Turnuva Yazıları

Futbol önemsiz şeylerin en önemlisidir.

Arrigo Sacchi

Futbol sadece bir takım tutmaktan, onu desteklemekten ibaret değil, çok daha fazlasıdır. Beşiktaş’a karşı bütün güzel duyguları en yoğun şekilde besleyen biriyim, hiçbir maçı izlerken o kadar heyecanlanmam veya hiçbir takımın yenilgisine Beşiktaş’ın mağlubiyeti kadar üzülmem. Ama futbola da hemen hemen bir o kadar değer veririm. Ben Beşiktaş’ı futboldan, futbolu da önemsiz olan her şeyden çok seviyor olabilirim.

Futbol hakkında konuşmak, maçları teknik açıdan yorumlamak, futbolun kurallarını bir maça göre yorumlamak, hepsi bambaşka bir zevk verir insana. Mesela Şampiyonlar Ligi müziğini duymak bile ne kadar mutlu eder insanı. Futbolu taraftarlıktan ayrı takip etmek başka ligleri ve uluslararası turnuvaları takip etmekle geçer. Bu turnuvaların da yaz mevsimi ile ortak olanları Dünya Kupaları ve Euro diye adlandırılan Avrupa Şampiyonası’dır. 2024 de bir “Euro” yılı olduğu için hatırladığım turnuvalardan bahsetmek istiyorum.

Çok daha eskileri hatırlamak isterdim bu turnuvalarda, en azından Euro 2008’den aklımda bir şeyler kalmalıydı. Türkiye’yi bir daha bir turnuvada bu kadar ilerlemiş görebilir miyiz, bilinmez. İşte o yüzden biraz hafızamda kalmasını isterdim o anların.

Ben en fazla Euro 2012’ye kadar geri gidebiliyorum. Oradan da aklımda kalan maçlar çok geç başlıyor: artık turnuvanın sonlarına doğru gelinmiş ve İtalya ile Almanya yarı finalde karşılaşacaktı. Maçın ilk yarısı çok hareketli geçmesinden midir yoksa daha kariyerinin çok başında olan ve dönemin genç yeteneği Mario Balotelli’nin attığı gollerin ardından yaptığı ikonikleşen gol sevincinden midir bilmiyorum bu turnuva benim aklımda bu maçla başlıyor. Bu maçın sonunda Almanya’yı eleyen İtalya, bu turnuvaya Dünya şampiyonu olarak gelmiş ve başlarında Beşiktaş’ın da eski teknik direktörü olan nam-ı değer “Yeniköy Kasabı”, Vicente del Bosque’nin takımı İspanya ile final maçına çıkacaktı. Benim de bu turnuvada tuttuğum takım İspanya’ydı, aynı zamanda çok kişinin de favorisiydi. Gerek kadrosu gerekse oynadıkları futbol ve oyun anlayışları ile bambaşka bir takımdı. O dönem benim de çok sevdiğim oyuncuların hepsi de İspanya’nın bu kadrosundaydı: Torres, Xavi, Iniesta, Fàbregas, Xabi Alonso, Casillas ve daha fazlası… Diğer yandan da İtalya’ya da her zaman turnuvalarda desteklenebilecek bir takım olmuştur benim için. Öyle bakınca bu final tam benim isteyeceğim bir finaldi. Çocuk aklımla İspanya’nın tabiri caizse İtalya’yı ezip geçmesi beni futbola bir kez daha aşık etmişti.

Bir sonraki turnuva, Fransa ve Türkiye’nin ev sahibi adaylığı sürecinde Fransa’da yapılması uygun görüşmüştür. Bu turnuvayı 2012’ye kıyasla çok daha net hatırlıyorum. Bu turnuvanın bir diğer önemi de benim hatırladığım Türkiye’nin katıldığı ilk uluslararası turnuvaydı. Kendi maçının yanı sıra 7 farklı maçın skoruna da bağlıydı Türkiye’nin elemeleri geçmesi ve bir mucize oldu, doğrudan turnuvaya katılabildi Türkiye. Turnuva çok sıkıcı bir maç olan Fransa – Romanya karşılaşması ile başlamıştı. O maç Romanya kazansın çok istemiştim ya da en azından puan alsın fakat son dakikada attığı uzaktan golle Payet hayallerimi yıkmıştı. Grup aşamalarında en çok aklımda kalan ise Türkiye’nin performansıydı. İlk maçı izlerken çok heyecanlıydım. Dedem ve anneannemin kentsel dönüşümüne gitmemiş evlerinde, çok eski bir televizyonda izliyordum. Hiç de aklımdan gitmeyen bir görüntüdür yediğimiz gol: top ceza sahası yayına doğru seker, Ozan Tufan bir saniyeliğine saçını düzeltir, Modric uzaklardan vurur ve gol… Zaten Hırvatistan ile birlikte İspanya ve Çekya’nın bulunduğu zorlayıcı bir gruptaydık fakat yine de insanın içinde bir ümit vardı. Fakat her maç Türkiye adına ayrı bir rezaletti desem yanlış olmaz. Sadece sahada oynanan futbol değil, giyilen formalar ve kombinlenen şortlar da çok ayrı bir faciaydı. Grubun Türkiye için ikinci maçını teyzemlerin eski evinde izliyordum ve Türkiye’nin giymiş olduğu turkuaz/beyaz forma ile siyah şort gerçekten de rahatsız ediciydi. İspanyollar da rahatsız olmuş olmalılar ki 3 gol atıp bitirdiler. Turnuvanın son maçını kazansak da o mağlubiyetler kadar aklımda yer etmemiş.

Diğer maçlara gelince yine çok heyecanlı bir turnuvaydı. Benim favorim Fransa’ydı. Alttan alttan da bir Belçika’yı destekliyordum, onların gelmekte olan jenerasyonları beni futbol adına heyecanlandırıyordu fakat o jenerasyon hiçbir zaman gelemedi. Fransa gruplardan çıktıktan sonra çok kolay bir yoldan kendini yarı finale getirmiş ve yarı finalde de son dünya şampiyonu Almanya’yı eleyip finale kendini atabilmişti. Turnuva ağacının diğer tarafında kalan Belçika beni şok ederek Galler’e çeyrek finalde elenmişti. Galler’i de yarı finale kadar daha 90 dakika içerisinde hiç galibiyeti bulunmayan Portekiz 90 dakikada yenerek finale kendini atmıştı. Paris’teki finali de çok farklı şekilde güveler basmıştı ve sürekli kameralara konuyordu. Finalde turnuvanın da ev sahibi olan Fransa kesin alır diyordum. Diğer yanda ise daha milli takımlar seviyesinde hiç kupa kazanamamış Cristiano Ronaldo bulunuyordu. Portekiz aynı zamanda yedek kulübesinde Ricardo Quaresma’yı da barındırıyordu. Oraya Beşiktaş ile şampiyon olan Quaresma son 16 karşılaşmalarında uzatmalarda Hırvatistan’ı eleyen golü de atmıştı. Ondan dolayı çok hafif bir Portekiz kazansın mı acaba sorusu aklımda dolanıyordu fakat Ronaldo – Messi tartışmasındaki tutumum da Ronaldo kupayı kazanmasın dedirtiyordu.

Böyle düşünürken de maçın daha ilk yarısında Ronaldo sakatlanıp oyundan çıkmak zorunda kaldı. Fakat oyundan çıktıktan sonra bu sene de Beşiktaş’ta kısa bir süre teknik direktörlük yapmış olan ve o dönem Portekiz’in başında olan Fernando Santos ile birlikte kendisi de teknik direktörlük yapıyordu kenarda. Bu final bir öncekine kıyasla biraz daha sıkıcı geçiyordu ve yine 90 dakikası berabere biterken uzatmalarda oyuna giren Éder uzaklardan yerden giden bir şut ile Portekiz’e kupayı kazandırtıyordu. Böylece bu turnuvanın sonunda Portekiz grup maçları dahil olmak üzere sadece bir kere 90 dakikada kupayı kazanmıştı. Keşke kazanmasaydı diyenler 2016 yazında çok olmuştur belki ama 2024 kışında bir daha dendi bu keşkeler. Çünkü biraz önce yukarıda belirttiğim Portekiz teknik direktörü bu başarısı sayesinde seneler sonra ilk defa bir kulüp takımı yönetmek için Beşiktaş’ın başına çok kötü bir dönemde, çok kötü bir futbol anlayışı ile geldi, fakat bu da bir başka yazının konusu olabilir. Bu finalin bir diğer akılda kalan yanı ise Paris’i basan güvelerdi. Sürekli kameranın önünde uçup yerdeki futbolcuların etrafında dolanıyordu güveler. Daha önce bir futbol maçında kameraya konan bir sinek görülmüştür elbet ama bu kadar fazlası bilmiyorum var mıdır tarihte.

Son turnuvaya gelince beni en çok heyecanlandıran turnuva olmuştur: Euro 2020. Pandemiden dolayı 2020’de yapılamayıp 2021’de oynandı bu turnuva. Türkiye Şenol Güneş’in teknik direktörlüğünde olağanüstü bir eleme sezonu geçirip turnuvaya katılmaya hak kazanmıştı. Futbolda önlerinde olduğumuz takımlar her zaman sorun çıkartsa da bu elemelerde Arnavutluk ve Moldova’yı yenerek başlamıştık. Üçüncü maç ise Konya’da son dünya şampiyonu, son Euro finalisti ve Euro 2020’nin de daha başlamadan favorilerinden olan Fransa’ya karşıydı. Statta canlı izleyebildiğim için şanslı olduğumu düşündüğüm maçlardandı çünkü bir daha Türkiye’nin Fransa’yı hem skor hem de oyun olarak yenebileceğini düşünmüyorum. Fransa’ya isabetli şut attırmayan takımın dördüncü eleme maçı İzlanda’ya karşıydı. Kazansak elimizin çok güçleneceği maçta ilk otuz dakikada 2-0 geri düşmüş fakat ilk yarıyı 2-1 kapatmayı başarmıştık. O maçı Üsküdar’da lise arkadaşlarımla birlikte bir arkadaşımızın evinde izlemiştik ve o maç, Türkiye’nin bu kadrosu bana çok özel gelmişti. Maçı her ne kadar kaybetse de artık maçlarda geri düşünce kopmayan ve mücadeleyi hiç bırakmayan bir takım oluşmuştu. Bu maçların üzerinde bir de Fransa ile deplasmanda berabere kalınca bu milli takım beni gerçekten heyecanlandırmaya başlamıştı.

Ertelenen bu turnuvanın açılış maçı Türkiye ve İtalya arasındaydı. Turnuvanın da en iyi takımlarından olan İtalya doğal olarak bu grubun favorisiydi. Bu maçı eski evimizde yakın bir arkadaşım olan Bora ile izlemiştim. Ezici bir İtalya oyunundan sonra Bora daha ilk maçtan turnuvayı İtalya’nın kazanacağını söylemiş fakat ben hiç emin olamamıştım. Fransa’yı elemelerde yendikten sonra İtalya karşısında da bir sürpriz beklerken sahadan silinmişti takım. Ama zaten hedef onları yenmek değil gruptaki diğer takımlar olan İsviçre ve Galler’i yenmekti ki onları yenecek güce sahiptik. Fakat geri kalan iki maç da Türkiye için kabus gibi geçmiş, üç maçta da üç mağlubiyet alınırken 8 gol yemiş ve sadece 1 gol atabilmiştik.

Türkiye adına çok çok kötü geçen turnuva futbol adına çok heyecanlıydı. Benim en keyif aldığım yaz olan 2021 yazını bir de Euro 2020 süslemişti. Maçların bir kısmını İstanbul’da takip ettikten sonra yine Bora ile birlikte Bodrum’a anne ve babamın yanına yola çıkıp turnuvanın geri kalanını orada takip etmiştik.

İlk defa bu turnuvada favorim veya desteklediğim bir takım yoktu. Maç maç, tek tek takımları destekliyordum. İtalya ile İngiltere kendinden emin bir şekilde ilerliyordu turnuvada fakat ikisi de bana turnuvayı kazanacak takım havasında gelmiyordu. Fransa penaltılara giden maçta şok bir şekilde İsviçre’ye elenmiş, Çekya Hollanda’yı elemiş, İngiltere Almanya’yı ve de İtalya İspanya’yı eledikten sonra artık turnuvanın bütün büyük takımları elenmişti. Ve finalin adı İtalya İngiltere olmuştu ki aynı zamanda final İngiltere’nin başkenti Londra’da Wembley Stadyumundaydı.

Finali Bodrum’da bizim evde izliyorduk. İngiltere maçın daha ikinci dakikasında öne geçmiş ve çok erkenden şampiyonluk şarkıları söylerken İtalya ikinci yarıda eşitliği sağlamıştı. Çok da sıkıcı olmayan final penaltılara gitmişti. Penaltılarda İtalya ikinci penaltıyı kaçırırken İngiltere’de en çok eleştirilen stoperlerden biri olan Harry Maguire kurtarılması çok zor bir penaltı atmıştı. Fakat buradan sonra oyuna sadece penaltı vuruşları için 120. dakikada giren Rashford ve Sancho ikilisi penaltıyı kaçırmıştı. Beşinci ve son penaltıda İtalya’da Jorginho da penaltıyı kaçırmış ve artık durun eşitlenmişti fakat İngiltere yine penaltıyı kaçırıp kupanın sahibi İtalya olmuştu.

Euro’ların farklı yazlara farklı keyifler ve heyecanlar kattığı tartışılmaz bir gerçek. Bunu Euro ile kısıtlamamak lazım tabi, bunu sağlayan futbolun kendisidir. 2024 yazındaki turnuvaya gelecek olursak bu turnuvanın ev sahipliğine iki aday vardı Türkiye ve Almanya fakat her zaman olduğu gibi yine Türkiye alamadı ev sahipliğini. Bu turnuvanın Türkiye’de oynanmayacağı belli olduktan sonra Türkiye’ye üst üste UEFA Süper Kupa Finali ve Şampiyonlar Ligi Finali verildi çok büyük ihtimalle sus payı olarak verildi fakat onlara da ev sahipliği yapmak güzel her hâlükârda. Ayrıca Euro 2032 için hem Türkiye hem İtalya başvurmuştu ve iki tarafın da anlaşmasıyla bu başvurular birlikte başvuruya dönüştü ve iki ülke 2032’de Euro’ya eş ev sahipliği yapacak.

Bu yaza dönecek olursak, bu turnuvada beklentim Türkiye açısından eğer ilk maçta Gürcistan’ı yenerse gruptan çıkmak için bir şansı olabileceğini düşünüyorum. Fakat ilk maçta bir mağlubiyet moral bozabilir ve aynı zamanda da sonraki rakiplerin daha zor olduğunu kabul etmek lazım: Portekiz ve Çekya. Turnuvanın geneline bakınca yine en güçlü ve en alternatifli kadroya sahip takım olan Fransa, genç ve iyi futbol oynayan bir takım olan İspanya, her turnuvada bir şeyler başarabilir düşüncesi ile gelen ve kadrosunda yine çok formda isimler bulunduran İngiltere, son Dünya Kupası’na katılamamanın hırsı ile gelen son şampiyon İtalya, her turnuva kendini geliştiren yakın zamanın Dünya ikincisi ve turnuvaların başarılı takımı Hırvatistan ve son olarak benim de turnuvayı kazanmasını favori gördüğüm ev sahibi Almanya ön plana çıkıyor.

Euro heyecanlandırıyor, yaz ayı heyecanlandırıyor, denize girme isteği artıyor. Bu heyecanlar ve isteklerle birlikte futbol dolu bir yaz mevsiminin ilk ayı Haziran’a giriyoruz.

Ali Aktaş

10 dk.