Hepimiz arada sırada deneyimleriz, eski fotoğraflarımızı kurcalarken kafamıza doluşan anılar, yaşandıkları andan daha parlak
canlanırlar zihnimizde. Bir fotoğraftan ötekine atlarken, kendimizi rengarenk bir zaman yolculuğunda buluruz. Beynimizin arkasına
attığımız, unuttuğumuz o önemsiz anılar birer birer geri gelir bize. Sadece anılara özel renkler, neşeli sesler, yanımızdakilerin
sıcaklığı, yaz rüzgarının ferahlığını hisseder gibi oluruz. Cıvıltılı, huzurlu, sevdiklerimizle dolu yaz akşamları, ağaçlar
yapraklarını dökmeye başlarken, sıcak havanın yerini sağanak yağmura bırakırken, birer anı olarak bizi ısıtırlar. Bir sonraki yaza
geri dönerken ise, içimize bir umut dolar. Umut, heyecan, ama aynı zamanda bir melankoli, azıcık da korku. İşte tüm bunların
karışımıdır nostalji.
Nostalji en beklemediğimiz anlarda bizi bulan bir arkadaş gibidir. Beni en son bulduğunda, eğitim hayatımın son gününe, yılın ilk
yaz güneşinin selamıyla uyanmıştım. Bahçeden gelen çiçek kokuları, kuş sesleri, tenimde hissettiğim güneşin sıcaklığı, hepsi
yaklaşmakta olan yaz mevsiminin habercileriydi. Üniversite kampüsünün etrafında açan Mayıs güllerini görmek, bu kampüste
mevsimlerin değişimine, çiçeklerin açmasına son kez tanık olacağım gerçeği, içimde bir burukluk yarattı. Elbette, hepsini teker
teker fotoğrafladım, unutmak istemiyordum çünkü; bu çiçekleri, hayatımın dört yılının geçtiği bu kampüsü, bu duygusal anı. Bazı
anlar vardır, hayatımızın bir faslının sonuna geldiğini, yeni bir sayfa açtığımızı hissederiz. Alışageldiğin rutin, kişiler,
manzaralar, maziye dönüşecektir yakında. Bu tür “son”lar beraberinde hem varoluşsal kaygı hem de geçmiş özlemini getirir.
İşte bu melankoli dolu günde, son birkaç senenin tüm fotoğraflarını yedeklemek aklıma geldi. Telefonumun hafızasının tamamen
dolduğunu fark etmiştim, bir yandan da sembolik gelmişti, bu son günde hayatımın bu dönemini baştan sona yeniden deneyimlemek. Üç
saat sonra, kendimi bulduğum yer nostalji kuyusunun tam dibiydi.
“Kütüphanem bir özlemler arşividir.” der Susan Sontag. Her şeyin bir fotoğrafta bitmek için var olduğunu söyler. Belki de haklıdır
da. Ona göre, fotoğraf çekmek bir başa çıkma mekanizmasıdır. Bazen, dünya ile biz arasında bir lense dönüşür; bir olaya nasıl
tepki vereceğimizi çözemediğimizde onu bir fotoğrafta yakalamayı tercih ederiz. Sontag’in deyimiyle “Yakalayıp kaçarız.” Bazen bir
kibir göstergesidir fotoğraf, güzel olduğumuz, mutlu olduğumuz zamanlara geri bakarak, en çok beğendiğimiz halini başkalarına
göstererek, kendimizi değerli görürüz. Belki de bu mutlu halimizi muhafaza etmek isteriz; kendimize mutlu olabildiğimizi
kanıtlamak için. Bazen bir delildir fotoğraf, gittiğimiz yerlerin, gördüğümüz şeylerin, sonsuza dek kalacak bir kanıtıdır. Bazen
bir anı yaşamış gibi hissetmeyiz, eğer kaydetmemişsek.
Dijital çağda doğup büyümenin en büyük özelliklerinden biri, hayatımızın her anının kaydedilmiş olması. Herhangi bir cihazımızı
açınca, ne zaman istersek bakabileceğimiz, tüm yaşamımızın gözlerimiz önüne serildiği bir arşivle karşılaşırız. Bu arşivi
doldurmak, genişletmek isteriz. Yaşamımızı kaydetme eylemi bir içgüdü haline gelmiştir; ya da belki, kaydetmek için yaşarız.
Arkadaşlarımızla geçirdiğimiz güzel bir günden sonra, ilk yaptığımız şey onlardan çektikleri fotoğrafları istemek olur. Bir tatile
gidince, her şeyin fotoğrafını çekmezsek bir şeyleri eksik yapmış gibi hissederiz. Binlerce fotoğraf, bu şekilde hayatımızın
kronolojik bir arşivini oluşturur.
Peki geçmişimizin bu kadar erişilebilir olması bizi nasıl etkiler?
Fotoğrafların olmadığı bir dünyada, anılarımızı saklamak için sahip olduğumuz tek yer zihnimizdi. Anıları saklamak kolaylaştıkça,
zihnimizin anı saklayıcısı yavaşça tembelleşti. Artık anıları, kaydettiklerimizden ayıramadığımız bir gerçeklikte yaşıyoruz.
Mesela ben küçüklüğümü çok iyi hatırlamam. Aklımda kalan anılar ise, defalarca izlediğim video ve gördüğüm fotoğrafların
oluşturduğu hikayelerdir aslında. Peki o zaman benim zihnim de bir sabit diske mi dönüşmüş olur? Gerçek şudur ki, fotoğraflar ile
eriştiğimiz şey gerçekten yaşadığımız geçmiş değil, sadece görüntülerdir. Platon’un mağara alegorisi misali, hepimiz bu
anılarımızın mahkumuyuzdur, onların yarattığı sahte gerçeklikten besleniriz. Oysaki o yaz akşamlarını bize özel yapan fotoğraflar
değil, içimizde kalan o sıcaklık hissidir. Anları canlı tutma çabasından ibarettir fotoğraf çekmek. Fotoğraflar, yalnızca o
sıcaklığı hatırlamamıza, alevi birazcık daha canlı tutmamıza yararlar. Onları vazgeçilemez yapan belki de budur.
“Çok daha parlak bir mürekkeple basılmış anılar, bana sevdiğimi hatırlatıyor, düşünmeyi öğretiyorlar.” (Dodie, “When)
Geçmiş, her zaman olduğundan daha tatlı gelir bize. O güzel yaz akşamlarını tekrar tekrar yaşarız. Davulun sesi uzaktan hoş gelir
misali, anılarımızdan uzaklaştıkça bize daha güzel gelmeye başlarlar; her ne kadar o zaman da şimdiki kadar zorlandığımız, mutsuz
olduğumuz anlar olsa da. Anda yaşayalım yaşamasına, hiçbir zaman tam olarak tatmin olamayız, özellikle geçmişin o tatlı çağrıları
her an aklımızdayken, hala elimizdeyken. Her kış, yazın geri gelmesi için yaşarız. O dönemde ne kadar derdimiz tasamız olsa da
geçmişe hep özlemle bakarız. Bazen bu özlemin içine pişmanlık karışır: "Ah o zamana geri dönseydim, her şeyi farklı yapardım!"
Bazen de yas baş gösterir: "Keşke onunla bir gün daha geçirebilseydim, o yaz." Bizi yakaladığı gibi esir alır anılar; onların
içinde yaşadığımız sürece güvendeyizdir, ama aslında yaşamış olmayız.
Belki bir zamanlar, nostalji sadece arada sırada ziyarete gelen uzak bir akrabaydı. Şimdi, onu gittiğimiz her yerde buluruz;
girdiğimiz her uygulamada, evimizin duvarlarındaki fotoğraflarda, eski mesajlar ve günlüklerde. Eğer ayarında kullanmazsak,
nostalji bizi ayaklarımızdan bağlayıp sürekli geriye doğru çeker. Ve biz sürekli bu şekilde sabit kalırız, Orpheus gibi bir
gözümüz hep arkamızda. Sontag’in sözleriyle, eğer hayatımızın odak noktası şimdiyi değiştirmek değil, geleceği anmak ise, asla
ilerleyemeyiz. Bilmeliyiz ki, o yaz akşamları hiç geri gelmeyecek, biz de ne kadar istesek de onlara geri dönemeyeceğiz. Hayatımın
bu bölümünün ve bu yazının kapanışını yaparken, eski kitap ve defterlerimle, eski fotoğraflarımla, eski cümlelerimle birlikte, bu
bitmez tükenmez nostalji hissini de bir kutuya kapatarak veda etmek istiyorum. Öyle ki, geri dönemeyeceğimizi, arkamızda
kalanların sadece bir seraptan ibaret olduğunu fark ettikten sonra yapabileceğimiz tek şey, silkinip önümüze bakmaktır. Kamera
lensimizin kadraja almadığı o detaylar ile baş başa kalıp, sadece o anı yaşamak… Ne olacak ki sonsuza kadar o yaz gecelerinin
serabında yaşayamayacaksak? Sırada yeni yaz akşamlar var.
“Sadece bazı kişiler buna sahip olabiliyorsa bu mutluluk değildir.”
Ekim ayında Filmekimi programında gösterilen 2023 tarihli yeni Hirokazu Kore-eda filmi olan Monster’ı izlemeye gittim. Broker,
Shoplifters ve Our Little Sister gibi filmleriyle izleyicilerin kalbini kazanmış yönetmenin yeni filmi, Cannes’da en iyi senaryo
ödülünü aldığı için, beklentilerim oldukça yüksekti.
Kore-eda filmlerini izlerken hissetmeyi beklediğim duygular vardır; karakterlere üzülürüm, onlarla empati kurarım, yalnızlık ve
umutsuzluğun nasıl sevgi ile iyileştiğini, insanların nasıl birbirlerinin kurtarıcısı olduğunu görür ve filmin sonunda kalbimde
bir parça umutla sinema salonundan çıkarım. Bu filmden de benzer bir kurgu bekliyordum. Ancak Monster tüm beklentilerimi, en güzel
şekilde yerle bir etti.
Monster, iki defa izlenmesi gereken bir film. İlk izleyişte, özellikle Kore-eda’nın tarzını bilmeyen izleyiciler için, farklı
karakterlerin perspektifleri üzerinden çözülen bir gizem filmi olarak karşınıza çıkıyor. İkinci izleyişte ise filmin asıl
temalarını anlamış olarak izliyorsunuz: yabancılaşma ve sevgi. Film, bir anne ve oğlu üzerinden gelişiyor. Minato bir gün annesine
soruyor: “Anne, ben ne olarak yeniden doğacağım?” Hem bu soruyu hem de Minato’nun son zamanlardaki davranışlarını
anlamlandıramayan annesi ise, oğlunun artık gerçekten anlayamadığı bir kişiye dönüştüğünü fark etmenin rahatsızlığını yaşıyor. Ne
de olsa bir annenin en kötü kabusu, çocuğunun aklını kaybetmesi. Bir gün oğlunun okulda yaralandığını fark ediyor. Suçlanan kişi
ise, filmin ilk canavarı: oğlunun okuldaki sınıf öğretmeni Hori. Anne, öğretmeni şikayet edince, okul müdiresi ve öğretmenlerin
umursamaz, zombiye benzer tavırları ile karşılaşıyor. Onların gözünde hem Hori hem de müdire birer cani, birer canavar. Annenin
deyimiyle onlarda “insan kalbi yok.”
Peki insanlık nasıl kaybedilir? Bir kişi sahip olduğu insanlığı nasıl yitirir ve bu çevresindekiler tarafından nasıl anlaşılır?
Daha da önemlisi, insanlık yitirilebilen bir şey midir?
Minato’nun sınıf arkadaşı Yori, okulda zorbalanan, çevresindekiler tarafından tuhaf bulunan bir erkek çocuk. Minato’ya, beyninin
insan beyni değil, domuz beyni olduğunu söylüyor. Bu sözler, ona babası tarafından aşılanmış. Bu sözler Minato’yu o kadar derinden
etkiliyor ki, ona en büyük hayalinin oğlunun sıradan bir aile kurup sıradan bir hayat yaşaması olduğunu söyleyen annesine şu
soruyu soruyor: “Bir insana domuz beyni nakledilirse o kişi insan mı olur domuz mu?” Hem Minato hem de Yori, birbirlerini
sevdiklerinden dolayı beyinlerinin domuz beynine dönüştüğüne, insanlıklarını yitirdiklerine inanıyorlar. Bu sevgileri, toplum
tarafından aşağılanıyor, ötekileştiriliyor.
Annenin Minato’yu anlayamayışı ve bundan dolayı gelişen korku ve rahatsızlık hisleri, onun toplumsal normlar tarafından
sınırlandığını gösteriyor. Çocuklar ise yetişkinlerin yarattığı bu dünyada kısıtlanmış ve izole edilmiş hissediyorlar. Minato,
annesinin hayallerini asla gerçekleştiremeyecek olmasının ve olduğu kişinin annesini üzecek olmasının yükünü taşıyor. Ona bu
duygularını anlatmaya da çalışıyor: “Anne, benim için üzülme.” Çünkü onu mutlu eden sevgisinin, annesini üzeceğini biliyor.
Filmin ikinci kısımda bu olayların hepsini Hori öğretmenin gözünden en baştan izliyoruz. Aslında hiçbir şekilde öğrencilerine
şiddet göstermeyen Hori, suçun kendisine atılmasının şokunu yaşıyor. İzleyici olarak tam bu anda biz de onunla birlikte bu
şaşkınlığı yaşıyoruz; çünkü o ana kadar biz de Hori’ye, ve onu savunan okul müdiresine bir canavar gözüyle bakıyorduk.
Filmde aslında canavar kelimesi birkaç defa geçiyor. Babasının Yori’ye canavar demesi dışında, anne öğretmenleri, öğretmenler de
velileri canavar olarak niteliyor.
Peki bu kişileri canavar yapan ne? Farklılıkları mı? Etrafındaki insanlara çektirdikleri acılar mı? Küçük bir çocuğun kendini
canavar olarak görmesine neden olan bu toplum yapısı ve ağır yargılar, ne kadar kabul edilebilir?
Kore-eda’nın ağzından: "Bazı insanlar kendilerini anlayamadıkları şeylerden ayırmak için 'Canavar' etiketini kullanıyor.”
Filmin en etkileyici sahnesinde Minato ve müdire konuşuyorlar. İkisi de toplumun gözlerinde birer canavar. Minato, ona sıcak
davranan müdireye, en büyük sırrını paylaşıyor: Yori’ye olan sevgisi. “Benim sevdiğim biri var.” diye başlıyor; “Hiç kimseye
söyleyemeyeceğim için yalan söylüyorum. Çünkü asla mutlu olamayacağımı bilecekler.” Bu sahne Minato’nun üzerindeki yükün ne kadar
ağır olduğunu gösteriyor bize. Farklılıkları, onun sevgisini, annesi ve tüm dünyanın gözlerinde acınası, utanılası bir şeye
dönüştürmüş. Bu sözleri duyan müdire ise filmin bence en can alıcı repliğini söylüyor Minato’ya: “Bu çok saçma. Sadece bazı
kişiler buna sahip olabiliyorsa bu mutluluk değildir. Mutluluk, herkesin sahip olabileceği bir şeydir.”
Minato, sevgisini utançla taşıyor. Düşünsenize, sizi dünyanın gözünde canavar yapan şey sahip olduğunuz sevgi. Oysaki sevgi ne
kadar saf, güzel bir duygu. Hele bir çocuğun sevgisi. Müdirenin sözleri de tam bu noktaya parmak basıyor. Eğer sevgi dediğimiz
duygu, sadece belirli kişilerin hissetmesine izin verilen, sadece belirli kişiler sahip olunca mutlulukla ilişkilendirilen bir
kavramsa, o sevgi gerçek değildir. Çünkü sevgi, herkesin sahip olabileceği bir şeydir.
Filmin sonuna doğru Minato, Yori’yi görmek için evine gidip kapısını çalıyor. Kapıyı Yori açıyor, arkasında ise agresif bir
ifadeye bürünmüş babası. Babasının zoruyla Yori, Minato’ya artık hastalığının iyileştiğini, normal olduğunu söylüyor.
Minato’nun cevabı ise onun artık kendisini ve sevgisini kabullenişinin, bir bakıma yeniden doğuşunun göstergesi: “Sen hep
normaldin.” Yori babasının gözünde, okuldaki zorbalarının gözünde bir canavar; ama Minato’nun gözünde o sadece bir çocuk, sevginin
ne olduğunu anlamaya, anlamlandırmaya çalışan, ona nefretle bakan insanların arasında kendini bulmaya, sevgisi ve saflığını
korumaya çalışan bir çocuk.
Monster, çevremizdeki canavarların hikayesi. Belki bazılarına göre bir gerilim filmi, bazılarına göre ise bir trajedi. Yine de tüm
bu kaosun arkasında ise aslında filme bir iyimserlik duygusu hakim. Bu duygunun kaynağı ise bu ayki konumuz: sevgi. Karakterlerin
taşıdığı sevgi; annenin ve öğretmenin çocuklara, çocukların ise birbirlerine olan sevgisi, önyargı ve sınırlarla dolu bu dünyanın
engellerini aşmayı başarıyor. Ve en nihayetinde, Minato ile Yori yeniden doğuyorlar. Birer canavar değil, birbirlerini ve
kendilerini seven iki insan olarak.
Sevgili okuyucular, hepimiz bazı insanların gözünde birer canavarız, elbet bizim gözümüzde de bazı insanlar birer canavar. Ama
unutmamalıyız ki o canavarların da hikayeleri var, o canavarlar da özlerinde birer insan. En nihayetinde, “canavar”lar da
sevebilir.
Kore-eda’nın röportajı:
https://www.forbes.com/sites/danidiplacido/2023/12/14/director-hirokazu-kore-eda-talks-the-meaning-of-monster/?sh=6a1e1fac1af1
İlkokul öğretmeni, sınıfta öğrencilere bir ödev verir. Ödevin konusu: “Hedefleriniz”. Gelecekte yapmak istedikleri mesleği resim
olarak çizip ertesi gün teslim edeceklerdir. Herkes bilir ki çocuklar için hedef ve hayal eş anlamlı sözcüklerdir, bu yüzden
kafalarında bu konuyu “hayallerim” diye anlarlar. O yaşlarda hayal güçleri geniş, gelecek uçsuz bucaksızdır. İstedikleri her şey
olabilecekleri söylenir; uzaya çıkıp aya adım atabilirler mesela, ülke başkanı olup insanlığı yönetebilirler, milli futbol
oyuncusu olabilirler, balerin olup dünyanın etrafında dans edebilirler, ressam, müzisyen, bilim adamı, bunların hepsini aynı anda
veya art arda olabilirler. Çocuklar için imkansız yoktur, sınıfın hayalperest kızı prenses olacağını söyleyince hoca onu
terslemez, sadece gülümser, çünkü çocuklukta yaratıcılık takdire şayan bir özelliktir, çünkü bu yaratıcılık onların geleceğini
etkilemeyecek bir yaratıcılıktır.
Lisenin son yılında, sınava hazırlanacak öğrencilere öğretmen soru sorar. Konu yine aynıdır: “Hedefleriniz”. Çocuklukla
yetişkinlik arasındaki o sancılı dönemde hapsolmuş genç öğrenciler, çoktan kategorilere ayrılmaya mahkum bırakılmıştır bile.
Sınavda hangi derslerin sorularını çözecekleri onları sınıflara, ve daha da önemlisi meslek gruplarına ayırmıştır. Artık seçenek
havuzu sınırlıdır; doktor, mühendis, avukat, dişçi, bankacı, çevirmen, öğretmen, psikolog… Bu havuzun dışarısında hedefleri olan
öğrenciler yok değildir tabii ki. Bunlar ya hayal kurmaya lüksü olan yüksek gelirli aile çocukları, ya bir alanda müthiş yetenekli
veya tutkulu olan şanslılar, ya da hayal kurmaktan asla vazgeçememiş Peter Pan’lardır. Hayal gücü, artık eskisi gibi rağbet
görmez. Makul miktarda hayal gücü bizleri ilgi çekici yapar, ama çok fazlası bizi gerçeklikten uzaklaştırır. Aileler, öğretmenler
ve dünya, bu hayal gücünün çevresine sınırlar inşa edip bir kutuya hapseder. İçimizdeki minik çocuk azarlanır: Hayalperestliği
artık bırak, hayatın için gerçekçi hedefler koyma vakti geldi. Artık hayal ve hedef gençlerin kafasında kalın bir çizgiyle
ayrılmıştır. NASA’ya girmeleri için Amerikan vatandaşı olmaları gerektiği, milli sporcu olmak için yeterince uzun, atletik veya
çevik olmadıkları, bir sanat alanında kendilerini geçindirmek için seçeneklerin çok sınırlı olduğu defalarca tekrarlanarak
kafalarına kazınmıştır. Artık çocuk değillerdir.
Üniversiteden mezun olacakken iş bulma telaşı başlar. Yirmilerinin başlarındaki genç yetişkinler, büyük umutları ve heyecanlarını
ceplerine sığacak kadar küçülterek geleceğe bitmez tükenmez, onlara defalarca aşılanmış bir karamsarlıkla bakarlar. Artık onlara
söylenen yalanları anlamışlardır ama çok geçtir; liseye girince, üniversiteye girince ve mezun olunca hayat sihirli bir şekilde
güzelleşmeyecektir. Hatta bu zorlu dönemlerin sonunda onları daha da zorlu dönemler bekliyordur ve en kötüsü, bu cümleyi
kendilerine defalarca tekrarlayacaklardır. Aile yemeğinde hedefler konusu açılır ve herkes gence döner. İleride onu parlak, hatta
göz kamaştırıcı bir gelecek bekliyordur. Ailenin yaşlı üyeleri bu sözleri söylerken, kelimelerinin arasından umudun yanında hafif
bir kıskançlık sızar. Her tavsiyenin altında yatan yakarış: “Senin yerinde ben olsaydım, ben de gençliğe geri dönseydim, birçok
şeyi farklı yapardım, farklı kararlar alırdım.” Oysaki gence verdiği tavsiyeler hayal kurması, hayatı tadını çıkararak yaşaması
değil, ona uygun görülen hedefleri bir asker edasıyla taşıyıp ona hazırlanan tahta oturmaktır. Hukuk okuyan bir gence avukat mı
hakim mi savcı mı olacağı sorulur. Tıp okuyanın hayatı boyunca kimliği ailenin doktoru olacaktır. Mühendislik okuyana hangi büyük
firmada çalışacağı sorulur. Sanat okuyan kuzene bir soru sorulmaz, herkes biliyordur ki onun hedefi sadece bir hayaldir, gerçekçi
değildir, ileride bu yolu seçtiği için pişman olacaktır. O da hayallerinin yükü altında ezilmemeye gayret ederek hayatta kendine
biçtiği yolda ilerlemeye devam eder. Mutlu olacak mı olmayacak mı, cevabı kendisi bulacaktır.
Yetişkin kelimesini kendine yakıştırmaya başladıktan sonra büyükler dünyasına adım atmanın en son basamağı, içindeki çocuğun
izlerini tamamen silmektir. Bir zamanların hülyalarından vazgeçmiş yetişkinler, içinde barındırdıkları hayallerin sonsuza kadar
hayal olarak kalacağı gerçeğini kabullenmiş, kaderine boyun eğerek onları refaha götüren yolda ilerlemeye devam etmişlerdir. Bu
hayaller asla tamamen kaybolmayacaktır. Öyle bir gün gelir ki, bu hayalleri çocuklarının hayalleri olur. Veya, ki bu en iyi
ihtimaldir, bir gün hiçbir hedefin yaşı olmadığını anlarlar ve bu yolu kendilerine açmak için var güçleriyle işe koyulurlar.
Yetişkinler için hedefler hayalden en çok uzaklaşmış, ama aslında bir anlamda özdeşleşmiş haldedir. Onlardan hayal kurmaları
istenince içlerinde hapsedildikleri kutuyu o kadar özümsemişlerdir ki, gerçekçilikten yoksun bir hayali kafalarında
canlandıramazlar bile. Hedefleri sorulunca basit şeyleri düşünürler: şu yaşa kadar şu kadar terfi almak, şu kadar kazanıyor olmak,
ev veya araba sahibi olmak, çocuklarını şu okula göndermek, şuraya tatile gitmek, şu kıyafeti almak, şu kadar zayıflamak, şu
kitabı okumak, şu dili öğrenmek… Hedefler artık yaşıtlarımızın hazırladığı ve bize altın tepside sunduğu seçkilerden ibarettir.
Özendiğimiz herkes bu sınırlı hedeflerden birini gerçekleştirdiklerinden övünür, biz de önümüzdeki yıl için hedefimizi bunlar
arasından seçeriz.
Hedeflerimizin olmaması ise kabul edilemeyecek bir ihtimal olarak görünür. Hedefi olmayan bir kişinin hayata dair tüm umutları ve
isteği bitmiştir. Toplum, her daim ilerlemeye gayret göstermeyen kişileri küçümser. Gelgelelim nereye ilerlediğimiz sorulunca
cevabı kimse bilmez. Bu yol nereye kadar, ne için yürümeye devam ediyoruz, yolun sonunda ne olmasını bekliyoruz, tasvir ettiğimiz
bu sona ulaşınca sonraki adımı nereye atacağız? Duraksamak o kadar kötü müdür? Olduğumuz yerde nefes alıp, sahip olduklarımıza
bakıp minnet duymak. Derin nefesler alıp dünyanın bize sunduğu güzellikleri kucaklamak. Hayatın tek anlamı ilerlemek midir, yoksa
hayatın anlamı sadece yaşamak olabilir mi? Bu tür düşüncelerle, bir yıla daha adım atıyoruz.
Fark etmeyiz ki içimizdeki çocuk hala yaşıyor ve bize her an bir yakarış içerisinde. Aradığımız cevabı aslında o söylüyor. O
çocuğu dinlemekten korkarız çünkü biz küçükken büyüklerin bize söylediklerini biz de artık ona söyleyeceğiz: hayallerin gerçekçi
değil, akıllıca değil, onları göm, üzerlerini ört, görülemeyecek, ulaşılamayacak kadar gizle onları. Belki bu yıl bir değişiklik
yapıp bu sözcükleri sarf etmek yerine o çocuğa kulak vermeyi seçeriz, belki de bir bildiği vardır.
Her yeni yıla girerken o yıl için hedeflerimi yazarım. Seneler boyunca bu hedefler o kutunun içinden, hedef kitabından alınmıştı:
istediğim üniversiteye gireceğim, daha fazla spor yapacağım, yeni bir dil öğreneceğim… Bu hedefleri gerçekleşemeyince ise tüm
yılım boşa geçmiş gibi hissederdim. O yüzden artık hedeflerimi içimdeki çocukla beraber yazıyoruz. Yanıma oturuyor, bize çay
yapıyorum, sevdiğim müzikleri açıyorum ve önümüzdeki yıla bakıyoruz. Sonu olmayan bu yolun yolcuları olarak, bir anlık bile olsa
duraksıyoruz, soluklanıyoruz. Sevmeyi, sevilmeyi öğrenmeyi, anda yaşamayı, hayatı anlamlı kılan asıl şeyleri keşfetmeyi hayal
ediyoruz. Ve yazmaya başlıyoruz.
Sizi en çok ne korkutur?
Korku, hepimizde farkı çağrışımlar yapar. Ölüm, başarısızlık, yalnızlık; belki daha gündelik korkular: yükseklik, karanlık,
örümcekler… Bu çağrışımların ortak yönü, korkunun kötü, kaçınılması gereken bir his olması Korku bizi felç edebilir. Bizi
hayallerimize ulaşmaktan alıkoyabilir. Bizi küçük hissettirebilir. Korkunun zıddını cesaret olarak algılarız. Korkmamak, korkusuz
olmak, erdemli olmanın göstergesidir.
Korkunun koruyucu gücü
İzninizle korkuyu farklı bir perspektiften ele almak istiyorum. Biliyoruz ki korku, esasen bir hayatta kalma mekanizmasıdır.
Beynimiz sinir sistemi yoluyla, tehlikede olduğumuzun sinyallerini ileterek bizi korumaya çalışır. Her temel duygu gibi, insanlar
için elzemdir. Korku, insanın kendini güvenceye alma eylemini tetikler. Çocukluğunuzu düşünün; anne babalarımız bize sokaktaki
yabancıların tehlikeli olduğunu söyler, biz de onlardan korkarız. Büyürken bu korkumuz bilinmeyene, tanınmayana yönelir,
alıştıklarımızdan farklı olan kişi ve şeylere korku besleriz, yanlarında güvende hissetmeyiz, çünkü bize verebileceği zararların
ihtimali bizi onlardan uzaklaştırır. Korku, bizim kalkanımız haline gelir. Eğer hiçbir şeyden korkmazsak, kendimizi her türlü
tehlikenin kol gezdiği bu dünyada kendimizi bir felaketin tam ortasında buluruz.
Peki korku ilerleyip güç ile birleşince?
“Av olma korkusu, bizi avcıya dönüştürür.” — Suzanne Collins
Bize bir şeyi, korku kadar hızlı hiçbir duygu yaptıramaz. Ne motivasyon ne de heyecan. Korku, biz insanlar üzerindeki bu büyük
etkisi nedeniyle, aslında bize karşı bir silah olarak da kullanılabilir. Tabii ki tarih boyunca politikacılar, dünya liderleri,
bunun farkına bizden çok önce varmışlardır. Korku, aslına bakılırsa toplum üzerindeki en büyük silahtır. Çünkü korku güç ile
birlikte kullanılınca, arkasında sessiz bir tehdit yatar. Güce sahip olan, bu silahı istediği gibi kullanıp üzerinde hakimiyet
kurduklarına istediği her şeyi yaptırabilir. Bu korku, aslında günümüzde inanılan birçok inancın da temelinde yatar. Bazen bu
dünyada, bazen öteki dünyada başımıza gelebileceklerin korkusu, bizi daha iyi bir insan olmaya yönlendirebilir. Temelini
caydırıcılıktan alan kanunlar da korku temelinde oluşur. Bir suçu işlediğimizde alacağımız cezanın korkusu, bizi kanun düzenine
uymaya teşvik eder. Bir açıdan bakılırsa, bu insanlık için olumlu sonuçlar doğurur. Kaynağını korkuda bulan bu toplumsal normların
asıl amaçları bizi iyiye yönlendirmektir. Peki neden korku? Çünkü insanın en büyük teşvik aracı korkudur. Ancak korku üzerine
temellendirilmiş bir toplum yapısında, bu gücü elinde tutanların dürüstlüğüne ne kadar güvenilebilir? Nitekim her daim korku
altında yaşayan bir toplum, özgür düşüncenin getirdiği ihtimalleri görebilmekten uzaktır. Belki bu yüzden korkusuzluk, birçok
düşünüre göre, ihtiyaç duyulan değişimlerin temelinde yatar.
Peki ya korkunun tersi hissizlikse?
“Her gün seni korkutan bir şey yap” — Eleanor Roosevelt
Ne dersek diyelim, korkunun zihnimiz üzerindeki gücü aşikar. Korkuyu gözünüzde karanlık bir orman olarak canlandırın. Bu ormanda
hiçbir şeyi göremezsiniz, ağaçların hışırtısı, gizemli hayvan sesleri sizi korkutur. Cesursanız birazcık içine girebilirsiniz,
dolaşabilirsiniz, ama o merak hissi çoğu zaman korkuyu aşamaz. İşte bu şekilde korkunun üzerimizdeki gücü, bilinmeyenin gücüne
dönüşür.
Korku, yanında en yakın dostu olan kaygıyı getirir. Kaygı, her ne kadar korku gibi kaçınmamız gereken bir duygu gibi gözükse de o
da hayatımızın olmazsa olmaz bir parçasıdır aslında. Bulunduğumuz durumun olması gerektiği gibi olmadığını düşünmek ve bundan
kaygı duymak, bizi o durumu değiştirmeye iter. Eğer gelecekten korkmazsak onu değiştirmek istemeyiz ve insanlık şu anki gibi
uçurumdan aşağı tam hızla devam eder. Bireysel odaklı bir bakış açısıyla incelersek bu korku ve kaygı bizi çalışmaya sürükler,
çünkü başarılı olamamaktan korkarız. Kibar davranmaya teşvik eder, çünkü sevilmemekten korkarız. Korkunun bu gücünün toplumsal
kapsamda incelenmeye başlamasıyla işin içine empati dahil olur. Bu empati ilk başta çevremizdekilere karşıdır. Eğer yeterince
genişlerse dünyadaki tüm insanları, çektikleri acıları, daha da genişlerse gelecekteki insanlar için hissettiğimiz endişeyi de
kapsamaya başlar. Empati yoluyla hissettiğimiz bu korku ise, dünyanın sonu yaklaşırken dört elle sarılmamız gereken bir korkudur.
Peki biz dünya için korkuyor muyuz? Yoksa trajediye karşı hissizleştik mi? Savaş, deprem, soykırım… Her gün sosyal medyada
gezinirken önümüze çıkan ve üzerine düşünmeden geçtiğimiz ölüm haberlerini düşünün, hemen ardından gelen komik bir paylaşım…
Kendimizi içinde kaybettiğimiz içerikler arttıkça asıl önemli şeyler üzerine düşünme zamanımız da azalıyor. Bizi belki normalde
derinden etkileyecek bir haber, artık gün içinde gördüğümüz binlerce içeriğin içinde kayboluyor. Çocukluğumuzu düşünelim, ilk kez
bir öğretmenin derste savaştan, küresel ısınmadan bahsettiği zamanları. Hepimiz çok korkmuştuk değil mi? O zaman belli ki daha
duyarlıydık, dünyanın, insanların başına gelenler, gelebilecekler bizi çok korkutuyordu, gelecek bizim geleceğimizdi. Peki ya
şimdi? Artık gelecek bizim geleceğimiz değil mi? Bu dünya hala bizim değil mi? Aslına bakarsak, korkunun bittiği yerde asıl
tehlike baş gösterir. Çünkü korkunun yokluğu, beraberinde kötülüğü kabullenişi getirir.
Peki ya siz, korkuyor musunuz? Belki kendi hayat mücadelenizde, kendi duygularınız içinde hapsedildiniz, beyniniz hayatınızdaki
bin bir problemle tıka basa doluyken dünyanın geri kalanını oraya nasıl sığdırasınız? Belki siz de herkes gibi hissizleştiniz,
kendinizi korumak için yaptınız bunu, her şeye bu kadar üzülürseniz yaşayamayacağınız söylendi, belki de insanlığa ve iyiliğe
karşı umudunuzu ve güveninizi yitirdiniz. Günümüzün sorunu şu ki: sanırım biz artık korkmuyoruz. Bizimle aynı sorunları yaşamayan
insanların karşılaştığı bin bir felaket bizi korkutmuyor. Bizden farklı olanların problemleri hakkında endişelenmek için zamanımız
yok. Gelecek nesiller ve nasıl bir dünyaya gözlerini açacakları hiçbir şekilde bizi ilgilendirmiyor. Oysaki korku bizim korkumuz,
ve zihnimizin derinliklerinde gömülmüş olsa bile hala oralarda bir yerde yaşıyor. Belki harekete geçmekten korkarsak hiçbir şeyi
değiştirecek gücü kendimizde bulamayız, ama dünyadaki bin bir kötülüğe karşı bir gelecek korkusunun yokluğunda bir değişim için
isteğimiz bile olmaz. Hayatın bin bir derdiyle cebelleşirken değişim ihtiyacını hep arka plana atmış oluruz. Bu nedenle benim
tezim şu: o korkuyu bulup yeşertmeli, paylaşmalı, yaşamasına izin vermeliyiz.
Acımasızlıktan, sömürüden, adaletsizlikten, düşüncesizlikten,
Korkmalıyız, Korkmalısınız!