Sevgi kelimesi dilimizde 1000 yılı aşkın süredir (Kaşgarlı Mahmut’un Divanında “Sew” olarak geçer), bir konsept olarak ise
insanlığın en başlarından beri varlığını sürdüren ve insanlığın hem kendi içinde hem de başka canlılarla kurduğu ilişkilerde kilit
taşı görevini üstlenen bir unsurdur. Romantik olarak sevilen bir eş ya da sevgili, anne-baba-çocuk sevgisi, kardeşçesine sevilen
arkadaşlar, kediler, köpekler ve çok daha fazlası. Limiti olmayan, paylaştıkça ve karşılık verdikçe hayata ve içindeki ilişkilere
renk ve mutluluk katan bir duygudur sevgi. Fakat sevgi aynı zamanda bir “al-ver”’dir ve herhangi bir alışverişte olduğu gibi iki
tarafın da bu alışveriş içerisindeki dinamiği anlamasına, paylaşılan ve verilenlerde mutabık olmasına ihtiyaç vardır. Sanılanın
aksine bu o kadar da kolay bir işlem değildir maalesef. İnsanların “ben sevgi gösteriyorum ama bana hiç karşılık vermiyor” ya da
“bana hiç ilgi ve sevgi göstermiyor” gibi yakınmalarının bir kısmı aslında karşı tarafın sevgi göstermemesinden değil, kişinin
anladığı “sevgi dilinden” konuşmamasından kaynaklanmaktadır. Peki bu “sevgi dilleri” nedir ve biz ilişkilerimizde bunları nasıl
konuşabiliriz? Gelin sevgide polyglot (çok fazla dil konuşan/bilen insan) nasıl olunuyormuş ona bir bakalım.
Sevgi dillerini ve sevgi iletişimsizliğinin nasıl bir durum olduğunu açıkça yansıtabilmek için önce basit bir sevgi senaryosunu
paylaşmak istiyorum: insanlar ve kediler arasındaki iletişim. (“Kaan her hikayende de bir kedi bahsi geçiyor” diyebilirsiniz.
Fakat hem kedileri ve farklı hayvanları seviyor ve onlardan bahsetmekten mutluluk duyuyorum, hem de anlatacağım argümana gerçekten
de iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum). İnsanların birbirlerine sevgi belirtmek için kullandığı en “klasik” yöntemlerden ikisi
karşısına sözel olarak “Seni seviyorum” demek veya karşı tarafa sıkı sıkı sarılmaktır. İnsanlar arasında bunlar genel olarak
efektif sevgi belirtme metotları olsa da ve genel olarak benzer bir karşılık görmeyi doğursa da, (bu yazıda değineceğim sevgi dili
uyuşmazlıkları haricinde) aynı iki sevgi gösterisini kedinize yaptığınızda çok daha farklı karşılıklar doğuracaktır.
Birinci örnek olan “seni seviyorum” cümlesinin kediler için bir anlam ifade etmemesi bir yana, kendi hareketliliğine ve bulunduğu
konumdaki stratejik durumuna önem veren bir mini-avcı için sıkı sıkı sarmalanmak bir sevgi ifadesinden çok “avlanılıyor olma”
içgüdüsünü tetikleyecek bir harekettir. Bunun sonucunda kediniz çok yüksek ihtimalle ya kaçacak ya da size tırnak atacaktır. Sizin
niyetiniz iyi olabilir, küçük dostunuza bir kucak dolusu sevgi vermek, ona ne kadar değer verdiğinizi uzun uzun anlatmak istiyor
olabilirsiniz. Fakat maalesef bunların kediniz tarafında pek de bir karşılığı ya da anlamı yok. Peki ne yapabilirsiniz bu durumda?
Çok basit, kedinize doğru bakıp hafifçe gözlerinizi kısın, sonra da yavaşça açın ve tam ona bakmayacak şekilde hafifçe gözlerinizi
kaçırın. Karşılığında kedinizin de size aynı eylemi tekrarladığını göreceksiniz! Kedilerin dünyasında “seni seviyorum”’a karşılık
gelen bu hareket üstüne düşündüğünüzde aslında oldukça tatlı ve anlamlı: Doğada hem av hem de avcı konumunda bulunan ve her zaman
etrafı görmesi ve kolaçan etmesi gereken bir canlı size sevdiği ve güvendiği için (ve bunu ifade etmek istediği için) gözlerini
kapatıyor. Bu küçük bir eylem olabilir, fakat karşıdaki canlıyı anlamaya ve onunla empati kurmaya başlayınca bunun ne kadar
kıymetli ve anlamlı bir hareket olduğu anlaşılıyor. Belki kendi istediğimiz ya da tercih ettiğimiz sevgi verme biçiminden sapmamız
ve empati ile değişik metotlar denemememiz gerekiyor. Fakat bunun sonucunda hem karşı tarafın anlayabileceği ve takdir edebileceği
bir şekilde sevgi göstermeyi başarıyoruz ve sonucunda sevgi görmeyi de başarabiliyoruz. Sevgi dilleri ile alakalı bütün mesele de
aslında bundan ibaret: karşı tarafın sevgiyi almayı bildiği ve sevdiği dillerden konuşmak ve kendi sevgi dillerimizi de karşıya
iletebilmek. Peki nelerdir sevgi dilleri?
Olumlu Sözler: Karşındakine olumlu sözler sarf etmek, insanın sevdiği kişiye karşı onu mutlu edecek, yaptığı bir şeyi takdir
edecek, ona değerli olduğunu hissettirecek ve buna benzer pozitif duygular uyandıracak güzel sözler söylemesidir. İnsanın annesine
“ellerine sağlık annem, yemek çok lezzetli olmuş” demesinden sevgilisine yeni aldığı elbiseyi giydiğinde iltifat etmesine,
arkadaşı kıymet verdiği bir hedefi başardığında can-ı gönülden tebrik etmeye kadar her türlü sözel olumlama bu sevgi dilinin bir
parçasıdır.
Fiziksel Temas: Bu sevgi dilinden bahsedildiğinde belki de akıllara öncelikli olarak seks ve cinsel eylemler gelse de aslında
fiziksel dokunuş bunun çok daha ötesinde ve çok daha geniş bir eylem yelpazesini kapsayan bir sevgi dilidir. Karşıdakine sıkı sıkı
sarılmak, öpmek (dudaktan romantik bir öpücük de, alından yapılan tatlı bir öpücük de), yolda giderken el ele tutuşmak ya da elini
sevgilinin beline atmak fiziksel dokunuşun çok önemli örnekleridir. Sevgiyi fiziksel temas ile karşıya ilettiğimiz her eylem
aslında fiziksel dokunuş sevgi dilinin bir parçasıdır.
Hediye Alma: Adından da anlaşılabileceği üzere bu sevgi dili insanın sevgi duyduğu kişiye maddi veya manevi değeri olan hediyeler
almasını/hazırlamasını, ve sevgisini bu medyum aracılığı ile iletmesidir. Bu saat, küpe, kıyafet gibi daha materyalist hediyeler
olabileceği gibi özenle yazılan bir mektup, ya da “hoşuna gideceğini düşündüm” deyip alınan küçük bir makaron bile olabilir.
Önemli olan karşı tarafın zevklerini ve onu mutlu edecek olguları bilip bu bilgiyi kullanarak sevgiyi hediye yoluyla iletmektir.
Kaliteli Zaman Geçirmek: Bu sevgi dilinde kişi sevdiği insan ve insanlarla nitelikli zaman geçirmek ister. Burada kastedilen
“kaliteli zaman” gündelik hayat içerisinde çok alışık olduğumuz rutin aktiviteleri beraber yapmak değil. Beraber televizyon
izlemek, ya da yan yana telefona bakmak bu sevgi dilinin birer parçası değildir. Burada kastedilen daha çok birlikte yeni
deneyimlerin yaşanması, yeni düşünceler üzerine sohbet etmek, yeni yerleri keşfetmek, uzun yürüyüşlere çıkmak, belki beraber oyun
oynamak ya da güzel bir date’e çıkmaktır. Yani bu sevgi dilinde önemli olan hayatın rutin olaylarından ve dikkat dağıtıcı
unsurlarından uzaklaşıp yanındaki insanla hayatın ve anın tadını çıkarabilmektir. O anda, o insanla aktif olarak bulunmak ve
gerçek manada “yaşamaktır” aslında bu dilin özü.
Hizmet Davranışları: Son olarak hizmet davranışları kişinin sevdiği insan için, onun hoşuna gideceğini düşündüğü/bildiği
davranışları gerçekleştirmesi, işleri yapmasıdır. Bu sevdiği insan için yemek hazırlamak, çiçeklerini sulamak ya da en basitinden
arabasına benzin almak olabilir. Bunlar karşıdaki insanın da kolaylıkla gerçekleştirebileceği eylemlerdir fakat önemli olan karşı
tarafı düşünüp, o zamanı ayırıp onların uğraşmasına gerek bırakmamaktır. “Seni çok seviyorum onun için bunlarla uğraşmaman için
ben hallettim” demektir karşı tarafa.
Sevgi dillerinin neler olduğunu öğrenmek ve anlamak bu doğrultuda atılan ilk önemli adımdır; fakat bu bilgileri hayatınızdaki
sevdiğiniz insanlarla olan ilişkilerinizi güçlendirmek ve daha iyi bir hale getirmek için kullanmak istiyorsanız konseptin
dinamiğini anlamanız ve karşınızdaki insanla gerçek ve dürüst bir iletişim kurmanız gerekir. Çünkü…
İnsanlar tek bir sevgi dilini konuşmazlar. Alıcı oldukları durumda genelde bir sevgi diline ağırlık verseler de (istatistik
olarak), birden farklı biçimde sevgiyi almaktan hoşlanıyor olabilirler. Aynı şekilde verici oldukları tarafta da bir sevgi dilini
daha çok sevseler de birden fazla şekilde sevgi göstermekten hoşlanıyor olabilirler. Burada önemli bir noktaya değinmek gerekir:
İnsanların almak ve vermek istediği sevgi biçimleri (sevgi dilleri) birbirleriyle aynı değildir! Hediye vermekten hoşlanan bir
kişi hediye almak değil de olumlu sözler duymayı isteyebileceği gibi hizmet davranışları vermeyi seven bir kişi kendisine o tarz
hizmet davranışları yapılması yerine basit bir sarılmayı tercih edebilir. Bu oldukça kritik bir durumdur çünkü sizin “konuşmayı”
sevdiğiniz sevgi dili, sevdiğinizin almak istediği sevgi metodu olmayabilir; aynı şekilde onların “konuşmaktan” mutluluk duyduğu
sevgi dili sizin “duymaktan” hoşlandığınız sevgi dili olmayabilir. Bu durumda nasıl sizden farklı dili konuşan birine bağırarak
yüksek sesle anlatmak iletişime yardımcı olmayacağı gibi, karşıdakinin sevmediği bir “dilde konuşmak” da ilişkinizin güçlenmesine
yardımcı olmayacaktır. Peki bunun çözümü nedir? İletişim ve taviz vermek. Herkes her zaman kendi sevdiğini yapamaz/alamaz; hayat
böyle bir yer değildir. Eğer sağlıklı ilişkiler kurmak ve geliştirmek istiyorsak sevdiklerimizle konuşmalı, neleri sevip tercih
ettiklerini, nelerden hoşlanmadıklarını öğrenmeli ve kendilerine de kendimizle alakalı olan bu bilgileri dürüstçe ifade etmeliyiz.
Kimse kimsenin aklını okuyamaz ve davranışlarından tahmin yürütmek zorunda değildir; bunun için açık ve dürüst olmak bazen zor
olsa da en efektif yoldur. Bu bilgileri edindikten sonra da geriye bunları aksiyona dökmek kalır sadece. İlk tercihiniz olmasa da
karşınızdakini mutlu ettiğini bildiğiniz için taviz verip onların almaktan hoşlandıkları şekilde sevgi verirsiniz, onlar da size
aynısını yapar. Bu süreçte vermekten hoşlandığınız sevgi formlarından da vazgeçmezsiniz; karşı tarafın onları kabul etmesi de
gerekli bir tavizdir. Önemli olan sağlıklı bir iletişim içinde bu sevgi alışverişinin dengesini kurabilmek ve sürekli değişen
hayatta bu dengeyi sağlayabilmektir.
“Sevmek bil ki doğmaktır yeni baştan” diyen Erkin Baba’ya katılıyor, sizi daha da çok, daha da güzel, daha da özenli sevmeye davet
ediyorum sayın okuyucularımız. Sevin, yeniden doğun, doyasıya yaşayın!
Korku evrenseldir. Türkçede korku olarak bildiğimiz bu kavram farklı dillerde “paura”, “fear”, “miedo”, “peur” gibi farklı formlar
alsa da aslında herkes için ortak ve tanıdık bir kavramı ifade eder. “Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı,
üzüntü” (TDK) olarak tanımlanan bu olgu özneleri ve nesneleri değişse de her canlının hayatının bir parçasıdır ve korkuyla
etkileşim, canlının hayatının akışını ve gidişatını belirler.
Korku relatiftir. Bir baba ya da anne evine ve çocuklarına yiyecek bir şey götürememenin korkusunu yaşarken bir iş adamı
şirketinin batmasından korkabilir. Bir taraftar takımının şampiyon olamamasından korkarken o takımın oyuncusu ilk 11’e
alınmamaktan korkar. Bunun daha da ötesi karanlık bir sokakta yürüyen yalnız bir erkek hiç korku duymazken aynı yolda yürüyen
yalnız bir kadın maalesef içinde bulunduğumuz toplum koşullarından dolayı oldukça haklı bir korku yaşayabilir. İnsanlar kendi
bulundukları toplum, değer yargıları, kendi benlikleri, gerçekleri ve hayalleri çerçevesinde kendi özel korkuları ile tanışır ve
cebelleşir. Birinin gözünde aslan olan korku başkası için bir kedi olabilir; bundan olacak ki empati kurmakta zorlandığımız
dakikalarda başkalarının korkularını anlamakta güçlük çeker, bazen de küçümseriz. Halbuki korku kıyaslamak elma ile armut
karşılaştırmaktan bile daha absürt, daha anlamsızdır.
Korku zamansızdır. İnsanlar da dahil bütün canlılar geçmişte de korkmuşlardır, şu anda da korkuyorlardır ve gelecekte de
korkacaklardır. Geçmişte tehlikeli bir canlı karşısında hissedilen bu duyguyu bugün belki bir hırsızla karşılaştığınızda, belki
aldığınız hissenin düşmesine karşı hissedersiniz. Korkuyu duyduğumuz özneler değişebilir, can korkusu geçinebilme korkusu olur
mesela, fakat korku hayat denkleminin zamandan bağımsız sabit bir elemanıdır. Çünkü…
Korku gereklidir. Korku, canlıları kendilerine potansiyel olarak zarar verecek eylemler yapmaktan , o tarz durumlarda bulunmaktan
alıkoyan, ya da bu süreci daha zorlaştıran bir mekanizmadır. Bir kedi bir insana yaklaşacağı zaman kendisine zarar gelip
gelmeyeceğine dair emin olamaz, bu yüzden korkuyla ve temkinle yaklaşır. Bu süreç içerisinde belki de takındığı tavır gereksizdir;
o insan ona sadece bol bol sevgi ve yemek verecek iyi yürekli bir karakter olabilir. Ama olmayabilir de. Ona zarar vermek isteyen,
canına kıymak isteyen bir cani de olabilir. Ve bu ikinci ihtimal ne kadar düşük ne kadar sıfıra yakın olursa olsun kedi bu riski
alamaz, çünkü böyle bir durumda hayat ipliğinin kopması tek bir hataya bakar ve kendini kurtarmasına dokuz can dahi yetmez. Aynısı
dokuz canı olmayan biz insanlar için de geçerli tabii ki. Trafikte kendimize zarar verme ihtimalimizin çok yüksek olduğu aşırı
hızlara çıkmaya tereddüt etmemiz, yüksek yerlerde (uçurum kenarı vb.) yürürken tedirgin olmamız, bir yabani canlı gördüğümüzde
panik olmamız hep bu korkunun bizi hayatta tutma çabasıdır.
Korku sadece bir engel değil aynı zamanda bir anahtardır. Yukarıdaki örnekteki kedi eğer korkularının üstesinden gelip onlara
rağmen insana yanaşmayı başarırsa (ve cani bir insana denk gelmezse) kendi için “ödül” niteliği taşıyacak sevgi, ilgi ya da mamaya
kavuşacaktır. Hatta, istatistiki olarak çok daha düşük olasılıkla olsa bile, o insan kediyi evine alıp ömrü boyunca ona bakmaya
karar bile verebilir (bunu bire bir yaşamış biri olarak bakabilecek durumunuz varsa oldukça fazla öneririm, hayatınıza gerçek
manada bir pozitiflik ekleniyor). Bu durumda kedi çok daha uzun, sağlıklı, rahat ve keyifli bir hayat yaşama şansına kavuşur;
aldığı riskin karşılığını kat kat fazla bir şekilde almış olur. Benzer bir durum evrimsel tarihte evcilleştirdiğimiz bir başka
canlı olan köpekler/kurtlar ve bizim aramızda yine mevcuttur. Bu iki canlı türü antik çağlarda birbirine karşı duyduğu korkuyu
aşmaya yönelik adımlar atmasa, korku tarafından sadece kısıtlanmış hallerinde hayatlarına devam etseler belki “insanın en iyi
dostları” ile asla tanışmamış olacaktık. Ve öyle bir durumda zaten gri olan dünyamız çok daha soluk bir yer olurdu diye
düşünüyorum.
Korku, perspektif ve psikolojik etkiler ile değişir. Burada kastettiğim psikolojik etkiler daha çok objektif realite (ve risk)
değişmemesine rağmen insanların korku tepkilerinin ağırlıklarının değişmesine sebep olan etkilerdir. (Buna psikolojide
“çerçeveleme etkisi/framing effect” denir). Güzel bir örneği şöyle verilebilir:
-Bir insan X hastalığına yakalanır. Hastalığın tek çözümü ameliyat olmaktır, fakat ameliyat 100% başarı ihtimali olan bir ameliyat
değildir, bu yüzden hastadan bu ameliyatın yapılabilmesi için riskleri anladığı ve kabul ettiğine dair bir doküman imzalaması
istenir. İşin enteresan boyutu ise burada başlar. Diyelim ki bu ameliyatın başarı yüzdesi 90%. Rasyonel düşünce çerçevesinde bu
ameliyatın başarısızlık yüzdesinin ise 10% olduğunu çıkarabiliriz bu bilgiden. İkisi de matematiksel açıdan aynı riski ifade
etmektedir, aralarında herhangi bir numerik fark yoktur. Fakat “90% başarı yüzdesi” ve “10% başarısızlık yüzdesi” ifadeleri durumu
farklı şekillerde çerçevelediklerinden dolayı insanlardan davranışsal olarak farklı tepkiler doğururlar. Birinin “başarı”,
öbürünün “başarısızlık” etrafında çerçevelenmesi insanların aynı riske farklı derecelerde çok korku ve çekince ile yaklaşmasıyla
sonuçlanır. “Başarı” psikolojik olarak “başarısızlıktan” daha tercih edilebilir bir olgudur, bu yüzden insanların herhangi bir
konsepte ikna/teşvik edilmesinin ciddi önem taşıdığı yerlerde (hastaneler, kumarhaneler vb.), bu tarz çerçeveleme etkileri
kullanılır.
Yani insanlar her ne kadar rasyonel olduklarını ve matematiksel riskleri iyi analiz ettiklerini düşünseler de maruz kaldıkları
durumlarda gözlemlenebilen çerçevelemeye bağlı farklı ağırlıklardaki korku duyguları ve tepkileri, durumun tam olarak bunun tersi
olduğunu kanıtlar.
Korku araştırmayı, araştırma da korkuyu doğurur. İnsanlık bu gezegendeki yolculuğuna başladığı günden beri evren ile paradoksal
bir döngü içerisindedir. Bilmediğimizden (hayvan, yer, doğa olayı, ateş ve hayal edebildiğiniz şu ana kadar keşfettiğimiz her şey)
korkarız, bu da bizi korkularımıza rağmen onu araştırmaya, öğrenmeye ve anlamaya çalışmaya iter. Bu araştırma süreci bazen çok
kısa, bazen ise yıllar sürer. Fakat iki durumda da insanlık kendi bilgi haznesini genişletir ve dünyaya (ve evrene) dair daha
geniş bir perspektif edinmiş olur. Bu yeni edinilen bilgiler eski korkuların çoğuna karşı galip gelmemizi sağlar, fakat bu süreç
içerisinde yeni olgular keşfettiğimizden ötürü bu yeni öğrendiğimiz olgulara dair de yeni korkular geliştirmeye başlarız. Eski
çağlarda dünyanın bir boğanın boynuzları üstünde durduğunu ve bu boğanın hareketleri sonucu afetlerin yaşandığını düşünen insanlar
doğal olarak o boğadan korkmuşlardır. Fakat astronomi alanında araştırmalar ve keşifler yapıldıkça durumun bu olmadığını öğrenen
insanlar boğadan korkmayı bırakıp bu sefer de uzayın büyüklüğü, boşluğu, başka gezegenlerde farklı canlıların olup olmadığı
gerçeği, devasa meteorların dünyaya düşmesi vb. gibi unsurlara karşı korku duymaya başlamış ve şimdi de bu korkuları aşmanın
yollarını araştırmaya düşmüşlerdir. Kim bilir daha neler öğreneceğiz, nelerden korkacağız ve bu korkularımız bizi daha neleri
öğrenmeye itecek!
Ve son olarak: Korkudan korkmayın. Yukarıda da farklı açılarına değindiğim üzere korku bu hayatın çok temel, önemli ve gerekli bir
parçası. Bizi öğrenmeye, değişmeye, kendimizi korumaya ve haklı tereddütlere iten bu duygu bazen bizi hırpalayacak derecede
zorlasa da aslında ne “kötü” bir olgu ne de bir düşmandır bize. Stoiklerin “logos” olarak nitelediği evren gerçeği/düzeninin çok
kıymetli bir çarkıdır sadece. Ve bu yüzdendir ki, şu kelimelerle bitirmek istiyorum yazımı sayın okuyucularımız: Korkulardan ve
korkmaktan asla korkmayın. Bilin ki korkuyorsanız öğreniyorsunuz, değişiyorsunuz ve de en önemlisi yaşıyorsunuz demektir!
Mavi kotu mu giysem keten pantolonlarımı mı? Hamburger mi yesem pizza mı? Maçı evden mi izlesem stattan mı? Ülkeme gelen bir
terörist saldırısına, karşı taraftaki sivil vatandaşları tamamıyla hiçe sayıp bombardımanla karşılık mı versem yoksa belki de
bu konuda haklı olmama rağmen güç diferansiyelimden yararlanmadan olayı nasıl kökünden ve sivillere zarar vermeden
çözebilirim onu mu bulmaya çalışsam? Hepsi, ve açıkçası sonuncusu da dahil(!), gündelik hayatta bolca karşılaştığımız o
enteresan hadiseye örnek: ikilem. Dünyanın bize sunduğu milyonlarca farklı denklemde sonucu iki şıkka indirgeyip arasında
kaldığımız o durumlar: Olmalı mı olmamalı mı? Kaçmalı mı, savaşmalı mı? Varoluş mu yok oluş mu? Her biri birbirinden
çetrefilli düşünce zincirleri, varsayımlar ve kararlar içeren bu ikilemlerde herhangi bir sonuca varmak oldukça zor. Bireyin
içsel meclisi içerisinde söz alan vicdan, akıl, etik ve mantık kimi zaman bir konsensusa varmakta zorlanıyor; birinin artı
gördüğü, öbürünün gözünde kocaman bir eksi olabiliyor. Bu anlaşmazlık bizi hem bireysel hem de toplumsal boyutta bazen
çözümsüzlüklere itse de aslında varlığı kendimizi insan atfedebilmemizde kritik bir rol oynuyor. Gelin ikilemlerin bizi
insanlığımıza nasıl bağladığına ve ikilemlere düşmemenin neden tehlikeli olduğuna beraber bakalım.
Doğa belgeselleri izleyenlerimizin çoğunun denk gelmiş olabileceği klasik sahnelerdendir:
1. Genç bir erkek (alfa) aslan kendine yeni bir hükümdarlık alanı edinebilmek için dolaşmaktadır.
2. Karşısına başka bir erkek aslanın hüküm sürdüğü topraklar çıkar.
3. Genç aslan “fırsat bu fırsat” diyerek orada hüküm süren alfayla bir hakimiyet dövüşüne girer.
a. Eğer genç kazanırsa eski hükümdar sürülür, genç yeni aslan hareminin alfası olur, eski hükümdarın tüm yavrularını
öldürür ve kendi soyunu yaratmaya başlar.
b. Eğer hükümdar kazanırsa hükmü devam eder. Soyunu devam ettirir
Son aşamada yeni genç aslanın yaptığı ne bir soykırım, ne bir katliam ne de “akıl almaz bir vahşettir”. Duygu süzgecimizden
geçirdiğimizde bizi hüzünlendiren bu olayın genç aslanı bağlayan hiçbir tarafı yoktur. O yeni fethedilmiş bir alandaki bir
rakibin yavrularını gördüğünde ikileme düşmez. “Onları öldürüp kendi soyumu devam ettirmeye mi başlasam yoksa onları da
kendi soyummuş gibi yetiştirip sürümün boyutunu mu arttırsam?” gibi sorular sormaz. (Burada önemli bir açıklama yapmak
istiyorum. Günümüz teknolojisinde bile hayvanların ne düşündüklerini, ne hissettiklerini, ve bunların eylemlerini nasıl
yönlendirdiğini anlamamızı sağlayan bir bilgi birikimine ulaşmış değiliz. Bu doğrultuda yapılan çıkarımlar ve ifadeler
sadece sahip olduğumuz gözlemlerden yapılmaktadır.) Kendi doğası gereği, sadece kendi soyunu devam ettirme dürtüsü ile
kendine ait olmayan yavruları öldürür. Bu ve bunun gibi bölge, kaynak, harem vb. unsurlardan dolayı kavgalar doğada birçok
hayvanda görülebilir. Bu ikileme düşülmemiş kesin karar tavrından keskin bir farklılık gösteren (özellikle primatların
başını çektiği bazı canlıların ara sıra rastlanan davranışları dışarıda tutularak) tek hayvan ise “homo sapiens sapiens” dir.
Latince Sapio kelimesinden gelen “sapiens” farkları ayırt edebilen, anlayabilen, bilen, zeki anlamına gelir. Dolayısıyla insan,
tanımı gereği, bilen, anlayabilen ve düşünebilen canlıdır. Bu yeti, bize farklı opsiyonları tartmayı, sadece kazancı (maddi,
cinsel, entelektüel, zamansal, ideolojik vb.) ya da mantığı değil, etiği, vicdanı ve insan hayatının önemini de teraziye
koyma imkânı ve sorumluluğunu veriyor. Bir kazancı ya da hedefi, “öbür aslanın alanını” elde edebilecek her türlü güç,
kaynak ve destek üstünlüğüne sahipken bile bu yıkıcı gücü kullanmakta tereddütte düşme, ikilemlerde kalma sorumluluğunu
yüklüyor bize aslında. O bomba ya da roket düştüğünde ne olacak? Kaç bin sivil ölecek? Kaç tane çocuğun binlerce
olasılığa evrilebilecek hayatı son bulacak? Bir ideolojik ya da politik ilerleme ya da savunma herhangi bir insanın hayatından
değerli mi? “Onların” ölmesi tamam da “bizim” ölmemiz mi sıkıntı sadece?
Seçeneklerimiz arasında değerlendirdiğimiz eylemlerin bu derece korkunç olması bir yana, daha da korkunç olan gerçek ise
artık bazı insanların, örgütlerin, kurumların ve ülkelerin bu ikilemlere bile düşmüyor oluşu. Güç ve çıkar dengesi
içerisinde güçlü ele sahip olan taraf her zaman o gücünü kullanıyor; “karşı tarafa” verdiği hasar, aldığı canlar
umurunda bile değil. İster 1000 çocuk ölsün, ister 10.000. “Onlardan” öldüğü müddetçe bir sakıncası yok. Tarihin en
büyük diktatörlerinden Stalin ne demişti bize: “1 kişinin ölümü trajedi, milyonların ölümü istatistiktir”. Bu
gerçekten kaynaklanacak ki tüm dünya olarak da birkaç seçkin azınlık ulus (genelde beyaz ve Avrupalı oluyorlar ne hikmetse)
hariç milyonlarla zarar gören birçok ulusu ve insanları dünya olarak sadece izliyor, ve daha da korkuncu normalleştiriyoruz.
İnsanlar arasında yarattığımız bu yapay ve ironik insanlık dışı değer ayrımı bizi bu ikileme düşmeyen vahşi kararlara
itiyor. Böyle davranırken “kendimizi bilen, akıllı insan” olarak tanımlama kibrini nasıl gösterebiliriz? O, aklımızı ve
düşünme yetimizi kullanmazsak, eylemleri vicdan, etik ve de en önemlisi hayat çerçevesinde tartmadan, tereddütte ya da
ikileme düşmeden gerçekleştirirsek ne kalır insanlığımızdan? Kendimizi o çok üstün gördüğümüz hayvanlardan tek
farkımız onların yarattığı ölümlerin doğal yaşamın bir parçası olup bizimkinin katliamlar, vahşetler ve trajediler
silsilesi olması olur.
Yanlış anlaşılmak istemem. Bu tarz tereddütsüz ve ikilem olmadan gerçekleştirilen yanlışlar sadece savaş sahnesinde savaş
suçu olarak işlenmiyor. Gündelik hayatımızda da insan ve hayvan arasındaki çizginin bulanıklaştığı enteresan(!) kesitler ya
izliyoruz ya da bizzat tanık oluyoruz. (Normalde gerilerek tanık ya da parçası olduğumuz bu olaylara belki de bir hayvan
belgeseli izliyor edasıyla yaklaşmalıyız. Nasıl olsa öznelerin pek bir farkı kalmıyor). Tamamıyla tıkalı bir yolda sürekli
şerit değiştiren, gerekmediği halde çakar takıp emniyet şeridinden giden, yol üstünlüğü ya da apaçık bir şekilde
geçiş şansı olmamasına rağmen boşlukları zorlayan (ve bu barbarlığı kütlesi, copu ya da bıçağıyla destekleyen) ve bu gibi
birçok insan müsveddesi de aynı insanlık dışılığın bir parçası. Trafikte birinin önüne kıran araç da, çalışanına
bağıran patron da aynı güç diferansiyelinden yararlanarak kendi isteğine ulaşıyor fakat bu uğurda insan haklarını, saygıyı,
ahlakı ve etiği göz ardı ediyor. Bu edinilmiş refleks “maymun gördüğünü yapar” misali toplumun her köşesine yayılıyor ve
farklı güç dengesi olan neredeyse her yerde bu tarz durumlarla karşılaşıyoruz. Güçlü sadece ezebildiği için zayıfı
eziyor. Binlerce yıllık keşiflerimizin, bilimsel buluşlarımızın, yarattığımız sanat eserlerinin, mühendislik harikası
aygıtların, geliştirdiğimiz kültürlerin sonucunda yüce(!) insan türü, homo sapiens sapiens, olarak seçtiğimiz şahane
yaşam biçimi bu mu? 8 küsür milyarlık insan nüfusu olarak ezelden beri gelen “ben-sen” kavgasını hayvan edasıyla sürdürmek
mi kaderimiz? Öyleyse ne yazık... Kim bilir, belki orangutanlar araba kullanabilseydi ya da roket atabilseydi bizden çok daha
insan olurlardı...
ÖNEMLİ NOT: Ben bu yazıyı yazarken tarih 29 Ekim, yani Cumhuriyet Bayramımız. Ve eğer Türkiye Cumhuriyeti’nde (her ne kadar
kendi içinde problemleri olsa da) özgürce nefes alabiliyor, hür bir şekilde yaşayabiliyorsak bunu zamanında en zor
ikilemlerde kalmış, fakat zekâsı, vicdanı ve insanlığıyla hepsinde inanılmaz sonuçlara ulaşmış olan Mustafa Kemal Atatürk’e
borçluyuz. Teşekkür ederiz Atam. Hepimizin Cumhuriyet Bayramı bir kez daha kutlu olsun!
Önemli bir uyarı: Bu yazı içerisinde Ahsoka, Clone Wars, Rebels ve orijinal Star Wars serisi içeriklerine dair spoilerlar
bulunmaktadır. Orijinallerini izlemediyseniz zaten ne duruyorsunuz? Öbürleri için ise dilerseniz izleyip buraya dönebilir veya
keyifli keyifli hafif spoilerla dolu yazımı okuyup olan biteni buradan da öğrenebilirsiniz. Keyfinize bakın!
“A long time ago in a Galaxy far far away…” ile yıllar önce başlamış, Disney’in eline geçmesi ardından da birçok yeni hikâye ve
karakter eklenmiş olan Star Wars evreninin çok uzun süredir beklenen yeni dizisi sonunda izleyicilerle (ve benim gibi büyük
hayranlarla) buluştu: AHSOKA. Bilmeyenler ya da aşina olmayanlar için Ahsoka Tano orijinal Star Wars üçlemesinde, prequellarda
veya sequellarda bulunmayan bir karakter, onun için yeni dizilere adım atmamış olanlarınız için bu yabancılık oldukça doğal.
Kendisi Star Wars: Clone Wars dizisi ile seyirci ile tanışıyor ve ardından gelen Rebels dizisinde de önemli rollerde boy
gösteriyor. Anakin Skywalker’ın padawanı (bkz. Öğrenci) olarak karşımıza çıkan Ahsoka Tano, Clone Wars dizileri boyunca iyi
niyeti, sempatik ve dostça tavırları, kurallara karşı onları bükmeye hazır tavrı (ustası Anakin gibi) ve de ışın kılıcı
savaşlarında gösterdiği büyük yetenek ile hem Star Wars evreni içerisindeki karakterlerin, hem de seyircinin sevgisini kazanıyor.
Fakat Klon Savaşları ( Clone Wars) çerçevesinde Jediların Cumhuriyet için Ayrılıkçılara karşı yürüttüğü mücadelede uzunca bir süre
savaşan ve büyük katkılara imza atan Ahsoka, o dönemin güçlü askeri adamlarından olan Moff Tarkin (ki orijinal üçlemeyi izleyenler
onu Darth Vader’a ayar vermeyi başaran nadir karakterlerden olan Grand Moff Tarkin olarak hatırlayacaktır) tarafından bir komplo
ile Cumhuriyete ihanetle suçlanıyor ve ardından suçu kanıtlanmamış olmasına rağmen Jedi konsülü tarafından Jedi Düzeninden
atılıyor. Hikâyede suçsuz olduğu ustası Anakin tarafından tam zamanında kanıtlanmış olsa da Ahsoka Jedi Düzenine geri dönmemeyi
seçiyor ve resmi olarak bir Jedi olmayı bırakıyor. (Burada yanlış anlaşılmaması gereken husus Ahsoka’nın ışın kılıcı kullanmayı
veya force kullanmayı bırakmıyor oluşu. Sadece Jedi Düzeninin doktrinlerinden, yolundan sapmışlığından, önyargısından uzaklaşmak
için bu kararı alıyor. Ne sith ne de jedi olan bu tarz force kullanıcılarına Gri Jedi da deniyor). Bundan sonra daha bireysel bir
yol izleyen Ahsoka, Rebels dizisinde “Fulcrum” kod adıyla asi gruplarına öncülük ederken bir başka Star Wars evreni dizisi olan
Mandalorian’da da çok sevilen Grogu’ya (bkz. Baby Yoda) yol gösterici görevini üstleniyor. Fragmanlar ve ilk 3 bölüm sonunda
anladığım kadarıyla da bu dizide de Rebels’ın sonunda kaybolan Amiral Thrawn’a karşı bir mücadele içinde olacaktır.
Dizinin içeriğine giriş yapmadan önce kült evrenlerin yeni dizileriyle alakalı genel bir değerlendirme yapmak istiyorum. Her yeni
başlayan Star Wars dizisi (ve açıkçası herhangi başarılı serinin devamı niteliğinde çekilen diziler) aslında bir nevi
Schrödinger’in kedisi gibi. Aşina olmayan okuyucularımız için basitleştirilmiş haliyle Schrödinger’in kedisi konsepti, kuantum
dünyasındaki süperpozisyon ilkesini anlatabilmek için Erwin Schrödinger tarafından tasarlanan bir alegori. Alegoriye göre bir kedi
radyoaktif olma ihtimali olan bir element ile bir kutunun içinde bulunuyor. Kutunun kapağı kapalı ve kutudan dokulara hitap eden
hiçbir uyaran (koku, ses, hareket) çıkmıyor. Schrödinger’e ve kuantum fiziğine göre kedi kutunun içindeyken bir süperpozisyon
halinde, yani hem ölü hem yaşıyor. Fakat kutuyu açtığımızda iki sonuçtan birini görüyoruz. Yani kutuyu açmamız sonuca etki ediyor
ve kedi ya ölü ya da canlı olarak çıkıyor, ikisi aynı anda değil. Bu durumun Disney versiyonunda ise bu hayali kutunun içerisinde
belki muazzam yeni fikirler, hikayeler ve başlangıçlar var. Belki de kötü yazılmış senaryolar, bulunduğu evrenle tutarsız olaylar,
basit karakterler, “plot hole”lar ve daha niceleri var. Ve maalesef kutuyu açmadan sonucunu bilmenin hiçbir yolu yok. Bunun için
koca yürekli(!) ve George Lucas’a verdiği ~ 4 milyar doların her kuruşunun suyunu çıkarmak isteyen Disney kutuyu açmış, gelin biz
de beraber içine bakalım.
Diziye öncelikle daha genel bir perspektiften baktığımızda dizinin kendisinden önce gelen Star Wars evreni eklentilerine
(Mandalorian ya da Kenobi gibi) birçok açıdan benzediğini görebiliyoruz. Bölümler yarım saat civarında ve oldukça kısa. Açıkçası
hayatı boyunca Türkiye’de iki buçuk saatlik dizilere maruz kalmış bir birey olarak bunu söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi fakat 30
dakika, haftada bir çıkan bir dizi için gerçekten yeterli değil. Başlamasıyla bitmesinin bir olmasının yanı sıra, maalesef öbür
Star Wars dizilerinde de görebildiğimiz “filler-episode” örüntüsü devam ediyor. Disney yaklaşık 10 bölüm olarak tasarladığı Star
Wars dizisi sezonlarının ilk birkaç bölümünü boş ve zaman geçirmeye yönelik içerikle dolduruyor. Dizi içerisinde gerçek bir
mücadele yaşanmıyor ya da basit bir mücadele, konuşma ya da sorun, tüm bölüme yayılacak şekilde uzatılıyor. Bu da izlemesi keyif
vermeyen ve sıkıcı bölümlerle sonuçlanıyor. Sadece son bir veya iki bölümde seyirciyi büyüleyecek kesitler sunan (Kenobi
dizisindeki son bölümdeki Obi -Wan - Vader düellosu gibi) Disney bölümlerin büyük çoğunluğunda sadece izlenme, ürün satışı ve
özetle bol bol para peşinde olduğunu açıkça hissettiriyor. Ahsoka da maalesef aynı şekilde. Şu ana kadar daha sadece 3 bölüm
yayınlanmış olsa da o 3 bölümün sunduğu 90 dakikalık içerik çok dürüstçe bir şekilde 30 dakika gibi bir sürede de seyirciye
iletilebilirdi. Düşük kaliteli içerik sunumu dizi hakkındaki ilk hayal kırıklıklarımdan biri oldu maalesef.
Beni asıl üzen gerçeklik ise Star Wars evreninde alıştığımız ve değer verdiğimiz bazı genel konseptlerin umursanmıyor,
önemsenmiyor ve değiştiriliyor oluşu. Bunun en basit örneklerinden bir tanesi birinci bölümün sonunda gerçekleşen ışın kılıcı
düellosunda Sabine Wren’in karnına ışın kılıcı saplanması. Orijinal üçlemeden hatırlayacağımız üzere bir karakterin ışın kılıcıyla
teması oldukça ciddi sonuçlara sebep veriyor. Luke ve Anakin ellerini, Count Dooku kafasını ve ellerini kaybediyor. Doğrudan
vücuduna ışın kılıcı darbesi alan Obi-Wan ise hayatını kaybediyor (o bunu Luke’u korumak için bir fedakârlık olarak
gerçekleştiriyor, bu yüzden o ölüm ekstra anlam kazanıyor). Peki Sabine Wren’e ne oluyor karnından ışın kılıçlandıktan sonra?
Hastanede uyanıyor ve nasıl iyileştiği, nasıl yara aldığı, nasıl ölmediği vb. konulardan hiçbirine değinilmiyor bile! Her ne kadar
fantastik bir evren olsa da Star Wars evreni ölümün var olduğu ve karakterlerin eylemlerine anlam ve ağırlık kattığı bir evren.
Önemli olan hiçbir karakter şans eseri ya da rastgele ölmüyor, hepsi bir amaca hizmet ediyor. Vader ve Obi-Wan Luke’u kurtarırken,
Dooku (kendi iradesi dışında) Anakin’in karanlık tarafa geçişine yardımcı olmak için, Qui Gon Obi-Wan’ı kurtarmak için ölüyor ve
bu tarz anlamlı ölümler (ya da Palpatine’in durumunda ölümden dönmeler) karakterler için dönüm noktaları oluyor. Fakat yeni
dizilerde ya da filmlerde ölümü “Last Skywalker’da” olduğu gibi karşıdakini öperek, ya da hiç açıklamadan atlamak Star Wars
evreninin değerleri ve kurgusuyla çok büyük bir tezat oluşturuyor ve bu seriyi benim gözümde anlamsızlaştırmaya ve Star Wars
değilmiş izlenimi yaratmaya başlıyor.
Bir başka göze batan olay da ikinci bölümde gerçekleşiyor. Parçalanmış bir droidin hafıza bankasına hackleyerek girmeye çalışan
Sabine, gittikçe ısınan teçhizat yüzünden bu görevi zamana karşı gerçekleştirmek zorunda kalıyor. Droidin hafızasından bir
lokasyon verisi bulmaya çalışırken droid aşırı ısınıyor ve veriyi temin edemeden önce acil kapatılması gerekiyor. Bu süreç
içerisinde biz seyirci olarak zaten Sabine’in o bilgiye bir şekilde erişebileceğini biliyoruz çünkü Star Wars evreni gittikçe
tesadüflerin karakterlere yardım ettiği, olayların kolayca çözüldüğü bir çocuk evrenine doğru gidiyor. Fakat beni bir seyirci
olarak daha da hayal kırıklığına uğratan ve “e yok artık ya” dedirttiren şey Sabine’in bu başarısızlığın üstünden birkaç saniye
geçmeden hiçbir ekstra gözlem veya düşünce belirtisi göstermeksizin bir anda o tarz droidlerin X gezegeninde üretildiği (gezegen
ismi önemli değil) ve oradan olabileceği gibi oldukça rastgele ve şanslı bir bilgiyi ortaya atması oluyor. Tabii ki bu bilgi doğru
çıkıyor ve karakterlerimizi doğru yola doğru itekliyor. Fakat böyle bir bilginin ve hikâye akışının böylesine bir tesadüfe ve
şansa bağlanmış olması kurgu açısından Ahsoka dizisinin şimdiden ne kadar başarısız, tahmin edilebilir ve basit olduğunu
gösteriyor.
Aslında bu tarz şansa bağlı olayların yaşandığı çok fazla sahne var fakat onlarla ilgili daha derine girip bol bol örnek ve
spoiler vermek istemiyorum. İzlediğiniz zaman siz de tanık olacak ve anlayacaksınız zaten bu eleştiri kaynaklarımı. Fakat
söylemeden geçemeyeceğim son bir an ve özellik var ki senaryodan, hikayeden, karakterlerden ve olan herhangi bir şeyden bağımsız.
Çok basit, hatta aşırı basit bir konsept: hologram projeksiyon. Star Wars evreninin her dizisinden ve filminden alışkın olduğumuz
başka varlıklarla tam vücut “facetime” yapılmasını sağlayan hologram projeksiyon onca film boyunca belirli bir renk ve stil
formatını izliyordu: genelde mavi tonları kullanılır, hafif hafif kesinti olur ve aşağıdan yukarıya olacak şekilde yansıtılırdı.
Fakat Ahsoka’nın daha ilk bölümünde bir sahnede görebileceğimiz hologram projeksiyon tamamıyla yeşil tonlarından oluşmakta ve
yukarıdan gelmekte. “Aman Kaan buna mı takıldın sen de!” diye düşünüyor olabilirsiniz. Fakat izlediğinizde beni anlayacağınızı
garanti ediyorum; çünkü yıllardır alışkın olduğumuz bir görsel unsur sadece renk olarak bile değiştiğinde, hele bir de çok bilinen
bir başka serinin kullandığı Hologram Projeksiyon renk tonlarını kullandığında (adı lazım değil baş harfi Star Trek), o seriyi o
seri yapan temel unsurların sarsıldığını ve aynı dokuyu hissettirmediğini gerçekten çok açık ve temel bir şekilde
hissedebiliyorsunuz. Bu kadar temel ve alışılmış bir unsuru değiştirmek yerine kurguya daha yeni fakat Star Wars dokusuna uygun
unsurlar eklemek çok daha ılımlı ve destek görecek bir alternatif olurdu.
Bu kadar eleştirdim, farklı unsurlar üstünden laf söyledim fakat bu dizinin hiç mi iyi bir yanı yok? Tabii ki var. Ahsoka
karakterinin gelişimini ve yaşadıklarından sonra dönüştüğü daha stoik kişiliği gözlemleyebilmek gerçekten çok keyifli. Animasyon
üzerinden tanıdığımız lokasyonların ve karakterlerin live-action hallerini görmek ve “Rebels” kurgusundan öğeleri görebilmek
(kahramanların resimlerinin olduğu duvar) hikayeyi daha gerçek ve daha alışkın olduğumuz evrenin bir parçası olarak hissetmemize
büyük ölçüde yardımcı oluyor. Bunlara ek olarak Rebels dizisinin en kahraman ve komik karakterlerinden olan robot Chopper’ın aynı
enerji ve dinamizmle bu seride olduğunu görmek gerçekten çok mutlu edici ve gülümsetici. Nasıl R2-D2 kendi başına bazı sahneleri
taşıyabiliyorduysa eski filmlerde, Chopper da aynı potansiyele sahip. Umarım daha da çok görürüz kendisini.
10 bölümlük sezon üzerinden planlanan bir diziyi sadece 3 bölüm üzerinden değerlendirmenin doğru olmadığının farkındayım. Fakat şu
ana kadar izlediğim kadarıyla Ahsoka dizisinde oluşturulan kurgu ve yaşanan olaylar Star Wars evreninin alıştığımız dokusuna,
kurallarına ve değerlerine uymayan ve onlarla çatışan bir yapıya sahip. Bu tarz çatışmalar da seyircilerin diziyi, karakterleri ve
olay örgülerini benimsemelerini ve sevmelerini zorlaştırıyor. Disney bu durumu kendi lehine çevirmek için ileriki bölümlerde
şaşaalı ışın kılıcı düelloları, göz kamaştırıcı yeni dünyalar, özlediğimiz eski karakterler ve daha nicelerini önümüze serecektir,
ki ben bunların hepsi için gerçekten çok heyecanlıyım. Fakat gerçek bir Star Wars hayranı olarak tek umudum bunları yaparken Star
Wars’un ilkelerine, geçmişine ve fantastik realitesine saygı duymaları ve onunla uyumlu, hatta onun üstüne kurup daha ileri
taşıyabilecek hikayeler yaratmaları. Bekleyelim bakalım ileriki haftaların çarşamba günlerini. Bakalım kedi kutunun içinde hayatta
kalmayı başarabilmiş mi…
Dipnot: Bu makale yayınlandığında Ahsoka’nın 5. bölümü çıkmış olacaktır fakat makale ilk 3 bölüm kapsayacak şekilde daha önce
yazıldığından dolayı, dizinin en yeni olaylarını içermez. Sevgili okuyucularımız bu konu hakkında okumayı sever ve beğenirlerse
ileriki bölümlerle alakalı da makalenin devamı gelecektir.