1 yaşında yürümek istedi, 2 yaşında konuşmak. Hayatının hiçbir anında hedefsiz veya hayalsiz kalmadı. Her zaman yerine getirilmesi
gereken bir hedefin peşinden, atılması gereken adımlarla yürüdü. Kendinde o kadar güç bulamadıysa da, hayalleri ve istekleri
vardı. Hedefleri ve hayalleri giderek spesifikleşti, kendine her şeyi ve herkesi katmak istedi. Gerçekleşme ihtimali olan ve ilk
adımı atılmaya cesaret edilen her şey hedef oldu. Başkaları ulaşmıştı. Hepsi değilse bile, ulaşan vardı.
İnsanın kendini tasarlayabilmesi fikri her zaman çok çekici bir düşüncedir. İlk hedef, insan olarak anılmaktır. Bu ancak sağlıklı
bir fiziksel gelişim ve şansa dayalı bir aile tecrübesiyle olur. İnsan, genleri veya çevresi değil, ikisinin karışımı, bu iki
faktörün birbirini besleyişi ve/veya birbirine engel oluşunun bir sonucudur. Yeni doğmuş bebek, tecrübesiz insana dönüşmeyi
başardığı zaman, tasarlamaya hazırdır.
Sağlıklı insan her an, genel veya spesifik hedeflerle yaşar. Bunun için bir aksiyon planı hazırlar ve çoğunlukla başarısız olsa
da, bu döngüye devam eder. Başarılı olanı tabii ki de var. Denemeyeni bulmak biraz daha kolay. Kişiye özgü hedefleri her
duyduğumda büyük bir ilgiyle dinlerim; insanın bir yanı, toplumun bir parçası olarak değil, kendi için ve kendi adına, sevdiği,
doğrudan hoşuna giden kimliği ve hedefleri gerçekleştirme hayaliyle yaşar.
Tasarımın kişiye özgülüğü küçümsenemeyecek kadar büyük de olsa, bi adım geriden bakıldığında toplumsal faktörler, hangi yaşta neye
odaklanıldığını, neye öncelik verildiğini belirler. Genç yetişkinlerin eğitim, bireysel aile odaklı hedefleri, orta yaşlı
yetişkinlerin çocuklarla ilgili konularda veya mal mülkle kafayı bozuşu, ilerleyen yıllarda ise kişinin kendi sağlığı, emeklilik
ve dünyayı ilgilendiren arzuları vardır. Kişi büyüdükçe kendinden uzaklaşmaya başlar. Yaş ve hedeflerle ilgili birçok araştırma,
yaş ilerledikçe hedeflerin dışsal etkenlere evrildiğini gösteriyor. Neredeyse diğer her canlı gibi bencil olarak doğan insan, yine
bencilce yaşamaya devam etse de, hedeflerin değişkenliği insanların kendinden başka endişeleri ve istekleri olduğunu gösterdiği
için biraz umutlandırıyor.
İnsanın empati yeteneği, psikolog ve yazar Pinker’in birçok örneğini verdiği gibi, kişinin kendisi ve yakın çevresinden (in-group
members) yabancılara (out-group members) ve hatta diğer canlılara uzanmaya çok uzun bir süre önce başladı. Hatta kendini effective
altruists olarak tanımlayan bir insan topluluğu bile var. Bu insanlar, bencilliğe meydan okuyup, yardımı ve odakları ihtiyaç
sahibine yönlendiren, paralarının ve enerjilerinin çoğunu başkalarına verenler. Kendilerini ve yakın çevrelerini yabancıların
istekleri ve ihtiyaçlarıyla bir tutan, Utilitarist bir bakış açısıyla kendilerini "kurtarmaya" adayanlar. Effective altruism'in
kurucusu sayılabilecek filozof Singer, bir çocuğun hayatını kurtarmanın onun dileğini yerine getirmekten daha iyi olması
gerektiğini savunuyor. Bunun etikliğinin tartışması ise başka bir konu. Benim bu konuyla ilgili tek yorumum, hayatın kalitesinin
üzerine düşünülmemesi olabilir. Hayat, sadece kurtarılmak ve nefes almak mı, bilmiyorum. Bu gruptan bahsetmek istemem, insanların
(çoğunluk olmasa da) hedeflerinin ve arzularının (belki çok iyi bir disiplin ve kontrolle) kişinin kendisinden bağımsızlaşabilmesi
veya bastırılabilmesi. Bunun mümkünlüğü. Ben genel olarak, çevremdeki insanlara sağlık, mutluluk, huzur, aşk vs. dilesem de, belki
de kendimi ilgilendirmeyen hiçbir hedefim olmadı. İnsanların çoğunluğu da bu şekilde. Belki de daha sadece 23 yaşındayım.
Empati duygusu bile, en özünde bencil bir mekanizma, insanın başkasının duygusunu, kendine uyarlayabilmesidir. Empati çoğu
araştırmada insana özgü sosyal bir mekanizma olarak tanımlansa da, bu mekanizmanın ancak insanın kendi başıma gelirse nasıl
hissederim duygusu ve bu çevirinin tekrarıyla doğallaştığını savunuyorum. Çünkü her zaman (belki effective altruistler dışında —
aslında onlar da dahil ama farklı bir disiplin) kişinin kendisi ve çevresi için olan duygularının yoğunluğu, bir yabancının
onlarda uyandırdığı duygudan daha güçlüdür. Belki de yaş ilerledikçe ve hayat yaşandıkça, insan başkalarının duygularını yeteri
kadar kendi içinde tekrarlayıp etkiyi güçlendirme fırsatı bulabildiğinden, başkaları için kendisine yakın tepkilere erişebiliyor.
Tecrübe ve dolaylı olarak da yaş, insanı tekrardan dolayı başkaları için “daha iyi bir insan” olmaya yaklaştırıyor. Hedefler de
ona göre evriliyor.
Hayalleri ve istekleri vardı. Öğrenmek, okumak, üretmek istedi. İnsanları sevmek, onlar tarafından sevilmek istedi. Gezmek,
görmek, düşünmek. Sonra para kazanmak istedi. Ailesi olsun, çocukları olsun istedi. Kaçı hedef, kaçı hayal kaldı, o da onunla
ilgili.
Kendine dair iştahı azaldı bir süre sonra,
70 yaşında torunları mutlu olsun istedi. 90 yaşındaysa dünya barışı.
Referans:
https://psycnet.apa.org/record/1992-34650-001
https://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/016502549201500404
İnsanlar, olayları anlamlandıramamanın huzursuzluğuna katlanamazlar. Her türlü nesneye ve düşünceye isim takılması gibi,
süreçlerin ve dönüşümlerin de işaret taşlarına ihtiyaçları var. Yarattığımız en temel iki taş: başlangıçlar ve sonlar. Yıllar,
yaşlar, haftalar, bu temel işaretleri hissettirebilen en net örneklerden. Fakat insan beyninin dışında kalan, doğada var olan
hiçbir şey kendini başlangıç ve sonlarla sınırlamaz. Olanlar ve bitenler yoktur. Sadece olurlar. Dönüşerek, birbirlerine karışarak
ve bazen de ayrışarak ama tekrardan karışmanın bir yolunu bularak devamlılık sağlanır. Buna doğumlar ve ölümler de dahil.
Ama beyin anlam ve netlik arar. Doğal veya beşeri olması fark etmeksizin, gözlemlenebilen her şeyin limiti olmamasına,
enerjileşmeye ve dönüşmeye devam etmesine rağmen, anlam ve netlik adına sandalyenin bir boyutu, başlangıcı ve bir sonu vardır.
Zamanın bizden bağımsız varlığına rağmen, anlam ve netlik adına anların öncesi ve sonrası, kümeleştirilmiş etiketleri vardır.
Anlar kategorilere ihtiyaç duyar. An, anılaştığında iki işaret taşının arasında yarattığımız bir döneme aittir. 2022’ye, geçen
haftaya ve düne ihtiyaç duyarız. Anları evsiz bırakmak, onları yanyana, akışta ve başıboş bir şekilde düşünmek insan için
neredeyse imkansız. İsimler, etiketler ve işaretler, beynin kurulu hayatın içinde fonksiyon edebilmesi için kabul edilmeli ve
gerçeklikleri sorgulanmamalıdır. Sandalye sandalyedir. Fakat bu işaretlerin işlevlerinin ötesinde insanlar üzerinde yarattığı
duygusal etki tahmin ettiğimizden biraz daha güçlü. İşaretlere anlamlar yükledik ve bu anlamlara ihtiyaç duymaya başladık.
Hikayelerin ortaya çıkışı gibi. Başlangıçları merhabalara ve sonları elvedalara dönüştürmek gibi.
Başlangıçlara ve sonlara yüklenen anlam, insanın sürekli olarak kendine yeni bir kimlik arayışının bir sonucu gibi düşünülebilir.
Kendimizi başı ve sonu belirsiz süreçlerde düşünmekten rahatsızlık duyarız. Bir başlama noktası, son algısı ve o sonun sağladığı
bir başlangıç tekrarı olmalı. Yenilik ve yenilenme tam anlamıyla ancak eski benliğimizle ilişkiyi sonlandırdığımızda temiz
hissettirebilir. Çünkü insan, kendine başkalaşma ve farklı versiyonlar yaratma ihtiyacı duyar.
“Merhabaların” ve “Elvedaların” psikolojide en çok araştırılan örneklerinden biri, “temporal landmark effect” olarak biliniyor.
Türkçesi zaman işaretleri etkisi olarak düşünülebilir. Doğum günleri, özellikle 29’dan 30’a, 49’dan 50’ye geçiş gibi “tamamlanmış”
yaşlar, ayın 1’i ve Pazartesi gibi olgular, yeni dönemler açıyormuş ve kişiye yeni opsiyonlar sunulmuş gibi hissettiriyor.
Kendimizi terk etmeyi, yeni bir benliğe kavuşmayı ve geçmiş halimizi başkasıymışçasına algılamayı seviyoruz. Ancak ve ancak,
hoşlanmadığımız her şeyi başka bir versiyonumuza devrederek rahatlayabiliyoruz. Bu özel günler ve dönemler, herhangi başka bir
dönemle karşılaştırıldığında yeni kimlik için şaşırtıcı derecede motive ve ikna etkisine sahip. Hayatla ilgili büyük kararların
çoğu bu dönemlerde çoklaşıyor zaten. Bütün yaşlara kıyasla 29 ve 49 gibi “9-bitişli” yaşlarda daha çok maraton koşan olduğu gibi,
daha çok intihar girişiminde bulunuluyor, Furkanlar karılarını daha çok aldatıyor.
İnsanlar “tamamlanmış” yaşlara yaklaşırken iki stratejiden biriyle ilerliyor gibi. Ya 50’ye seçilmiş versiyonlarla başlamak, ya da
istenmeyen her şeyin 49’a atılıp, orada sonlanarak, 50’de “temiz” bir başlangıç yapmak.
Bu konuyla ilgili varılabilecek bir sürü nokta, yazabilecek bir sürü son düşündüm. Temporal landmarklar’ın farkında olup, onların
yarattığı bu illüzyona yenik düşmemek gibi. Başlangıç ve sonların sadece bir algıdan ibaret olması, arkada başkalaşmış bir
versiyon bırakmamızın mümkün olmaması gibi.
Fakat bu etki önüne geçilmesi, tedbir alınması gereken bir etki mi? Anlam arayışı illüzyonları sevmese de illüzyona illüzyon diye
savaş açılmalı mi? Başlangıçların ve sonların yarattığı illüzyonlar, insan beyninin düşüncelere olan doyumsuz açlığından beri,
fikirleri, olayları ve hisleri hikayeleştirip, aktarmaya ihtiyaç duymamızdan beri, kendimize ve yaşadıklarımıza anlam iliştirmeye
çalıştığımızdan beri var oldular. Beynin diğer işlevlerinden farklı, en güçlü duygusal kısayollar. İnsanın belki de kendi içinde
yarattıklarının en faydalısı. Ve düşünüyorum da bazen gerçekten de başkalaşarak tekrardan nefes alabiliyoruz. Arınarak, bırakarak
ve tekrardan başlayarak.