YAZ VE ASTROLOJİ
Yaz mevsimi, doğanın canlandığı, günlerin uzadığı ve insanların enerjisinin arttığı bir dönemdir. Bu dönemde güneşin etkisi
altında, yaşam enerjimiz yükselir ve dışarıya dönük aktiviteler artar. Astrolojiye göre, her mevsimin ve gezegenin insanlar
üzerinde farklı etkileri vardır. Yaz mevsimi de bu açıdan oldukça özel bir zaman dilimidir. Güneşin burçlar üzerindeki etkileri,
yaz aylarında daha belirgin hale gelir ve her burç, bu dönemi farklı şekilde yaşar.
BURÇLARIN YAZ MEVSIMLERINDE İNSANLAR ÜZERINDEKI ETKILERI
Ateş burçları (Koç, Aslan, Yay), yaz mevsiminde enerjileri doruk noktasına ulaşır. Güneşin etkisiyle daha cesur, girişimci ve
enerjik olurlar.
Enerji ve macera dolu bir yaz! Koç burçları genellikle yaz döneminde oldukça enerjik ve maceracıdır. Yeni aktiviteler, sporlar ve
seyahatler için harika bir zamandır. Ancak aşırı enerjinizi kontrol etmekte zorlanabilirsiniz.
Dinlenmeye de zaman ayırmayı unutmayın. Aslan burçları yaz döneminde enerjilerini en üst seviyede hissederler. Sosyal etkinlikler,
tatiller ve kendini ifade etme bu dönemin ana temalarıdır. Liderlik pozisyonlarında başarılı olabilir ve dikkat çekebilirsiniz.
Macera ve keşif! Yay burçları yaz döneminde macera ve keşif arzusu içinde olabilir. Seyahatler, yeni deneyimler ve özgürlük hissi
bu dönemi tanımlar. Ancak, aşırı risk almamaya ve sorumlulukları ihmal etmemeye dikkat edin.
Toprak burçları (Boğa, Başak, Oğlak) yaz mevsiminde daha istikrarlı ve pratik yaklaşımlar sergiler.
Yavaşlayın ve keyfini çıkarın! Boğa burçları rahat yaz mevsiminin ve güzelliklerinin tadını çıkarır. Bu dönem, doğal güzelliklerin
tadını çıkarmak, keyifli yemekler yemek ve sevdiklerinizle zaman geçirmek için idealdir. Ancak, bütçeye dikkat etmekte fayda var.
Organizasyon ve sağlık! Başak burçları yaz aylarında organizasyon ve düzen konularına odaklanır. Sağlık ve kişisel bakım
konularında adımlar atmak için harika bir dönemdir. Ancak, detaylarda kaybolmamaya özen gösterin.
Kariyer ve hedefler! Oğlak burçları yaz döneminde kariyer ve hedeflerine odaklanabilir. İş ve projelerde ilerleme kaydetmek için
enerjik hissedebilirsiniz. Ancak, iş ve özel yaşam dengesini korumaya özen gösterin.
Hava burçları (İkizler, Terazi, Kova) yaz mevsiminde sosyalleşme ve iletişim yeteneklerini ön plana çıkarır.
Sosyal hayatın zirvesi! Yaz, İkizler burçları için sosyal etkinliklerin ve iletişimin arttığı bir dönemdir. Arkadaş toplantıları,
yeni insanlarla tanışmalar ve kısa seyahatler bu dönemi renklendirir. Ancak, çok fazla dağılmamaya ve dinlenmeye zaman ayırmaya
dikkat edin.
Sosyal denge ve romantizm! Terazi burçları yaz döneminde sosyal dengeyi ve romantizmi ön planda tutar. Sosyal etkinlikler,
arkadaşlıklar ve romantik ilişkilerde güzel gelişmeler yaşanabilir. Ancak, kararsızlık yaşayabileceğiniz durumlar olabilir.
Kova burcu ise yenilikçi fikirler ve projeler peşinde koşarak bu dönemi yaratıcı bir şekilde değerlendirir.
Su burçları (Yengeç, Akrep, Balık) yaz mevsiminde duygusal yoğunluklarını daha derinden hissederler.
Aileye odaklan! Yengeç burçları yaz aylarında aile ve evle ilgilenir. Aile ziyaretleri, evde geçirilen keyifli zamanlar ve
duygusal bağların güçlenmesi bu dönemi tanımlar. Ancak, duygusal dalgalanmalar yaşayabilirsiniz.
Derinlik ve dönüşüm! Akrep burçları yaz aylarında içsel dönüşüm ve derin duygusal deneyimler yaşayabilir. Kendinizi ve
ilişkilerinizi daha derinlemesine anlamak için harika bir dönemdir. Ancak, duygusal yoğunluğunuzu dengelemeye çalışın.
Hayal gücü ve duygusal derinlik! Balık burçları yaz döneminde hayal güçlerini ve duygusal derinliklerini keşfedebilir. Sanatsal
aktiviteler, meditasyon ve içsel yolculuklar için harika bir zamandır. Ancak, gerçek dünyadan fazla kopmamaya dikkat edin.
Yaz mevsimi, her burç için farklı deneyimler ve etkiler sunar. Güneşin sıcaklığı ve ışığı altında, burçların karakteristik
özellikleri daha belirgin hale gelir. Ateş burçları enerjilerini zirveye taşırken, toprak burçları istikrar ve pratiklikle hareket
eder. Hava burçları sosyalleşme ve iletişim yeteneklerini ön plana çıkarırken, su burçları duygusal derinliklerde kaybolur. Yaz,
her burcun kendini yeniden keşfetmesi ve hayatına yeni bir enerji katması için mükemmel bir dönemdir. Astrolojinin rehberliğinde,
bu rehberliğinde, bu dönemi en verimli şekilde geçirebilirsiniz.
Hepimiz arada sırada deneyimleriz, eski fotoğraflarımızı kurcalarken kafamıza doluşan anılar, yaşandıkları andan daha parlak
canlanırlar zihnimizde. Bir fotoğraftan ötekine atlarken, kendimizi rengarenk bir zaman yolculuğunda buluruz. Beynimizin arkasına
attığımız, unuttuğumuz o önemsiz anılar birer birer geri gelir bize. Sadece anılara özel renkler, neşeli sesler, yanımızdakilerin
sıcaklığı, yaz rüzgarının ferahlığını hisseder gibi oluruz. Cıvıltılı, huzurlu, sevdiklerimizle dolu yaz akşamları, ağaçlar
yapraklarını dökmeye başlarken, sıcak havanın yerini sağanak yağmura bırakırken, birer anı olarak bizi ısıtırlar. Bir sonraki yaza
geri dönerken ise, içimize bir umut dolar. Umut, heyecan, ama aynı zamanda bir melankoli, azıcık da korku. İşte tüm bunların
karışımıdır nostalji.
Nostalji en beklemediğimiz anlarda bizi bulan bir arkadaş gibidir. Beni en son bulduğunda, eğitim hayatımın son gününe, yılın ilk
yaz güneşinin selamıyla uyanmıştım. Bahçeden gelen çiçek kokuları, kuş sesleri, tenimde hissettiğim güneşin sıcaklığı, hepsi
yaklaşmakta olan yaz mevsiminin habercileriydi. Üniversite kampüsünün etrafında açan Mayıs güllerini görmek, bu kampüste
mevsimlerin değişimine, çiçeklerin açmasına son kez tanık olacağım gerçeği, içimde bir burukluk yarattı. Elbette, hepsini teker
teker fotoğrafladım, unutmak istemiyordum çünkü; bu çiçekleri, hayatımın dört yılının geçtiği bu kampüsü, bu duygusal anı. Bazı
anlar vardır, hayatımızın bir faslının sonuna geldiğini, yeni bir sayfa açtığımızı hissederiz. Alışageldiğin rutin, kişiler,
manzaralar, maziye dönüşecektir yakında. Bu tür “son”lar beraberinde hem varoluşsal kaygı hem de geçmiş özlemini getirir.
İşte bu melankoli dolu günde, son birkaç senenin tüm fotoğraflarını yedeklemek aklıma geldi. Telefonumun hafızasının tamamen
dolduğunu fark etmiştim, bir yandan da sembolik gelmişti, bu son günde hayatımın bu dönemini baştan sona yeniden deneyimlemek. Üç
saat sonra, kendimi bulduğum yer nostalji kuyusunun tam dibiydi.
“Kütüphanem bir özlemler arşividir.” der Susan Sontag. Her şeyin bir fotoğrafta bitmek için var olduğunu söyler. Belki de haklıdır
da. Ona göre, fotoğraf çekmek bir başa çıkma mekanizmasıdır. Bazen, dünya ile biz arasında bir lense dönüşür; bir olaya nasıl
tepki vereceğimizi çözemediğimizde onu bir fotoğrafta yakalamayı tercih ederiz. Sontag’in deyimiyle “Yakalayıp kaçarız.” Bazen bir
kibir göstergesidir fotoğraf, güzel olduğumuz, mutlu olduğumuz zamanlara geri bakarak, en çok beğendiğimiz halini başkalarına
göstererek, kendimizi değerli görürüz. Belki de bu mutlu halimizi muhafaza etmek isteriz; kendimize mutlu olabildiğimizi
kanıtlamak için. Bazen bir delildir fotoğraf, gittiğimiz yerlerin, gördüğümüz şeylerin, sonsuza dek kalacak bir kanıtıdır. Bazen
bir anı yaşamış gibi hissetmeyiz, eğer kaydetmemişsek.
Dijital çağda doğup büyümenin en büyük özelliklerinden biri, hayatımızın her anının kaydedilmiş olması. Herhangi bir cihazımızı
açınca, ne zaman istersek bakabileceğimiz, tüm yaşamımızın gözlerimiz önüne serildiği bir arşivle karşılaşırız. Bu arşivi
doldurmak, genişletmek isteriz. Yaşamımızı kaydetme eylemi bir içgüdü haline gelmiştir; ya da belki, kaydetmek için yaşarız.
Arkadaşlarımızla geçirdiğimiz güzel bir günden sonra, ilk yaptığımız şey onlardan çektikleri fotoğrafları istemek olur. Bir tatile
gidince, her şeyin fotoğrafını çekmezsek bir şeyleri eksik yapmış gibi hissederiz. Binlerce fotoğraf, bu şekilde hayatımızın
kronolojik bir arşivini oluşturur.
Peki geçmişimizin bu kadar erişilebilir olması bizi nasıl etkiler?
Fotoğrafların olmadığı bir dünyada, anılarımızı saklamak için sahip olduğumuz tek yer zihnimizdi. Anıları saklamak kolaylaştıkça,
zihnimizin anı saklayıcısı yavaşça tembelleşti. Artık anıları, kaydettiklerimizden ayıramadığımız bir gerçeklikte yaşıyoruz.
Mesela ben küçüklüğümü çok iyi hatırlamam. Aklımda kalan anılar ise, defalarca izlediğim video ve gördüğüm fotoğrafların
oluşturduğu hikayelerdir aslında. Peki o zaman benim zihnim de bir sabit diske mi dönüşmüş olur? Gerçek şudur ki, fotoğraflar ile
eriştiğimiz şey gerçekten yaşadığımız geçmiş değil, sadece görüntülerdir. Platon’un mağara alegorisi misali, hepimiz bu
anılarımızın mahkumuyuzdur, onların yarattığı sahte gerçeklikten besleniriz. Oysaki o yaz akşamlarını bize özel yapan fotoğraflar
değil, içimizde kalan o sıcaklık hissidir. Anları canlı tutma çabasından ibarettir fotoğraf çekmek. Fotoğraflar, yalnızca o
sıcaklığı hatırlamamıza, alevi birazcık daha canlı tutmamıza yararlar. Onları vazgeçilemez yapan belki de budur.
“Çok daha parlak bir mürekkeple basılmış anılar, bana sevdiğimi hatırlatıyor, düşünmeyi öğretiyorlar.” (Dodie, “When)
Geçmiş, her zaman olduğundan daha tatlı gelir bize. O güzel yaz akşamlarını tekrar tekrar yaşarız. Davulun sesi uzaktan hoş gelir
misali, anılarımızdan uzaklaştıkça bize daha güzel gelmeye başlarlar; her ne kadar o zaman da şimdiki kadar zorlandığımız, mutsuz
olduğumuz anlar olsa da. Anda yaşayalım yaşamasına, hiçbir zaman tam olarak tatmin olamayız, özellikle geçmişin o tatlı çağrıları
her an aklımızdayken, hala elimizdeyken. Her kış, yazın geri gelmesi için yaşarız. O dönemde ne kadar derdimiz tasamız olsa da
geçmişe hep özlemle bakarız. Bazen bu özlemin içine pişmanlık karışır: "Ah o zamana geri dönseydim, her şeyi farklı yapardım!"
Bazen de yas baş gösterir: "Keşke onunla bir gün daha geçirebilseydim, o yaz." Bizi yakaladığı gibi esir alır anılar; onların
içinde yaşadığımız sürece güvendeyizdir, ama aslında yaşamış olmayız.
Belki bir zamanlar, nostalji sadece arada sırada ziyarete gelen uzak bir akrabaydı. Şimdi, onu gittiğimiz her yerde buluruz;
girdiğimiz her uygulamada, evimizin duvarlarındaki fotoğraflarda, eski mesajlar ve günlüklerde. Eğer ayarında kullanmazsak,
nostalji bizi ayaklarımızdan bağlayıp sürekli geriye doğru çeker. Ve biz sürekli bu şekilde sabit kalırız, Orpheus gibi bir
gözümüz hep arkamızda. Sontag’in sözleriyle, eğer hayatımızın odak noktası şimdiyi değiştirmek değil, geleceği anmak ise, asla
ilerleyemeyiz. Bilmeliyiz ki, o yaz akşamları hiç geri gelmeyecek, biz de ne kadar istesek de onlara geri dönemeyeceğiz. Hayatımın
bu bölümünün ve bu yazının kapanışını yaparken, eski kitap ve defterlerimle, eski fotoğraflarımla, eski cümlelerimle birlikte, bu
bitmez tükenmez nostalji hissini de bir kutuya kapatarak veda etmek istiyorum. Öyle ki, geri dönemeyeceğimizi, arkamızda
kalanların sadece bir seraptan ibaret olduğunu fark ettikten sonra yapabileceğimiz tek şey, silkinip önümüze bakmaktır. Kamera
lensimizin kadraja almadığı o detaylar ile baş başa kalıp, sadece o anı yaşamak… Ne olacak ki sonsuza kadar o yaz gecelerinin
serabında yaşayamayacaksak? Sırada yeni yaz akşamlar var.
“En sevdiğin … ne?” sorusu hangi bağlamda sorulursa sorulsun genelde cevap vermem, veremem. Çünkü bu değişken bir şeydir. En çok
karşılaştığım soru en sevdiğim film üzerine oluyor ve ben gerçekten bilmiyorum. Veya en sevdiğim şarkıyı gerçekten bilmiyorum. O
zaman sevdiğim bir tane olabilir ama iki gün sonra bu değişebilir. Buna ikna etmek de zor oluyor tahmin edeceksiniz ki. En
sevdiğim renk hemen geliyor bu soruların arkasından ona cevap veriyorum ve genelde mavi diyorum. O da bana umudu hatırlattığı
için. Ama neden umudu hatırlatır onu da bilmem. Arada bir bağ var kafamda kurduğum, bu 49 ile perşembe arasındaki bağ gibi bir bağ
olabilir. Bir düşünün bu ikisini, 49 gerçekten de perşembeyi çağrıştırıyor. En azından benim içim.
Yaz temalı bir yazı ne kadar farklı bir şekilde başladı. Ama ben de bunu istemiştim zaten. Biraz sizle konuşmak, biraz aklıma
gelenleri çok az bir süzgeçten geçirerek anlatmak, biraz da sadece zihnimdekileri aktarmak…
Neyse ilk paragrafa bağlamaya geri dönelim. En sevdiğim mevsim… Bu soruyu birkaç sene önce duyduğumda düşünmeden kış derdim. Kar
ve soğuk hava. Karın kapladığı bir İstanbul ve ben şehir merkezinden biraz daha uzakta ve o yıllarda karın gerçekten de yağdığı
bir yerde yaşarken güzel bir mevsimdi kış. Arada okullar tatil mi diye beklediğim vali açıklamaları da olurdu bu mevsimde. Sahi
başka bir ülkede ortaokul öğrencisi bir çocuk yaşadığı şehrin valisinin adını bilir miydi? Hoş bu soru yavaş yavaş “başka bir
ülkenin genci o ülkenin resmi gazetesini takip eder mi?” diye de evrildi. Neyse o dönem bilirdim valinin adını -tabi şu an
vermeyeceğim ismini çünkü kendisi başka bir şehirde vali olarak devam ediyormuş işine- şimdi ise zaman zaman resmi gazete kontrolü
yapıyorum.
Fark ettim ki bu yazıyı yazmaya başladığım zaman kafam çok fazla karışıkmış o yüzden sürekli konudan uzaklaşıyor gibi olmuşum.
Umarım okuması zor olmamıştır. Biraz sohbet havasında ilerlemesini istedim. En güzel sohbetler de konudan konuya atlayıp ama en
sonunda da en baştaki konuya geri dönenler değil midir? Neyse… Beş altı sene önce bu en sevdiğim mevsim sorusunu duyduğumda
sonbahar derdim. Ne kış ne yaz… Ağaçlar yapraklarını döker, kaldırımlar yaprakla dolardı. O dönemler romantik bir mevsim gibi
gelirdi bana. Bazen hafif, bazen de sırılsıklam eden bir yağmur yağardı ve ikisinde de yürümek farklı bir güzeldi. Kuşlar da yavaş
yavaş göçmeye başlardı. Sonbaharın başlaması ile Beşiktaş maçları da başlardı. Aslında şimdi düşündüm de çocukken, yani yazı
sevdiğim zamanlar Beşiktaş’ın yazın oynadığı hazırlık maçlarına bile giderdim. Şimdi ise sadece sonuç ne olmuş diye kontrol
ediyorum. Sonbaharda hem Beşiktaş ile bir heyecan gelirdi hem de okul başlar ve yeni bir dönemin heyecanı olurdu. Havalar çok
soğuk olmaz ama rüzgarlı olurdu. O dönem sonbaharı düşünmek güzeldi. Bu kelime pek hoşuma gitmezdi. Son ve bahar. Yani zaten iki
tane bahar var niye ilk ve son denir ki… Büyük ihtimalle üzerine çok düşünmemişlerdir. “Pazartesi” gibi bir kelime aslında.
Pazardan sonra, pazarın ertesi. Pazar ile hiçbir anlamı olmayan bir gündür pazartesi. Sonbahar da son değil ki… Üç ay sonra zaten
tekrar bahar….
Bu yazıyı yazarken 2024’teyiz. O zaman bir beş sene önce bu soruyu duyduğumda en sevdiğim mevsim bahardı diyebilirim. Belki de en
sevdiğim rengi umudu çağrıştıran mavi ile eşleştirmek gibi baharı da umut ile eşleştirmiştim. Baharda hem bir şeyler değişmeye
başlayıp içimde bir umut kıpırtısına yol açmıştı hem de sonbaharda kaybolan güzelliğin tekrar ortaya çıkmaya başladığını fark
etmiştim. Güzel bir fark edişti. Hava ne kış kadar soğuk, ne yaz kadar sıcak, ne de sonbahar kadar yağmurluydu… Bir iki sene sonra
bahara olan “en” duygum da geçti. Benim bu duygum geçtikten bir iki sene sonra “sana söz yine baharlar gelecek” diye bir slogan
başladı. Ona da kızgınım zaten. Kardeşim sen söz versen de vermesen de bahar zaten gelecekti. Hala bekliyoruz gelmesini ve bunu
kimsenin engelleyemeyeceğini biliyorum. Geliyor gelmekte olan!
Neyse son üç senedir en sevdiğim mevsim sorusuna yaz derim. Ciddi cevaplamam ama hızlı bir şekilde yaz derim. Çok küçükken en
sevdiğim mevsim olan yaz tekrardan en sevdiğim mevsim olmuştu. Belki de tatilin çok vurgulandığı bir mevsim diye düşündüğüm
içindir. Ya da denize girmeye başlanan mevsim diyedir ki bu sene ilkbaharda da girdim denize ama yine de yazın farklı gelir deniz.
Güneş farklıdır, ağaçların hışırtısı, Bodrum’da cırcır böceklerinin sesi, klimanın gürültüsü, yenen kızartmaların tadı hepsi
farklıdır. Biraz da yurt dışında yaşayan arkadaşlarımı da en çok bu mevsimde gördüğüm ve onları çok özlediğim için de son
zamanlarda bu mevsim ile bir bağım olmuş olabilir. İlkbahar nasıl umudu çağrıştırıyorsa bu mevsim de “neşeyi” çağrıştırır. Sezen
Aksu bir şarkısında şey der: “Ben her bahar aşık olurum; rüzgar olur yağmur olurum” bana. Ben de her yaz aşık olurum; deniz olur
sivrisinek olurum. Bu aşk denizde gördüğüm bir balığa da olur, ilk defa denize girdiğim yerdeki dubaya da, çok sıcakladığımda
bütün camların kapanmasını sağlayan klimaya, çok özlediğim bir arkadaşıma veya hiç tanımadığım birine de olabilir. Yazın
hissedilen bütün duygular bir farklı geliyor bu aralar. Belki bu duygu da kaçıp gidecek bir gün ve ben yine başka bir mevsimi
seveceğim (biliyorum baharı sevmeye geri döneceğim fakat şimdilik yazı sevmek güzel).
Kendinizi tanıtmanızı istesem nasıl tanitirsiniz? Veya sizce başkaları sizin hakkında konuşurken sizi nasıl anlatıyor? İnsanlar
büyüdükçe kalıplara giriyorlar, çocukken sahip olduğumuz kocaman hayal gücü hayatın gerçekleriyle yüzleşiyor. Hayalin gücü hayatta
kalmak için harcanıyor. Astronot olup uzayı keşfetmek isteyen Ahmet, bankacı Ahmet oluyor. Arkadaşları da Ahmeti tanıtırken,
bankacı Ahmet diyerek milyonlarca insani tarif ediyor.
Bu ayki konumuz biraz zor, insanlığın başından beri hissettiğimiz ve hala anlaşılamayan bir duyguyu ben nasıl anlatabilirim
bilmiyorum. O yüzden farklı bir bakış açısıyla bakmak istiyorum:
Kendimizi adadığımız, heyecanla kovaladığımız, uğruna ağladığımız ,her şeyden çok istediğimiz amaçlara âşığız diyorum.
Belki zamanında bu bir erkek/kadın olmuştur, belki ileride başka bir erkek/kadın olur. Bazen bir okul olur, ileride de ise bir iş
ve para olur. Ondan sonra sağlıklı çocuklar olur, ondan sonra da sağlıklı torunlar. Yani aslında sürekli değişen isteklerimiz,
olması için çaba harcadığımız tutkularimiz.
Hayatımıza anlam katan, bizi mutlu eden , bizi heyecanlandıran, 2 trilyon galakside ne kadar da anlamsız olduğumuzu unutturan
amaçlarımız.
Sevgili Ahmetlere geri dönersek, onlar için üzülmeyin, çünkü herkes hayatta aşık olacak bir şey buluyor. Herkesin işini sevmesi ve
kendini işine adamasina gerek yok. Bu zaten çok sıkıcı bir dünya olurdu. Mesela Ahmet sevgili kızı Ayşeyi dünyadan çok seviyor,
onun sağlıklı büyümesi milyon dolarlardan daha değerli. Bir diğer Ahmet ise sonunda istediği arabayı elde edebileceği için çok
heyecanlı.
Peki Ahmetleri Mehmetleri bırakalım, kendimizi düşünelim. Tek şansımız var. Bizi ne diye tanıtacaklar? Ne özelliğimiz
hatırlanıcak? Potansiyelimiz ne? Ahmet astronot olabilir miydi?
Hayatımızın her anında bir karar veriyoruz. Her verdiğimiz kararda da milyonlarca kararı vermemiş oluyoruz. Her kararı doğru
versek ne oluruz? Veya doğru karar diye bir şey var mi?
Kafanızı böyle bulandirtiktan sonra umarım ki hepimizin istekleri, tutkuları ve aşkları gerçek olur. Peki ya hiç aşık
olamadıklarımıza ne olur?
Hayatta her şeyi görebilmeye, yasayabilmeye , bilmeye ve tecrübe edebilmeye zaman yok. Hatta her şey dediğimiz hayal gücümüz bile
aslında sadece kalıplarla mevcut. Bir hayatımız var o da maksimum bir yüz yılı görebiliyor. Zamanın kendisine göre çok anlamsız ve
önemsiz. insanlık için çok küçük ama bizim için çok büyük bir hayat. Sonsuz farklı olabilecek hayatlarımız arasında sadece 1
tanesi.
Yazımın burasına kadar dayanabildiyseniz size bu yazımdaki düşüncelerimi tetikleyen `Everything Everywhere All At Once` filmini
izlemenizi öneririm. Hayatı anlamlı veya anlamsız görmemizdeki o çok ince çizgiye çok güzel parmak basan bir film.
Spoiler uyarımı da verdikten sonra bir kadeh kaldırmak istiyorum. Filmdeki gibi diğer Yunusları görmeyi çok isterdim. Eminim ki
bankacı Yunustan çok daha önemli işler yapan Yunuslar da vardır. Tam tersi olarak ailemi ve arkadaşlarımı çok kıskanıcak Yunuslar
da vardır. Hayate gelebilmiş olmamızın bile inanılmaz bir şans olduğu bir evrende, hep daha iyi olmalıyım sarmalına çok
takılmadan, yaşamımızın ve sahip olduğumuz şeylerin değerini bilelim.
Yazımı bitirmeden bir kadeh kaldırmak istiyorum, astronot Ahmete, şair Yeldaya, doktor Yunusa ve daha nicelerine. Ama üzülerek
değil, hafif efkar ve keyif ile. Hiç yaşanamamış aşklara, hayal gücümüzün uzanamadığı amaçlara.
Belki de başka bir evrende.
1 yaşında yürümek istedi, 2 yaşında konuşmak. Hayatının hiçbir anında hedefsiz veya hayalsiz kalmadı. Her zaman yerine getirilmesi
gereken bir hedefin peşinden, atılması gereken adımlarla yürüdü. Kendinde o kadar güç bulamadıysa da, hayalleri ve istekleri
vardı. Hedefleri ve hayalleri giderek spesifikleşti, kendine her şeyi ve herkesi katmak istedi. Gerçekleşme ihtimali olan ve ilk
adımı atılmaya cesaret edilen her şey hedef oldu. Başkaları ulaşmıştı. Hepsi değilse bile, ulaşan vardı.
İnsanın kendini tasarlayabilmesi fikri her zaman çok çekici bir düşüncedir. İlk hedef, insan olarak anılmaktır. Bu ancak sağlıklı
bir fiziksel gelişim ve şansa dayalı bir aile tecrübesiyle olur. İnsan, genleri veya çevresi değil, ikisinin karışımı, bu iki
faktörün birbirini besleyişi ve/veya birbirine engel oluşunun bir sonucudur. Yeni doğmuş bebek, tecrübesiz insana dönüşmeyi
başardığı zaman, tasarlamaya hazırdır.
Sağlıklı insan her an, genel veya spesifik hedeflerle yaşar. Bunun için bir aksiyon planı hazırlar ve çoğunlukla başarısız olsa
da, bu döngüye devam eder. Başarılı olanı tabii ki de var. Denemeyeni bulmak biraz daha kolay. Kişiye özgü hedefleri her
duyduğumda büyük bir ilgiyle dinlerim; insanın bir yanı, toplumun bir parçası olarak değil, kendi için ve kendi adına, sevdiği,
doğrudan hoşuna giden kimliği ve hedefleri gerçekleştirme hayaliyle yaşar.
Tasarımın kişiye özgülüğü küçümsenemeyecek kadar büyük de olsa, bi adım geriden bakıldığında toplumsal faktörler, hangi yaşta neye
odaklanıldığını, neye öncelik verildiğini belirler. Genç yetişkinlerin eğitim, bireysel aile odaklı hedefleri, orta yaşlı
yetişkinlerin çocuklarla ilgili konularda veya mal mülkle kafayı bozuşu, ilerleyen yıllarda ise kişinin kendi sağlığı, emeklilik
ve dünyayı ilgilendiren arzuları vardır. Kişi büyüdükçe kendinden uzaklaşmaya başlar. Yaş ve hedeflerle ilgili birçok araştırma,
yaş ilerledikçe hedeflerin dışsal etkenlere evrildiğini gösteriyor. Neredeyse diğer her canlı gibi bencil olarak doğan insan, yine
bencilce yaşamaya devam etse de, hedeflerin değişkenliği insanların kendinden başka endişeleri ve istekleri olduğunu gösterdiği
için biraz umutlandırıyor.
İnsanın empati yeteneği, psikolog ve yazar Pinker’in birçok örneğini verdiği gibi, kişinin kendisi ve yakın çevresinden (in-group
members) yabancılara (out-group members) ve hatta diğer canlılara uzanmaya çok uzun bir süre önce başladı. Hatta kendini effective
altruists olarak tanımlayan bir insan topluluğu bile var. Bu insanlar, bencilliğe meydan okuyup, yardımı ve odakları ihtiyaç
sahibine yönlendiren, paralarının ve enerjilerinin çoğunu başkalarına verenler. Kendilerini ve yakın çevrelerini yabancıların
istekleri ve ihtiyaçlarıyla bir tutan, Utilitarist bir bakış açısıyla kendilerini "kurtarmaya" adayanlar. Effective altruism'in
kurucusu sayılabilecek filozof Singer, bir çocuğun hayatını kurtarmanın onun dileğini yerine getirmekten daha iyi olması
gerektiğini savunuyor. Bunun etikliğinin tartışması ise başka bir konu. Benim bu konuyla ilgili tek yorumum, hayatın kalitesinin
üzerine düşünülmemesi olabilir. Hayat, sadece kurtarılmak ve nefes almak mı, bilmiyorum. Bu gruptan bahsetmek istemem, insanların
(çoğunluk olmasa da) hedeflerinin ve arzularının (belki çok iyi bir disiplin ve kontrolle) kişinin kendisinden bağımsızlaşabilmesi
veya bastırılabilmesi. Bunun mümkünlüğü. Ben genel olarak, çevremdeki insanlara sağlık, mutluluk, huzur, aşk vs. dilesem de, belki
de kendimi ilgilendirmeyen hiçbir hedefim olmadı. İnsanların çoğunluğu da bu şekilde. Belki de daha sadece 23 yaşındayım.
Empati duygusu bile, en özünde bencil bir mekanizma, insanın başkasının duygusunu, kendine uyarlayabilmesidir. Empati çoğu
araştırmada insana özgü sosyal bir mekanizma olarak tanımlansa da, bu mekanizmanın ancak insanın kendi başıma gelirse nasıl
hissederim duygusu ve bu çevirinin tekrarıyla doğallaştığını savunuyorum. Çünkü her zaman (belki effective altruistler dışında —
aslında onlar da dahil ama farklı bir disiplin) kişinin kendisi ve çevresi için olan duygularının yoğunluğu, bir yabancının
onlarda uyandırdığı duygudan daha güçlüdür. Belki de yaş ilerledikçe ve hayat yaşandıkça, insan başkalarının duygularını yeteri
kadar kendi içinde tekrarlayıp etkiyi güçlendirme fırsatı bulabildiğinden, başkaları için kendisine yakın tepkilere erişebiliyor.
Tecrübe ve dolaylı olarak da yaş, insanı tekrardan dolayı başkaları için “daha iyi bir insan” olmaya yaklaştırıyor. Hedefler de
ona göre evriliyor.
Hayalleri ve istekleri vardı. Öğrenmek, okumak, üretmek istedi. İnsanları sevmek, onlar tarafından sevilmek istedi. Gezmek,
görmek, düşünmek. Sonra para kazanmak istedi. Ailesi olsun, çocukları olsun istedi. Kaçı hedef, kaçı hayal kaldı, o da onunla
ilgili.
Kendine dair iştahı azaldı bir süre sonra,
70 yaşında torunları mutlu olsun istedi. 90 yaşındaysa dünya barışı.
Referans:
https://psycnet.apa.org/record/1992-34650-001
https://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/016502549201500404
Yine üniversitenin önemsiz(!) derslerinden birinde öğrendiğimiz bir konu. Hedefler. Kendimize nasıl hedefler koymalıyız. Daha
doğrusu koyduğumuz hedeflerin nasıl kriterleri olmalı, hedefin içeriği tamamen tabii ki insandan insana değişir. Koyduğumuz
hedefin kriterleri S.M.A.R.T diye kısaltılmış.Yani koyduğumuz hedef spesifik, ölçülebilir , yapılabilir, uygun ve zamanı belirli
olmalı. Tabii ki çoğu şeyde olduğu gibi, teori ve pratik çok farklı. Kimse hedefini koyarken bunları düşünmüyor, hedefler
isteklerle doğuyor, istekler ise ihtiyaçlarla. Bu süreç bile düşünerek olmuyor, birden bir bakıyoruz ki bir şey istiyoruz, sonra
onun için çabalamaya başlıyoruz. Veya çabalamayıp sadece hayal kuruyoruz, o zaman da hedefimize ulaşamıyoruz. Ama zaten ulaşıp
ulaşamamak değil de , işin zevki çabasında.
Neden böyle bilmiyorum. Hedefimize ulaştığımız zaman büyüsü kaçıyor bir süreden sonra. Yeni hedefimizi arıyoruz. Geçen instagramda
hedeflerim için çabalamıyorken bir söze denk gelmiştim. ‘’Sahip olduğun şey bir zamanlar hayalindi.’’ Mükemmel bir söz, sahip
olduğumuz şeylerin değerini bilememek, çünkü zaten sahibiz, alışmışız. İnsanın doğası böyle işte maalesef . Aslında belki de
maalesef değil, sürekli ilerlemek için bir mekanizma. Elindekiyle hiçbir zaman yetinememek, sürekli bir fazlasını istemek. Biraz
karışık bir konu, hem yerinde saymanı engelliyor, ama aynı zamanda da sürekli bir doyum kovalıyorsun ancak hiç bir zaman
ulaşamıyorsun.
Aslında koyduğumuz hedefler hayatımıza anlam yüklüyor. Bir amaç sunuyor ve yol gösteriyor, çaba istiyor emek istiyor. Çabalamayan,
emek harcamayan insan zaten bitkiye benziyor, gittikçe çöküyor. Yani insan ister istemez bir amaç ediniyor kendine. Bu hedef tabii
ki ulaşılabilir olmalı. Kimse ihtimalsiz bir şeyin hayalini kurmamalı. Çok az bir ihtimal olsa bile beyin o umudu görmeli.Yani
herkes önce bilinçaltında tartıyor ediyor, sonra hedefini koyuyor, hayalini kuruyor. Mümkün şartlar doğrultusunda hayallerimizi
kuruyoruz, gerçekçi oluyoruz. Örnek vermek gerekirse ben trilyoner olma hayali kurmuyorum. Beynim bunun gerçek olmadığını fark
ediyor ve bana izin vermiyor. Onun yerine daha ulaşılabilir, zamanı belli olan hedeflerle ilerliyorum. Belki de bilinçaltım
üniversitedeki önemsiz dersimi hatırlıyor.
İlk hatırlayabildiğim hedefim sanırım anaokulundaydı. Bir kızdan hoşlanıyordum, hedefim onun da benden hoşlanmasını sağlamak.
Ondan sonraki birkaç benzer hedefimden sonra ortaokulda bir akademik hedefim oldu. Lise sınavında başarılı olup en iyi okullara
girebilmek. Sonuçtan bağımsız olarak bu hedef uğruna çalışmak çok hoşuma gidiyordu. Hoşuma gittikçe de daha motive olup daha da
başarılı oluyordum. Hedefime ulaştığım zamanki mutluluğumdan çok, yolunda aldığım keyif aklımda kalmış. Ve tabiki en önemlisi
istediğim zaman yapabiliyorum özgüveni. Bu konu da benim için biraz karışık, istediğim zaman yapabildiğimi görmem hem özgüven
sağlıyor ama bazen de aylaklığa yol açıyor.
Lisenin ilk fizik sınavına çok iyi çalıştım, hedefim çok iyi bir not alıp seneye çok iyi başlamaktı. İyi çalışıp çok iyi bir not
aldım, çalıştığım zaman yapabildiğimi gördüm. O sınavdan sonra hiç bir fizik sınavından iyi alamadım. İşte böyle geçiyor hayat,
hedef koyuyoruz çalışıyoruz başarıyoruz salıyoruz sonra bir daha hedef koyuyoruz yine çalışıyoruz. Bunun başka bir yolu yok
sanırım. Ya çok zor bir hedef koyup çok uğrasacagiz, ki bunun sonucunda da ya başaramayıp üzüleceğiz, ya da başarıp hikayenin
başına döneceğiz. Yani bir şey değişmiyor, sanırım tek yapabileceğimiz şey iki hedefimiz arasındaki süreyi en kısa süreye
indirmek, yeni hedefimize doğru yola çıkmak, başaramayınca pes etmemek, hedeflere çok odaklanmamak, yolculuktan keyif almak.
Nasıl bir hedef koyulmalı sorusu çok zor bir soru. Özellikle yaklaşık 10 sene süren bir akademik macerada en önemli hedefinin
sürekli sınavları geçmek ve eninde sonunda mezun olmak olduğu zaman. E peki mezun olduktan sonra? İşte uzun süren bir
hedefsizlikten sonra mezun olunca bir dumura uğruyor insan. İşte şimdi sonsuz seçebileceğin hedefin var, hangisini seçmeli? Çok
zor bir soru, cevabı olduğunu da sanmıyorum. Ben ne yapıyorum onu anlatayım, belki benim gibi zorlanan insanlara bir yol olur.
Öncelikle uzun dönem hedef koymuyorum çünkü hayatta karşıma neler çıkacağı, neler değişeceği çok belirsiz. Uzun dönem için bir
plan yapmak çok zor. O yüzden ilk adım olarak uzun dönemi umursamıyorum. Kısa kısa planlar yapıyorum, hedefler koyuyorum. İleride
nasıl biri olmak istiyorum, hayatımda neyi değiştirmek istiyorum ve ona göre şu an bu konuda ne yapabilirim diyorum ve başlıyorum.
Yavaş yavaş, küçük adımlarla, çok da şey yapmadan, keyif alarak.
İlkokul öğretmeni, sınıfta öğrencilere bir ödev verir. Ödevin konusu: “Hedefleriniz”. Gelecekte yapmak istedikleri mesleği resim
olarak çizip ertesi gün teslim edeceklerdir. Herkes bilir ki çocuklar için hedef ve hayal eş anlamlı sözcüklerdir, bu yüzden
kafalarında bu konuyu “hayallerim” diye anlarlar. O yaşlarda hayal güçleri geniş, gelecek uçsuz bucaksızdır. İstedikleri her şey
olabilecekleri söylenir; uzaya çıkıp aya adım atabilirler mesela, ülke başkanı olup insanlığı yönetebilirler, milli futbol
oyuncusu olabilirler, balerin olup dünyanın etrafında dans edebilirler, ressam, müzisyen, bilim adamı, bunların hepsini aynı anda
veya art arda olabilirler. Çocuklar için imkansız yoktur, sınıfın hayalperest kızı prenses olacağını söyleyince hoca onu
terslemez, sadece gülümser, çünkü çocuklukta yaratıcılık takdire şayan bir özelliktir, çünkü bu yaratıcılık onların geleceğini
etkilemeyecek bir yaratıcılıktır.
Lisenin son yılında, sınava hazırlanacak öğrencilere öğretmen soru sorar. Konu yine aynıdır: “Hedefleriniz”. Çocuklukla
yetişkinlik arasındaki o sancılı dönemde hapsolmuş genç öğrenciler, çoktan kategorilere ayrılmaya mahkum bırakılmıştır bile.
Sınavda hangi derslerin sorularını çözecekleri onları sınıflara, ve daha da önemlisi meslek gruplarına ayırmıştır. Artık seçenek
havuzu sınırlıdır; doktor, mühendis, avukat, dişçi, bankacı, çevirmen, öğretmen, psikolog… Bu havuzun dışarısında hedefleri olan
öğrenciler yok değildir tabii ki. Bunlar ya hayal kurmaya lüksü olan yüksek gelirli aile çocukları, ya bir alanda müthiş yetenekli
veya tutkulu olan şanslılar, ya da hayal kurmaktan asla vazgeçememiş Peter Pan’lardır. Hayal gücü, artık eskisi gibi rağbet
görmez. Makul miktarda hayal gücü bizleri ilgi çekici yapar, ama çok fazlası bizi gerçeklikten uzaklaştırır. Aileler, öğretmenler
ve dünya, bu hayal gücünün çevresine sınırlar inşa edip bir kutuya hapseder. İçimizdeki minik çocuk azarlanır: Hayalperestliği
artık bırak, hayatın için gerçekçi hedefler koyma vakti geldi. Artık hayal ve hedef gençlerin kafasında kalın bir çizgiyle
ayrılmıştır. NASA’ya girmeleri için Amerikan vatandaşı olmaları gerektiği, milli sporcu olmak için yeterince uzun, atletik veya
çevik olmadıkları, bir sanat alanında kendilerini geçindirmek için seçeneklerin çok sınırlı olduğu defalarca tekrarlanarak
kafalarına kazınmıştır. Artık çocuk değillerdir.
Üniversiteden mezun olacakken iş bulma telaşı başlar. Yirmilerinin başlarındaki genç yetişkinler, büyük umutları ve heyecanlarını
ceplerine sığacak kadar küçülterek geleceğe bitmez tükenmez, onlara defalarca aşılanmış bir karamsarlıkla bakarlar. Artık onlara
söylenen yalanları anlamışlardır ama çok geçtir; liseye girince, üniversiteye girince ve mezun olunca hayat sihirli bir şekilde
güzelleşmeyecektir. Hatta bu zorlu dönemlerin sonunda onları daha da zorlu dönemler bekliyordur ve en kötüsü, bu cümleyi
kendilerine defalarca tekrarlayacaklardır. Aile yemeğinde hedefler konusu açılır ve herkes gence döner. İleride onu parlak, hatta
göz kamaştırıcı bir gelecek bekliyordur. Ailenin yaşlı üyeleri bu sözleri söylerken, kelimelerinin arasından umudun yanında hafif
bir kıskançlık sızar. Her tavsiyenin altında yatan yakarış: “Senin yerinde ben olsaydım, ben de gençliğe geri dönseydim, birçok
şeyi farklı yapardım, farklı kararlar alırdım.” Oysaki gence verdiği tavsiyeler hayal kurması, hayatı tadını çıkararak yaşaması
değil, ona uygun görülen hedefleri bir asker edasıyla taşıyıp ona hazırlanan tahta oturmaktır. Hukuk okuyan bir gence avukat mı
hakim mi savcı mı olacağı sorulur. Tıp okuyanın hayatı boyunca kimliği ailenin doktoru olacaktır. Mühendislik okuyana hangi büyük
firmada çalışacağı sorulur. Sanat okuyan kuzene bir soru sorulmaz, herkes biliyordur ki onun hedefi sadece bir hayaldir, gerçekçi
değildir, ileride bu yolu seçtiği için pişman olacaktır. O da hayallerinin yükü altında ezilmemeye gayret ederek hayatta kendine
biçtiği yolda ilerlemeye devam eder. Mutlu olacak mı olmayacak mı, cevabı kendisi bulacaktır.
Yetişkin kelimesini kendine yakıştırmaya başladıktan sonra büyükler dünyasına adım atmanın en son basamağı, içindeki çocuğun
izlerini tamamen silmektir. Bir zamanların hülyalarından vazgeçmiş yetişkinler, içinde barındırdıkları hayallerin sonsuza kadar
hayal olarak kalacağı gerçeğini kabullenmiş, kaderine boyun eğerek onları refaha götüren yolda ilerlemeye devam etmişlerdir. Bu
hayaller asla tamamen kaybolmayacaktır. Öyle bir gün gelir ki, bu hayalleri çocuklarının hayalleri olur. Veya, ki bu en iyi
ihtimaldir, bir gün hiçbir hedefin yaşı olmadığını anlarlar ve bu yolu kendilerine açmak için var güçleriyle işe koyulurlar.
Yetişkinler için hedefler hayalden en çok uzaklaşmış, ama aslında bir anlamda özdeşleşmiş haldedir. Onlardan hayal kurmaları
istenince içlerinde hapsedildikleri kutuyu o kadar özümsemişlerdir ki, gerçekçilikten yoksun bir hayali kafalarında
canlandıramazlar bile. Hedefleri sorulunca basit şeyleri düşünürler: şu yaşa kadar şu kadar terfi almak, şu kadar kazanıyor olmak,
ev veya araba sahibi olmak, çocuklarını şu okula göndermek, şuraya tatile gitmek, şu kıyafeti almak, şu kadar zayıflamak, şu
kitabı okumak, şu dili öğrenmek… Hedefler artık yaşıtlarımızın hazırladığı ve bize altın tepside sunduğu seçkilerden ibarettir.
Özendiğimiz herkes bu sınırlı hedeflerden birini gerçekleştirdiklerinden övünür, biz de önümüzdeki yıl için hedefimizi bunlar
arasından seçeriz.
Hedeflerimizin olmaması ise kabul edilemeyecek bir ihtimal olarak görünür. Hedefi olmayan bir kişinin hayata dair tüm umutları ve
isteği bitmiştir. Toplum, her daim ilerlemeye gayret göstermeyen kişileri küçümser. Gelgelelim nereye ilerlediğimiz sorulunca
cevabı kimse bilmez. Bu yol nereye kadar, ne için yürümeye devam ediyoruz, yolun sonunda ne olmasını bekliyoruz, tasvir ettiğimiz
bu sona ulaşınca sonraki adımı nereye atacağız? Duraksamak o kadar kötü müdür? Olduğumuz yerde nefes alıp, sahip olduklarımıza
bakıp minnet duymak. Derin nefesler alıp dünyanın bize sunduğu güzellikleri kucaklamak. Hayatın tek anlamı ilerlemek midir, yoksa
hayatın anlamı sadece yaşamak olabilir mi? Bu tür düşüncelerle, bir yıla daha adım atıyoruz.
Fark etmeyiz ki içimizdeki çocuk hala yaşıyor ve bize her an bir yakarış içerisinde. Aradığımız cevabı aslında o söylüyor. O
çocuğu dinlemekten korkarız çünkü biz küçükken büyüklerin bize söylediklerini biz de artık ona söyleyeceğiz: hayallerin gerçekçi
değil, akıllıca değil, onları göm, üzerlerini ört, görülemeyecek, ulaşılamayacak kadar gizle onları. Belki bu yıl bir değişiklik
yapıp bu sözcükleri sarf etmek yerine o çocuğa kulak vermeyi seçeriz, belki de bir bildiği vardır.
Her yeni yıla girerken o yıl için hedeflerimi yazarım. Seneler boyunca bu hedefler o kutunun içinden, hedef kitabından alınmıştı:
istediğim üniversiteye gireceğim, daha fazla spor yapacağım, yeni bir dil öğreneceğim… Bu hedefleri gerçekleşemeyince ise tüm
yılım boşa geçmiş gibi hissederdim. O yüzden artık hedeflerimi içimdeki çocukla beraber yazıyoruz. Yanıma oturuyor, bize çay
yapıyorum, sevdiğim müzikleri açıyorum ve önümüzdeki yıla bakıyoruz. Sonu olmayan bu yolun yolcuları olarak, bir anlık bile olsa
duraksıyoruz, soluklanıyoruz. Sevmeyi, sevilmeyi öğrenmeyi, anda yaşamayı, hayatı anlamlı kılan asıl şeyleri keşfetmeyi hayal
ediyoruz. Ve yazmaya başlıyoruz.
Akıp giden hayatta, koşuşturma içinde, hay huy sürerken, küçücük bir değişim insanı ne kadar sarsabilir? Her şey yerli yerinde
gibi görünüyor oysa…Aynı rutin, aynı kalıplar, aynı ilişkiler, aynı kısırdöngü… Fakat karşıma çıkan küçük bir değişim, beni bütün
hayatı sorgulamaya itti. Aslında buna değişim değil de, konfor alanındaki çok ufak bir farklılık demek daha doğru olur belki de…
Ufak ama sarsıcı, ufak ama belirleyici, ufak ama küçük bir domino taşını düşürüp hayatımdaki bir çok şeyi sorgulamama neden oldu.
Sahafları gezmeyi seviyorum, özellikle de eski dergileri bir hazine gibi raflarında tutan, sahaf dükkanlarını. Akbaba gibi
cumhuriyetin ilk yıllarına, GırGır gibi 70’lere, 80’lere, Penguen ve Leman gibi 90 ve 2000’lere damga vuran mizah dergilerinin
yanı sıra birkaç sayı Sess dergisinin de olduğu mütevazı bir koleksiyona sahibim. Sahafları da gezme motivasyonum bu koleksiyona
katabileceğim parçaları bulmaktan geliyor.
Güneşli ve güzel bir pazar günü, yine sahafları dolaşmak için, Kadıköy’ün o çok sevdiğim sokaklarına daldım yine… Dergi konusunda
arşivi oldukça geniş olan ve benim de en sevdiklerimden İmge Sahaf’ın yolunu tuttum. Zaman zaman hiçbir şey almasam bile İmge’nin
raflarına bakmaktan çok keyif alırım. Hedefsiz, amaçsız giderim bazen, hiçbir şey olmasa bile, dergileri veya kitapları
karıştırmak, sahaf ruhunu içime çekmek için bile giderim zaman zaman İmge’ye. Fakat bir süredir vakitsizlikten uğrayamadığım bu
sahaf dükkanını bir türlü bulamadım. Yerinde yoktu. Kadıköy’de o sokaktan girdim bu sokaktan çıktım ama bir türlü göremedim. Canım
sıkıldı. Orada olmayacağını bildiğim sokaklara bile girip çıktım. Yaklaşık bir saat geçti ama ben İmge Sahaf’ı bulamadım.
Çaresizce her zamanki yerine tekrar döndüm. Bir anda muhteşem bir hayal kırklığıyla bu yazının fotoğrafı ile karşılaştım.
Kepenkleri yarıya kadar indirilmiş ve içi de boşaltılmıştı İmge Sahaf’ın. Yaklaşıp camdan içeriye baktım fotoğrafı çekmeden önce.
Gözümün önüne içerisinin bütün rafları, masaları, merdivenin etrafı geldi ve gitti. Bütün hevesim kaçmış artık günümün çok bir
amacı kalmamış ve kafam da tamamen boşalmış, hiçbir şeyi düşünemez olmuştum. İşte en tehlikeli düşünceler de o zaman gelir aklıma.
Yine aynısı oldu ve kendi kendime şu soruyu sordum: “Konfor alanım değişiyor mu yoksa?”
İnsanın konfor alanını kendisi ve üretkenliği için değiştirmesi gerektiği düşüncesine ben de inanıyorum fakat kendimle ilgili bu
değişimin, benim dışındaki nedenlerle gerçekleşmesi bana korkutucu geliyor. Geleceğin de belirsizliği varken bir de şimdinin
istenmeyen bir şekilde değiştiğini hissetmek, stresi ve paniği de tetikliyor beraberinde. Bu düşüncelerin başlangıcı tabi ki de
sadece bir sahaf dükkanının kapanması değil. İmge Sahaf’ı bıraktığım yerde bulamamak, bende bir farkındalığa yol açtı. Konuya
sadece genel hatlarıyla bakınca, artık bir yetişkin olmanın verdiği sorumluluklar ve o sorumlulukların yarattığı farklılıkları
var. Kimsenin benden bir şey beklentisi olmasa bile benim kendi beklentilerim var. Zaman değişiyor, hayat değişiyor, tabi
etrafımdaki insanlar da değişiyor. Benim farkındalığım hep olumsuzluklar üzerinden gittiği için hayatıma yeni giren sevdiğim
insanları değil de hayatımdan çıkan veya değişen insanları da düşündüm. Eski arkadaşlarımı, birlikte geçirdiğimiz zamanları
düşündüm. Şu an hayatımda olan arkadaşlarımı düşünürken de onların da aslında biraz değiştiğini ve devam etmesi zorunlu bu
değişimle, dostluklarımızın nasıl değişebileceğini düşündüm. Bencilce ama üzücü bir düşünce olduğunu kabul ediyor ve insanları
olmasını istediğimiz şekilde tekrardan yaratamayacağımızı da biliyorum.
Mezun olduğum, Boğaziçi Üniversitesi’nin, yaşadığı değişim de bu düşüncelere eklendi. Bir üniversiteye hissedilebilecek en büyük
hayranlıkla kapısından girdiğim okuldan, yaşadığı kötü değişimi ve uğradığı tahribatı göre göre mezun oldum. Eskiden oturduğum ev
ve ona duyduğum özlem bile aklıma geldi. Hepsinin üstüne bir de İstanbul’un -aynı zamanda Türkiye’nin- yaşadığı değişimi ve
insanların duygularının nasıl olumsuza doğru gittiğini ve artık çoğunluğun mutsuz olduğunu düşündüm. Bunları düşüne düşüne
yürürken, bir de Rexx’in yanından geçmemle düşüncelerim fiziksel olarak da karşıma çıktı.
Bütün bu düşünceler beni iyiden iyiye sararken yürüyerek eve döndüm. Okuduğunuz bu satırlar, sizlere abartılı gelebilir tabi ki
ama bir sahafın dükkanının kapandığını gördükten sonra hissettiklerim, beni bu düşüncelere itti işte. Şehirde artık kendimi rahat
hissettiğim, yalnız kalabildiğim ve vakit geçirmeyi sevdiğim bir yer eksilmişti. Yavaş yavaş değişen bu şehrin değişimini bir anda
hissettiğim için hepsi birden bana fazla geldi. İstanbul’da nerede yaşamak isterim sorusu da zihnimde tekrardan yer etti. Hiçbir
mahallede de kendimi rahat hissedemeyeceğim cevabı da bu sorunun yanına ilişti kaldı. Önceden sorulduğunda veya düşündüğümde bu
soruyu her zaman bir cevabım olurdu fakat artık o da yok. Değişen binalar, sokaklar, insanlar ve şehrin yanına bir de değişen ben
ve fikirlerim eklendi. İyice korktum, çünkü her zaman insanın kendini rahat hissedebileceği bir yer olmalı diye düşünüyor ve bu
yeri de o kişinin doğup büyüdüğü -başka bir deyişle daha fazla vakit geçirdiği- kendi hayatını kurduğu yer olabileceğini
düşünürdüm. Fakat artık bu korkuyla birlikte ondan da emin olamıyorum. Başka bir şehre veya yurt dışına taşınsam bile kendimi asla
ait hissedemeyeceğimi düşünmeye başladım.
Bu düşüncelerle geçirdiğim günlerden bir gün, telefonumda “Safari” uygulamasına girdim ve açık kalan sekmelerden birine tıkladım.
Ne tesadüftür ki bu sekme İmge Sahaf’ın adresine bakmak için kullandığım sekme. Google’daki adres sayfası da buranın kapanması ile
güncellenmiş fakat küçük iki detay eklenmişti: “Geçici olarak kapalı” ve “Çok yakında yeniden beraberiz.” cümlelerini okuyunca
bile içine daldığım bu korkulu düşüncelerden kurtulamadım. Beni bu düşüncelere, çok sevdiğim sahaf dükkanının kapandığını görmek
iterken, yeniden açılacağını öğrenmek bile kendime getiremedi.
Konfor alanımın değiştiğini bir kere abartılı bir şekilde fark edince korkmuyorum demek yalan olurdu benim için. Fakat bu değişimi
kabullenip biraz da kendimi buna hazırlıyorum sanki. Biraz uzaklaşmaya çalışıyorum bu değişikliklerden, biraz da onlarla
yüzleşmeye. Öyle ya da böyle son zamanlarda yaşadığım ve yaşamakta olduğum bir korku durumu bu.
Sizi en çok ne korkutur?
Korku, hepimizde farkı çağrışımlar yapar. Ölüm, başarısızlık, yalnızlık; belki daha gündelik korkular: yükseklik, karanlık,
örümcekler… Bu çağrışımların ortak yönü, korkunun kötü, kaçınılması gereken bir his olması Korku bizi felç edebilir. Bizi
hayallerimize ulaşmaktan alıkoyabilir. Bizi küçük hissettirebilir. Korkunun zıddını cesaret olarak algılarız. Korkmamak, korkusuz
olmak, erdemli olmanın göstergesidir.
Korkunun koruyucu gücü
İzninizle korkuyu farklı bir perspektiften ele almak istiyorum. Biliyoruz ki korku, esasen bir hayatta kalma mekanizmasıdır.
Beynimiz sinir sistemi yoluyla, tehlikede olduğumuzun sinyallerini ileterek bizi korumaya çalışır. Her temel duygu gibi, insanlar
için elzemdir. Korku, insanın kendini güvenceye alma eylemini tetikler. Çocukluğunuzu düşünün; anne babalarımız bize sokaktaki
yabancıların tehlikeli olduğunu söyler, biz de onlardan korkarız. Büyürken bu korkumuz bilinmeyene, tanınmayana yönelir,
alıştıklarımızdan farklı olan kişi ve şeylere korku besleriz, yanlarında güvende hissetmeyiz, çünkü bize verebileceği zararların
ihtimali bizi onlardan uzaklaştırır. Korku, bizim kalkanımız haline gelir. Eğer hiçbir şeyden korkmazsak, kendimizi her türlü
tehlikenin kol gezdiği bu dünyada kendimizi bir felaketin tam ortasında buluruz.
Peki korku ilerleyip güç ile birleşince?
“Av olma korkusu, bizi avcıya dönüştürür.” — Suzanne Collins
Bize bir şeyi, korku kadar hızlı hiçbir duygu yaptıramaz. Ne motivasyon ne de heyecan. Korku, biz insanlar üzerindeki bu büyük
etkisi nedeniyle, aslında bize karşı bir silah olarak da kullanılabilir. Tabii ki tarih boyunca politikacılar, dünya liderleri,
bunun farkına bizden çok önce varmışlardır. Korku, aslına bakılırsa toplum üzerindeki en büyük silahtır. Çünkü korku güç ile
birlikte kullanılınca, arkasında sessiz bir tehdit yatar. Güce sahip olan, bu silahı istediği gibi kullanıp üzerinde hakimiyet
kurduklarına istediği her şeyi yaptırabilir. Bu korku, aslında günümüzde inanılan birçok inancın da temelinde yatar. Bazen bu
dünyada, bazen öteki dünyada başımıza gelebileceklerin korkusu, bizi daha iyi bir insan olmaya yönlendirebilir. Temelini
caydırıcılıktan alan kanunlar da korku temelinde oluşur. Bir suçu işlediğimizde alacağımız cezanın korkusu, bizi kanun düzenine
uymaya teşvik eder. Bir açıdan bakılırsa, bu insanlık için olumlu sonuçlar doğurur. Kaynağını korkuda bulan bu toplumsal normların
asıl amaçları bizi iyiye yönlendirmektir. Peki neden korku? Çünkü insanın en büyük teşvik aracı korkudur. Ancak korku üzerine
temellendirilmiş bir toplum yapısında, bu gücü elinde tutanların dürüstlüğüne ne kadar güvenilebilir? Nitekim her daim korku
altında yaşayan bir toplum, özgür düşüncenin getirdiği ihtimalleri görebilmekten uzaktır. Belki bu yüzden korkusuzluk, birçok
düşünüre göre, ihtiyaç duyulan değişimlerin temelinde yatar.
Peki ya korkunun tersi hissizlikse?
“Her gün seni korkutan bir şey yap” — Eleanor Roosevelt
Ne dersek diyelim, korkunun zihnimiz üzerindeki gücü aşikar. Korkuyu gözünüzde karanlık bir orman olarak canlandırın. Bu ormanda
hiçbir şeyi göremezsiniz, ağaçların hışırtısı, gizemli hayvan sesleri sizi korkutur. Cesursanız birazcık içine girebilirsiniz,
dolaşabilirsiniz, ama o merak hissi çoğu zaman korkuyu aşamaz. İşte bu şekilde korkunun üzerimizdeki gücü, bilinmeyenin gücüne
dönüşür.
Korku, yanında en yakın dostu olan kaygıyı getirir. Kaygı, her ne kadar korku gibi kaçınmamız gereken bir duygu gibi gözükse de o
da hayatımızın olmazsa olmaz bir parçasıdır aslında. Bulunduğumuz durumun olması gerektiği gibi olmadığını düşünmek ve bundan
kaygı duymak, bizi o durumu değiştirmeye iter. Eğer gelecekten korkmazsak onu değiştirmek istemeyiz ve insanlık şu anki gibi
uçurumdan aşağı tam hızla devam eder. Bireysel odaklı bir bakış açısıyla incelersek bu korku ve kaygı bizi çalışmaya sürükler,
çünkü başarılı olamamaktan korkarız. Kibar davranmaya teşvik eder, çünkü sevilmemekten korkarız. Korkunun bu gücünün toplumsal
kapsamda incelenmeye başlamasıyla işin içine empati dahil olur. Bu empati ilk başta çevremizdekilere karşıdır. Eğer yeterince
genişlerse dünyadaki tüm insanları, çektikleri acıları, daha da genişlerse gelecekteki insanlar için hissettiğimiz endişeyi de
kapsamaya başlar. Empati yoluyla hissettiğimiz bu korku ise, dünyanın sonu yaklaşırken dört elle sarılmamız gereken bir korkudur.
Peki biz dünya için korkuyor muyuz? Yoksa trajediye karşı hissizleştik mi? Savaş, deprem, soykırım… Her gün sosyal medyada
gezinirken önümüze çıkan ve üzerine düşünmeden geçtiğimiz ölüm haberlerini düşünün, hemen ardından gelen komik bir paylaşım…
Kendimizi içinde kaybettiğimiz içerikler arttıkça asıl önemli şeyler üzerine düşünme zamanımız da azalıyor. Bizi belki normalde
derinden etkileyecek bir haber, artık gün içinde gördüğümüz binlerce içeriğin içinde kayboluyor. Çocukluğumuzu düşünelim, ilk kez
bir öğretmenin derste savaştan, küresel ısınmadan bahsettiği zamanları. Hepimiz çok korkmuştuk değil mi? O zaman belli ki daha
duyarlıydık, dünyanın, insanların başına gelenler, gelebilecekler bizi çok korkutuyordu, gelecek bizim geleceğimizdi. Peki ya
şimdi? Artık gelecek bizim geleceğimiz değil mi? Bu dünya hala bizim değil mi? Aslına bakarsak, korkunun bittiği yerde asıl
tehlike baş gösterir. Çünkü korkunun yokluğu, beraberinde kötülüğü kabullenişi getirir.
Peki ya siz, korkuyor musunuz? Belki kendi hayat mücadelenizde, kendi duygularınız içinde hapsedildiniz, beyniniz hayatınızdaki
bin bir problemle tıka basa doluyken dünyanın geri kalanını oraya nasıl sığdırasınız? Belki siz de herkes gibi hissizleştiniz,
kendinizi korumak için yaptınız bunu, her şeye bu kadar üzülürseniz yaşayamayacağınız söylendi, belki de insanlığa ve iyiliğe
karşı umudunuzu ve güveninizi yitirdiniz. Günümüzün sorunu şu ki: sanırım biz artık korkmuyoruz. Bizimle aynı sorunları yaşamayan
insanların karşılaştığı bin bir felaket bizi korkutmuyor. Bizden farklı olanların problemleri hakkında endişelenmek için zamanımız
yok. Gelecek nesiller ve nasıl bir dünyaya gözlerini açacakları hiçbir şekilde bizi ilgilendirmiyor. Oysaki korku bizim korkumuz,
ve zihnimizin derinliklerinde gömülmüş olsa bile hala oralarda bir yerde yaşıyor. Belki harekete geçmekten korkarsak hiçbir şeyi
değiştirecek gücü kendimizde bulamayız, ama dünyadaki bin bir kötülüğe karşı bir gelecek korkusunun yokluğunda bir değişim için
isteğimiz bile olmaz. Hayatın bin bir derdiyle cebelleşirken değişim ihtiyacını hep arka plana atmış oluruz. Bu nedenle benim
tezim şu: o korkuyu bulup yeşertmeli, paylaşmalı, yaşamasına izin vermeliyiz.
Acımasızlıktan, sömürüden, adaletsizlikten, düşüncesizlikten,
Korkmalıyız, Korkmalısınız!
İnsanlar, olayları anlamlandıramamanın huzursuzluğuna katlanamazlar. Her türlü nesneye ve düşünceye isim takılması gibi,
süreçlerin ve dönüşümlerin de işaret taşlarına ihtiyaçları var. Yarattığımız en temel iki taş: başlangıçlar ve sonlar. Yıllar,
yaşlar, haftalar, bu temel işaretleri hissettirebilen en net örneklerden. Fakat insan beyninin dışında kalan, doğada var olan
hiçbir şey kendini başlangıç ve sonlarla sınırlamaz. Olanlar ve bitenler yoktur. Sadece olurlar. Dönüşerek, birbirlerine karışarak
ve bazen de ayrışarak ama tekrardan karışmanın bir yolunu bularak devamlılık sağlanır. Buna doğumlar ve ölümler de dahil.
Ama beyin anlam ve netlik arar. Doğal veya beşeri olması fark etmeksizin, gözlemlenebilen her şeyin limiti olmamasına,
enerjileşmeye ve dönüşmeye devam etmesine rağmen, anlam ve netlik adına sandalyenin bir boyutu, başlangıcı ve bir sonu vardır.
Zamanın bizden bağımsız varlığına rağmen, anlam ve netlik adına anların öncesi ve sonrası, kümeleştirilmiş etiketleri vardır.
Anlar kategorilere ihtiyaç duyar. An, anılaştığında iki işaret taşının arasında yarattığımız bir döneme aittir. 2022’ye, geçen
haftaya ve düne ihtiyaç duyarız. Anları evsiz bırakmak, onları yanyana, akışta ve başıboş bir şekilde düşünmek insan için
neredeyse imkansız. İsimler, etiketler ve işaretler, beynin kurulu hayatın içinde fonksiyon edebilmesi için kabul edilmeli ve
gerçeklikleri sorgulanmamalıdır. Sandalye sandalyedir. Fakat bu işaretlerin işlevlerinin ötesinde insanlar üzerinde yarattığı
duygusal etki tahmin ettiğimizden biraz daha güçlü. İşaretlere anlamlar yükledik ve bu anlamlara ihtiyaç duymaya başladık.
Hikayelerin ortaya çıkışı gibi. Başlangıçları merhabalara ve sonları elvedalara dönüştürmek gibi.
Başlangıçlara ve sonlara yüklenen anlam, insanın sürekli olarak kendine yeni bir kimlik arayışının bir sonucu gibi düşünülebilir.
Kendimizi başı ve sonu belirsiz süreçlerde düşünmekten rahatsızlık duyarız. Bir başlama noktası, son algısı ve o sonun sağladığı
bir başlangıç tekrarı olmalı. Yenilik ve yenilenme tam anlamıyla ancak eski benliğimizle ilişkiyi sonlandırdığımızda temiz
hissettirebilir. Çünkü insan, kendine başkalaşma ve farklı versiyonlar yaratma ihtiyacı duyar.
“Merhabaların” ve “Elvedaların” psikolojide en çok araştırılan örneklerinden biri, “temporal landmark effect” olarak biliniyor.
Türkçesi zaman işaretleri etkisi olarak düşünülebilir. Doğum günleri, özellikle 29’dan 30’a, 49’dan 50’ye geçiş gibi “tamamlanmış”
yaşlar, ayın 1’i ve Pazartesi gibi olgular, yeni dönemler açıyormuş ve kişiye yeni opsiyonlar sunulmuş gibi hissettiriyor.
Kendimizi terk etmeyi, yeni bir benliğe kavuşmayı ve geçmiş halimizi başkasıymışçasına algılamayı seviyoruz. Ancak ve ancak,
hoşlanmadığımız her şeyi başka bir versiyonumuza devrederek rahatlayabiliyoruz. Bu özel günler ve dönemler, herhangi başka bir
dönemle karşılaştırıldığında yeni kimlik için şaşırtıcı derecede motive ve ikna etkisine sahip. Hayatla ilgili büyük kararların
çoğu bu dönemlerde çoklaşıyor zaten. Bütün yaşlara kıyasla 29 ve 49 gibi “9-bitişli” yaşlarda daha çok maraton koşan olduğu gibi,
daha çok intihar girişiminde bulunuluyor, Furkanlar karılarını daha çok aldatıyor.
İnsanlar “tamamlanmış” yaşlara yaklaşırken iki stratejiden biriyle ilerliyor gibi. Ya 50’ye seçilmiş versiyonlarla başlamak, ya da
istenmeyen her şeyin 49’a atılıp, orada sonlanarak, 50’de “temiz” bir başlangıç yapmak.
Bu konuyla ilgili varılabilecek bir sürü nokta, yazabilecek bir sürü son düşündüm. Temporal landmarklar’ın farkında olup, onların
yarattığı bu illüzyona yenik düşmemek gibi. Başlangıç ve sonların sadece bir algıdan ibaret olması, arkada başkalaşmış bir
versiyon bırakmamızın mümkün olmaması gibi.
Fakat bu etki önüne geçilmesi, tedbir alınması gereken bir etki mi? Anlam arayışı illüzyonları sevmese de illüzyona illüzyon diye
savaş açılmalı mi? Başlangıçların ve sonların yarattığı illüzyonlar, insan beyninin düşüncelere olan doyumsuz açlığından beri,
fikirleri, olayları ve hisleri hikayeleştirip, aktarmaya ihtiyaç duymamızdan beri, kendimize ve yaşadıklarımıza anlam iliştirmeye
çalıştığımızdan beri var oldular. Beynin diğer işlevlerinden farklı, en güçlü duygusal kısayollar. İnsanın belki de kendi içinde
yarattıklarının en faydalısı. Ve düşünüyorum da bazen gerçekten de başkalaşarak tekrardan nefes alabiliyoruz. Arınarak, bırakarak
ve tekrardan başlayarak.