Yunus Emre Tekgül

Yunus Emre Tekgül

Yazılar
Hiç Olamayacaklara Bir Kadeh

Hiç Olamayacaklara Bir Kadeh

Kendinizi tanıtmanızı istesem nasıl tanitirsiniz? Veya sizce başkaları sizin hakkında konuşurken sizi nasıl anlatıyor? İnsanlar büyüdükçe kalıplara giriyorlar, çocukken sahip olduğumuz kocaman hayal gücü hayatın gerçekleriyle yüzleşiyor. Hayalin gücü hayatta kalmak için harcanıyor. Astronot olup uzayı keşfetmek isteyen Ahmet, bankacı Ahmet oluyor. Arkadaşları da Ahmeti tanıtırken, bankacı Ahmet diyerek milyonlarca insani tarif ediyor. Bu ayki konumuz biraz zor, insanlığın başından beri hissettiğimiz ve hala anlaşılamayan bir duyguyu ben nasıl anlatabilirim bilmiyorum. O yüzden farklı bir bakış açısıyla bakmak istiyorum: Kendimizi adadığımız, heyecanla kovaladığımız, uğruna ağladığımız ,her şeyden çok istediğimiz amaçlara âşığız diyorum. Belki zamanında bu bir erkek/kadın olmuştur, belki ileride başka bir erkek/kadın olur. Bazen bir okul olur, ileride de ise bir iş ve para olur. Ondan sonra sağlıklı çocuklar olur, ondan sonra da sağlıklı torunlar. Yani aslında sürekli değişen isteklerimiz, olması için çaba harcadığımız tutkularimiz. Hayatımıza anlam katan, bizi mutlu eden , bizi heyecanlandıran, 2 trilyon galakside ne kadar da anlamsız olduğumuzu unutturan amaçlarımız. Sevgili Ahmetlere geri dönersek, onlar için üzülmeyin, çünkü herkes hayatta aşık olacak bir şey buluyor. Herkesin işini sevmesi ve kendini işine adamasina gerek yok. Bu zaten çok sıkıcı bir dünya olurdu. Mesela Ahmet sevgili kızı Ayşeyi dünyadan çok seviyor, onun sağlıklı büyümesi milyon dolarlardan daha değerli. Bir diğer Ahmet ise sonunda istediği arabayı elde edebileceği için çok heyecanlı. Peki Ahmetleri Mehmetleri bırakalım, kendimizi düşünelim. Tek şansımız var. Bizi ne diye tanıtacaklar? Ne özelliğimiz hatırlanıcak? Potansiyelimiz ne? Ahmet astronot olabilir miydi? Hayatımızın her anında bir karar veriyoruz. Her verdiğimiz kararda da milyonlarca kararı vermemiş oluyoruz. Her kararı doğru versek ne oluruz? Veya doğru karar diye bir şey var mi? Kafanızı böyle bulandirtiktan sonra umarım ki hepimizin istekleri, tutkuları ve aşkları gerçek olur. Peki ya hiç aşık olamadıklarımıza ne olur? Hayatta her şeyi görebilmeye, yasayabilmeye , bilmeye ve tecrübe edebilmeye zaman yok. Hatta her şey dediğimiz hayal gücümüz bile aslında sadece kalıplarla mevcut. Bir hayatımız var o da maksimum bir yüz yılı görebiliyor. Zamanın kendisine göre çok anlamsız ve önemsiz. insanlık için çok küçük ama bizim için çok büyük bir hayat. Sonsuz farklı olabilecek hayatlarımız arasında sadece 1 tanesi. Yazımın burasına kadar dayanabildiyseniz size bu yazımdaki düşüncelerimi tetikleyen `Everything Everywhere All At Once` filmini izlemenizi öneririm. Hayatı anlamlı veya anlamsız görmemizdeki o çok ince çizgiye çok güzel parmak basan bir film. Spoiler uyarımı da verdikten sonra bir kadeh kaldırmak istiyorum. Filmdeki gibi diğer Yunusları görmeyi çok isterdim. Eminim ki bankacı Yunustan çok daha önemli işler yapan Yunuslar da vardır. Tam tersi olarak ailemi ve arkadaşlarımı çok kıskanıcak Yunuslar da vardır. Hayate gelebilmiş olmamızın bile inanılmaz bir şans olduğu bir evrende, hep daha iyi olmalıyım sarmalına çok takılmadan, yaşamımızın ve sahip olduğumuz şeylerin değerini bilelim. Yazımı bitirmeden bir kadeh kaldırmak istiyorum, astronot Ahmete, şair Yeldaya, doktor Yunusa ve daha nicelerine. Ama üzülerek değil, hafif efkar ve keyif ile. Hiç yaşanamamış aşklara, hayal gücümüzün uzanamadığı amaçlara. Belki de başka bir evrende.

Yunus Emre Tekgül

8 dk.

Hedefler ve Zamanlar

Hedefler ve Zamanlar

Yine üniversitenin önemsiz(!) derslerinden birinde öğrendiğimiz bir konu. Hedefler. Kendimize nasıl hedefler koymalıyız. Daha doğrusu koyduğumuz hedeflerin nasıl kriterleri olmalı, hedefin içeriği tamamen tabii ki insandan insana değişir. Koyduğumuz hedefin kriterleri S.M.A.R.T diye kısaltılmış.Yani  koyduğumuz hedef spesifik, ölçülebilir , yapılabilir, uygun ve zamanı belirli olmalı. Tabii ki çoğu şeyde olduğu gibi, teori ve pratik çok farklı. Kimse hedefini koyarken bunları düşünmüyor, hedefler isteklerle doğuyor, istekler ise ihtiyaçlarla. Bu süreç bile düşünerek olmuyor, birden bir bakıyoruz ki bir şey istiyoruz, sonra onun için çabalamaya başlıyoruz. Veya çabalamayıp sadece hayal kuruyoruz, o zaman da hedefimize ulaşamıyoruz. Ama zaten ulaşıp ulaşamamak değil de , işin zevki çabasında. Neden böyle bilmiyorum. Hedefimize ulaştığımız zaman büyüsü kaçıyor bir süreden sonra. Yeni hedefimizi arıyoruz. Geçen instagramda hedeflerim için çabalamıyorken bir söze denk gelmiştim. ‘’Sahip olduğun şey bir zamanlar hayalindi.’’ Mükemmel bir söz, sahip olduğumuz şeylerin değerini bilememek, çünkü zaten sahibiz, alışmışız. İnsanın doğası böyle işte maalesef . Aslında belki de maalesef değil, sürekli ilerlemek için bir mekanizma. Elindekiyle hiçbir zaman yetinememek, sürekli bir fazlasını istemek. Biraz karışık bir konu, hem yerinde saymanı engelliyor, ama aynı zamanda da sürekli bir doyum kovalıyorsun ancak hiç bir zaman ulaşamıyorsun. Aslında koyduğumuz hedefler hayatımıza anlam yüklüyor. Bir amaç sunuyor ve yol gösteriyor, çaba istiyor emek istiyor. Çabalamayan, emek harcamayan insan zaten bitkiye benziyor, gittikçe çöküyor. Yani insan ister istemez bir amaç ediniyor kendine. Bu hedef tabii ki ulaşılabilir olmalı. Kimse ihtimalsiz bir şeyin hayalini kurmamalı. Çok az bir ihtimal olsa bile beyin o umudu görmeli.Yani herkes önce bilinçaltında tartıyor ediyor, sonra hedefini koyuyor, hayalini kuruyor. Mümkün şartlar doğrultusunda hayallerimizi kuruyoruz, gerçekçi oluyoruz. Örnek vermek gerekirse ben trilyoner olma hayali kurmuyorum. Beynim bunun gerçek olmadığını fark ediyor ve bana izin vermiyor. Onun yerine daha ulaşılabilir, zamanı belli olan hedeflerle ilerliyorum. Belki de bilinçaltım üniversitedeki önemsiz dersimi hatırlıyor. İlk hatırlayabildiğim hedefim sanırım anaokulundaydı. Bir kızdan hoşlanıyordum, hedefim onun da benden hoşlanmasını sağlamak. Ondan sonraki birkaç benzer hedefimden sonra ortaokulda bir akademik hedefim oldu. Lise sınavında başarılı olup en iyi okullara girebilmek. Sonuçtan bağımsız olarak bu hedef uğruna çalışmak çok hoşuma gidiyordu. Hoşuma gittikçe de daha motive olup daha da başarılı oluyordum. Hedefime ulaştığım zamanki mutluluğumdan çok, yolunda aldığım keyif aklımda kalmış. Ve tabiki en önemlisi istediğim zaman yapabiliyorum özgüveni. Bu konu da benim için biraz karışık, istediğim zaman yapabildiğimi görmem hem özgüven sağlıyor ama bazen de aylaklığa yol açıyor. Lisenin ilk fizik sınavına çok iyi çalıştım, hedefim çok iyi bir not alıp seneye çok iyi başlamaktı. İyi çalışıp çok iyi bir not aldım, çalıştığım zaman yapabildiğimi gördüm. O sınavdan sonra hiç bir fizik sınavından iyi alamadım. İşte böyle geçiyor hayat, hedef koyuyoruz çalışıyoruz başarıyoruz salıyoruz sonra bir daha hedef koyuyoruz yine çalışıyoruz. Bunun başka bir yolu yok sanırım. Ya çok zor bir hedef koyup çok uğrasacagiz, ki bunun sonucunda da ya başaramayıp üzüleceğiz, ya da başarıp hikayenin başına döneceğiz. Yani bir şey değişmiyor, sanırım tek yapabileceğimiz şey iki hedefimiz arasındaki süreyi en kısa süreye indirmek, yeni hedefimize doğru yola çıkmak, başaramayınca pes etmemek, hedeflere çok odaklanmamak, yolculuktan keyif almak. Nasıl bir hedef koyulmalı sorusu çok zor bir soru. Özellikle yaklaşık 10 sene süren bir akademik macerada en önemli hedefinin sürekli sınavları geçmek ve eninde sonunda mezun olmak olduğu zaman. E peki mezun olduktan sonra? İşte uzun süren bir hedefsizlikten sonra mezun olunca bir dumura uğruyor insan. İşte şimdi sonsuz seçebileceğin hedefin var, hangisini seçmeli? Çok zor bir soru, cevabı olduğunu da sanmıyorum. Ben ne yapıyorum onu anlatayım, belki benim gibi zorlanan insanlara bir yol olur. Öncelikle uzun dönem hedef koymuyorum çünkü hayatta karşıma neler çıkacağı, neler değişeceği çok belirsiz. Uzun dönem için bir plan yapmak çok zor. O yüzden ilk adım olarak uzun dönemi umursamıyorum. Kısa kısa planlar yapıyorum, hedefler koyuyorum. İleride nasıl biri olmak istiyorum, hayatımda neyi değiştirmek istiyorum ve ona göre şu an bu konuda ne yapabilirim diyorum ve başlıyorum. Yavaş yavaş, küçük adımlarla, çok da şey yapmadan, keyif alarak.

Yunus Emre Tekgül

10 dk.

Miras

Miras

Kelime anlamı olarak birine bir yakınından kalan mal mülk para veya servet. Ancak aslında çok daha fazlası. Miras sadece maddi değil, daha önemli olarak manevi olarak bırakılır. Mesela bir neslin kendinden sonraki nesle bıraktığı hayat, bir ailenin çocuklarına bıraktığı vizyon, veya yüzyıl kadar uzanan hür düşünen birey olabilme ayrıcalığı. Benim için iki kat önemli bir 29 Ekim, hem cumhuriyetin yüzüncü yılı hem de annemin doğum günü. İki çok büyük mirasa sahibim, ailem ve cumhuriyet. Çok şanslıyım. Ancak bir de zor yanından bakalım, iki mirasa da layık olabilmek, iki mirası da taşıyabilmek ile yükümlüyüm. Mirasa sahip olmak bir şans, ancak devam ettirebilmek bir görev. Bana göre miras, bize bırakılan ve bizim algilayabildigimiz her şey. En önemlisi vizyon, düşünme tarzı ve hayata karşı duruşumuz. Kalıp fikirler değil , fikirlerimizi oluşturma yolu ve biçimi. Fikirler değişir, değişmeli de, zamana uyum sağlamalı, ancak fikirlerimizi oluştururken sadık kaldığımız kalıplar önemli. Büyüdükçe insan kendine idoller arıyor. Yol göstericiler hayatı yaşamayı kolaylaştırıyor, bir vizyon sağlıyorlar. Her şeyi mutlak doğru kabul edip tamamen taklitten bahsetmesem de, bir taslak oluşturuyor. Büyüyünce ne olmak istiyorsun sorusu sadece çocuklara sorulmuyor gençler de sürekli kendilerine soruyor. Belki büyükler bile yaşlanınca nasıl biri olmak istediklerini soruyorlardır. İdollerimizin özendiğimiz özelliklerini alarak ortaya kimsenin tıpatıp aynısı olmayan ama belirli insanlardan imareler taşıyan bir karma yaratıyoruz. Her gördüğümüz kişilikten bir parça taşıyarak şekilleniyoruz. Etkilendiğimiz herkes bize bir miras bırakıyor aslında, illa canlı temasa gerek yok, okuduğumuz, izlediğimiz veya dinlediğimiz her hikaye bizi biraz daha şekillendiriyor. Kim olmak istediğimizi veya kim olmak istemediğimize karar veriyoruz. Hani ilk işe girip sevmeyenler derler ya, ne yapmak istemediğimi gördüm diye. Bazı kişiler de bize kim olmak istemediğimizi hatırlatır, öyle bir miras bırakır. Böyle küçük küçük miraslarla şekilleniriz işte, kalıplarımız oturmaya başlar. Ancak işte bazı miraslar diğerlerinden çok daha büyüktür. Büyürken izlediğimiz, özendiğimiz, ister istemeden örnek aldığımız ailemiz bizi en çok etkileyen şeylerden. Ve tabiki ister istemeden içine doğduğumuz ülkemiz, kültürümüz. İşte bu yüzden çok şanslıyım diyorum. Hem bana çok güzel örnek olan bir ailem hem de bize emanet edilen bir cumhuriyet. İşte buraya kadar şansımız yaver gitti diyelim, ancak bundan sonra görevimiz başlıyor, emanetlerin değerini bilmek ve onlara sahip çıkabilmek. Peki emanetlerimize nasıl sahip çıkabiliriz? Bence her şeyden önemlisi emanetlerimizin ne olduğunu iyice anlamamız gerek. Neslimizin en büyük sorunu heralde ezberlerle hareket etmek, üzerine düşünmemek. Ancak bize bırakılan miras ise tam tersi, özgürce düşünmek, aklımızı kullanmak, kalıplara girmemek. Cumhuriyet bir yönetim biçimi ama aynı zamanda bir vizyon projesi; akılcılık, rasyonalite ve en hakiki mürşit olan ilimin peşinden koşma gayesi. Kendimi de içine katarak neslimizle ilgili naçizane görüşüm, odaklanmanın gittikçe daha da zorlaştığı bu çağda biz de gittikçe düşünmeyi bırakıyoruz. Kalıplara girip sürükleniyoruz, tartışmıyoruz, üzerine düşünmüyoruz. Yani bize bırakılan akılcılık mirasının tam tersine yürüyoruz. Bu yolu doğru yürüyen ve bu yazıyı yazarken tanıştığım birkaç somut cumhuriyet başarılarıyla yazımı bitirmek ve tanımayanları da tanıştırmak isterim. Semiha Berksoy; Türk opera sanatçısı , tiyatrocu ve ressam. Türkiye’nin uluslararası tanınmış ilk sanatçılarından. Safiye Ali; Türkiye Cumhuriyetinin ilk kadın tıp doktoru. Remziye Hisar; Türk kimyager, kimya biliminin Türkiyedeki ilk kadın öncülerinden, Sorbonne Üniversitesinden doktora alan ilk Türk Kadın ve daha nice idoller. Çok şanslıyız çünkü çok özel bir mirasa sahibiz ama aynı zamanda çok çalışmalıyız ki bu mirası koruyabilelim. Parmağı hiç bir zaman unutturmayalım ama, parmağın gösterdiği yeri de asla ihmal etmeyelim.

Yunus Emre Tekgül

10 dk.

Erteleme Ekonomisi

Erteleme Ekonomisi

Evet. Uzun bir ertelemeden sonra sonunda başlıyorum. Ertelemeyi hem çok seviyorum hem de hiç sevmiyorum. Bugün güzel hoş da, yarın can sıkıyor. Üniversitede “boş ders” diye adlandırılan “Profesyonel Gelişim” dersinde bir yazma metodu öğrenmiştik. Üniversitede öğrendiklerimin çoğunu unuttuğumu düşünürsek, çok da boş ders değilmiş. Tabi okulda iken hayata bakış açısı çok farklı. Matematik filan önemli, sınavı olmayan dersler ise boş. Neyse yöntem şu: sadece yazmaya başla ve aklına ne gelirse yaz. Düşünmek için durma, sorgulama ve sadece yaz. Yaklaşık 1 aydır ne yazsam nasıl yazsam güzel yazmalıyım diye düşünürken hiç bir şey yazamıyorum.Bir arkadaşım vardı, çok iyi bildiği bir dersin sınavında, önce bütün cevapları başka kâğıda yazıp sonra muntazam bi şekilde sınav kâğıdına geçirecekti Yetiştirememiş , 60 filan almıştı Okulu bitirip hayatta ne yapmak istediğini bilmeyen bir genç olarak benim de ortalama bir günüm hayatta ne yapmalı nasıl yapmalı, hayatı nasıl güzel ve ilginç yaşamalı sorularına cevap aramakla geçiyor. Okul hayata göre çok basit, sınavda doğru cevaplar var, onları yapabilirsen başarılısın, yapamıyorsan yeterince çalışmamışsın. Gerçek hayat ise tam tersi, doğru bir cevap yok, ve onu ararken hayat kaçıp gidebiliyor. O kadar planlama ve düşünme de çok bir işe yaramıyor gibi. Sanki sadece yaşamaya başlamalısın, gerisini yaşarken düşünürsün. Dergimizin sevgili yazarlarından Cem Gülan arkadaşım bana dergimizde yazmak ister misin dediğinde çok heyecanlandım Ama tabii ki de o gün yazmaya başlamadım, daha çok vardı nasıl olsa. Diğer gün heyecanım biraz azaldı, erteleme fonksiyonlarım devreye girmeye başladı. Bir yandan heyecanla kafamda ne yazacağımı kurarken, bir yandan da erteleyip duruyorum. Neyse zaman geçtikçe geçti, erteledikçe daha da büyüyen ve dağ gibi biriken sorumluluklar. Ama kaçış yok, bugün yediğin hurmalar yarın kapını çalıyor. Yani bugünün keyfini sürerken” yarınki kendinden” zaman çalıyorsun. Kafanı meşgul eden o sorumluluk hissi de cabası Ekonomi de aynı bu şekilde bir mekanizmaya sahip. Buna” kredi” deniyor, şu an sahip olmadığın parayla keyif sürebiliyorsun. Ödemeyi erteliyorsun aslında, istersen bitcoin alıp zengin olmayı denersin (artık o tren kaçtı gibi...), istiyorsan tatile gidip keyif sürebilirsin. Ancak unutmamalı ki cefasız sefa olmuyor. Ertelediğin her ödeme veya sorumluluk ekstra bir bedelle tekrar karşına geliyor. Buna istersen faiz de istersen de seni rahatsız eden sorumluluk hissi. Şu anda herkesin fark ettiği gibi ekonomi kötü, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada kötü. Bunu sadece heterodoks politikalara bağlamak yanlış olur (belki etkisi olabilir...) Ancak bütün dünya zor zamanlardan geçiyor ve bu durum daha da zorlaşacak gibi duruyor. Aslında çoğu şey gibi bir karşılaştırma meselesi. Ekonominin iyiliğini veya kötülüğünü başka bir zamanla karşılaştırmadan ifade etmek mümkün değil. Mesela eskiden yurtdışı uçuşlarda bedava yemek verirlerdi. Hem de köfte veya tavuk seçmeli. Şimdi hem uçak bileti almak daha zor, daha pahalı, hem de yemek vermiyorlar. E peki bu neden böyle? Ekonomiye aslında basit olarak bütün ekonomik işlemlerin toplamı diyebiliriz. Mesela bir gofret satın almak gibi. Bir taraf paradiğer taraf ise mal veya bir hizmet alışverişi yapıyor. Bu işlemler insanlar, şirketler ve devletler tarafından her saniye gerçekleşiyor. Bir diğer konu ise, günümüzde çoğunlukla alışveriş yapılan araç para değil kredi oluyor. Kredi oluştuğu zaman harcamalar artıyor, harcamalar artınca gelirler, gelirler artınca borç verenler daha rahat kredi veriyor,. Bu kendi kendini besleyen sistem ekonomik büyüme yaratırken uçakta da köfte veya tavuk yeme seçeneği sağlıyor. Türkiyede küçük çocukların bile sokakta konuştuğu faiz kararları da bu kredi miktarını etkilemekte kullanılıyor. Eğer ekonominin büyümesi isteniyorsa faizler düşürülüyor veya ekonominin küçülmesi isteniyorsa faizler arttırılıyor. Şimdi sorabilirsiniz neden bir ülke küçülmek istesin ki. Mutsuzluk olmadan mutluluğun var olamadığı gibi (bakınız. Dan Bilzerian bile mutsuzum demiş), sürekli büyüme de maalesef sürdürülebilir değil gibi duruyor. Kredi kazandığımızdan fazla harcama şansı sağlıyor. Eğer bu hak etmediğimiz fazla parayla Bodruma gidersek, bir problem ortaya çıkıyor. Borçluyuz ve borcumuzu ödeyebileceğimiz bir üretim yapmadık. Bunun sonucunda gelecekteki kendimize bir sorumluluk bıraktık. İleride ürettiğimizden bile daha az harcayabilecegimiz bir zaman yarattık. Ekonomi de böyle döngülere sahip, kredinin çok arttığı zamanlar ekonomik büyüme gerçekleşiyor ve refah artıyor. Ancak bu büyüme üretimle desteklenmediği zaman balon şişmeye başlıyor. Köfte veya tavuk seçerken güzel de, balon çok şişince de patlıyor. Ekonomi kötüye gitmeye başlıyor, kendini besleyerek büyüyen sistem tam tersine dönüyor, ve o hep ertelediğimiz gün gelip çatıyor. Artık bir yere kaçış yok. Bugün gibi. Neyse, uzun bi ertelemeden sonra bugün geçmişteki borçlarımı ödeyip yazımı yazdım. Geçmişteki Yunus’a sinirliyim, o baya keyif sürerken bana bol faizli bi sorumluluk bıraktı. Bir aydır yaşadığım bu sorumluluk hissi beni baya yordu, eskiden bu kadar değildi. Yaş ilerledikçe bu faiz oranı artıyor sanırım. Büyükler o yüzden ertelemeyi çocuklar kadar sevmiyor. Ancak söylemeden geçmeyeyim, kafaya takmayıp işi yarınki Yunusa devretmenin de keyfi çok ayrı oluyor. Hala genç hissediyorum sanırım.

Yunus Emre Tekgül

12 dk.