir yola giren insanların pek çoğu da bu zorluklarla karşılıyor. Hatta pek çoğu bu sebeplerden dolayı kendi tutkularından bile soğuyabiliyorlar. Sonuçta tutkunuzu hobi olarak yapmak ile profesyonel olarak yapmak arasında pek çok fark bulunuyor. Bu farklardan bir diğeri de, tutkunuzu kariyer yolu olarak seçtiğinizde artık onu bir mecburiyet haline getiriyor olmanız. Çoğu hobinin bize çekici ve rahatlatıcı gelme sebebi, onu keyfi yapabiliyor olma durumumuz. Zira, pek çok sporcuda da gördüğümüz tükenmişlik sendromu; veya yaptığı işe yeterince odaklanamamasından kaynaklı düşüş durumu da bu sebepten kaynaklanıyor. Sonuçta haftada dört gün ikişer saatten tenis oynamakla; tüm yaşamınızı turnuvalara, Grand Slamlere hazırlıkla, zirveye çıkma veya orada kalma çabasıyla geçirmek arasında büyük bir fark bulunuyor.
Tüm bu okuduklarınızdan sonra aklınızda “eğer şanslı kesimin arasında değilsem; nasıl hem fazla ilgilenmediğim bir alanda çalışıp hem de çalıştığım işi sevebilirim” sorusu belirmiş olabilir. Bu durumda bir işe başlarken, o işe bu iş bana neler sunabilir, hangi hayatı verebilir sorusundan daha öte bir şeyi sormamız gerekiyor: “Ben ona ne verebilirim ?”. Böylece yukarıda aldatıcı bir unsur olarak bahsettiğimiz sevgi algımızı o işe yönelik daha pozitif bir biçime dönüştürmüş oluruz. Çünkü; günün sonunda bizler yaşamlarımızda önemli bir hata yaparız. Enerjimizi, anılarımızı, vaktimizi, emeğimizi sevdiklerimize verdiğimizi düşünürüz. Ancak işin gerçeği bir şeyler verdikçe sevdiğimizdir. Esas önemli nokta, kendimizden bir şeyler vererek aslında kendimize bir yatırım yapıyor oluşumuzdur. Bu sebepten çoğunlukla ve sanılanın aksine siz bir işe zaman ayırdıkça, o işi yaptıkça ve o işte ilerlemeye başladıkça o işi sevmeye başlarsınız.
İşte durum bu şekilde. Bu tarz genellemelerin kesin bir kazananı bulunmasa ve durum kişiden kişiye farklılık gösterse de, en azından “aşk karın doyurmaz” lafının daha büyük bir çoğunluğa hitap ettiğini kabul edebiliriz. Ancak buna rağmen, halihazırda süregelen bu tartışma yakın zamanda biteceğe de benzemiyor. Günün sonunda umuyorum ki hepimiz, kendimiz için en doğru olan yolda yaşam dengemizi bulur; hayatımıza bol sevgi ve bol tutkuyla devam ederiz.
Şu anda aklınızın bir köşesinde belirmiş o düşünceyi duyar gibiyim. Evet doğru, bu söylediklerimi muhtemelen farklı şekillerde daha önce pek çok kez ve pek çok farklı kişiden duydunuz. Not: Büyük ihtimalle hepsine hak vermenize rağmen, kişisel maceranıza kaldığınız yerden bildiğiniz şekilde devam ettiniz ya da pratikte işlemeyecek fazla teorik düşüncelere kaptırmak istemediniz kendinizi. Duydunuz, çünkü hayatımızda çözülmesi en zor gözüken sorunlar; genelde anlaşılması en kolay sebeplerden, basit ama içgüdüsel olanlardan kaynaklanırlar. Durum böyle olunca da çok daha karmaşık meseleler üzerine kafa yormuş bilgili ve yaratıcı zihinler; yaşam çizgilerinin bir noktasında bu konunun üzerine de konuşur veya eserlerinde bu sorundan bahsederler. Eee, sizin de tüm bunlar üzerine yazılmışları çizilmişleri duymamış görmemiş olmanız düşük bir ihtimaldir dolayısıyla. Özellikle, kolektif bilincimizin habercisi olarak kabul edilen başarılı yazarlar, topluma bu derece sirayet edebilen böylesi tehlikeli bir duyguyu eserlerinde sıklıkla işlerler ve ondan bahsederler. Mesela, her eseri insanlığın geleceğine dair ayrı bir kehanet niteliği taşıyan George Orwell: "Hiçbir duygu saf değil, çünkü her şeye korku ve nefret karışmış durumda." diyerek özetlemiş bu durumu veya çok uzunca bir süre Amerika’daki göçmen işçilerin, kısaca ezilenlerin sesi olmayı başarmış John Steinbeck “Güç yozlaştırmaz. Korku yozlaştırır; belki de gücü kaybetme korkusu.” diyerek aktarmış düşüncelerini. Albert Camus ise olaya tamamen başka bir şekilde bakmış. Duygular aracılığıyla anlam kazandırmaya çalıştığımız varoluştan farklı bir şekilde bahsetmiş bir eserinde: "Bireysel yazgı diye bir şey artık yoktu; veba ve herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş toplumsal bir tarih vardı. En önemli duygu ayrılık ve sürgündü, bir de bu duyguların içerdiği korku ve başkaldırı.” diyerek bireysel yolculuğun, tesirine girilen duyguların şiddeti karşısında yok olabiliceğine ve bir salgına dönüşebileceğine değinmiş günümüzü öngörür gibi. Tamam, tamam. Bu kadar da korkutmak istemiyorum sizi. Merak etmeyin, zaman zaman tüm bu öngörüler, eserler ve düşünceler arasında sıkışıp kalsak da her zaman korku ve çaresizliğin arasından bir umut ışığı da ortaya çıkar, illaki ! Belki de hep oradadır, bu konuda tam emin değilim. Ancak emin olduğum bir şey varki o da: Bu kaos döngüsünü bizzat yaşamış yazarların aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılığını müthiş bir hiddetle savunmaları kesinlikle fazla optimist veya ütopik bir bakış açısından kaynaklanmaz. Ernest Hemingway’in bu konudaki "Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları tam olarak o kırık yerlerinden güçlenir.” sözü ve Charles Dickens’in “Dünya üzerinde karanlık gölgeler var, fakat ışıkları bu karşıtlık içinde daha da güçlüdür” alıntısı içinde bulunduğumuz her türlü zorluğa karşı gelebilecek bir güç rezervine sahip olduğumuzu hatırlatır bizlere. Bu sebepten de çok değerlidirler.
Bugün geldiğimiz noktada, korkunun ve karanlığın günümüze uzanmış gölgeleri geleceğimize de uzanıyor gibi gözüküyor. Aksini söylemek, bizleri tozpembe bir dünya kurgulamaktan ileri götürmez. Yolculuğumuzun güzergahı zaman zaman başkalarının yönlendirmesine maruz kalıyor ve hissettiklerimiz varoluşumuzun gidişatına şüphe düşürüyor. Peki, buraya kadar konuşulanların yanında, belirsiz olan bir yarının karşısında korkmak normal değil mi? Evet, çok normal. Fakat bilinmeyenin, ufkun ötesinde olanın korkusu; bir yandan da teslim olmamışları, tamamen çürümemişleri birbirine bağlayan evrensel bir kaygıdır. Bunu sürekli unutuyoruz bence. Ve insanlığın esas gücü de tam olarak burada yatmaktadır. Bizi ele geçirebilecek duygularımızın varlığı, sadece bir zayıflık işareti değil, aynı zamanda zor durumlarda bizleri birbirimize bağlayan ortak insanlığımızın bir mirası, kanıtıdır. Gerçekçi bir sistem de işte tam olarak bu yüzden, mükemmelliğin yakalanması zor bir serap olduğunu kabul eder, ancak nezaketin zulmün ve korkunun yerini aldığı; şefkatin ilgisizliğe galip geldiği bir dünya için çabalar. Tarihin en karanlık dönemlerinden günümüze, hep aynı tuzağa düşerek umut ateşimizi söndürecek pek çok fırtınalar atlatsak da korku karşısında bizler hep bir irade sergilemeyi başardık. Sonunda hep başa dönsek ya da çok az bir ilerleme kaydetsek de kolektif ruhumuzun gücü, zorluklar karşısında bir şekilde galip gelmeyi bildi. Bence bu, içimizde bulunan ve doğuştan gelen aydınlığın bir kanıtı.
Kelimeler zihnimden bu şekilde taarruz ederken, ne olursa olsun bu anlattıklarımın arka planında kasvetli bir not da bulunduğunu söylemeden bitiremicem yazıyı. Başlangıçta bahsettiğim karamsar durumun ortaya çıkardığı sonuçları kolayca çözmek mümkün değil. Yanlışları ve korkunun tekelindeki zalim eğilimleriyle dünya, içimizdeki dönüştürücü gücün varlığına hala direniyor. Zaten en başında da konuştuğumuz gibi, içimizdeki gölgeler bir kez oluştuktan sonra silinmeleri gittikçe zorlaşıyor ve korku, fısıltılar şeklinde zihinlerimizin koridorlarında hüküm sürmeye devam ediyor. Tamamen “ele geçirilmiş ruhların” otoritesi hepimizin üzerinde bir şekilde devam ediyor ve anlayışlı yazarların sözleri, yara bere içinde kalmış insanlığın sebatkar hatırlatıcıları olarak bizlere hizmet ediyorlar. Gelecekten korkmamız, korkunun bu derece baskın olduğu bir dünyada çok normal. Ancak tarih, insanlığın direncinin ve gücünün en karanlık zamanları bile aşabileceğini bize milyon kere gösterdi. Umarım bu bitmek tükenmek bilmeyen döngü en kısa zamanda sona erer ve tüm duyguları hissederken ışığımızı kaybetmediğimiz bir gelecekte; kolektif ruhumuzu lekeleyen bu savaşta, nihai zaferi kazanmış olarak bu satırları verilmiş bir mücadelenin anıları arasında hatırlarız.
O zamana kadar kendi karanlıklarımızı azaltmamız dileğiyle …
15 dk.