Futbol dünyası sürekli olarak yeni ligler, turnuvalar ve formatlar deniyor. Bunlardan biri de Gerard Pique’nin kurduğu Kings
League Pro… Modern anlamda tamamen farklı bir futbol deneyimi sunmasıyla Kings League Pro dikkatleri üzerine çekiyor. Bu ligin bir
parçası olarak futbolun büyüklüğünü hem saha içinde hem de ekran başında hissediyorsunuz. Çünkü yeni nesil bir yayın sistemi
kullanılıyor. Aktüel kameralar uygun zamanlarda saha içinde, dronlar havada, bir kamera da hakemin üzerinde bulunuyor.
Ve yaz sezonu ile ilk defa bir temsilcimiz turnuvaya katılıyor. Eski Milli Futbolcu Arda Turan ve Sosyal Medya Fenomeni Elraen
işbirliği ile kurulan Limon FC…
Bu yazıda, Kings League Pro’yu ve temsilcimiz Limon FC'yi yakından tanıyacağız.
Kings League Pro'nun Genel Kuralları ve Formatı
Kings League Pro, geleneksel futbol kurallarından farklı bir yapıya sahiptir. Oyun 7'şer kişilik takımlar arasında oynanır ve iki
20 dakikalık devreden oluşur. Ama tabii bu kadar basit değil. İlk yarının 18’inci dakikasında zar atılıyor. Takımların maça kaç
kişi ile devem edeceği belirleniyor. Bu, oyunun hızını ve temposunu artırarak seyircilere daha heyecan verici bir deneyim sunar.
Bir başka kural ise “Başkan Penaltısı”… Maçın durumuna takım başkanı sahaya inip penaltı kullanabiliyor. Eğer takım başkanı sahada
ise bu penaltı Amerikan Penaltısı olarak kullanılıyor.
Diğer heyecan verici özelliklerden biri de Kings League Pro'da kullanılan kartlardır. Bu kartlar, takımlara geçici avantajlar
sağlar. Örneğin, “Yıldız Oyuncu Kartı”… Kaptanlık pazıdandı gibi bir band teknik direktöre tarafından bir oyuncuya takılır. Bu
oyuncu yarı sonuna kadar atacağı goller 2 gol sayılır. Bir başka örnek “Penaltı Kartı”… Teknik direktörün seçeceği oyuncu penaltı
kullanabilir. Bunun gibi kartlar bulunuyor. Hepsi ile sıkılmayalım. Asıl olan “Sürpriz Kart” bir zarf içinde olan kart maçın
gidişatımı değiştirebiliyor. Hele “Joker Kart” ise... Diğer tüm kartları kapsıyor istediğini seçebiliyorsun.
Futbolcu Emeklileri ve Yıldızlar
Lig, nostalji ve deneyimi bir araya getirerek kariyerinin en büyük hayranlık toplayan futbol yıldızlarını geri getiriyor. Güçlü
isimler, Ronaldinho, Iker Casillas, Totti, Eden Hazard, Rio Ferdinand, Götze ve Kun Agüero gibi efsanevi futbolcular yeniden
sahaya çıkıyor ya da takım başkanları olabiliyor. Bu yıldızlar, yetenekleri ve tecrübeleriyle genç oyunculara rehberlik ediyor ve
ligin kalitesini artırıyor.
Arda Turan ve Elraen’in Takımı: Limon FC
Elraen, Türkiye'den sosyal medya ile tanınmış bir isim olarak eski futbolcu Arda Turan ile Kings League Pro'nun bir parçası olarak
Limon FC'yi kurdu. Limon FC, hem saha içinde hem de saha dışında renkli ve enerjik bir takım olarak bilinir salon futbolu severler
tarafından.
Limon FC, Kings League Pro'nun yaz sezonunda büyük başarılar elde etmeyi hedefliyor. Yaz sezonu, genellikle Mayıs ve Haziran
aylarında oynanır ve bu dönemde takımlar sıkı bir mücadele içindedir. Limon FC, Elraen'in ve Arda Turan’ın liderliğinde ve
taraftarlarının desteğiyle bu sezonda önemli bir performans sergilemeyi amaçlıyor.
Sonuç
Kings League Pro, futbolun bilinen kurallarını değiştirerek yeni ve heyecan verici bir deneyim sunuyor. Yenilikçi kuralları, eski
futbol yıldızlarının katılımı ve dinamik oyun yapısıyla bu lig, hem futbol severler hem de izleyiciler için büyük bir çekim
merkezi haline geldi. Türkiye’den Arda Turan, Elraen’in takımı Limon FC, bu ligdeki enerjisi ve farklı tarzıyla dikkat çekiyor.
Yaz sezonunda sahaya çıkan Limon FC'nin Final Four şansı hala devam ediyor. Şu an “Son Şans” aşamasında… Maçları EXXENSPOR ve
EXXENSPOR Youtube kanalından takip edebilirsiniz.
“Futbol önemsiz şeylerin en önemlisidir.”
Arrigo Sacchi
Futbol sadece bir takım tutmaktan, onu desteklemekten ibaret değil, çok daha fazlasıdır. Beşiktaş’a karşı bütün güzel duyguları en
yoğun şekilde besleyen biriyim, hiçbir maçı izlerken o kadar heyecanlanmam veya hiçbir takımın yenilgisine Beşiktaş’ın mağlubiyeti
kadar üzülmem. Ama futbola da hemen hemen bir o kadar değer veririm. Ben Beşiktaş’ı futboldan, futbolu da önemsiz olan her şeyden
çok seviyor olabilirim.
Futbol hakkında konuşmak, maçları teknik açıdan yorumlamak, futbolun kurallarını bir maça göre yorumlamak, hepsi bambaşka bir zevk
verir insana. Mesela Şampiyonlar Ligi müziğini duymak bile ne kadar mutlu eder insanı. Futbolu taraftarlıktan ayrı takip etmek
başka ligleri ve uluslararası turnuvaları takip etmekle geçer. Bu turnuvaların da yaz mevsimi ile ortak olanları Dünya Kupaları ve
Euro diye adlandırılan Avrupa Şampiyonası’dır. 2024 de bir “Euro” yılı olduğu için hatırladığım turnuvalardan bahsetmek istiyorum.
Çok daha eskileri hatırlamak isterdim bu turnuvalarda, en azından Euro 2008’den aklımda bir şeyler kalmalıydı. Türkiye’yi bir daha
bir turnuvada bu kadar ilerlemiş görebilir miyiz, bilinmez. İşte o yüzden biraz hafızamda kalmasını isterdim o anların.
Ben en fazla Euro 2012’ye kadar geri gidebiliyorum. Oradan da aklımda kalan maçlar çok geç başlıyor: artık turnuvanın sonlarına
doğru gelinmiş ve İtalya ile Almanya yarı finalde karşılaşacaktı. Maçın ilk yarısı çok hareketli geçmesinden midir yoksa daha
kariyerinin çok başında olan ve dönemin genç yeteneği Mario Balotelli’nin attığı gollerin ardından yaptığı ikonikleşen gol
sevincinden midir bilmiyorum bu turnuva benim aklımda bu maçla başlıyor. Bu maçın sonunda Almanya’yı eleyen İtalya, bu turnuvaya
Dünya şampiyonu olarak gelmiş ve başlarında Beşiktaş’ın da eski teknik direktörü olan nam-ı değer “Yeniköy Kasabı”, Vicente del
Bosque’nin takımı İspanya ile final maçına çıkacaktı. Benim de bu turnuvada tuttuğum takım İspanya’ydı, aynı zamanda çok kişinin
de favorisiydi. Gerek kadrosu gerekse oynadıkları futbol ve oyun anlayışları ile bambaşka bir takımdı. O dönem benim de çok
sevdiğim oyuncuların hepsi de İspanya’nın bu kadrosundaydı: Torres, Xavi, Iniesta, Fàbregas, Xabi Alonso, Casillas ve daha
fazlası… Diğer yandan da İtalya’ya da her zaman turnuvalarda desteklenebilecek bir takım olmuştur benim için. Öyle bakınca bu
final tam benim isteyeceğim bir finaldi. Çocuk aklımla İspanya’nın tabiri caizse İtalya’yı ezip geçmesi beni futbola bir kez daha
aşık etmişti.
Bir sonraki turnuva, Fransa ve Türkiye’nin ev sahibi adaylığı sürecinde Fransa’da yapılması uygun görüşmüştür. Bu turnuvayı
2012’ye kıyasla çok daha net hatırlıyorum. Bu turnuvanın bir diğer önemi de benim hatırladığım Türkiye’nin katıldığı ilk
uluslararası turnuvaydı. Kendi maçının yanı sıra 7 farklı maçın skoruna da bağlıydı Türkiye’nin elemeleri geçmesi ve bir mucize
oldu, doğrudan turnuvaya katılabildi Türkiye. Turnuva çok sıkıcı bir maç olan Fransa – Romanya karşılaşması ile başlamıştı. O maç
Romanya kazansın çok istemiştim ya da en azından puan alsın fakat son dakikada attığı uzaktan golle Payet hayallerimi yıkmıştı.
Grup aşamalarında en çok aklımda kalan ise Türkiye’nin performansıydı. İlk maçı izlerken çok heyecanlıydım. Dedem ve anneannemin
kentsel dönüşümüne gitmemiş evlerinde, çok eski bir televizyonda izliyordum. Hiç de aklımdan gitmeyen bir görüntüdür yediğimiz
gol: top ceza sahası yayına doğru seker, Ozan Tufan bir saniyeliğine saçını düzeltir, Modric uzaklardan vurur ve gol… Zaten
Hırvatistan ile birlikte İspanya ve Çekya’nın bulunduğu zorlayıcı bir gruptaydık fakat yine de insanın içinde bir ümit vardı.
Fakat her maç Türkiye adına ayrı bir rezaletti desem yanlış olmaz. Sadece sahada oynanan futbol değil, giyilen formalar ve
kombinlenen şortlar da çok ayrı bir faciaydı. Grubun Türkiye için ikinci maçını teyzemlerin eski evinde izliyordum ve Türkiye’nin
giymiş olduğu turkuaz/beyaz forma ile siyah şort gerçekten de rahatsız ediciydi. İspanyollar da rahatsız olmuş olmalılar ki 3 gol
atıp bitirdiler. Turnuvanın son maçını kazansak da o mağlubiyetler kadar aklımda yer etmemiş.
Diğer maçlara gelince yine çok heyecanlı bir turnuvaydı. Benim favorim Fransa’ydı. Alttan alttan da bir Belçika’yı destekliyordum,
onların gelmekte olan jenerasyonları beni futbol adına heyecanlandırıyordu fakat o jenerasyon hiçbir zaman gelemedi. Fransa
gruplardan çıktıktan sonra çok kolay bir yoldan kendini yarı finale getirmiş ve yarı finalde de son dünya şampiyonu Almanya’yı
eleyip finale kendini atabilmişti. Turnuva ağacının diğer tarafında kalan Belçika beni şok ederek Galler’e çeyrek finalde
elenmişti. Galler’i de yarı finale kadar daha 90 dakika içerisinde hiç galibiyeti bulunmayan Portekiz 90 dakikada yenerek finale
kendini atmıştı. Paris’teki finali de çok farklı şekilde güveler basmıştı ve sürekli kameralara konuyordu. Finalde turnuvanın da
ev sahibi olan Fransa kesin alır diyordum. Diğer yanda ise daha milli takımlar seviyesinde hiç kupa kazanamamış Cristiano Ronaldo
bulunuyordu. Portekiz aynı zamanda yedek kulübesinde Ricardo Quaresma’yı da barındırıyordu. Oraya Beşiktaş ile şampiyon olan
Quaresma son 16 karşılaşmalarında uzatmalarda Hırvatistan’ı eleyen golü de atmıştı. Ondan dolayı çok hafif bir Portekiz kazansın
mı acaba sorusu aklımda dolanıyordu fakat Ronaldo – Messi tartışmasındaki tutumum da Ronaldo kupayı kazanmasın dedirtiyordu.
Böyle düşünürken de maçın daha ilk yarısında Ronaldo sakatlanıp oyundan çıkmak zorunda kaldı. Fakat oyundan çıktıktan sonra bu
sene de Beşiktaş’ta kısa bir süre teknik direktörlük yapmış olan ve o dönem Portekiz’in başında olan Fernando Santos ile birlikte
kendisi de teknik direktörlük yapıyordu kenarda. Bu final bir öncekine kıyasla biraz daha sıkıcı geçiyordu ve yine 90 dakikası
berabere biterken uzatmalarda oyuna giren Éder uzaklardan yerden giden bir şut ile Portekiz’e kupayı kazandırtıyordu. Böylece bu
turnuvanın sonunda Portekiz grup maçları dahil olmak üzere sadece bir kere 90 dakikada kupayı kazanmıştı. Keşke kazanmasaydı
diyenler 2016 yazında çok olmuştur belki ama 2024 kışında bir daha dendi bu keşkeler. Çünkü biraz önce yukarıda belirttiğim
Portekiz teknik direktörü bu başarısı sayesinde seneler sonra ilk defa bir kulüp takımı yönetmek için Beşiktaş’ın başına çok kötü
bir dönemde, çok kötü bir futbol anlayışı ile geldi, fakat bu da bir başka yazının konusu olabilir. Bu finalin bir diğer akılda
kalan yanı ise Paris’i basan güvelerdi. Sürekli kameranın önünde uçup yerdeki futbolcuların etrafında dolanıyordu güveler. Daha
önce bir futbol maçında kameraya konan bir sinek görülmüştür elbet ama bu kadar fazlası bilmiyorum var mıdır tarihte.
Son turnuvaya gelince beni en çok heyecanlandıran turnuva olmuştur: Euro 2020. Pandemiden dolayı 2020’de yapılamayıp 2021’de
oynandı bu turnuva. Türkiye Şenol Güneş’in teknik direktörlüğünde olağanüstü bir eleme sezonu geçirip turnuvaya katılmaya hak
kazanmıştı. Futbolda önlerinde olduğumuz takımlar her zaman sorun çıkartsa da bu elemelerde Arnavutluk ve Moldova’yı yenerek
başlamıştık. Üçüncü maç ise Konya’da son dünya şampiyonu, son Euro finalisti ve Euro 2020’nin de daha başlamadan favorilerinden
olan Fransa’ya karşıydı. Statta canlı izleyebildiğim için şanslı olduğumu düşündüğüm maçlardandı çünkü bir daha Türkiye’nin
Fransa’yı hem skor hem de oyun olarak yenebileceğini düşünmüyorum. Fransa’ya isabetli şut attırmayan takımın dördüncü eleme maçı
İzlanda’ya karşıydı. Kazansak elimizin çok güçleneceği maçta ilk otuz dakikada 2-0 geri düşmüş fakat ilk yarıyı 2-1 kapatmayı
başarmıştık. O maçı Üsküdar’da lise arkadaşlarımla birlikte bir arkadaşımızın evinde izlemiştik ve o maç, Türkiye’nin bu kadrosu
bana çok özel gelmişti. Maçı her ne kadar kaybetse de artık maçlarda geri düşünce kopmayan ve mücadeleyi hiç bırakmayan bir takım
oluşmuştu. Bu maçların üzerinde bir de Fransa ile deplasmanda berabere kalınca bu milli takım beni gerçekten heyecanlandırmaya
başlamıştı.
Ertelenen bu turnuvanın açılış maçı Türkiye ve İtalya arasındaydı. Turnuvanın da en iyi takımlarından olan İtalya doğal olarak bu
grubun favorisiydi. Bu maçı eski evimizde yakın bir arkadaşım olan Bora ile izlemiştim. Ezici bir İtalya oyunundan sonra Bora daha
ilk maçtan turnuvayı İtalya’nın kazanacağını söylemiş fakat ben hiç emin olamamıştım. Fransa’yı elemelerde yendikten sonra İtalya
karşısında da bir sürpriz beklerken sahadan silinmişti takım. Ama zaten hedef onları yenmek değil gruptaki diğer takımlar olan
İsviçre ve Galler’i yenmekti ki onları yenecek güce sahiptik. Fakat geri kalan iki maç da Türkiye için kabus gibi geçmiş, üç maçta
da üç mağlubiyet alınırken 8 gol yemiş ve sadece 1 gol atabilmiştik.
Türkiye adına çok çok kötü geçen turnuva futbol adına çok heyecanlıydı. Benim en keyif aldığım yaz olan 2021 yazını bir de Euro
2020 süslemişti. Maçların bir kısmını İstanbul’da takip ettikten sonra yine Bora ile birlikte Bodrum’a anne ve babamın yanına yola
çıkıp turnuvanın geri kalanını orada takip etmiştik.
İlk defa bu turnuvada favorim veya desteklediğim bir takım yoktu. Maç maç, tek tek takımları destekliyordum. İtalya ile İngiltere
kendinden emin bir şekilde ilerliyordu turnuvada fakat ikisi de bana turnuvayı kazanacak takım havasında gelmiyordu. Fransa
penaltılara giden maçta şok bir şekilde İsviçre’ye elenmiş, Çekya Hollanda’yı elemiş, İngiltere Almanya’yı ve de İtalya İspanya’yı
eledikten sonra artık turnuvanın bütün büyük takımları elenmişti. Ve finalin adı İtalya İngiltere olmuştu ki aynı zamanda final
İngiltere’nin başkenti Londra’da Wembley Stadyumundaydı.
Finali Bodrum’da bizim evde izliyorduk. İngiltere maçın daha ikinci dakikasında öne geçmiş ve çok erkenden şampiyonluk şarkıları
söylerken İtalya ikinci yarıda eşitliği sağlamıştı. Çok da sıkıcı olmayan final penaltılara gitmişti. Penaltılarda İtalya ikinci
penaltıyı kaçırırken İngiltere’de en çok eleştirilen stoperlerden biri olan Harry Maguire kurtarılması çok zor bir penaltı
atmıştı. Fakat buradan sonra oyuna sadece penaltı vuruşları için 120. dakikada giren Rashford ve Sancho ikilisi penaltıyı
kaçırmıştı. Beşinci ve son penaltıda İtalya’da Jorginho da penaltıyı kaçırmış ve artık durun eşitlenmişti fakat İngiltere yine
penaltıyı kaçırıp kupanın sahibi İtalya olmuştu.
Euro’ların farklı yazlara farklı keyifler ve heyecanlar kattığı tartışılmaz bir gerçek. Bunu Euro ile kısıtlamamak lazım tabi,
bunu sağlayan futbolun kendisidir. 2024 yazındaki turnuvaya gelecek olursak bu turnuvanın ev sahipliğine iki aday vardı Türkiye ve
Almanya fakat her zaman olduğu gibi yine Türkiye alamadı ev sahipliğini. Bu turnuvanın Türkiye’de oynanmayacağı belli olduktan
sonra Türkiye’ye üst üste UEFA Süper Kupa Finali ve Şampiyonlar Ligi Finali verildi çok büyük ihtimalle sus payı olarak verildi
fakat onlara da ev sahipliği yapmak güzel her hâlükârda. Ayrıca Euro 2032 için hem Türkiye hem İtalya başvurmuştu ve iki tarafın
da anlaşmasıyla bu başvurular birlikte başvuruya dönüştü ve iki ülke 2032’de Euro’ya eş ev sahipliği yapacak.
Bu yaza dönecek olursak, bu turnuvada beklentim Türkiye açısından eğer ilk maçta Gürcistan’ı yenerse gruptan çıkmak için bir şansı
olabileceğini düşünüyorum. Fakat ilk maçta bir mağlubiyet moral bozabilir ve aynı zamanda da sonraki rakiplerin daha zor olduğunu
kabul etmek lazım: Portekiz ve Çekya. Turnuvanın geneline bakınca yine en güçlü ve en alternatifli kadroya sahip takım olan
Fransa, genç ve iyi futbol oynayan bir takım olan İspanya, her turnuvada bir şeyler başarabilir düşüncesi ile gelen ve kadrosunda
yine çok formda isimler bulunduran İngiltere, son Dünya Kupası’na katılamamanın hırsı ile gelen son şampiyon İtalya, her turnuva
kendini geliştiren yakın zamanın Dünya ikincisi ve turnuvaların başarılı takımı Hırvatistan ve son olarak benim de turnuvayı
kazanmasını favori gördüğüm ev sahibi Almanya ön plana çıkıyor.
Euro heyecanlandırıyor, yaz ayı heyecanlandırıyor, denize girme isteği artıyor. Bu heyecanlar ve isteklerle birlikte futbol dolu
bir yaz mevsiminin ilk ayı Haziran’a giriyoruz.
Yıl 1992, yer Bosna-Hersek. Yaşını göstermeyen yedi yaşında bir çocuk. Boyu yaşıtlarına göre hatırı sayılır derecede uzun, yüzünde
kaygılı ama pervasız bir ifade var. İleride ailesinden devraldığı güçlü genetiğini, metanetli ve cesur etnisitesiyle
birleştireceğiyse daha o zamanlardan belli. Henüz güneş doğmamış, ev halkı yarı uykulu yarı uyanık bir halde haber bekliyor:
Vahşetin bitmesini diliyor. Büyük bir huzursuzluk ve tedirginlik tüm Mostar şehrinde olduğu gibi onların hanesine de hakim. Şehir
kabuğuna çekilmiş durumda. O ise aceleyle evden çıkmak için kapıya koşuyor. Kaybedecek vakti yok. Bugün önceki günlere göre daha
geç kaldığının farkında. Saat altıyı çoktan geçmiş ve kaybettiği zamanı telafi etmesi gerekli. Zira, bir an önce ulaşmak için can
attığı hayalleri var. Önceki gün babasından yine aynı hikayeleri anlatmasını istemiş ve motivasyonunu tazelemiş. Drazen
Petrovic’in dönerek attığı cemşatı, Toni Kukoc’un ofansif çeşitliliği ve Dino Radja’nın dans ederek süzüldüğü çembere bıraktığı
nazik toplar evden çıktığından beri aklının bir köşesinde tekrar tekrar oynuyorlar. Büyük bir heyecanla, içinde bulunduğu tüm
sıkıntıları unutarak koşmaya başlıyor. Evinden fazla uzak olmayan basketbol sahasına da yaklaşık iki üç dakika içerisinde varıyor
zaten. İşte bu çocuğun hayalleri için olan mücadelesi bu şekilde başlıyor: Talihsiz bir zamanda, korkunç koşullar altında
hayallerini gerçekleştirebilmek adına ölümü göze alıyor. Onun için “ball is life” mottosu sadece bir tutkuyu değil aynı zamanda
bir gerçekliği temsil ediyor. Sabahları tek başına, ilerleyen saatlerde de arkadaşlarıyla basketbol oynayabilmek için her gün
gerçek anlamda ölümle burun buruna geliyor. Gün doğumuyla başlayan idmanları, şehre atılan bombaların habercisi, o şeytani
sirenleri duyana kadar devam ediyor. Pek çok komşusunu ve akrabasını bu savaşta kaybediyor. Ölüm kavramıyla çok erken yaşlarda
tanışıyor, bu da elinde olan kısıtlı zamanı fark etmesine sebep oluyor. Zamana karşı da ölüme karşı da gelemeyeceğinin farkında.
Yapabileceği tek şey kısıtlı zamanı, kendi için anlamlı bir edinime dönüştürmek: İşte Mirza Teletovic için bu anlam basketbolda
hayat buluyor. 1995 yılında biten Bosna savaşı, on sekiz ay boyunca kuşatma altında kalmış Mostar şehrini fazlasıyla etkiliyor.
Savaşın bitimiyle yavaş yavaş insani standartlara dönmeye başlayan yaşam, Teletovic içinde daha fazla kişiyle basketbol oynaması
anlamına geliyor. Ortaokul ve lise zamanları klüp ve okul takımlarında gösterdiği performanslarla adının ülke çapında duyulmasını
sağlıyor. On sekiz yaşında profesyonel kariyerine Sloboda Tuzla’da başlıyor. Kendisi hala Bosna Hersek’te oynarken yaşıtlarının
çoktan NBA’e girdiğinin farkında olsa bile NBA hayallerine sıkı sıkı tutunmaya devam ediyor ve en büyük hayali için girdiği
savaşta en ön safta yürümeye devam ediyor. Ülkesinde oynadığı iki sene sonunda önce belçika ligine ve oradan da ispanya ligine
geçiş yapıyor. Ancak bu dönemdeki rakamları NBA’e girebilecek bir oyuncunun istatistiklerine yaklaşamıyor bile. En azından
profesyonel kariyerinin bu ilk çeyreğinde çalışmalarının karşılığı henüz hayallerini gerçekleştirmesine yetecek seviyede değil.
Yirmi iki yaşında NBA Draftına katılıyor ve doğal olarak hiçbir takım tarafından seçilmiyor. Kendi adına üzgün ve yorgun geçen bu
dönem asla ama asla, içindeki o pervasız ve savaşçı çocuğu yok edemiyor. Sonuçta ne olursa olsun hiçbir stres, çocukluğunda
yaşamış olduğu stresin yanından bile geçemezdi. Mentalitesi de hep bu şekilde ilerliyor. Hayatı boyunca zamanın kısıtlı yapısını
kabullenmiş biri olarak zor durumlar altında mücadele etmeyi hep başarıyor. 2.06’ya ulaşan boyu ve yüzde 40’a yakın üçlük
yüzdesiyle sonraki senelerde kendisinden beklenen çıkışı en sonunda yapıyor. Avrupa şampiyonalarında Bosna Herseği takımın en
değerli oyuncularından biri olarak temsil ediyor. Ricky Rubio, Marc Gasol, Tiago Splitter gibi gelecek NBA efsanelerinin yer
aldığı İspanya liginde Baskonia’yla beraber iki kere şampiyon oluyor. Ve en sonunda senelerdir beklediği o kontratı 27 yaşında
imzalıyor. Çocukluğundan beri kurduğu hayalleri, altı sene sürecek bir NBA kariyeriyle gerçeğe kavuşuyor. Ancak NBA’e girse bile
bahtsız talihi onu yalnız bırakmıyor. Süreleri artmaya başladığı ve ilk takımı Brookly’ne neredeyse tamamen adapte olmaya
başladığı vakit, akciğer pıhtısı olduğu ortaya çıkıyor. Damar tıkanıklığına da yol açan bu durum, hem basket oynamasını hem de
yüksek tempoda nefes almasını zorlaştırıyor, öyle ki kendini zorladığı idmanlarda saha içinde bayılmaya kadar giden görüntüler
ortaya çıkabiliyor. Bir senelik aranın ardından kararlı ve hırslı mizacının da yardımıyla iyileşmiş bir şekilde sahalara dönüyor.
Kontratı bulunmayan NBA macerası sahalara Phoenix Suns’la dönmesiyle devam ediyor. Bu savaştan da galip ayrılarak bir kez daha
talihine karşı girdiği savaşı kazanmış oluyor. NBA kariyerine fazlasıyla geç başlamış biri için hiç de fena sayılmayacak bir
rotayla 33 yaşında Milwaukee Bucks’ta emekliliğini açıklıyor. Bu dönemde basketbolu bırakarak Bosna Hersek Basketbol
Federasyonun’da ülkesi için çalışmaya başlıyor ve bu görevinden de 35 yaşında ayrılarak bir ülke takımı olan KK Turbina’yla
tekrardan baskete dönüyor. 38 yaşında ise tekrardan emekliliğini açıklıyor ve basketbolun gelişimi için kendini ülkesine adamaya
devam ediyor.
Mirza Teletovic, kendi zamanına göre yaşamış koca yürekli o çocuğun ilham verici hikayesini simgeliyor. Zamanın hepimiz için eş
zamanlı akıyor gibi gözüken konseptine karşı, herkes için ne kadar göreceli bir kavram olabileceğini bizlere gösteriyor. Herkesin
kendi zamanı olduğunun ve yaşadığımız sürece hiçbir şey için geç ya da erken olmadığının canlı kanıtı olarak karşımızda duruyor.
Şehrine bombalar atılır ve komşularının evleri yağmalanırken, hayallerinin peşinde koşmak için çok küçüktü. Çoğu insan için
basketbolun zamanı değildi. Ailesiyle evinde oturup, savaş bittikten sonra bu idmanlara başlamalıydı belki de. Ama akan zamanın ve
ölümün farkına varması kendi hayalleri için zamanla birlikte hareket etmesini sağlıyor. Zamana karşı gelmeden kendi isteklerini
gerçekleştirebilmek ve kendi zamanının gelmesini sağlayabilmek için sürekli çalışıyor. Sonuç olarak da; 19 yaşında draft edilen
oyuncuların olduğu NBA’e 27 yaşında bir çaylak olarak girmeyi başarıyor. Çoğu insan için NBA’e girdiği yaş geç kalınmış bir zamanı
temsil ediyor. Fakat Mirza’nın saati onun zamanının geldiğini gösteriyor. NBA kariyeri başarılarla dolu geçmese de gittiği
takımlarda değerli bir rotasyon parçası olmayı başarıyor, hayallerini gerçekleştiriyor. Hepimizin bu hayatta hayallerimiz ve
hedeflerimiz için ter dökerken kendimizi başkalarıyla karşılaştırmadan kendi zamanımıza odaklanmamız gerektiğinin göstergesi
olmayı başarıyor Teletovic. Ve umarım hepimiz kendi zamanımızı onun kadar sabırlı bir şekilde bekleyebilir ve onun gibi doğru
kullanabiliriz…
ALEVLER İÇİNDE HAYATA TUTUNDU, F1 TARİHİNE GEÇTİ
Siz hiç canlı yayında elleriniz kollarınız bağlı ve korku dolu gözler ile bir insanın alevler içinden çıkmasını izlediniz mi?
Kulağa ne kadar korkunç geliyor. Madem bu ay konumuz korku, gelin size izleyen herkese bir ömür gibi gelen ama normalde sadece 2
dakika 45 saniye süren korkunç bir kazadan bahsedeyim. Baş karakterimiz Romain Grosjean…
Takvimler 29 Kasım 2020’yi gösteriyor. Formula 1’de o sezonunun sondan üçüncü yarışına gidelim. Bahreyn Grand Prix'si bir gece
yarışı, alevler ile aydınlanıyor. Yarışın daha ilk turu İtalyan takımı Scuderia AlphaTauri Honda’nın Rus pilotu Daniil Kvyat’ın
aracı ilk turda Amerikan Takımı Haas Ferrari’nin Fransız pilotu Romain Grosjean’ın aracı ile temas ediyor.
Temasın etkisi ile Grosjean’ın aracının sağ arka tekerleğinde blokaj yaşanıyor. Yani kitleniyor. Sağ arka tekerleğin kitlenmesi
ile Grosjean aracı aniden sağ savruluyor ve kontrolden çıkıyor ve son sürat bariyere giriyor. Çarpmanın etkisi ile ikiye ayrılan
araç bir anda alevler içinde kalıyor. Böylece korku dolu 2 dakika 45 saniyelik süre başlamış oluyor.
Kaza sonrası her pilotun telsizden takımına sorduğu soru aynıydı; “O iyi mi?” Fakat motor cayırtılarının yankılandığı pistte, tüm
takımların ekipleri ve binlerce seyirci sessizliğe gömülmüştü. “Henüz bir bilgi yok!” diyebildi telsizlerin ucundaki takımların
yarış mühendisleri. Neyse ki kaza ilk turda yaşandı ve sağlık aracı konvoyun arkasındaydı. Yangına ve Grosjean’a anında müdahale
edildi. Onu kurtaran bir diğer unsur ise Halo (yani pilot koltuğunun üstündeki halka çamber) oldu. Bariyerlere kafasını çarpmasını
engelleyen oydu.
Roman Grosjean ve eşi Marlon Jolles tedavi sonrasında Netflix Drive to Survive’a röportaj verdi. Jolles’ın ilk sözü “Kelimeler
kifayetsiz… Zaman geçtikçe öldüğüne daha çok inanıyordum” oldu. Dehşet anlarından günler sonra bile çocukları olayın etkisinden
kurutamamışlardı “Her tarafı yanacak diye korkuyordum” derken ikisi de aynı anı tekrar yaşar gibiydi.
Hepimize oldukça sert bir kaza olarak görünse de Grosjean’a göre bariyere çarpma anı o kadar da sert değilmiş. Ama gariptir ki
kazanın G kuvveti 56 birimdi. Bir insanın bilincini yitirmeden dayanabileceği G kuvvetinden 11 kat daha fazla. Şöyle düşünün;
çarpma anında üzerinde 4 ton ağırlık bulunuyordu. F1 pilotları nasıl bir antrenmandan geçiyor, siz düşünün.
Yaşanan kazaya bir de pilot gözünden bakalım. Yüksek G kuvvetindeki çarpma anından sonra Grosjean araçtan çıkmak istemişti. İlk
denemesinde başaramadı, bir şey onu engelliyordu. Aracın yan ya da ters döndüğünü düşündüğünden başaramadığını farz ediyordu ama
onu engelleyen unsur arasına girdiği bariyerlerdi.
Tıpkı kurtarma planlarından yazıldığı gibi pistteki ekiplerin kendisini kurtaracağını düşünmüş ve beklemeye başlamıştı. O sırada
çevresine baktığında gözüne turuncu ışık kümeleri çarptı. Bahreyn gece düzenlenen bir yarışıtı, gün batımı olamazdı, pist ışıkları
da güvenlik gerekçesiyle bu kadar yakın değildi. Ne olduğunu anlamadığı turuncu ışığa elini uzattığında, şoktan kurtuldu ve
gerçeği anladı; aracı alevler içindeydi. Kurtulmak için hareket etmeye çalıştı fakat, sıkışan ayaklarını kurtaramadı. O an,
“Buraya kadarmış” diye mırıldandı. Çaresizlik içinde ölümü kabul etmişti. En acısı ise kendine sorduğu sorulardı; “Önce nerem
yanacak?” ya da “Canım çok yanacak mı?”
Verdiği röportajdı o anı şöyle antıyordu: Gözümün önüne çocuklarım geldi ve ikisi birden bana hayır baba böyle olmaz dedi.
Çocuklarını düşünerek önce ayaklarını kurtardı, sonra başını hareket etmesini engelleyen bariyerlerden sıyrıldı. Bir an için
öldüğünü düşünmüştü ama o son anda yaşama tutunmayı tercih etti. Bu kadar detaylı nereden mi biliyorum? Bir insanın alevler
içinden hayata tutunma anına tanık olduğunuzda o olayı takip etmeden duramıyorsunuz.
Romain Grosjean kaza sonrasında tedavisi tamamlanıp ayağa kalktığı ilk anda korkunç kazanın gerçekleştiği piste gitti. Kendisinin
kurtarılmasında görev alan pist çalışanlarına teşekkür etti. Takımı ziyaret etti, vedalaştı çünkü eşinin ısrarı ile Formula 1’i
bırakmıştı. Ama yarış dünyasından kopamadı. Kariyerine IndyCar serisinde Andretti Autosport takımında devam ediyor.
Grosjean’ın hedefi yarışlar ve şampiyonluklar kazanarak Formula 1 tarihine geçmekti. Hedefine ulaştı organizasyon tarihine geçti
ama tam istediği tarzda değil. Eşi Marlon Jolles bu tabire tepkili olsa da o “Alevler İçinden Çıkan Pilot” olarak hatırlanacaktı.
Uluslararası alanda başka sporlarda daha başarılı olsak da Türkiye’de en önde gelen sporun futbol olduğu tartışılmaz bir
gerçektir. Futbol takımları da her ne kadar diğer spor branşlarında da genellikle takımları olsa ve onlar da aslında futbol kulübü
değil de bir spor kulübü olsalar da çoğunlukla sadece futbol takımına odaklanılır. Fakat her zaman işler yolunda gitmez…
Tuttuğumuz takımda işler iyi giderken desteklemek kolaydır. Bu takımlar her zaman da iyi dönemlerden geçmiyor. Kötü gidişlerin en
sıkıntılı noktası da bir taraftar olarak bu kötü gidişatı durdurabilecek elinden gelen hiçbir şey olmaz. Peki görünen kötü gidişat
bir taraftarı bu kadar tutkuyla bağlı olduğu kulüpten vazgeçirebilir mi?
Bir takımın taraftarı olmak çok farklı ve özel bir duygudur. Hiç tanımadığın insanlarla aynı duyguları paylaşırsın, takımın gol
attığında hiç tanımadığın bir insan sarılırsın veya aynı üzüntüyü paylaşırsın. Hiç yan yana gelmez dedin insanlar bile konu
taraftarlık olunca yan yana gelir. Bazen koskoca bir şehrin umudu olur bir takım, bazense bir şehrin en büyüğü olma çabası ve
rekabeti vardır. Hayatta her zaman her şey yolunda gitmediğinde insanın kaçacak bir noktasıdır aynı zamanda tuttuğu takım. Belki
de hiç kimseye karşı hissedemediği hislerin bir dışavurumudur. Yaşanılan ilk heyecan, duyulan ilk hüzündür. Ve bir taraftar sadece
dışarıdan izler takımını, bağırır çağırır, tezahüratlar marşlar söyler fakat bazı şeyler kötü gitmeye başladığında da kendini
yiyip bitirmekten başka da bir şey gelemez elden… Belki kulüp üyesi olup oy kullanabilir, belki başkan adayı olabilir. Ama bu
başkanlık da aslında taraftarın olabileceği bir statü değildir. Taraftar olmak bireysel değil toplu bir organizasyondur, başkanlık
ise tek kişi ve diğer beş on yöneticiden ibaret.
Kendimi bildim bileli Beşiktaşlıyım desem yanlış olur. Ben kendimi bilmiyorken de Beşiktaşlıydım. Hatta ben daha doğmadan bile
Beşiktaşlıydım desem yalan olmaz. Beşiktaşlı olmak ailemden bana geçen genlerin bir parçasından başka bir şey değildi. Beşiktaş’ın
kötü gittiği zamanlar belki de benim gördüğüm iyi gidişatlarından daha fazla olmuştur. Fakat her zaman bu takımı tutmanın bir
duruşu ve anlamı vardı. Takımın misyonu ve duruşu, taraftar grubunun yaptığı protestolar ve kulüp yapısı ile Beşiktaşlı olmak
“galibiyetlerüstü” bir yerdeydi. Bir maçta son dakika kaçan bir pozisyonla galibiyet kaçınca bütün futbolcuların kendini yere
bırakması, Van depremi sonrası sahaya atılan atkılar ve formalar, taraftar gruplarının hiçbir zaman bitmeyen desteği ve yaratıcı
tezahüratları, ve daha bir çok şey Beşiktaşlı olmak için yeterli şeylerdi…
Beşiktaş’ın başkanları her zaman protesto edilmiş ve tabiri caizse “küfür kıyamet” gönderilmiştir. Efsane ve onursal başkan olarak
anılan Süleyman Seba için bile aleyhinde tezahüratlar yapmıştır Beşiktaş taraftarı. Seba’dan sonraki başkanlar da ağır ve sert
protestolarla karşı karşıya kalmışlardır. Bu protesto ve tepki dönemleri bir başka deyişle takımın kötü gidişleridir. Bu kötü
gidiş dönemlerini söylediğim gibi çok fazla görmüş olsak da bugünlerde yaşadığımız kötülüğü, rezilliği ve iş bilmezliği daha önce
Beşiktaş’ı geçtim başka hiçbir takım yaşamış mıdır? Zannetmiyorum.
Beşiktaş’ın bu dönem içerisinden geçtiği süreçte ilk başta başkan ve yöneticiler olmak üzere çok fazla saçmalıklarla taraftarı
kulüpten soğuma noktasına getirmiştir. Kötü giden dönemlerde verilebilecek en mantıklı kararlardan biri olan seçime gitme kararı
bile hatalı (çok ileri bir tarihe) alınmış ve protestoların dinmesine, kulüpteki gergin havanın dağılmasına sebep olamamıştır. Bu
dönemlerde bu yönetimin verdiği kararları, takımdaki futbolcuların umursamazlık seviyelerini ve seçimdeki başkan adaylarını görmek
Beşiktaş üzerine hiçbir zaman sormayı düşünmeyeceğimi zannettiğim bir ikilemi aklıma getirdi: Acaba bu gördüğüm Beşiktaş benim
bildiğim o Beşiktaş değil ve bundan uzaklaşıp bırakmak mı gerek yoksa biraz daha bağlanmak mı?
Bu sorunun cevabı her zaman bellidir benim için: Beşiktaş bırakılmaz! Fakat bu soruyu düşünüyor olmak bile o kadar çok sevdiğin
-hatta belki abartarak sevdiğin- ve hayatının önemli bir parçası olan değerlerin hakkında böyle düşünmenin çok fazla üzücü olduğu
yadsınamaz bir gerçektir. Gelinen bu noktada hiç kimsenin de Beşiktaş’ın iyiliğini düşünmediği de aşikar. Herkes sadece bir
şekilde seçilecek yönetimde olmayı ve kendine bir “güç” ve “title” katma peşinde. Bu durum 2018 yılında Cumhuriyet Halk
Partisi’nin o dönemki cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin yaşadığı asansör tartışmasına benzemekte: Bir sabah parti genel
merkezine gelen sayın İnce asansöre biniyor ve onunla “yanında” yukarı çıkmak isteyen herkes o asansöre biner. Fakat asansör aşırı
yükten hareket edemez, birilerinin asansörden inmesi söylenir ve kimse o asansörü terk etmeyince en sonunda Muharrem İnce’nin
kendisi iner. Beşiktaş’taki durum da bir nevi budur. Kimse fedakarlık yapmak istemiyor, kimse Beşiktaş’ın iyiliğini kendi
çıkarlarının önünde düşünmüyor…
Benim için Beşiktaş her zaman umuttan ibaretti. Bu takımı romantik bir şekilde tutan ve aşık olmuş bir taraftarım: Benim için
Beşiktaş umuttur. Fakat ben kendimi ilk defa bu kadar umutsuz ve karamsar hissediyorum. Çok büyük olasılıkla Beşiktaş’ı zor ve
karmaşık günler bekliyor. Bu gönülden seven taraftarlar için çok sıkıntılı ve rahatsız edici günler demektir.
Sonuç olarak ilk başta sorduğum soruya geri dönmek istiyorum: Bir takımı tutmaktan vazgeçilebilir mi? Bilmiyorum, ama Beşiktaş’tan
vazgeçilmez. Tarihte yaşanmayan rezilliklerle dolu bir yönetim ve dönemden geçse de her hafta Beşiktaş maçlarını hala heyecanla
bekliyorum, çocukken gittiğim ve tribünleri izlemekten maçı izleyemediğim stat atmosferleri hala gözlerimde, evde Beşiktaş gol
atınca babama sarılmam hala aklımda, maç bittikten sonra skoru anneme söylemek için koşturma heyecanımı hala hissediyorum,
Beşiktaş’ı seviyorum. Yazımı babamın çok sevdiğim bir lafıyla tamamlamak istiyorum: “Ben Beşiktaş’ı futboldan, Beşiktaşlılığı da
Beşiktaş’tan daha çok seviyorum.”
Spor tarihimizin en büyük başarılarını yaşadık. Hem duygulandık hem gururlandık. Hani bir beyaz eşya markasının reklam
sloganı var ya “Biz Voleybol Ülkesiz”, Filenin Sultanları hem Dünya’nın hem de Avrupa’nın en iyisi olarak bunu kanıtladı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk kadını için söylediği “Ey kahraman Türk kadını sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde
göklerde yükselmeye layıksın” sözü ete kemiğe büründürdüler. Filenin Sultanları hem 3 metreye ulaşan blokları, smaçları ile göğe
yükseldi hem de topun zemine değmemesi için kendilerini yerden yere attı. Deyim yerindeyse bir oraya bir buraya havalarda uçtular.
MALATYALI MELİSA VARGAS
Kaptan Eda Erdem’i, deli kız Ebrar Karakurt’u, blokları ile savunmanın vazgeçilmezi Zehra Güneş’… ve daha niceleri. Her birinin
hırsı ayrı tutkusu ayrı hikayesi ayrı. Ama bu hafta Milli Takım’ın yeni bir üyesinin hikayesini anlatacağım sizlere. Melissa
Vargas, ya da tam adı ile Melissa Teressa Vargas Abreu. Ya da Malatyalı Vargas mı desek, çünkü o kendini Malatyalı olarak
tanımlıyor.
Türk vatandaşlığı olduğunda ilk sorulan “Vatandaşlığı aldın da sen nereli hissediyorsun Türkiye’de” sorusuna kendine has
samimiyeti ile “Federasyon Başkanı Akif Üstündağ nereli ise ben de oralıyım diyerek cevap vermişti. Olimpiyat Elemelerinden sonra
Malatya Belediye Başkanı tarafından tescillenecek Vargas’ın Malatyalı oluşu.
KÜBA’DA DOĞDU BİZDEN BİRİ OLDU
Dönelim hikâyenin en başına… 16 Ekim 1999’da Küba’nın Cienfuegos şehrinde dünyaya gelen Vargas’ın babası da profesyonel bir
sporcu; hentbol oyuncusu. Vargas henüz 6 yaşındayken voleybola ilgi duyuyor. Doğduğu şehrin sokaklarında arkadaşları ile oynamaya
başlıyor. Çok değil 2 sene sonra okul takımına katılıyor. Okulu adına oynadığı senelerdeki başarıları ile çocuk yaşta “Küba
Voleybolunun Geleceği” olarak adlandırılıyor. Kulüpler bu yeteneği kaçırmak istemiyor tabii. 12 yaşında doğduğu şehrin takımı ile
antrenmanlara ve maçlara çıkıyor. Ve aynı sene Küba 20 yaş altı milli takımına çağrılıyor. 2 sene de yeteneği ile 23 yaş ve altı
milli takımına sıçrıyor. Ve yeteneğinin haberi ülke dışına taşıyor. 2015-2016 sezonunda Çekya’nın Agel Prostějov takımına transfer
oluyor.
İLK SAKATLIK VE TÜRKİYE YOLU
Transfer olduğu sezonun sonuna doğru omzundan sakatlanıyor ve tedavisi için ülkesinin daveti ile Küba’ya dönüyor. Aslında asıl
hikâye burada başlıyor. Babası ve Vargas Küba’nın sağlık imkanlarından memnun kalmaması sebebiyle ülke dışında tedavi görmek
istiyor. Bu isteği ile disiplinsiz ve hain olarak 2017’den itibaren 4 yıl milli takımdan men ediliyor. Bunun üzerine İsviçre
takımı olan Volero Zürich takımına mülteci/sığınmacı sporcu statüsüyle transfer oluyor.
Vargas yaşanan süreci “Pişman değilim dünyanın en iyi voleybol oyuncusu olmak istiyorum” sözleri ile değerlendirdi.
Bir sezon Zurich’te oynadıktan sonra Fenerbahçe Başkanı Ali Koç’un çabaları ile Vargas’ın yolu Fenerbahçe Opet ile birleşiyor.
Vargas’ın geldiği 2018-2019 sezonunda 622 sayı, 63 ace (servisten gelen sayı) ile en iyi skorer ve en iyi servis atan olarak
adından söz ettiriyor. Sezonun en iyi 6’sında da yer alıyor. Fenerbahçe Opet o sezonu ligin en iyilerinden Vakıfbank’ın ardında
ikinci bitiriyor. 2019-2020 ve 2020-2021 sezonlarında performansında yaşanan bir düşüş ile Çin Ligi takımlarında Tianjin Bohai
Bank’a kiralık olarak gönderiliyor. Ama Türk Voleybolu Vargas’ın üzerinden gözlerini ayırmıyor.
SIRP - TÜRK İKİLEMİ
Vatandaşlık ve milli takım sporculuğu için Sırplar da devredeydi. Fenerbahçe Opet'e geldiği ilk sezonda beri yeteneği ile
Sırbistan Milli Takım antrenörü Zoran Terzic'in de radarına takıldı. Büyük uğraşlar sonucu Vargas, Sırplar vatandaşlığa almak için
çok uğraştı. Fakat Uluslararası Voleybol Federasyonu FIVB, Küba'nın izni olmadan milli takımda oynamasına onay vermedi. 4 yıllık
olan mili takımdan men cezasından 2 yılı kalmıştı. Bu sebeple Küba da Sırbistan’ın talebine olumsuz yanıt verdi.
MELISSA VARGAS TÜRK VATANDAŞI
Türkiye yetenekli ismi elinden kaçırmamak için 2021 yılında Vargas'ın Türk vatandaşlığını ilan etti. Sırbistan vatandaşlığa almak
ve milli takımda oynatmak için devreye girmişken ve resmi işler tamamlanmak üzereyken üst düzey siyasi isimler ve Voleybol
Federasyonu Başkanı gayretleriyle Melissa Vargas’a vatandaşlık verildi. Ancak ay-yıldızlı formayı giymesi için hem belli bir
sürenin geçmesi hem de Küba’nın verdiği men cezasının bitmesi gerekiyordu.
KİMLİĞİ CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN VERDİ
Akif Üstündağ başkanlığında Türkiye Voleybol Federasyonu'nun, Melissa Vargas Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını alması konusunda
başvuruyu gerçekleştirdi. Federasyonun başvurusu 10 Nisan 2021 tarihinde onaylandı ve Vargas artık resmen Türk vatandaşı oldu.
Türkiye Cumhuriyeti Kimlik kartını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan aldı.
VARGAS’IN KATKISI İLE DÜNYA VE AVRUPA BİRİNCİSİ
Men edilmeden önce Küba milli takımı için oynadığı dönemde birçok bireysel başarıya imza attı. 2014 senesinde Pan-Amerika 23 Yaş
Altı Kupasında en iyi smaçör ödülünün sahibi oldu. Aynı sene Orta Amerika ve Karayipler Oyunlarında en iyi pasör çaprazı ödülünü
de kazandı. 2015 senesinde Pan-Amerika Kupası ve Oyunlarında en iyi pasör çaprazı ödülü ile birlikte Dörtlü Final Kupasında en iyi
servis atan oyuncu ödülü, ORCECA Pan-Amerika Kupası Altılı Finalinde en iyi servis atan oyuncu ödülü, Pan-Amerika Kupasında en iyi
servis atan oyuncu ödülünü de kazandı. Ancak Küba milli forması ile takımsal olarak başarı elde edememişti ta ki Türkiye milli
formasını giyene kadar.
Vargas, 2021'de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduktan sonra milli takıma katılabilmek için FIVB kuralları gereği iki yıl
bekledikten sonra bu sene milli takıma davet edildi. Türk milli forması ile çıktığı ilk turnuva olan 2023 FIVB Voleybol Kadınlar
Milletler Liginde Türkiye ile şampiyonluğa ulaşıp büyük başarı gösterdi. Ve Türkiye Dünya Birincisi olarak tarih yazdığı
şampiyonlukta imzası bulunuyor. Bunla da bitmiyor.
Yine bu sene oynanan CEV Avrupa Kadınlar Voleybol Şampiyonası'nda da şampiyonluğun en önemli mimarlarındandı. Ayrıca 112 km/h
servis hızı ile kadınlar voleybolunda dünya rekoru kırdı.
Rekorun bir önceki sahibi Türk milli takımının finaldeki rakibi Sırbistan’ın en iyi oyuncusu 111,4km/h ile Tijana Boskovic’e
aitti. Vargas aynı şampiyonanın finalinde 41 sayılık skor katkısı ile Türkiye'nin şampiyon olmasında büyük katkısı oldu.
FİNALE İKİ İTALYAN İMZASI
CEV Avrupa Kadınlar Şampiyonası Finaline iki takımının teknik direktörlüğü İtalyan uyrukluydu. Sırbistan teknik direktörlüğünde
daha önce Türkiye’yi de çalıştırmış İtalyan Giovanni Guidetti, Türkiye teknik direktörlüğünde daha önce Sırbistan’ı da çalıştırmış
olan Daniele Santarelli yer alıyordu. Giovanni Guidetti ile Türkiye çok kez finale kalmış ama sonu hüsranla sonuçlanmıştı.
Ama yazımızın başında da bahsettiğim Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözünü unuttuk sanki. Ne şampiyonlara layık bir şekilde
Türkiye’ye döndüler ne de hak ettikleri şekilde havalimanında karşılandılar.
Ebrar Karakurt’un da dediği gibi; “Boş yapmıyoruz.” Biz Filenin Sultanları ile gurur duyuyoruz. Onlarla seviniyoruz, onlarla
duygulanıyoruz! Sırada yeni bir hikâye var; 2024 Paris Olimpiyat Oyunları.
Filenin Sultanları Japonya’da oynanan Olimpiyat elemelerinde Porto Riko’yu, Bulgaristan’ı ve Brezilya’yı 3-0; Peru’yu ve
Arjantin’i 3-1 yendi ve 5’te 5 yaparak Paris 2024 kapısını araladı.
Dünya Birincisi, Avrupa Şampiyonu kızlarımız bu hafta sonu oynanan 2 maç ile Olimpiyat vizesini elde etti. 23 Eylül Cumartesi günü
elemelere ev sahipliği yapan Japonya ile karşı karşıya geldi. Filenin Sultanları deyim yerindeyse kıran kırana geçti. Her seti
birbirine yakın yakın sonuçlarla biten maçta 3-1 galip gelen kızlarımız Paris vizesini garantiledi. Ertesi gün oynanan son maç
olan Belçika karşısına liderlik için çıktı. Sultanlar Belçika’ya parkeyi dar ederek aldığı 3-0 skor ile 2024 Paris Olimpiyatları
vizesini liderliği ile taçlandırdı.
Tebrikler Filenin Sultanları! Paris 2024’ün sonu da dileriz ki şampiyonluk olsun. Cumhuriyetimizin 100’üncü senesini üç
şampiyonluk ile kutlayalım. Bu coşkumuza dar gelsin bütün salonlar, Paris, Fransa! Yürekten desteğimiz, kalbimizle ve aklımızla
onlarla.