Ali Aktaş

Ali Aktaş

Yazılar
En Sevdiğim Mevsim

En Sevdiğim Mevsim

“En sevdiğin … ne?” sorusu hangi bağlamda sorulursa sorulsun genelde cevap vermem, veremem. Çünkü bu değişken bir şeydir. En çok karşılaştığım soru en sevdiğim film üzerine oluyor ve ben gerçekten bilmiyorum. Veya en sevdiğim şarkıyı gerçekten bilmiyorum. O zaman sevdiğim bir tane olabilir ama iki gün sonra bu değişebilir. Buna ikna etmek de zor oluyor tahmin edeceksiniz ki. En sevdiğim renk hemen geliyor bu soruların arkasından ona cevap veriyorum ve genelde mavi diyorum. O da bana umudu hatırlattığı için. Ama neden umudu hatırlatır onu da bilmem. Arada bir bağ var kafamda kurduğum, bu 49 ile perşembe arasındaki bağ gibi bir bağ olabilir. Bir düşünün bu ikisini, 49 gerçekten de perşembeyi çağrıştırıyor. En azından benim içim. Yaz temalı bir yazı ne kadar farklı bir şekilde başladı. Ama ben de bunu istemiştim zaten. Biraz sizle konuşmak, biraz aklıma gelenleri çok az bir süzgeçten geçirerek anlatmak, biraz da sadece zihnimdekileri aktarmak… Neyse ilk paragrafa bağlamaya geri dönelim. En sevdiğim mevsim… Bu soruyu birkaç sene önce duyduğumda düşünmeden kış derdim. Kar ve soğuk hava. Karın kapladığı bir İstanbul ve ben şehir merkezinden biraz daha uzakta ve o yıllarda karın gerçekten de yağdığı bir yerde yaşarken güzel bir mevsimdi kış. Arada okullar tatil mi diye beklediğim vali açıklamaları da olurdu bu mevsimde. Sahi başka bir ülkede ortaokul öğrencisi bir çocuk yaşadığı şehrin valisinin adını bilir miydi? Hoş bu soru yavaş yavaş “başka bir ülkenin genci o ülkenin resmi gazetesini takip eder mi?” diye de evrildi. Neyse o dönem bilirdim valinin adını -tabi şu an vermeyeceğim ismini çünkü kendisi başka bir şehirde vali olarak devam ediyormuş işine- şimdi ise zaman zaman resmi gazete kontrolü yapıyorum. Fark ettim ki bu yazıyı yazmaya başladığım zaman kafam çok fazla karışıkmış o yüzden sürekli konudan uzaklaşıyor gibi olmuşum. Umarım okuması zor olmamıştır. Biraz sohbet havasında ilerlemesini istedim. En güzel sohbetler de konudan konuya atlayıp ama en sonunda da en baştaki konuya geri dönenler değil midir? Neyse… Beş altı sene önce bu en sevdiğim mevsim sorusunu duyduğumda sonbahar derdim. Ne kış ne yaz… Ağaçlar yapraklarını döker, kaldırımlar yaprakla dolardı. O dönemler romantik bir mevsim gibi gelirdi bana. Bazen hafif, bazen de sırılsıklam eden bir yağmur yağardı ve ikisinde de yürümek farklı bir güzeldi. Kuşlar da yavaş yavaş göçmeye başlardı. Sonbaharın başlaması ile Beşiktaş maçları da başlardı. Aslında şimdi düşündüm de çocukken, yani yazı sevdiğim zamanlar Beşiktaş’ın yazın oynadığı hazırlık maçlarına bile giderdim. Şimdi ise sadece sonuç ne olmuş diye kontrol ediyorum. Sonbaharda hem Beşiktaş ile bir heyecan gelirdi hem de okul başlar ve yeni bir dönemin heyecanı olurdu. Havalar çok soğuk olmaz ama rüzgarlı olurdu. O dönem sonbaharı düşünmek güzeldi. Bu kelime pek hoşuma gitmezdi. Son ve bahar. Yani zaten iki tane bahar var niye ilk ve son denir ki… Büyük ihtimalle üzerine çok düşünmemişlerdir. “Pazartesi” gibi bir kelime aslında. Pazardan sonra, pazarın ertesi. Pazar ile hiçbir anlamı olmayan bir gündür pazartesi. Sonbahar da son değil ki… Üç ay sonra zaten tekrar bahar…. Bu yazıyı yazarken 2024’teyiz. O zaman bir beş sene önce bu soruyu duyduğumda en sevdiğim mevsim bahardı diyebilirim. Belki de en sevdiğim rengi umudu çağrıştıran mavi ile eşleştirmek gibi baharı da umut ile eşleştirmiştim. Baharda hem bir şeyler değişmeye başlayıp içimde bir umut kıpırtısına yol açmıştı hem de sonbaharda kaybolan güzelliğin tekrar ortaya çıkmaya başladığını fark etmiştim. Güzel bir fark edişti. Hava ne kış kadar soğuk, ne yaz kadar sıcak, ne de sonbahar kadar yağmurluydu… Bir iki sene sonra bahara olan “en” duygum da geçti. Benim bu duygum geçtikten bir iki sene sonra “sana söz yine baharlar gelecek” diye bir slogan başladı. Ona da kızgınım zaten. Kardeşim sen söz versen de vermesen de bahar zaten gelecekti. Hala bekliyoruz gelmesini ve bunu kimsenin engelleyemeyeceğini biliyorum. Geliyor gelmekte olan! Neyse son üç senedir en sevdiğim mevsim sorusuna yaz derim. Ciddi cevaplamam ama hızlı bir şekilde yaz derim. Çok küçükken en sevdiğim mevsim olan yaz tekrardan en sevdiğim mevsim olmuştu. Belki de tatilin çok vurgulandığı bir mevsim diye düşündüğüm içindir. Ya da denize girmeye başlanan mevsim diyedir ki bu sene ilkbaharda da girdim denize ama yine de yazın farklı gelir deniz. Güneş farklıdır, ağaçların hışırtısı, Bodrum’da cırcır böceklerinin sesi, klimanın gürültüsü, yenen kızartmaların tadı hepsi farklıdır. Biraz da yurt dışında yaşayan arkadaşlarımı da en çok bu mevsimde gördüğüm ve onları çok özlediğim için de son zamanlarda bu mevsim ile bir bağım olmuş olabilir. İlkbahar nasıl umudu çağrıştırıyorsa bu mevsim de “neşeyi” çağrıştırır. Sezen Aksu bir şarkısında şey der: “Ben her bahar aşık olurum; rüzgar olur yağmur olurum” bana. Ben de her yaz aşık olurum; deniz olur sivrisinek olurum. Bu aşk denizde gördüğüm bir balığa da olur, ilk defa denize girdiğim yerdeki dubaya da, çok sıcakladığımda bütün camların kapanmasını sağlayan klimaya, çok özlediğim bir arkadaşıma veya hiç tanımadığım birine de olabilir. Yazın hissedilen bütün duygular bir farklı geliyor bu aralar. Belki bu duygu da kaçıp gidecek bir gün ve ben yine başka bir mevsimi seveceğim (biliyorum baharı sevmeye geri döneceğim fakat şimdilik yazı sevmek güzel).

Ali Aktaş

10 dk.

Turnuva Yazıları

Turnuva Yazıları

“Futbol önemsiz şeylerin en önemlisidir.” Arrigo Sacchi Futbol sadece bir takım tutmaktan, onu desteklemekten ibaret değil, çok daha fazlasıdır. Beşiktaş’a karşı bütün güzel duyguları en yoğun şekilde besleyen biriyim, hiçbir maçı izlerken o kadar heyecanlanmam veya hiçbir takımın yenilgisine Beşiktaş’ın mağlubiyeti kadar üzülmem. Ama futbola da hemen hemen bir o kadar değer veririm. Ben Beşiktaş’ı futboldan, futbolu da önemsiz olan her şeyden çok seviyor olabilirim. Futbol hakkında konuşmak, maçları teknik açıdan yorumlamak, futbolun kurallarını bir maça göre yorumlamak, hepsi bambaşka bir zevk verir insana. Mesela Şampiyonlar Ligi müziğini duymak bile ne kadar mutlu eder insanı. Futbolu taraftarlıktan ayrı takip etmek başka ligleri ve uluslararası turnuvaları takip etmekle geçer. Bu turnuvaların da yaz mevsimi ile ortak olanları Dünya Kupaları ve Euro diye adlandırılan Avrupa Şampiyonası’dır. 2024 de bir “Euro” yılı olduğu için hatırladığım turnuvalardan bahsetmek istiyorum. Çok daha eskileri hatırlamak isterdim bu turnuvalarda, en azından Euro 2008’den aklımda bir şeyler kalmalıydı. Türkiye’yi bir daha bir turnuvada bu kadar ilerlemiş görebilir miyiz, bilinmez. İşte o yüzden biraz hafızamda kalmasını isterdim o anların. Ben en fazla Euro 2012’ye kadar geri gidebiliyorum. Oradan da aklımda kalan maçlar çok geç başlıyor: artık turnuvanın sonlarına doğru gelinmiş ve İtalya ile Almanya yarı finalde karşılaşacaktı. Maçın ilk yarısı çok hareketli geçmesinden midir yoksa daha kariyerinin çok başında olan ve dönemin genç yeteneği Mario Balotelli’nin attığı gollerin ardından yaptığı ikonikleşen gol sevincinden midir bilmiyorum bu turnuva benim aklımda bu maçla başlıyor. Bu maçın sonunda Almanya’yı eleyen İtalya, bu turnuvaya Dünya şampiyonu olarak gelmiş ve başlarında Beşiktaş’ın da eski teknik direktörü olan nam-ı değer “Yeniköy Kasabı”, Vicente del Bosque’nin takımı İspanya ile final maçına çıkacaktı. Benim de bu turnuvada tuttuğum takım İspanya’ydı, aynı zamanda çok kişinin de favorisiydi. Gerek kadrosu gerekse oynadıkları futbol ve oyun anlayışları ile bambaşka bir takımdı. O dönem benim de çok sevdiğim oyuncuların hepsi de İspanya’nın bu kadrosundaydı: Torres, Xavi, Iniesta, Fàbregas, Xabi Alonso, Casillas ve daha fazlası… Diğer yandan da İtalya’ya da her zaman turnuvalarda desteklenebilecek bir takım olmuştur benim için. Öyle bakınca bu final tam benim isteyeceğim bir finaldi. Çocuk aklımla İspanya’nın tabiri caizse İtalya’yı ezip geçmesi beni futbola bir kez daha aşık etmişti. Bir sonraki turnuva, Fransa ve Türkiye’nin ev sahibi adaylığı sürecinde Fransa’da yapılması uygun görüşmüştür. Bu turnuvayı 2012’ye kıyasla çok daha net hatırlıyorum. Bu turnuvanın bir diğer önemi de benim hatırladığım Türkiye’nin katıldığı ilk uluslararası turnuvaydı. Kendi maçının yanı sıra 7 farklı maçın skoruna da bağlıydı Türkiye’nin elemeleri geçmesi ve bir mucize oldu, doğrudan turnuvaya katılabildi Türkiye. Turnuva çok sıkıcı bir maç olan Fransa – Romanya karşılaşması ile başlamıştı. O maç Romanya kazansın çok istemiştim ya da en azından puan alsın fakat son dakikada attığı uzaktan golle Payet hayallerimi yıkmıştı. Grup aşamalarında en çok aklımda kalan ise Türkiye’nin performansıydı. İlk maçı izlerken çok heyecanlıydım. Dedem ve anneannemin kentsel dönüşümüne gitmemiş evlerinde, çok eski bir televizyonda izliyordum. Hiç de aklımdan gitmeyen bir görüntüdür yediğimiz gol: top ceza sahası yayına doğru seker, Ozan Tufan bir saniyeliğine saçını düzeltir, Modric uzaklardan vurur ve gol… Zaten Hırvatistan ile birlikte İspanya ve Çekya’nın bulunduğu zorlayıcı bir gruptaydık fakat yine de insanın içinde bir ümit vardı. Fakat her maç Türkiye adına ayrı bir rezaletti desem yanlış olmaz. Sadece sahada oynanan futbol değil, giyilen formalar ve kombinlenen şortlar da çok ayrı bir faciaydı. Grubun Türkiye için ikinci maçını teyzemlerin eski evinde izliyordum ve Türkiye’nin giymiş olduğu turkuaz/beyaz forma ile siyah şort gerçekten de rahatsız ediciydi. İspanyollar da rahatsız olmuş olmalılar ki 3 gol atıp bitirdiler. Turnuvanın son maçını kazansak da o mağlubiyetler kadar aklımda yer etmemiş. Diğer maçlara gelince yine çok heyecanlı bir turnuvaydı. Benim favorim Fransa’ydı. Alttan alttan da bir Belçika’yı destekliyordum, onların gelmekte olan jenerasyonları beni futbol adına heyecanlandırıyordu fakat o jenerasyon hiçbir zaman gelemedi. Fransa gruplardan çıktıktan sonra çok kolay bir yoldan kendini yarı finale getirmiş ve yarı finalde de son dünya şampiyonu Almanya’yı eleyip finale kendini atabilmişti. Turnuva ağacının diğer tarafında kalan Belçika beni şok ederek Galler’e çeyrek finalde elenmişti. Galler’i de yarı finale kadar daha 90 dakika içerisinde hiç galibiyeti bulunmayan Portekiz 90 dakikada yenerek finale kendini atmıştı. Paris’teki finali de çok farklı şekilde güveler basmıştı ve sürekli kameralara konuyordu. Finalde turnuvanın da ev sahibi olan Fransa kesin alır diyordum. Diğer yanda ise daha milli takımlar seviyesinde hiç kupa kazanamamış Cristiano Ronaldo bulunuyordu. Portekiz aynı zamanda yedek kulübesinde Ricardo Quaresma’yı da barındırıyordu. Oraya Beşiktaş ile şampiyon olan Quaresma son 16 karşılaşmalarında uzatmalarda Hırvatistan’ı eleyen golü de atmıştı. Ondan dolayı çok hafif bir Portekiz kazansın mı acaba sorusu aklımda dolanıyordu fakat Ronaldo – Messi tartışmasındaki tutumum da Ronaldo kupayı kazanmasın dedirtiyordu. Böyle düşünürken de maçın daha ilk yarısında Ronaldo sakatlanıp oyundan çıkmak zorunda kaldı. Fakat oyundan çıktıktan sonra bu sene de Beşiktaş’ta kısa bir süre teknik direktörlük yapmış olan ve o dönem Portekiz’in başında olan Fernando Santos ile birlikte kendisi de teknik direktörlük yapıyordu kenarda. Bu final bir öncekine kıyasla biraz daha sıkıcı geçiyordu ve yine 90 dakikası berabere biterken uzatmalarda oyuna giren Éder uzaklardan yerden giden bir şut ile Portekiz’e kupayı kazandırtıyordu. Böylece bu turnuvanın sonunda Portekiz grup maçları dahil olmak üzere sadece bir kere 90 dakikada kupayı kazanmıştı. Keşke kazanmasaydı diyenler 2016 yazında çok olmuştur belki ama 2024 kışında bir daha dendi bu keşkeler. Çünkü biraz önce yukarıda belirttiğim Portekiz teknik direktörü bu başarısı sayesinde seneler sonra ilk defa bir kulüp takımı yönetmek için Beşiktaş’ın başına çok kötü bir dönemde, çok kötü bir futbol anlayışı ile geldi, fakat bu da bir başka yazının konusu olabilir. Bu finalin bir diğer akılda kalan yanı ise Paris’i basan güvelerdi. Sürekli kameranın önünde uçup yerdeki futbolcuların etrafında dolanıyordu güveler. Daha önce bir futbol maçında kameraya konan bir sinek görülmüştür elbet ama bu kadar fazlası bilmiyorum var mıdır tarihte. Son turnuvaya gelince beni en çok heyecanlandıran turnuva olmuştur: Euro 2020. Pandemiden dolayı 2020’de yapılamayıp 2021’de oynandı bu turnuva. Türkiye Şenol Güneş’in teknik direktörlüğünde olağanüstü bir eleme sezonu geçirip turnuvaya katılmaya hak kazanmıştı. Futbolda önlerinde olduğumuz takımlar her zaman sorun çıkartsa da bu elemelerde Arnavutluk ve Moldova’yı yenerek başlamıştık. Üçüncü maç ise Konya’da son dünya şampiyonu, son Euro finalisti ve Euro 2020’nin de daha başlamadan favorilerinden olan Fransa’ya karşıydı. Statta canlı izleyebildiğim için şanslı olduğumu düşündüğüm maçlardandı çünkü bir daha Türkiye’nin Fransa’yı hem skor hem de oyun olarak yenebileceğini düşünmüyorum. Fransa’ya isabetli şut attırmayan takımın dördüncü eleme maçı İzlanda’ya karşıydı. Kazansak elimizin çok güçleneceği maçta ilk otuz dakikada 2-0 geri düşmüş fakat ilk yarıyı 2-1 kapatmayı başarmıştık. O maçı Üsküdar’da lise arkadaşlarımla birlikte bir arkadaşımızın evinde izlemiştik ve o maç, Türkiye’nin bu kadrosu bana çok özel gelmişti. Maçı her ne kadar kaybetse de artık maçlarda geri düşünce kopmayan ve mücadeleyi hiç bırakmayan bir takım oluşmuştu. Bu maçların üzerinde bir de Fransa ile deplasmanda berabere kalınca bu milli takım beni gerçekten heyecanlandırmaya başlamıştı. Ertelenen bu turnuvanın açılış maçı Türkiye ve İtalya arasındaydı. Turnuvanın da en iyi takımlarından olan İtalya doğal olarak bu grubun favorisiydi. Bu maçı eski evimizde yakın bir arkadaşım olan Bora ile izlemiştim. Ezici bir İtalya oyunundan sonra Bora daha ilk maçtan turnuvayı İtalya’nın kazanacağını söylemiş fakat ben hiç emin olamamıştım. Fransa’yı elemelerde yendikten sonra İtalya karşısında da bir sürpriz beklerken sahadan silinmişti takım. Ama zaten hedef onları yenmek değil gruptaki diğer takımlar olan İsviçre ve Galler’i yenmekti ki onları yenecek güce sahiptik. Fakat geri kalan iki maç da Türkiye için kabus gibi geçmiş, üç maçta da üç mağlubiyet alınırken 8 gol yemiş ve sadece 1 gol atabilmiştik. Türkiye adına çok çok kötü geçen turnuva futbol adına çok heyecanlıydı. Benim en keyif aldığım yaz olan 2021 yazını bir de Euro 2020 süslemişti. Maçların bir kısmını İstanbul’da takip ettikten sonra yine Bora ile birlikte Bodrum’a anne ve babamın yanına yola çıkıp turnuvanın geri kalanını orada takip etmiştik. İlk defa bu turnuvada favorim veya desteklediğim bir takım yoktu. Maç maç, tek tek takımları destekliyordum. İtalya ile İngiltere kendinden emin bir şekilde ilerliyordu turnuvada fakat ikisi de bana turnuvayı kazanacak takım havasında gelmiyordu. Fransa penaltılara giden maçta şok bir şekilde İsviçre’ye elenmiş, Çekya Hollanda’yı elemiş, İngiltere Almanya’yı ve de İtalya İspanya’yı eledikten sonra artık turnuvanın bütün büyük takımları elenmişti. Ve finalin adı İtalya İngiltere olmuştu ki aynı zamanda final İngiltere’nin başkenti Londra’da Wembley Stadyumundaydı. Finali Bodrum’da bizim evde izliyorduk. İngiltere maçın daha ikinci dakikasında öne geçmiş ve çok erkenden şampiyonluk şarkıları söylerken İtalya ikinci yarıda eşitliği sağlamıştı. Çok da sıkıcı olmayan final penaltılara gitmişti. Penaltılarda İtalya ikinci penaltıyı kaçırırken İngiltere’de en çok eleştirilen stoperlerden biri olan Harry Maguire kurtarılması çok zor bir penaltı atmıştı. Fakat buradan sonra oyuna sadece penaltı vuruşları için 120. dakikada giren Rashford ve Sancho ikilisi penaltıyı kaçırmıştı. Beşinci ve son penaltıda İtalya’da Jorginho da penaltıyı kaçırmış ve artık durun eşitlenmişti fakat İngiltere yine penaltıyı kaçırıp kupanın sahibi İtalya olmuştu. Euro’ların farklı yazlara farklı keyifler ve heyecanlar kattığı tartışılmaz bir gerçek. Bunu Euro ile kısıtlamamak lazım tabi, bunu sağlayan futbolun kendisidir. 2024 yazındaki turnuvaya gelecek olursak bu turnuvanın ev sahipliğine iki aday vardı Türkiye ve Almanya fakat her zaman olduğu gibi yine Türkiye alamadı ev sahipliğini. Bu turnuvanın Türkiye’de oynanmayacağı belli olduktan sonra Türkiye’ye üst üste UEFA Süper Kupa Finali ve Şampiyonlar Ligi Finali verildi çok büyük ihtimalle sus payı olarak verildi fakat onlara da ev sahipliği yapmak güzel her hâlükârda. Ayrıca Euro 2032 için hem Türkiye hem İtalya başvurmuştu ve iki tarafın da anlaşmasıyla bu başvurular birlikte başvuruya dönüştü ve iki ülke 2032’de Euro’ya eş ev sahipliği yapacak. Bu yaza dönecek olursak, bu turnuvada beklentim Türkiye açısından eğer ilk maçta Gürcistan’ı yenerse gruptan çıkmak için bir şansı olabileceğini düşünüyorum. Fakat ilk maçta bir mağlubiyet moral bozabilir ve aynı zamanda da sonraki rakiplerin daha zor olduğunu kabul etmek lazım: Portekiz ve Çekya. Turnuvanın geneline bakınca yine en güçlü ve en alternatifli kadroya sahip takım olan Fransa, genç ve iyi futbol oynayan bir takım olan İspanya, her turnuvada bir şeyler başarabilir düşüncesi ile gelen ve kadrosunda yine çok formda isimler bulunduran İngiltere, son Dünya Kupası’na katılamamanın hırsı ile gelen son şampiyon İtalya, her turnuva kendini geliştiren yakın zamanın Dünya ikincisi ve turnuvaların başarılı takımı Hırvatistan ve son olarak benim de turnuvayı kazanmasını favori gördüğüm ev sahibi Almanya ön plana çıkıyor. Euro heyecanlandırıyor, yaz ayı heyecanlandırıyor, denize girme isteği artıyor. Bu heyecanlar ve isteklerle birlikte futbol dolu bir yaz mevsiminin ilk ayı Haziran’a giriyoruz.

Ali Aktaş

10 dk.

Zaman

Zaman

“Zaman sadece birazcık zaman…” Sezen Aksu’nun bütün aşkları yüreğinde nasıl gittiğini anlattığı şarkı böyle başlıyor. Ben de ne zaman Zaman kelimesini duysam aklıma bu şarkının başlangıcı gelir. Şarkı “Geçici bu öfke, bu hırs, bu intikam” şeklinde devam eder. Fakat gerçekten duygular zamanla geçer miydi yoksa zamanın çok bir ilgisi yok ve duygular sadece geçer miydi? Yani demem o ki “zamana bırakmak” dediğimiz olayın bir mantığı var mı diye sormak istiyorum. Bunu yapmamanın bir başka yolu var mı ki zaten? “Zaman her şeyin ilacıdır” gibi sözlere çok abartılı ve süslü geliyor bana. Bence her şeyin ilacı zaman değil de unutmak olabilir. E bu da zamanla olan bir şey tabi. İki sene önce canımı sıkan bir olayı düşünüyorum. İlk başıma geldiğinde olayın tamamını hatırlıyordum çünkü o zaman daha dün başıma gelmişti. Daha sonra biraz hikayeyi kendi yorumumla hatırlamaya başladım ve ona inandım. Biraz daha vakit geçtikten sonra şimdi ise bir şekilde o zaman canımın sıkıldığını biliyorum -ve bu benim bazen hala rahatsızı ediyor- fakat olayların tam nasıl gerçekleştiğini hatırlamıyorum. Zihnimde kopuk kopuk anlar olarak kaldılar. Belki de zamana bırakmak da böyle bir şeydi aslında. İlk başta olan biteni çok fazla düşündüğüm için aklımda her ayrıntısı ile yer eden anlar düşünmeye düşünmeye ilk başta başka bir yorumlama ile değiştiler daha sonra da iyice silik hale gelip nasıl gerçekleştiğinden şüphe eder hale geldim. Fakat o dönem bana tavsiye veren arkadaşlarımdan şunu duyduğumu hatırlıyorum: “Düşünmemeye çalış”. Bu noktada iş biraz komikleşiyor. Onlar bana düşünmemeye çalış dedikçe ben neyi düşünmemeye çalışmalıyım diye düşünürken aklıma canımı sıkan olay geliyor ve böyle bir sarmala giriyorum. Aynı pembe fili düşünme dendiğinde aklımıza sadece pembe filin gelmesi gibi bir durum. Başka bir arkadaşım da bana biraz zamana bırakmam gerektiğini söylemişti. Ben de bu gibi durumlarda çok sabırsız olduğum için ne kadar bir zaman diye sormuştum. Espri yaptığım zannedildi fakat ben o an çok ciddiydim. Bizi üzen olayların “acıların” geçmesi için ne kadar bir zamana bırakmak gereklidir? İlk başta bahsettiğim şarkıda Sezen Aksu şöyle devam ediyor: “Acılarımız tarih kadar eski”. Tarih kadar eski olduğuna göre üzerinden çok zaman geçmiştir diye Türkçe ve mantık çerçevesinde devam ediyorum, o zaman bu acılardan da bahsetmeye gerek var mı yoksa zaten üzerinden çok zaman geçtiği için kapanmış gitmiş konular mıdır? Zamana bırakmak konusu genellikle bir de ikili ilişkiler üzerine yaşanan tartışmalarda da tavsiye olarak verilir. Ama mesela iki arkadaş veya bir çift sevgili tartışıp araları açıldıktan sonra üzerine bir de her iki taraf da “zamana bırakmak” kafasına girdiğinde sanki aralar daha da açılıyor ve o an anlatılması gerekenler benim daha demin yukarıda bahsettiğim gibi araya zaman girdiğinden biraz daha yorumlanmış şekilde kafalarda kalıyor ve bazen de hiç konuşulmadan dostlukların ve ilişkilerin bitmesine sebep olabiliyor. Zamana bırakmak çok uzun bir süreç olmaması gerektiğini düşünüyorum. Zaman çünkü hiçbir şey yapmaz. Zaman sadece geçer, ilerler. Zaten zamandır bir insanı öldüren, bir çiçeği solduran, bir şarkıyı bir filmi bitiren… Tabi ki kötü duyguların, hislerin ve acıların da sonunu getiren zamandır fakat iyi şeyleri de zamana bıraktığında onların da sonunun geleceğini unutmamak lazım. Zaman sadece geçer. Galiba yazımı burada bitiriyorum ve ben de Sezen Aksu gibi “Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde”.

Ali Aktaş

5 dk.

Dünyaya Geldik Bir Kere

Dünyaya Geldik Bir Kere

Bildiğimiz kadarıyla dünyaya sadece bir kereliğine gelebiliyoruz, yani yaşayacağımız tek bir hayat var. Sonrasında ne olacağı biraz daha karmaşık bir mevzu. Bu konuda çeşitli inanışlar var fakat o bu yazının içeriği değil. Yaşadığımız bu hayatta bazı gerekliliklerimizin olduğunu düşünüyorum, yerine getirmemiz gereken bir şeylerin olduğu kanısındayım ve aşık olmanın da bu gereklilikler arasında en önce gelenlerden olduğunu düşünmekteyim. Bu gereklilikler arasında en önemlilerinden bir başkasının da üretkenlik, bir şeyler üretmek olduğuna inanmakla beraber onun da ilk sıralarda olduğunu düşünürken çok sevdiğim bir filmde -Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi- “sizce her aşık kendini mucit zannediyor mudur?” diye bir soruyla karşılaşınca anladım ki aşık olmak üretmenin de üstünde bu öncelik sırasında yukarıda olduğuna ve aynı zamanda aslında aşık olmanın da bir nevi üretkenlik olduğuna uzun düşünmeler sonucunda emin oldum diyebilirim. Aşık olmak demişken sadece birine yoğun duygular hissetmekten bahsetmiyorum aynı zamanda bu yaşanılan duygulara karşılık bulmak gerek diğer türlü çok büyük ihtimalle hayat kötü bir ıstıraba dönüyordur herhalde. Aşık olup buna karşılık bulmak da insanın elinde diye düşünüyorum ve tabi ki buna yüzde yüz eminim diyemem. Aşık olmanın karşımızdaki kişiyle güzel ve yeterince vakit geçirdikten sonra hissedilmeye başlanan bir duygu olarak tanımladığım için karşımızdakine bu birlikte geçirdiğimiz vakit süresince davranış şeklimize göre onu da etkilemenin ve ona da bu “aşk” duygusunu hissettirmenin kişinin elinde olduğunu düşünüyorum. Fakat aşkı böyle tanımlarken bunun nasıl bir his olduğunu ve aşık olunduğunda nasıl bir şey hissedildiğini tanımlamak zor olsa gerek. Aşık olmanın önemini kişinin yalnızlığının gitmesini de sağladığı için önemli olduğunu düşünüyorum. “Öylesine” biriyle bir birliktelik yaşamakla yoğun hisler hissedilen biriyle ilişkide olmanın farklı olduğunu tartışmaya gerek yok. Alacağımız kararları danışmaktan tutalım üzüntümüzü paylaşmaya kadar bütün her şeyin konuşulabildiği bir ilişki insanın hayatını güzel ve verimli bir şekilde devam ettirmesi için oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Tabi ki insan sahip olduğu iyi bir aile ile de bu verdiğim örnekleri yaşayabilir fakat aileden biriyle konuşmak ve hayatımıza sonrada giren -ve ilk başta kesin sevme şartı ile tanışmadığımız- biri ile konuşmanın bile ne kadar farklı olduğunu biliyorum. Fakat aşık olmayı her zaman sevgiliye duyulan his olarak görmemek gerekiyor, en azından benim anlatmak istediğim “gereklilik olan aşık olma” fikri sadece bundan ibaret değil. Kurduğumuz arkadaşlıklara da aşık olabiliriz. Çok sevmenin haricinde duyulan bir aşık olma hissinden bahsettiğimi tekrarlamam gerek olmadığını düşünüyorum. Her arkadaşımızla paylaşamayacağımız düşüncelerimizi, hislerimizi paylaşabileceğimiz birkaç kişi ile yaşadığımız normal arkadaşlığın üstünde bir ilişkinin de insan hayatında iyi gelen bir aşık olma süreci olarak nitelendirilebilir. Aynı zamanda bu aşık olma bir insana veya bir canlıya olmak zorunda da değil. İnsan yaptığı işe aşık olunabilir ve hayatı ona göre şekillendirebilir, işe yoğunlaşmaya başladıktan sonra da o yoğunlukta ve ayırdığı zamanda kendini daha iyi hisseder ve bazı dertlerinden uzaklaşabilir. Yalnızlığında yanında işi olur fakat buradaki sorun emekli olduktan sonra o aşk boşluğunu nasıl dolduracağı sorunsalı var ama hiçbir aşk zaten bitmemekle sözlenmediği için bu bütün aşklar için geçerli. Fakat insan her zaman aşkını yeni bir aşk ile doldurabilecek kapasitededir. Farklı bir aşk olarak insan bir yaratıcıya, tanrıya ve/veya bir dine de aşık olabilir. Yalnızlığını onunla çözüp onun yeryüzündeki yansıması olabilir. Din ile birleşip kendini ona adadıktan sonra hayatına başka türlü bir anlam katabilir. Zaten aslında benim de anlatmaya çalıştığım bütün aşkların temelinde hayatın anlamı ve bir arayış yatmaktadır. Bu arayışını aynı zamanda bir spor ile ve bir spor takımı ile de anlamlandırmayı deneyebilir. Özellikle futbolun daha tutkulu takip edildiği ülkelerde bunun örnekleri görülebilir. Napoli’de bir çocuk Maradona’yı tanrısı olarak görüp SSC Napoli’ye açık olabilir. İstanbul’da bir adam Beşiktaş’a aşık olup kendi yalnızlığına onunla çare bulabilir. Anlatmak istediğim aşık olmak hayatımıza bir eşlikçi bulmak, hayatına anlam katmak ve hayatı daha da yaşanılabilir hale çevirmek için bir gereklilik. Dünyaya bir kere geliyoruz aşık olmamız lazım

Ali Aktaş

10 dk.

Bir Şeyler Değişiyor Korkusu

Bir Şeyler Değişiyor Korkusu

Akıp giden hayatta, koşuşturma içinde, hay huy sürerken, küçücük bir değişim insanı ne kadar sarsabilir? Her şey yerli yerinde gibi görünüyor oysa…Aynı rutin, aynı kalıplar, aynı ilişkiler, aynı kısırdöngü… Fakat karşıma çıkan küçük bir değişim, beni bütün hayatı sorgulamaya itti. Aslında buna değişim değil de, konfor alanındaki çok ufak bir farklılık demek daha doğru olur belki de… Ufak ama sarsıcı, ufak ama belirleyici, ufak ama küçük bir domino taşını düşürüp hayatımdaki bir çok şeyi sorgulamama neden oldu. Sahafları gezmeyi seviyorum, özellikle de eski dergileri bir hazine gibi raflarında tutan, sahaf dükkanlarını.  Akbaba gibi cumhuriyetin ilk yıllarına, GırGır gibi 70’lere, 80’lere, Penguen ve Leman gibi 90 ve 2000’lere damga vuran mizah dergilerinin yanı sıra birkaç sayı Sess dergisinin de olduğu mütevazı bir koleksiyona sahibim. Sahafları da gezme motivasyonum bu koleksiyona katabileceğim parçaları bulmaktan geliyor. Güneşli ve güzel bir pazar günü,  yine sahafları dolaşmak için, Kadıköy’ün o çok sevdiğim sokaklarına daldım yine… Dergi konusunda arşivi oldukça geniş olan ve benim de en sevdiklerimden İmge Sahaf’ın yolunu tuttum. Zaman zaman hiçbir şey almasam bile İmge’nin raflarına bakmaktan çok keyif alırım. Hedefsiz, amaçsız giderim bazen, hiçbir şey olmasa bile, dergileri veya kitapları karıştırmak, sahaf ruhunu içime çekmek için bile giderim zaman zaman İmge’ye. Fakat bir süredir vakitsizlikten uğrayamadığım bu sahaf dükkanını bir türlü bulamadım. Yerinde yoktu. Kadıköy’de o sokaktan girdim bu sokaktan çıktım ama bir türlü göremedim. Canım sıkıldı.  Orada olmayacağını bildiğim sokaklara bile girip çıktım. Yaklaşık bir saat geçti ama ben İmge Sahaf’ı bulamadım.  Çaresizce her zamanki yerine tekrar döndüm. Bir anda muhteşem bir hayal kırklığıyla bu yazının fotoğrafı ile karşılaştım. Kepenkleri yarıya kadar indirilmiş ve içi de boşaltılmıştı İmge Sahaf’ın. Yaklaşıp camdan içeriye baktım fotoğrafı çekmeden önce. Gözümün önüne içerisinin bütün rafları, masaları, merdivenin etrafı geldi ve gitti. Bütün hevesim kaçmış artık günümün çok bir amacı kalmamış ve kafam da tamamen boşalmış, hiçbir şeyi düşünemez olmuştum. İşte en tehlikeli düşünceler de o zaman gelir aklıma. Yine aynısı oldu ve kendi kendime şu soruyu sordum:  “Konfor alanım  değişiyor mu yoksa?” İnsanın konfor alanını kendisi ve üretkenliği için değiştirmesi gerektiği düşüncesine ben de inanıyorum fakat kendimle ilgili bu değişimin, benim dışındaki nedenlerle gerçekleşmesi bana korkutucu geliyor. Geleceğin de belirsizliği varken bir de şimdinin istenmeyen bir şekilde değiştiğini hissetmek, stresi ve paniği de tetikliyor beraberinde. Bu düşüncelerin başlangıcı tabi ki de sadece bir sahaf dükkanının kapanması değil. İmge Sahaf’ı bıraktığım yerde bulamamak, bende bir farkındalığa yol açtı. Konuya sadece genel hatlarıyla bakınca, artık bir yetişkin olmanın verdiği sorumluluklar ve o sorumlulukların yarattığı farklılıkları var. Kimsenin benden bir şey beklentisi olmasa bile benim kendi beklentilerim var. Zaman değişiyor, hayat değişiyor, tabi etrafımdaki insanlar da değişiyor. Benim farkındalığım hep olumsuzluklar üzerinden gittiği için hayatıma yeni giren sevdiğim insanları değil de hayatımdan çıkan veya değişen insanları da düşündüm. Eski arkadaşlarımı, birlikte geçirdiğimiz zamanları düşündüm. Şu an hayatımda olan arkadaşlarımı düşünürken de onların da aslında biraz değiştiğini ve devam etmesi zorunlu bu değişimle, dostluklarımızın nasıl değişebileceğini düşündüm. Bencilce ama üzücü bir düşünce olduğunu kabul ediyor ve insanları olmasını istediğimiz şekilde tekrardan yaratamayacağımızı da biliyorum. Mezun olduğum, Boğaziçi Üniversitesi’nin, yaşadığı değişim de bu düşüncelere eklendi. Bir üniversiteye hissedilebilecek en büyük hayranlıkla kapısından girdiğim okuldan, yaşadığı kötü değişimi ve uğradığı tahribatı göre göre mezun oldum. Eskiden oturduğum ev ve ona duyduğum özlem bile aklıma geldi. Hepsinin üstüne bir de İstanbul’un -aynı zamanda Türkiye’nin- yaşadığı değişimi ve insanların duygularının nasıl olumsuza doğru gittiğini ve artık çoğunluğun mutsuz olduğunu düşündüm. Bunları düşüne düşüne yürürken, bir de Rexx’in yanından geçmemle düşüncelerim fiziksel olarak da karşıma çıktı.    Bütün bu düşünceler beni iyiden iyiye sararken yürüyerek eve döndüm. Okuduğunuz bu satırlar, sizlere abartılı gelebilir tabi ki ama bir sahafın dükkanının kapandığını gördükten sonra hissettiklerim, beni bu düşüncelere itti işte. Şehirde artık kendimi rahat hissettiğim, yalnız kalabildiğim ve vakit geçirmeyi sevdiğim bir yer eksilmişti. Yavaş yavaş değişen bu şehrin değişimini bir anda hissettiğim için hepsi birden bana fazla geldi. İstanbul’da nerede yaşamak isterim sorusu da zihnimde tekrardan yer etti. Hiçbir mahallede de kendimi rahat hissedemeyeceğim cevabı da bu sorunun yanına ilişti kaldı. Önceden sorulduğunda veya düşündüğümde bu soruyu her zaman bir cevabım olurdu fakat artık o da yok. Değişen binalar, sokaklar, insanlar ve şehrin yanına bir de değişen ben ve fikirlerim eklendi. İyice korktum, çünkü her zaman insanın kendini rahat hissedebileceği bir yer olmalı diye düşünüyor ve bu yeri de o kişinin doğup büyüdüğü -başka bir deyişle daha fazla vakit geçirdiği- kendi hayatını kurduğu yer olabileceğini düşünürdüm. Fakat artık bu korkuyla birlikte ondan da emin olamıyorum. Başka bir şehre veya yurt dışına taşınsam bile kendimi asla ait hissedemeyeceğimi düşünmeye başladım. Bu düşüncelerle geçirdiğim günlerden bir gün, telefonumda “Safari” uygulamasına girdim ve açık kalan sekmelerden birine tıkladım. Ne tesadüftür ki bu sekme İmge Sahaf’ın adresine bakmak için kullandığım sekme. Google’daki adres sayfası da buranın kapanması ile güncellenmiş fakat küçük iki detay eklenmişti: “Geçici olarak kapalı” ve “Çok yakında yeniden beraberiz.” cümlelerini okuyunca  bile içine daldığım bu korkulu düşüncelerden kurtulamadım. Beni bu düşüncelere, çok sevdiğim sahaf dükkanının kapandığını görmek iterken, yeniden açılacağını öğrenmek bile kendime getiremedi. Konfor alanımın değiştiğini bir kere abartılı bir şekilde fark edince korkmuyorum demek yalan olurdu benim için. Fakat bu değişimi kabullenip biraz da kendimi buna hazırlıyorum sanki. Biraz uzaklaşmaya çalışıyorum bu değişikliklerden, biraz da onlarla yüzleşmeye. Öyle ya da böyle son zamanlarda yaşadığım ve yaşamakta olduğum bir korku durumu bu.

Ali Aktaş

15 dk.

Bir Takımı Tutmaktan Vazgeçilebilir Mi?

Bir Takımı Tutmaktan Vazgeçilebilir Mi?

Uluslararası alanda başka sporlarda daha başarılı olsak da Türkiye’de en önde gelen sporun futbol olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Futbol takımları da her ne kadar diğer spor branşlarında da genellikle takımları olsa ve onlar da aslında futbol kulübü değil de bir spor kulübü olsalar da çoğunlukla sadece futbol takımına odaklanılır. Fakat her zaman işler yolunda gitmez… Tuttuğumuz takımda işler iyi giderken desteklemek kolaydır. Bu takımlar her zaman da iyi dönemlerden geçmiyor. Kötü gidişlerin en sıkıntılı noktası da bir taraftar olarak bu kötü gidişatı durdurabilecek elinden gelen hiçbir şey olmaz. Peki görünen kötü gidişat bir taraftarı bu kadar tutkuyla bağlı olduğu kulüpten vazgeçirebilir mi? Bir takımın taraftarı olmak çok farklı ve özel bir duygudur. Hiç tanımadığın insanlarla aynı duyguları paylaşırsın, takımın gol attığında hiç tanımadığın bir insan sarılırsın veya aynı üzüntüyü paylaşırsın. Hiç yan yana gelmez dedin insanlar bile konu taraftarlık olunca yan yana gelir. Bazen koskoca bir şehrin umudu olur bir takım, bazense bir şehrin en büyüğü olma çabası ve rekabeti vardır. Hayatta her zaman her şey yolunda gitmediğinde insanın kaçacak bir noktasıdır aynı zamanda tuttuğu takım. Belki de hiç kimseye karşı hissedemediği hislerin bir dışavurumudur. Yaşanılan ilk heyecan, duyulan ilk hüzündür. Ve bir taraftar sadece dışarıdan izler takımını, bağırır çağırır, tezahüratlar marşlar söyler fakat bazı şeyler kötü gitmeye başladığında da kendini yiyip bitirmekten başka da bir şey gelemez elden… Belki kulüp üyesi olup oy kullanabilir, belki başkan adayı olabilir. Ama bu başkanlık da aslında taraftarın olabileceği bir statü değildir. Taraftar olmak bireysel değil toplu bir organizasyondur, başkanlık ise tek kişi ve diğer beş on yöneticiden ibaret. Kendimi bildim bileli Beşiktaşlıyım desem yanlış olur. Ben kendimi bilmiyorken de Beşiktaşlıydım. Hatta ben daha doğmadan bile Beşiktaşlıydım desem yalan olmaz. Beşiktaşlı olmak ailemden bana geçen genlerin bir parçasından başka bir şey değildi. Beşiktaş’ın kötü gittiği zamanlar belki de benim gördüğüm iyi gidişatlarından daha fazla olmuştur. Fakat her zaman bu takımı tutmanın bir duruşu ve anlamı vardı. Takımın misyonu ve duruşu, taraftar grubunun yaptığı protestolar ve kulüp yapısı ile Beşiktaşlı olmak “galibiyetlerüstü” bir yerdeydi. Bir maçta son dakika kaçan bir pozisyonla galibiyet kaçınca bütün futbolcuların kendini yere bırakması, Van depremi sonrası sahaya atılan atkılar ve formalar, taraftar gruplarının hiçbir zaman bitmeyen desteği ve yaratıcı tezahüratları, ve daha bir çok şey Beşiktaşlı olmak için yeterli şeylerdi… Beşiktaş’ın başkanları her zaman protesto edilmiş ve tabiri caizse “küfür kıyamet” gönderilmiştir. Efsane ve onursal başkan olarak anılan Süleyman Seba için bile aleyhinde tezahüratlar yapmıştır Beşiktaş taraftarı. Seba’dan sonraki başkanlar da ağır ve sert protestolarla karşı karşıya kalmışlardır. Bu protesto ve tepki dönemleri bir başka deyişle takımın kötü gidişleridir. Bu kötü gidiş dönemlerini söylediğim gibi çok fazla görmüş olsak da bugünlerde yaşadığımız kötülüğü, rezilliği ve iş bilmezliği daha önce Beşiktaş’ı geçtim başka hiçbir takım yaşamış mıdır? Zannetmiyorum. Beşiktaş’ın bu dönem içerisinden geçtiği süreçte ilk başta başkan ve yöneticiler olmak üzere çok fazla saçmalıklarla taraftarı kulüpten soğuma noktasına getirmiştir. Kötü giden dönemlerde verilebilecek en mantıklı kararlardan biri olan seçime gitme kararı bile hatalı (çok ileri bir tarihe) alınmış ve protestoların dinmesine, kulüpteki gergin havanın dağılmasına sebep olamamıştır. Bu dönemlerde bu yönetimin verdiği kararları, takımdaki futbolcuların umursamazlık seviyelerini ve seçimdeki başkan adaylarını görmek Beşiktaş üzerine hiçbir zaman sormayı düşünmeyeceğimi zannettiğim bir ikilemi aklıma getirdi: Acaba bu gördüğüm Beşiktaş benim bildiğim o Beşiktaş değil ve bundan uzaklaşıp bırakmak mı gerek yoksa biraz daha bağlanmak mı? Bu sorunun cevabı her zaman bellidir benim için: Beşiktaş bırakılmaz! Fakat bu soruyu düşünüyor olmak bile o kadar çok sevdiğin -hatta belki abartarak sevdiğin- ve hayatının önemli bir parçası olan değerlerin hakkında böyle düşünmenin çok fazla üzücü olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Gelinen bu noktada hiç kimsenin de Beşiktaş’ın iyiliğini düşünmediği de aşikar. Herkes sadece bir şekilde seçilecek yönetimde olmayı ve kendine bir “güç” ve “title” katma peşinde. Bu durum 2018 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin o dönemki cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin yaşadığı asansör tartışmasına benzemekte: Bir sabah parti genel merkezine gelen sayın İnce asansöre biniyor ve onunla “yanında” yukarı çıkmak isteyen herkes o asansöre biner. Fakat asansör aşırı yükten hareket edemez, birilerinin asansörden inmesi söylenir ve kimse o asansörü terk etmeyince en sonunda Muharrem İnce’nin kendisi iner. Beşiktaş’taki durum da bir nevi budur. Kimse fedakarlık yapmak istemiyor, kimse Beşiktaş’ın iyiliğini kendi çıkarlarının önünde düşünmüyor… Benim için Beşiktaş her zaman umuttan ibaretti. Bu takımı romantik bir şekilde tutan ve aşık olmuş bir taraftarım: Benim için Beşiktaş umuttur. Fakat ben kendimi ilk defa bu kadar umutsuz ve karamsar hissediyorum. Çok büyük olasılıkla Beşiktaş’ı zor ve karmaşık günler bekliyor. Bu gönülden seven taraftarlar için çok sıkıntılı ve rahatsız edici günler demektir. Sonuç olarak ilk başta sorduğum soruya geri dönmek istiyorum: Bir takımı tutmaktan vazgeçilebilir mi? Bilmiyorum, ama Beşiktaş’tan vazgeçilmez. Tarihte yaşanmayan rezilliklerle dolu bir yönetim ve dönemden geçse de her hafta Beşiktaş maçlarını hala heyecanla bekliyorum, çocukken gittiğim ve tribünleri izlemekten maçı izleyemediğim stat atmosferleri hala gözlerimde, evde Beşiktaş gol atınca babama sarılmam hala aklımda, maç bittikten sonra skoru anneme söylemek için koşturma heyecanımı hala hissediyorum, Beşiktaş’ı seviyorum. Yazımı babamın çok sevdiğim bir lafıyla tamamlamak istiyorum: “Ben Beşiktaş’ı futboldan, Beşiktaşlılığı da Beşiktaş’tan daha çok seviyorum.”

Ali Aktaş

15 dk.

İKİLEMLER BENİM ANLADIĞIM İKLİMLER İKLİM

İKİLEMLER BENİM ANLADIĞIM İKLİMLER İKLİM

Yazıma bir başlık bulmakta çok zorlandım. Çok basit bir şekilde bu ayın konusu olan “ikilemler” yapayım dedim ama beğenmedim, bu kadar basit olması hoşuma gitmedi. Yazımı en baştan okuyunca da fark ettim ki ne kadar fazla “benim anladığım” ifadesi ile başlayan cümleler kurmuşum diye düşündüm, bari o olsun dedim fakat anlayacağınız o da içime sinmedi, hem ne kadar bir şey anlamış olabilirim diye düşündüm. Yazımın içeriğine uydurabileceğim bir kelime oyunu ile bu ayın teması olan kelimenin harfleri ile oynayarak “iklimler” olsun diye düşündüm fakat göreceğiniz o ki onu da beğenmedim ve üzerini çizdim. İlerleyen satılarda da yazı daha iyi anlaşılacağı üzere iklimler yerine “iklim” daha güzel olacak diye düşündüm fakat o zaman da kelime oyunu olmuyor ve anlamsız kalıyor diye ondan da vazgeçtim. Kısacası ikilemlerden ve arada kalmaktan bahsetmek için oturduğum bilgisayar başında başlığım için yaşadığım arada kalmışlık yüzünden ekrana bakakaldım. Benim için “ikilem” arada kalmanın bir başka halidir. Yazımın başında yaşadığım bu küçük ikilem aslında hayatın en mikro örneğe indirilmiş hali olarak görülebilir. Benim yaşadıklarımdan anladığım kadarıyla hayat karar almaktan ibaret. Ve bu karar almak her zaman bizi bir ikilemde veya bir başka deyişle arada bırakıyor. Basit bir akıl yürütme ile hayatın sürekli karşımıza çıkan ikilemler olduğu çıkarımını yapmak da mantıksız olmaz. Kararlarımızda her zaman arada kalma durumunda olmuyoruz tabi ki de. Her kararda da zorlanmıyoruz fakat hayatımızı şekillendirenler de her zaman bu zor seçimler oluyor. Ya da aldığımız kararın zor olması bize hayatımızı değiştireceğini düşündürtüyor da olabilir. Bu kararı verebilmek en ağır taşı kaldırmaktan da, en zor matematik problemini çözmekten de zor olacağı için bunu başardıktan sonra “bir şeylerin değişmesini beklemek” çok doğal bir durum olsa gerek. Fakat benim anladığım ve gördüğüm o ki her ne karar verirsek verelim değişmesini beklediğimiz o “şeyler” bir türlü değişmiyor. En azından kendi adıma konuşayım boşuna sizi dahil etmeyeyim, hem nasıl hayatımızı aldığımız kararlarla ve arada kaldığımız ikilemlerden çıkardığımız sonuçlarla şekillendirsek de hiçbiri yeterli olmayacak gibi geliyor. Aldığımız kararlar bizi hayatta aradığımız o “anlam arayışına” yakınlaştırdığı zannedilse de aslında bizi “hayat sadece bundan ibaret olmamalı” fikrine daha çok ittiğini düşünmeye başladım. Kendimize nasıl bir yol çizersek çizelim eninde sonunda aldığımız cevapların bizi tamamen tatmin etmeyeceği ve “Bu muydu? Daha fazlası olması gerekmez miydi?” diye soracağımız bir noktaya doğru ilerliyormuş gibi bir his var içimde yavaş yavaş kendi hayatımı kurmaya çalışırken. Peki bu duyulduğu kadar korkulası bir durum mudur? Kesinlikle hayır deyip kimseyi kandırmayayım. Duyulduğu kadar rahatsız edici olmasa da insanın içini her zaman rahatsız edecek bir duygudur. Nasıl bir hayatta mutluluğu en çok elde edeceğimizi veya hayattan maksimum tatmini alacağımızı fark edememek insana hep sıkışmışlık hissini yaşatacak. Elbette mutluluğa ulaşmak bu hayatın kesin ve nihai amacı olduğunu düşünmüyorum, burada “mutluluk” kelimesini kullanışım hayatı güzel yaşamanın en güzel ve genel tanımı olduğunu düşünüyorum. Yoksa bu konu da başka bir yazının konusu olur, neyse. Durup düşünüldüğünde sanki kendi aklında bile hareket edemeyip tabiri caizse kara saplanıp kalmak gibi bir hissi insanın zihnine bırakıyor bu düşünce. Sanki tek bir iklimi yaşıyormuş da onun da en sert yaşandığı bir günde hiçbir şey yapamaz hale gelmek gibi bir his. Evinin içinin bile karla kaplı olması gibi. Fakat hayattan keyif almanın ilk adımı da burada olmalı. Eğer kara saplanıp kalmaksa hayat, kar topu oynamak veya kardan adam yapmak da bir ihtimal, evde oturup karın yağmasından söylenmek de. Hayattan keyif almayı ve bu tatminin maksimuma çıkarabilmeyi en basit şekilde tanımlamak istediğimde bunun iki yolu olduğunu söylüyorum. Bunlardan biri bir şeyler üretip bu dünyaya bir iz bırakmak ve ikincisi de aşık olmak ve tabi ki karşılık alabilmek. Bu iki ihtimalden en az birini yakalayabilmek hayatta mutlu olmanın temeli olarak görüyorum. Aşık olmak illa sevgili bağlamında bakılmamalı, ilk akla geldiği şekilde bir insana, hayat arkadaşına aşık olmak da bir aşk, yaşadığımız dostluklar da, hayvanlarla kurduğumuz bağ da veya dini bağlar da bir biçimde bu aşkın örnekleridir. Tabi ikisini de bulduğumuzda bambaşka bir şey konuşmaya başlarız. Bizim de bu dergiyi çıkarmamızın en temel sebebi de en azından bu iki ihtimalin ilk ayağını tamamlayabilmekti. Yani bir başka deyişle bu karlı günlerde hep beraber bir kardan adamı yapmaya başladık. Yazımın resminde karların arasındaki çöp adam da aslında hepimizi, herkesi temsil ediyor aslında. Hepimiz her hâlükârda bir şekilde kara saplanmış bir şekilde hayata devam ediyoruz. Herkes karlardan sıkışmak yerine hareket etmeyi tercih ediyor ve çıkış noktamız farklı olabilir. Kaldığımız aralar ve ikilemlerde verdiğimiz kararlar hayatımızı belirliyor ve bir kere yaşayacağımız bu hayatta bunun ağırlığı çok. Verdiğimiz kararlar her ne kadar “Hayat bu muydu?” duygusuna bizi yaklaştırsa da benim çıkış noktalarımda en azından dünyada bıraktığım izler ve yanımdakiler, bu ikilemlerin bana kattıkları olacak, biliyorum.

Ali Aktaş

10 dk.

Sevdiğim 4 Yönetmene Başlama Rehberi

Sevdiğim 4 Yönetmene Başlama Rehberi

Bazı filmleri izlerken o filmin hangi yönetmene ait olduğunu onların filmlerde yer verdiği kendilerine özgü detaylarla anlaşılabilir. Öte yandan kimi yönetmenlerin filmografisine bakınca da farklı farklı türlerden filmler görülebilir. Örneğin Stanley Kubrick; bir filmi uzay gemisinde geçerken diğer filminde bir otelde veya bir diğer filmi de illuminati partilerinde geçiyor. Tabi ki Kubrick’in filmlerinde de kendisine özgü teknikler görebilmek mümkün. Belki de ben aşağıda yaptığım listeye Kubrick’i almak istemiyor olduğum için kendimce bahane üretiyorum. Neyse Kubrick iyi olsun, huzur içinde uyusun. Aşağıda yaptığım listede sevdiğim 4 yönetmenin filmlerini kendimce izlemeye hangi filmden başlanmalı tavsiyesi verme amacındayım. Dediğim gibi bu liste tavsiye niteliğindedir, bir reçete değildir. İlla da bu adamın bu filminden başlayın gibi iddialı bir cümle kesinlikle kullanmıyorum. #1 Quentin Tarantino En sevdiğim yönetmen diyebileceğim biri. Filmlerinde kullandığı kurgu teknikleri, müzikler, karakterler ve diyaloglar, şiddet sahneleri ve filmlerinin konuları ile kendine has bir yönetmen. En iyi filmi hangisi diye düşünmem gerekirse hiçbir şekilde bir liste, bir sıralama yapamayabilirim. Kill Bill 1 ve 2, Reservoir Dogs, Django: Unchained, Inglourious Basterds… Bütün filmleri insanı sinema dünyasının büyüsüne yakalatan ve film izlemeyi inanılmaz bir zevke dönüştüren kendine özgü bir tarzı var Tarantino’nun. Bana kalırsa da Tarantino İzlemeye Pulp Fiction ile başlamanın uygun olduğunu düşünüyorum. 1994 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi ve aynı dönem Oscar törenlerinde de adaylıklarının yanı sıra en iyi özgün senaryo ödülünü kazanan bu film birden fazla hikayeyi aynı anda anlatan ve onların kesişmelerini gördüğümüz bir film. İlk hikayede bir restoranda soygun planlayan bir çift, ikinci hikayede patronlarının kendisini dolandırmaya çalışanlar için tuttuğu iki tane tetikçiyi, üçüncü hikayede şike yapması istenen bir boksörü, dördüncü ve son hikayede de ikinci hikayedeki tetikçilerden birinin patronunun karısı ile geçirdiği bir geceyi konu ediniyor. Bu dört hikaye de iç içe geçmiş durumda. Tarantino’yu her yönü ile gördüğümüz, diyalogları, aksiyonu, şiddet sahnelerini bir arada gördüğümüz ve onu tanımak için ve filmlerini izlemeye başlamanın en güzel yolu olabilir Pulp Fiction. #2 Nuri Bilge Ceylan Türk sinemasının en önemli ve en başarılı yönetmenlerinden biridir. Ben onu izlemeye 2014 yılında kendisi Kış Uykusu’nun Altın Palmiye’yi kazandıktan sonra vizyona girdiğinde Kadıköy’de Rexx Sineması’nda izlemeye başlamıştım. Ortaokulu o gün bitirmiştik, Cem, Osman ve de yanılmıyorsam Bora ile birlikte 3 saati biraz daha aşkın bir süreli farklı bir film yolculuğuna çıktık. Bana kalırsa bu filmini en iyi ya da en iyi ikinci filmi olarak kendimce bir liste yapabilirim fakat bu yazıda yaptığım listede Nuri Bilge Ceylan’ı izlemeye başlama listesi yaptığım için yine en sevdiğim filmi ile değil de kendisini en iyi tanıyabilecek filmini tavsiye etmek istiyorum: İklimler. Başrolünde kendisinin olduğu ve ona da şimdiki eşi Ebru Ceylan’ın eşlik ettiği film aralarında sorun olan bir çifti ve onların ilişkilerini anlatıyor. İkili ilişkileri, insanın anlam arayışını ve yalnızlığını, ve bunları da güzel bir sinematografi ile mevsimlerle birleştiren güzel bir film. Diyaloglar, kamera açıları, ve film içindeki fotoğraf gibi sahnelerle Nuri Bilge Ceylan sinemasını tanımanın 98 dakikalık bir yolculuk. #3 Martin McDonagh Tiyatro yönetmenliğinden gelen ve filmleri de bir tiyatro havasında olan bir yönetmen. Genellikle diyaloglar üzerine giden ve karakter ile mekan odaklı filmleri yapan Martin McDonagh’ı Spaghetti Western podcastimizde çok fazla konuştuk. Çok büyük ihtimalle de yeni bir film çektiğinde bir daha bir daha konuşuyor olacağız. McDonagh’ın film listesine baktığımızda ben bu sefer onu tanımaya başlamak için onun bana göre en güzel filmini tavsiye ediyorum: The Banshees of Inisherin. Çok yakın iki dost olan Padraic ve Colm, bir sabah Colm’un artık Padraic ile hiçbir sebep yokken arkadaş olmak istememesini ve bunu açık açık lafını esirgemeden ona söylemesini konu alıyor. Colm o kadar ciddi ki bu konuda, eğer Padraic onunla konuşmaya devam ederse tek tek kendisinin parmaklarını kesmek ile tehdit ediyor onu. Oscar’a da aday olan bu film her ne kadar törenden eli boş dönse de bu film Martin McDonagh sinemasını tanımak için çok iyi bir yol. McDonagh sinemasının ana elementlerinden olan gri karakterlerin, arafta kalmışlığı ve diyalogları ile şahane güzellikte bir film. Onun en iyi filmini izleyip diğer filmlerine bu beklenti ile girmek onun filmografisini keşfetmeyi daha keyifli bir hale getirebilir. #4 Damien Chazelle Aslında yazımın ilk başlarında yazmış olduğum Stanley Kubrick örneğine benzer bir yönetmen olarak görebiliriz Damien Chazelle’i. Galiba sırf bu listeye eklememek için bir bahane ile Stanley hocayı örnek verdim fakat daha sonra Damien Chazelle örneğini vermeden edemedim. Damien Chazelle’in filmografisine bakınca da birbirinden farklı konseptte ve konuda filmleri görüyoruz. First Man filminde aya giden ilk astronot, Neil Armstrong’u, Whiplash filminde konservatuar öğrencisi bir genç ile onun sert ve baskın öğretmeninin ilişkisini, Babylon filminde sessiz sinema döneminde sinemada ses kullanımına geçişi ve La La Land filminde Los Angeles’ta yolları kesişen bir aktris ve caz sanatçısını anlatıyor. Birbirinden farklı ve birbirinden güzel bu filmlere başlamanın ve gerisini merak etmenin en iyi yolu bence Damien Chazelle’in en iyi filmi olan La La Land’den geçiyor. Bir müzikal havasında olan bu film Mia ve Sebastian’ın ilişkisini ve ikisinin de hayatta kendine bir yol bulma hikayelerini çok güzel bir şekilde işliyor. Damien Chazelle’i izlemeye bu filmle başlamak onun diğer filmlerine olan heyecanı arttıracaktır.

Ali Aktaş

15 dk.