Korku

Korku evrenseldir. Türkçede korku olarak bildiğimiz bu kavram farklı dillerde “paura”, “fear”, “miedo”, “peur” gibi farklı formlar alsa da aslında herkes için ortak ve tanıdık bir kavramı ifade eder. “Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü” (TDK) olarak tanımlanan bu olgu özneleri ve nesneleri değişse de her canlının hayatının bir parçasıdır ve korkuyla etkileşim, canlının hayatının akışını ve gidişatını belirler.

Korku relatiftir. Bir baba ya da anne evine ve çocuklarına yiyecek bir şey götürememenin korkusunu yaşarken bir iş adamı şirketinin batmasından korkabilir. Bir taraftar takımının şampiyon olamamasından korkarken o takımın oyuncusu ilk 11’e alınmamaktan korkar. Bunun daha da ötesi karanlık bir sokakta yürüyen yalnız bir erkek hiç korku duymazken aynı yolda yürüyen yalnız bir kadın maalesef içinde bulunduğumuz toplum koşullarından dolayı oldukça haklı bir korku yaşayabilir. İnsanlar kendi bulundukları toplum, değer yargıları, kendi benlikleri, gerçekleri ve hayalleri çerçevesinde kendi özel korkuları ile tanışır ve cebelleşir. Birinin gözünde aslan olan korku başkası için bir kedi olabilir; bundan olacak ki empati kurmakta zorlandığımız dakikalarda başkalarının korkularını anlamakta güçlük çeker, bazen de küçümseriz. Halbuki korku kıyaslamak elma ile armut karşılaştırmaktan bile daha absürt, daha anlamsızdır.

Korku zamansızdır. İnsanlar da dahil bütün canlılar geçmişte de korkmuşlardır, şu anda da korkuyorlardır ve gelecekte de korkacaklardır. Geçmişte tehlikeli bir canlı karşısında hissedilen bu duyguyu bugün belki bir hırsızla karşılaştığınızda, belki aldığınız hissenin düşmesine karşı hissedersiniz.  Korkuyu duyduğumuz özneler değişebilir, can korkusu geçinebilme korkusu olur mesela, fakat korku hayat denkleminin zamandan bağımsız sabit bir elemanıdır. Çünkü…

Korku gereklidir. Korku, canlıları kendilerine potansiyel olarak zarar verecek eylemler yapmaktan , o tarz durumlarda bulunmaktan alıkoyan, ya da bu süreci daha zorlaştıran bir mekanizmadır. Bir kedi bir insana yaklaşacağı zaman kendisine zarar gelip gelmeyeceğine dair emin olamaz, bu yüzden korkuyla ve temkinle yaklaşır. Bu süreç içerisinde belki de takındığı tavır gereksizdir; o insan ona sadece bol bol sevgi ve yemek verecek iyi yürekli bir karakter olabilir. Ama olmayabilir de. Ona zarar vermek isteyen, canına kıymak isteyen bir cani de olabilir. Ve bu ikinci ihtimal ne kadar düşük ne kadar sıfıra yakın olursa olsun kedi bu riski alamaz, çünkü böyle bir durumda hayat ipliğinin kopması tek bir hataya bakar ve kendini kurtarmasına dokuz can dahi yetmez. Aynısı dokuz canı olmayan biz insanlar için de geçerli tabii ki. Trafikte kendimize zarar verme ihtimalimizin çok yüksek olduğu aşırı hızlara çıkmaya tereddüt etmemiz, yüksek yerlerde (uçurum kenarı vb.) yürürken tedirgin olmamız, bir yabani canlı gördüğümüzde panik olmamız hep bu korkunun bizi hayatta tutma çabasıdır.

Korku sadece bir engel değil aynı zamanda bir anahtardır. Yukarıdaki örnekteki kedi eğer korkularının üstesinden gelip onlara rağmen insana yanaşmayı başarırsa (ve cani bir insana denk gelmezse) kendi için “ödül” niteliği taşıyacak sevgi, ilgi ya da mamaya kavuşacaktır. Hatta, istatistiki olarak çok daha düşük olasılıkla olsa bile, o insan kediyi evine alıp ömrü boyunca ona bakmaya karar bile verebilir (bunu bire bir yaşamış biri olarak bakabilecek durumunuz varsa oldukça fazla öneririm, hayatınıza gerçek manada bir pozitiflik ekleniyor). Bu durumda kedi çok daha uzun, sağlıklı, rahat ve keyifli bir hayat yaşama şansına kavuşur; aldığı riskin karşılığını kat kat fazla bir şekilde almış olur. Benzer bir durum evrimsel tarihte evcilleştirdiğimiz bir başka canlı olan köpekler/kurtlar ve bizim aramızda yine mevcuttur. Bu iki canlı türü antik çağlarda birbirine karşı duyduğu korkuyu aşmaya yönelik adımlar atmasa, korku tarafından sadece kısıtlanmış hallerinde hayatlarına devam etseler belki “insanın en iyi dostları” ile asla tanışmamış olacaktık. Ve öyle bir durumda zaten gri olan dünyamız çok daha soluk bir yer olurdu diye düşünüyorum.

Korku, perspektif ve psikolojik etkiler ile değişir. Burada kastettiğim psikolojik etkiler daha çok objektif realite (ve risk) değişmemesine rağmen insanların korku tepkilerinin ağırlıklarının değişmesine sebep olan etkilerdir. (Buna psikolojide “çerçeveleme etkisi/framing effect” denir). Güzel bir örneği şöyle verilebilir:

-Bir insan X hastalığına yakalanır. Hastalığın tek çözümü ameliyat olmaktır, fakat ameliyat 100% başarı ihtimali olan bir ameliyat değildir, bu yüzden hastadan bu ameliyatın yapılabilmesi için riskleri anladığı ve kabul ettiğine dair bir doküman imzalaması istenir. İşin enteresan boyutu ise burada başlar. Diyelim ki bu ameliyatın başarı yüzdesi 90%. Rasyonel düşünce çerçevesinde bu ameliyatın başarısızlık yüzdesinin ise 10% olduğunu çıkarabiliriz bu bilgiden. İkisi de matematiksel açıdan aynı riski ifade etmektedir, aralarında herhangi bir numerik fark yoktur. Fakat “90% başarı yüzdesi” ve “10% başarısızlık yüzdesi” ifadeleri durumu farklı şekillerde çerçevelediklerinden dolayı insanlardan davranışsal olarak farklı tepkiler doğururlar. Birinin “başarı”, öbürünün “başarısızlık” etrafında çerçevelenmesi insanların aynı riske farklı derecelerde çok korku ve çekince ile yaklaşmasıyla sonuçlanır. “Başarı” psikolojik olarak “başarısızlıktan” daha tercih edilebilir bir olgudur, bu yüzden insanların herhangi bir konsepte ikna/teşvik edilmesinin ciddi önem taşıdığı yerlerde (hastaneler, kumarhaneler vb.), bu tarz çerçeveleme etkileri kullanılır.

Yani insanlar her ne kadar rasyonel olduklarını ve matematiksel riskleri iyi analiz ettiklerini düşünseler de maruz kaldıkları durumlarda gözlemlenebilen çerçevelemeye bağlı farklı ağırlıklardaki korku duyguları ve tepkileri, durumun tam olarak bunun tersi olduğunu kanıtlar.

Korku araştırmayı, araştırma da korkuyu doğurur. İnsanlık bu gezegendeki yolculuğuna başladığı günden beri evren ile paradoksal bir döngü içerisindedir. Bilmediğimizden (hayvan, yer, doğa olayı, ateş ve hayal edebildiğiniz şu ana kadar keşfettiğimiz her şey) korkarız, bu da bizi korkularımıza rağmen onu araştırmaya, öğrenmeye ve anlamaya çalışmaya iter. Bu araştırma süreci bazen çok kısa, bazen ise yıllar sürer. Fakat iki durumda da insanlık kendi bilgi haznesini genişletir ve dünyaya (ve evrene) dair daha geniş bir perspektif edinmiş olur. Bu yeni edinilen bilgiler eski korkuların çoğuna karşı galip gelmemizi sağlar, fakat bu süreç içerisinde yeni olgular keşfettiğimizden ötürü bu yeni öğrendiğimiz olgulara dair de yeni korkular geliştirmeye başlarız. Eski çağlarda dünyanın bir boğanın boynuzları üstünde durduğunu ve bu boğanın hareketleri sonucu afetlerin yaşandığını düşünen insanlar doğal olarak o boğadan korkmuşlardır. Fakat astronomi alanında araştırmalar ve keşifler yapıldıkça durumun bu olmadığını öğrenen insanlar boğadan korkmayı bırakıp bu sefer de uzayın büyüklüğü, boşluğu, başka gezegenlerde farklı canlıların olup olmadığı gerçeği, devasa meteorların dünyaya düşmesi vb. gibi unsurlara karşı korku duymaya başlamış ve şimdi de bu korkuları aşmanın yollarını araştırmaya düşmüşlerdir. Kim bilir daha neler öğreneceğiz, nelerden korkacağız ve bu korkularımız bizi daha neleri öğrenmeye itecek!

Ve son olarak: Korkudan korkmayın. Yukarıda da farklı açılarına değindiğim üzere korku bu hayatın çok temel, önemli ve gerekli bir parçası. Bizi öğrenmeye, değişmeye, kendimizi korumaya ve haklı tereddütlere iten bu duygu bazen bizi hırpalayacak derecede zorlasa da aslında ne “kötü” bir olgu ne de bir düşmandır bize. Stoiklerin “logos” olarak nitelediği evren gerçeği/düzeninin çok kıymetli bir çarkıdır sadece. Ve bu yüzdendir ki, şu kelimelerle bitirmek istiyorum yazımı sayın okuyucularımız: Korkulardan ve korkmaktan asla korkmayın. Bilin ki korkuyorsanız öğreniyorsunuz, değişiyorsunuz ve de en önemlisi yaşıyorsunuz demektir!

Kaan Sayın

15 dk.