Sıkışmış, tamamen rutine binmiş hayatlar yaşayan insanlar için tatiller olması gerekenden de değerli. Her yıl iki hafta, bilemedin
bir ay için yapılan planlar o insanlar için günlük memnuniyetsizliklerden kaçmak için tek fırsat. Değiştiremeyeceği problemleri
fark eden ve kabullenen herhangi bir insanın bir sonraki adımı bulunduğu yeri değiştirmeye çalışmak, iki haftalığına da olsa
uzaklaşmak. Eric Rohmer’in filmi Le Rayon Vert de bu milyonlarca insandan biri olan Delphine’in Fransa’nın güneyindeki tatilinin
hikayesi. Aynı zamanda da tatiller de dahil bir türlü olmak istediği yeri bulamayan bir karakterin kendisiyle çıktığı bir
yolculuğun.
Hikayenin ana karakteri Delphine 30lu yaşlarında, dikkat çekici bir hayat yaşamayan, içine kapanık bir kadındır. Paris’te bir
ofiste sekreter olarak çalışması dışındaki hayatıyla alakalı çok fazla detay öğrenmeyiz filmin başında. Büyük ihtimalle çok fazla
bilinecek şey de yoktur, sorsan kendisi de farklı bir bilgi veremeyebilir. Bu 9-5 hayatını yaşayan Delphine’in o yaz tatil için
arkadaşlarıyla yaptığı plan arkadaşının bir işi sebebiyle iptal olmak zorunda kalınca can sıkıntısı yerini telaşa bırakır.
Delphine tatilini de Paris’te geçirmeyi hiç istemiyordur. Arkadaşları bu kadar istiyorsa tatile tek başına gitmesini önerirler, o
zaten onun için teklif dahi edilemez. Sonrasında bir yerden başlayıp tatile bir şekilde çıktığındaysa artık kafasında sürekli
sığınıp bırakmadığı benlik algısı yıkılmıştır, kamera Delphine’in hayatından Delphine’in kendisine dönmüştür.
Çıktığı yolculuklar Delphine’I farklı yerlere sürüklerken, tesadüfen gittiği bir yerde tesadüfen orada bulunan bir grup
karakterlerin konuşmasını duyarız. Bir arkadaş grubu çok iyi bir manzarası olan bir duvarın üstüne oturmuş, güneşi ve denizi
izlerken filme ismini veren yeşil ışın hakkında konuşmaktadırlar. “İnanılmaz bir şey, vay canına, doğa harikası” gibi konuşmalar
geçerken tecrübeli, çok güvenilir duran bir dayı sözü alır ve filmin içinde veya dışında olan herkese bu fenomeni açıklar. Yavaş
konuşan dayının sözlerini bir-iki dakika kısaltacak olursam, yeşil ışın gün batımında farklı renkler farklı hızlarda kaybolurken
geride kalan yeşilin bir kaç saniyeliğine insan gözüne görünmesiyle oluşur. Bu nadir görülen doğa olayının sebebi güneşin aslında
gözüktüğü yerde olmamasıdır. Bu sahneyle beraber filmin asıl teması da Delphine’in hikayesiyle parallel olarak anlaşılır. Onun
yaşadığı, çoğu insanın yaşadığı ait olmama hissinin sebebi kendileri olmak konusunda yaşadıkları sıkıntılardır. Bu sıkıntılar
konusunda ise kaçmak, uzaklaşmak veya kendini anlık olarak oyalamak çözüm değil bu can sıkıntısını büyüten sebeplerdir anca.
Eric Rohmer’in anlattığı bu sade hikayenin en özel yanı orijinalliği değil. Kendin ol, konfor alanından çık gibi cümleler sadece
yan yana gelmiş harflere dönüşeli uzun zaman oldu. Yine de bence bu sözlerin asıl sıkıntıları yanlışlıklarından ziyade
yetersizlikleri. En basitleşitirlmiş halleriyle birer slogan olarak bakılmayıp az da olsa uygulamaya geçildiğinde hala insanı
dönüştüren tecrübeler ortaya çıkabiliyor. Delphine’in yaşadığı yolculuğa benzer şekilde bazen bu tecrübeler insanın kontrolünde
olmadan gerçekleşiyor, bazen ise o ilk adımı gözünü karartıp atmak gerekiyor. Günün sonunda insana kendini en çok tanıtan
tecrübeler sevdiği ya da nefret ettiği aktiviteler yapmak oluyor, çok da fena olmayan rutine devam etmek değil. Yaz ise bunun için
herhalde en uygun zaman. Yıl içinde mecburi olarak bazı alışkanlılarından çıkamayanlar için akıntıdaki balık gibi yaşamayı bırakıp
kendisini tanıma, oynadığı rolü bırakma, kendi kafasındaki algısını şaşırtma fırsatı. Sürekli kaçış halinde yaşayanlar için de
kendine yaklaşmak için en güzel dönem.
1920’lerin sonunda birgün Edward Hopper ve eşi Josephine Nivinson trenle bir yolculuğa çıkarlar. Saatler süren bir yolculuktan
sonra rotalarındaki ilk şehre varırlar. Eşyalarıyla birlikte o gece kalacakları otel odasına gittiklerinde Josephine odaya
girdikleri gibi bavullarını bırakır, yatağın üstüne oturur ve elindeki rehberi çıkarıp yolculuğun sıradaki durağını düşünmeye
başlar. Bu sürekli geçişte olma, hareket halinde olma hissi Edward Hopper’ı beklemediği bir şekilde etkiler ve ona sonraları Hotel
Room tablosunu yapmasını sağlayacak fikri verir. Böylece o günkü anı yaşayamama günlük akışta kaybolma hissinden bu hissi yıllar
boyunca başkalarına hissettirecek bir tablo doğar.
Edward Hopper tablolarına ilk bakışta hissedilen duygulardan biri sıradan anları yaşamak. Resim sanatının, özellikle Hopper’ın bir
takipçisi olduğu realizm akımının bu konudaki güçlü etkisi bir yana, rutini ölümsüzleştirmek Hopper’ın bir imzası. En ünlü eseri
“Nighthawks” ve yine en ünlü tablolarından “Automat”, “Chop Suey” Hopper’ın bu konudaki yeteneğini gösteren güzel örnekler. Bu
özelliği onun 20.yy’ın en önemli ve bilindik ressamlarından olmasında oldukça etkili. Öte yandan Hopper tablolarının bakanların
üzerindeki etkisini anlamak için onun neden devrinin insanı olduğunu anlamak da önemli.
1882’de New York’ta doğan Edward Hopper 1967’de yine New York’ta öldü. Sanayi Devrimi’nin etkilerinin artık iyice yerleşmiş olduğu
şartlarda bir metropolde yaşadı. İçinde yaşadığı hayat koşulları özellikle 2.Dünya Savaşı sonrası tüm Dünya’ya bir ölçüde
yayılacak, o dönemde sadece Batı ülkelerinin büyük şehirlerinde yaşanılan hayatlar zamanla Türkiye’de, Singapur’da veya
Brezilya’da da yaşanmaya başlayacaktı. Bu sebeple kendisinden önce gelen ressamlara karşı bulunduğu yer ve zaman olarak şanslıydı.
Bu şansı daha önce bahsedilen kendine has yetenekleriyle birleştiren Hopper çoğu gelişmekte olan ülkelerde yaşayan bir çok insanın
yarınını resmediyordu.
Bu yeni hayat tarzı herkes için farklı kelimelerle anlatılabilir. Öncesine göre çok daha dakik yaşanan bir hayat, gün akışları,
deadlinelar, finaller, terfiler ve daha bir sürü hedef. Mesai bitiminde başlayan gidilmesi gereken yerler, kaçırılmayacak
etkinlikler. Ölmeden önce mutlaka gideceğimiz yerler ve bir ara alınacak 16 dakikada patates kızartan airfryer. Fight Club’tan
fırlamış gibi duran anti-kapitalist veya anti-modernist klişeler bir yana çok planlı veya planlı olmaya çalışan hayatlar
yaşadığımız bir gerçek. Bu hayat tarzının büyük bir kısmında bireyin söz hakkı az görülebilir, elden gelen bu, modern toplumun
şartları bunlar denilebilir. Bu noktada ayırt edici olabilecek olan ise insanın bu şartları ne kadar içselleştirdiği. Zira günlük
sorumlulukların zorunlu olmaları bir yana insanın hayatına bakışını da etkileyen bir yanları var. Günlük hayatlarını 09.30’ta
burada olup 10.00’da burada olmam lazım diye yaşayan insanların bir noktadan sonra hayatlarını “30 yaşına kadar bunu yapmalıyım”,
“acilen yazılım öğrenmeliyim” bakış açısıyla yaşaması çok şaşırtıcı değil.
Aynı zamanda hayatı sürekli gelecek kipiyle yaşamanın rahatlatıcılığı da önemli tabii. Mental enerjimizi bugün yerine geleceğe
-benzer şekilde geçmişe- harcadığımızda hem bugünün tatminsizliklerinden bir nefes almış oluyoruz hem de aslında mevcut
sorumluluklardan kaçarak elimizden gelenin daha sınırlı olduğu dolayısıyla sorumluluklarımızın da daha az olduğu zaman
dilimlerinde yaşıyoruz. Bizi bugünün özgürlüğünün boğuculuğundan kurtaran bu öteleme hissi geçici olarak rahatlamamızı sağlıyor.
Bununla kalmayıp bize sürekli oyunun sıradaki bölümü olduğunu gösterip çaresi kolay olmayan sonluluk hissinden de uzaklaştırıyor.
Aslında bu bakış açısının en büyük tehlikesi de belki burada yatıyor, farklı zaman dilimlerinde yaşayan insanlar, hatta toplumlar
kendilerini gerçekleştiremeyip ileride gerçekleştirecekleri günlerin umuduyla hayatlarına devam ediyor.
İnsanların kendilerini geliştirmek için hedefler koymaları, beklentileri olması çeşitli amaçlara hizmet eden ve kişiye hayattan
tatmin sağlayan bir durum. Aynı zamanda büyük değişiklikler için de uzun süreli planlama bir gereklilik. Fakat bu bakış açısının
tek yol olmadığının, insanın sürekli gelişmek zorunda olan bir proje olmadığını, başka şekillerde var olabileceğini de arada
sırada hatırlamak lazım. Carpe diem klişesi ve daha radikal görüşler bir yana, günlük hayatta gelecek hedeflerine gereğinden
fazla odaklanıp odaklanmadığımız sorgulamaya değer bir konu. Sürekli dozu artan ve asla sonu gelmeyecek hedeflerin arasında
kaybolurken bazen kafamızı kaldırabilmek de en azından arada hatırlanması gereken bir yeti. Nasıl yıllar sonra insan geriye dönüp
en az hedefler kadar ulaşmaya çalışırken geçen anları hatırlayacaksa bazen de bugünün nostaljisini hissetmeye çalışmak bence hoş
bir değişiklik olur.
İnsanın anın farkında olması, bugününe geçmişi veya geleceği gibi bir gözle bakması her zaman çok kolay değil. Çoğu zaman bu
sözler klişeleşmiş bir şekilde mindfulness sloganlarının arasında kaybolur, biz de sırada gideceğimiz yeri düşünmeye devam ederiz.
En azından geçiçi bir çözüm olarak ise bazen Edward Hopper’ın resimleri, sevdiğiniz bir film veya bir günbatımı insanı kaçırıyor
olduğu ana döndürebilir. O dönüş anlarında hikayeyi tersine çevirip bir değişiklik olarak kendimize sorabiliriz, asıl derdimiz
gelecekteki hedeflerin bize ne getireceği mi yoksa bu anın geleceğe ne götürdüğü mü?
Body horror’ın öncüsü dahi yönetmen; kafayı yemiş, böceklerle kafayı bozmuş garip bir adam veya Martin Scorsese’nin tabiriyle
Beverly Hills’te kliniği olan bir jinekolog. David Cronenberg’i ve filmlerini tanımlamak için pek çok farklı sıfat kullanılabilir.
Özellikle kendisinin izleyiciyi olabildiğince rahatsız etmek üzerine kurulu izlemesi mideyi oldukça zorlayan filmler yaptığı
düşünülünce seveninin ve sevmeyeninin çok olması beklendik bir durum. Daha net olan konu ise Cronenberg’in insan varoluşunun
bilinmezliği, vücudun korkunçluğu ve teknolojinin geleceği hakkındaki filmleri, gerek temaları gerekse kullandıkları sinema
diliyle çok benzeri olmayan bir sinema karşımıza çıkıyor.
Filmlerinin kendine has sinematografisini yaratmak için Cronenberg’in en büyük ilham kaynaklarından biri sinemanın dışından,
Kafka’dan geliyor. Kafka’nın romanlarında hakim olan bilinmezlik ve sıkışmışlık hissini kullandığı kamera açıları, renkler ve
filmde gösterilen kadar gösterilmeyen Dünya’nın tasvirleriyle sağlıyor yönetmen. Aynı Kafka eserlerindeki gibi bir anlam, cevap
arayışı ve o cevabın olup olmadığının belirsizliği bu filmlerde sıkça işleniyor. Aynı zamanda çevrenin, hayatındakilerin insan
üzerindeki etkisi de işleniyor karakterler üzerinden. En ünlü filmi olan The Fly aynı zamanda Kafka etkisinin de en bariz olarak
görülebileceği eseri. Yanlış giden bir deney sonucu yavaş yavaş sineğe dönüşmeye başlayan bir bilim adamının hikayesini anlatan bu
film, ilk bakıştaki senaryo benzerliğinin ötesinde de hikayeyi işleme tarzı ve görsel sunumuyla Kafka’ya benzer bakış açısını
ortaya çıkarıyor. Filmin ana karakteri Seth Brundle’ın dönüşüm sürecindeki etrafındaki karakterler hakkındaki davranışları ve
bastırılan duygularının gittikçe açığa çıkmasıyla da hem eserlerinde Freud etkisine bir örnek hem de Kafka’nın anlattığı değişimle
yeni bir benzerlik görüyoruz. Brundle’ın bedeni değiştikçe, fiziksel olarak bambaşka bir canlı, duygusal olarak ise gerçek Seth
Bundle filmin odağı oluyor . Bayağı da bir iğrençlikle beraber.
Cronenberg’in dünyalarını etkileyen felsefi görüşler Kafka dışındaki isimlerden de geliyor. Jean Baudrillard’ın fikirlerinin
etkilerini pek çok filminde görüyoruz. Gerçeğin kopyası anlamındaki Simulakra ve iç içe geçmiş Simulakralar sonrasında gerçeğin
özünün yitirildiği bir durumu tarif eden hiper-realizm konsepti Baudrillard’dan sonra gelen bir çokları gibi bu enteresan
yönetmeni de etkiliyor. Bugün Matrix, Fight Club hatta Gibi’de bir şekilde işlendiğini gördüğümüz bu kavramlar Cronenberg’in
özellikle iki filminde hikayeyi direkt olarak etkiliyor. Videodrome filminde Brian O’blivion isminde bir akademisyenle bu konsept
ortaya çıkmaya başlıyor. Medyatik bir adam olan O’blivion sık sık televizyon kanallarına bağlanır ve bunu zamanının ötesinde Zoom
benzeri bir teknolojiyle yapar. Filmin ana karakteri Max Renn aşırı gerçekçi şiddet görüntüleri içeren bir TV programıyla alakalı
gerçekleri araştırırken yolu O’blivion hocasıyla ile keşişir. O noktada öğreniriz ki O’blivion 20 yıl önce ölmüştür, ölmeden önce
kaydettiği geniş bir arşivle beraber ölümünden sonra programlara çıkıp kamuoyunu etkilemeye devam ediyordur. Benzer bir örnekte,
eXistensZ filiminde canlı derisinden yapılmış (mide bulandırmazsa olmuyor) oyun konsolu benzeri cihazlarla karakterler sanal bir
gerçekliğe giderler. O gerçekliğin içinde aynı cihazla başka bir gerçekliğe ordan başka birine… Bu katmanlar böyle iç içe geçerken
karakterler ve izleyici hangisinin gerçek hangisinin sanal olduğunu ayırt edememeye başlar, zaten artık bir anlamı da kalmamıştır.
Biz de yıllar sonra bu konsepti “aynı Inception” diyerek izleriz.
Kapana kısılmışlık hissini David Cronenberg eserlerinin değişmez bir parçasıdır. Dış dünyanın şartları tarafından sıkıştırılmış
insan her ne kadar oldukça yaygın bir tema olsa da Cronenberg’in önemli bir özelliği bu hisse eklediği yeni katmandır. İnsan
sadece çevre şartlarının eseri değildir, kendi vücudunda da esirdir. Sanırım bu hisse günlük hayattan bir örnek olarak obsesiflik
durumlarında görülebilen sağlık kaygıları ve bu kaygıların yansıttığı daha genel, hayata dair korkular gösterilebilir. Benzer
duygular varoluşçu yazarların eserlerinde sık tekrar eder. Sartre için yabancılaşma hissi çoğu zaman kendi vücudundan duyduğu
uzaklaşma ve iğrenme hisleriyle beraber gelir. Merlau-ponty de bilinç ve dış dünya ayrımını işlerken benzer temaları kullanır. Ona
göre beden ve beden üzerinde sağlanan kontrol insan algısının dış dünyayla ayrıldığı noktadır. Bazı durumlarda, örneğin araba
kullanırken, kullanılan araba da sanki ayrı bir nesne değil vücudun bir parçasıymış gibi bir his yakalanır, araba kullanmak
yürümekten farksız hale gelir ve bu algı sınırı değişir. Cronenberg ise bu sınır değişiminin tersi, daha rahatsız edici bir
senaryo hayal eder. Son filmi Crimes of the Future’da teknoloji çok gelişmiştir ve hayat şartları sentetikleşme pahasına kontrol
altına alınmıştır. Hastalıkların ortadan kaybolduğu, plastik tüketiminin zirve yaptığı bu toplumda insanlar tekrar evrimleşmeye
“neo-organlar” üretmeye başlarlar. Bu değişim tabii ki kişiden kişiye farklıdır ve bunun için tahmin edilemezdir. Böylece
Cronenberg hayal ettiği bir gelecekte Merlau-ponty’nin fikrini tersine çevirir, rahatsız edici bir bakış açısı getirir. Bu sefer
araba kullanmak yürümeye değil yürümek araba kullanmaya - ehliyeti olmayan birinin kullanmasına- benzer.
David Cronenberg tarzında bir yönetmen için bir başarı kriteri belirlemek çok kolay değil. Yaptığı filmlerin tarzı ve işlediği
temalar itibariyle her ne kadar zaman zaman popüler oyuncularla çalışsa da çok gişede başarılı olmaya müsait bir yönetmen değil.
Eleştirmenler veya ödüller perspektifinden ise çoğu filminin övülen yanlarına rağmen bariz eksik noktaları da var. Bunun için
sanırım kendisi çok büyük bir yönetmenden ziyade daha kendine has, gerçek anlamıyla kült bir yönetmen olarak hatırlanacak.
Kültürel anlamda ise bıraktığı net bir etkiden bahsedebiliriz. Nasıl ki kendisine ilham veren insanların isimleri Kafkaesk ve
Freudyen gibi sıfatlara dönüştüyse, bazen bir düşünce tarzını bazen bir estetiği tarif etmek için kullanılıyorsa Cronenbergian
kelimesi de başlı başına ayrı bir tarzı anlatıyor, bir yazıda açıklanabilecek temaları tek kelimeyle anlatıyor. Aynı zamanda
işlediği temalar da Baudrillard için söylenen bir klişedeki gibi her geçen gün daha geçerli oluyor. Oğlu Brandon’ın da baba
mesleğini ve yönetmenlik tarzını devam ettirmeyi seçtiğini düşündüğümüzde Cronenberg isminin zaman içinde hatta David’in ölümünden
sonra daha bilinir olması çok şaşırtıcı olmaz. Aynı Brian O’blivion’ın dediği gibi, insanın ömrü derinin ömrünü çoktan aştı.
Not: Bu yazı Kuru Otlar Üstüne filmi ile ilgili spoilerlar içermektedir.
“Çok tipik bir kasabaydı. Değer yargıları, doğruları, yanlışları son derece keskin bir çevreydi. Bu çevre içinde babamın
hayat görüşü etrafındakilerden oldukça farklıydı. Sekiz yıl orada yaşadık ve zamanla babamın idealizminin yavaş yavaş bir
hayal kırıklığına dönüşmeye başladığına tanık olduk.”
Bu sözlerle tarif ediyordu Nuri Bilge Ceylan çocukluğunun geçtiği Çanakkale Yenice kasabasını 1997’de verdiği bir
röportajda. O gün o cümleleri henüz yeni çektiği ilk filmi Kasaba’yı anlatmak için kullanmıştı. Fakat bugün, 26 yıllık
başarılı bir kariyerden, Dünya çapında üne kavuşacak filmlerden sonra da hala son filmi Kuru Otlar Üstüne’de o cümlelerin
büyük etkisini görüyoruz. Her ne kadar her filminde farklı kasabalar farklı olaylar görsek de hikayesinin temel odağı
değişmemeye devam ediyor. Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri değer yargıları kesin olan -veya öyle sanılan- mekanlarda kendi
doğrularını kaybeden karakterleri anlatıyor.
Nuri Bilge Ceylan’ın bu arada kalmış karakterleri anlatırken en çok başvurduğu tekniklerden biri tezatlardır. Çoğu filminde
karakterlerin yaşam tarzları, hayata bakışları gibi zıtlıklar üzerinden hem filmlerinin hikayesini oluşturacak çelişkiyi
yaratır hem de vermek istediği mesajlar için onları birer metafor olarak kullanır Nuri Bilge. Hemen her filminde ilk göze
çarpan tema olan köylü-şehirli ayrımı bunun en bilindik örneği olabilir. Yönetmen, genelde hikayelerine taşrada çekmeyi
tercih ettiği gibi karakterlerinin de çoğu yereldir, oranın köylüsüdür. Şehirden köye göçmüş bir karakter üzerinden
ise filmdeki ana zıtlık kurulur. Karakterlerin eğitim seviyeleri, kültürleri, etrafındakilere tutumları gibi konular ise bu ana
tezatla beraber gelen diğer ayrımlar olarak senaryoda yer bulurlar. Kış Uykusu’nda Aydın, Bir Zamanlar Anadolu’da’da doktor
Cemal gibi karakterlerin çevrelerine uyum sağlayamamaları veya uyum sağlamamayı seçmeleri bu filmlerde önemli yer tutar. Kuru
Otlar Üstüne’de ise bu tezatlığı ana karakteri Samet Öğretmen üzerinden görürüz. Samet, iyi eğitimli diyebileceğimiz
bir karakterdir. Daha ilk sahnelerden öğrenciyle kurduğu ilişkinin okuldaki diğer öğretmenlerin hepsinden daha farklı daha
insancıl olduğunu görürüz. İçinde yaşadığı monoton, katı kuralcı düzene ait olmadığı barizdir. Öte yandan film
ilerledikçe yavaş yavaş kendisinin yaşadığı köye tepeden baktığını, yerel halkı hatta öğrencileri bile hor gördüğünü
de anlarız. Samet ilk sahnede hissettiğimiz kadar mükemmel biri değildir, çevresinden görece iyi özellikleriyle beraber daha
kötü özellikleri de vardır.
Benzer şekilde NBC filmlerinde sık tekrar eden başka bir tema ise çelişkilerdir. “Şu şöyledir, bu budur” tarzı kesin
cümleler özellikle yan karakterler tarafından çok fazla kullanılır. O noktada filmin olay örgüsü o karakterleri bu
tutumlarını sınayacak durumlara iter. Bir karakterin sürekli dürüstlükten bahsedip ilk zorlukta yalan söylediğini
görebiliriz mesela. Öte yandan sürekli o coğrafyada katı olmak, acımasız olmak gerektiğini söyleyen bir karakter yeri
geldiğinde hikayenin en merhametli karakteri olabilir. Bu kendisiyle çelişen karakterlere örnek olarak Bir Zamanlar Anadolu’da
filminde gördüğümüz polis komiseri Naci ve katil Kenan’ı düşünebiliriz. Film boyunca Naci tutuklu Kenan’a gittikçe daha
kötü, daha az insancıl davranır. Kenan soruşturmayla işbirliği yapmadığı için Naci önce tutukluyu gittikçe kısıtlamaya
başlar ve bir sahnede sinirlenip onu dövmeye başlar. Seyircinin komiser Naci hakkında algısı gittikçe değişmiş, filmde onu
Anadolu’nun acımasız yanının bir temsili gibi görmeye başlamışken dayak yemekte olan Kenan seyirciyi ve Naci’yi şaşırtan bir
cümle söyler. “Sen iyi bir adamsın Naci, ben hapisteyken oğluma sen göz kulak ol.”
Olduğunu düşündüğün kişiyle çelişme fikrinin devamı olarak kim olduğunu tanımlamanın zorluğu da NBC’nin üzerine
düşündüğü bir diğer konudur. İlk bakışta filmlerindeki karakterler toplumsal ögelerin yansımalarıymış, daha çok birer
arketiplermiş gibi görülebilir. Örneğin Kış Uykusu’ndaki Aydın karakterinin -gerek ismi gerek kişiliğiyle- toplumun
eğitimli kesimini temsil ettiği barizdir. Karakterin sembolize ettikleri bazen izleyicinin gözünde onu basitleştirir ve bir
insan yerine toplumsal bir yorum görürüz sadece. Ama NBC için bireysellik de filmlerinin sosyolojik tarafı kadar önemlidir.
Filmlerinde ve röportajlarında insanın karmaşık yönlerine vurgu yapar. Belki en basitleştirilmiş karakteri olan Aydın’ı nasıl
biri olarak gördüğü sorulduğunda onu özünde iyi bir insan olarak yazdığını söyler, tüm filmi de onun kötü özellikleri
üzerine kurar. Yine aynı röportajda der: “Hayatta bir insanı bir takım nitelikleriyle değerlendirir, bir yere koyarsınız. Ama
sonra öyle bir durumla karşılaşırsınız ki utanırsınız.” Tüm filmleri için yapılan “kendini eleştirmiş” klişesi de belki bu
düşüncesinin kendine bakışına uyarlanmış hali olabilir.
İkilemler ise bu bakış açısına hizmet edecek şekilde farklı rollerde kullanılabilir. Bir ikilem izleyiciye bir karakteri veya
filmdeki bir fikri tanıtırken bir diğeri ise onlar hakkındaki mevcut varsayımlarını sınayabilir. Kuru Otlar Üstüne’de Samet
yaşadığı çevreden kopuk bir karakterken kendisinden olabildiğince farklı bir karakter olan Nuray ile tanışır. Nuray bütün
hayatını inandıkları üzerine harekete geçmeye, mücadele etmeye adamış biridir. Bir sahnede Nuray ve Samet hayata bakışları
hakkında konuşurlar ve izleyiciye bu iki karakter üzerinden iki ayrı yaşam tarzı seçeneği sunulur. Tabii bu ikilem de net
olarak koşulları belirlenmiş iki seçenek arasında değildir. Samet’in aşırı bireysel, bencil diyebileceğimiz tutumu sonucunda
yalnzılığa mahkum olduğunu ve kendini kaybettiğini anlarız. Nuray’a baktığımızda ise tüm hayatını adadığı bir mücadele ve
yaratamadığı bir fark vardır. O da toplumsal, çoğulcu bir mücadele vermek uğruna kendini kaybetmiştir. Böylece iki karakter
zıt yollardan geçerek aynı hayal kırıklığına varmışlardır.
Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde kurduğu bu belirsiz dünya’nın karamsar olduğu, genelde olumsuz taraflarının vurgulandığı
düşünülebilir. Ancak çoğu zaman bu hikayelerde umut da vardır. Kuru Otlar Üstünedeki ikilem örneği üzerinden devam
edersek, karakterlerin çıkış yolu, en azından bir ihtimal olarak onların önündedir. Yaptıkları bir konuşma sonrasında Samet
kendini biraz daha çok dışarıya açar, Nuray ise hiçbir zaman üzerine düşünmediği bireyselliğini benimsemeye başlar ve
film biraz daha umutlu bir noktada biter. Bu çözüm önerisini NBC’nin hayata ve sinemaya bakışında da görebiliriz. En keskin
çizgilerle belirli gözüken dünyalar ve insanlar dahi tezatları, çelişkileri ve ikilemleri içlerinde barındırırlar.
Belirsizlikler üzerine kurulu bu şartlarda belli yolları izlemek, kendi çizgilerimizi çizmek genelde bekleneni vermeyen bir
çabadır. Çözüm ise belirsizliği olabildiğince kabullenmek, ondan kaçmak yerine insanın kendini ona açmasıdır. En azından
belki.
Bahsedilen röportajlar:
1.https://www.nuribilgeceylan. com/movies/kasaba/press_ radikalguldalintview.php
2.https://sinekutuphane.wordpress. com/2015/05/25/nuri-bilge- ceylanla-kis-uykusu-uzerine-dolu-dol u-bir-roportaj/
Biri sizden çocukluğunuzu hatırlamanızı istediği zaman kafanızda ne canlanır ? Büyük ihtimalle rutin bir gün veya dönem yerine
bazı anlar hatırlarsınız. Bu anların bazıları sizin için anlamlı olabilir, kardeşinizin doğduğu gün, ilkokula başladığınız gün
gibi. Onları neden hatırladığınızı bilirsiniz, her şey gayet doğaldır. Bazen de saçma sapan bir şekilde ilk elma suyu içtiğiniz
günü hatırlarsınız, biraz daha az anlamlı gelir. Hafızamıza benzer şekilde sinema da uzun hikayeleri anlara indirgemeyi sever. Bir
çok film anlatmak istediğini bir veya bir kaç tane kritik sahne üzerinden anlatır. Bu şekilde karakterlerin motivasyonları,
çelişki gibi hikaye unsurları özetlenmiş olur. Tabii kurgu karakterlerle bunu yapmak gerçek insanlarla yapmaktan daha kolaydır.
Yeri geldiğinde uzun süreli hikayeleri kısaltabiliriz veya karakterleri senaryoya hizmet edecek ölçüde basitleştirebiliriz. Peki
ya kafaya koymuş bir yönetmen bunun tam tersini yapmaya karar verirse ne olur ? Gerçeği basitleştirmek yerine kurguyu gerçeğe
yakınlaştırmak mümkün müdür ? 2000lerin başında Texas’ta görece ünlü bir yönetmen de tam olarak bu soruların cevabını düşünüyordu.
O yıllarda yönetmen Richard Linklater, çocukluk ve hayatla tanışmak hakkında yeni bir film çekmeye karar vermişti. Aslında
Linklater bu filmi çekmeyi bir süredir planlıyordu fakat bir türlü filmin kurgusunu kafasında oturtamıyordu. Filminde çocukluğun
tam olarak hangi yıllarını anlatmak istediğine karar verememişti ve hangi dönemi seçerse seçsin başka yıllardan önemli anları
kaçıracağını düşünüyordu. Aslında kariyerinin ilerleyen dönemlerinde zamanın akışı kendisinin kullanmayı en sevdiği konseptlerden
biri olacaktı. 1993 yapımı Dazed and Confused filminde yetişkinliğe geçişi anlatmıştı ve 1995te başlayıp 2013te bitireceği Before
üçlemesinde ise zaman atlamalarını kullanacaktı. Fakat o gün için zaman kendisi adına sınırlayıcı bir unsurdu. Biraz kafa
yorduktan sonra kurt hoca akıntıyı nasıl arkasına alacağını buldu. 12 yıl sürecek bir hikaye anlatmak istiyordu ve bunu 12 yılda
çekecekti.
Sinema tarihinde çeşitli sebeplerle yapımı yıllar süren filmler vardı fakat genelde bir filmin uzun sürede çekilmesi iyiye işaret
değildi. Bütçe yetersizliği, stüdyo müdahalesi veya ekipten birinin başına bir şey gelmesi gibi istenmeyen sebepler uzatabilirdi
filmlerin yapım sürecini. Bu sefer ise durum farklıydı ve filmde çalışacak herkesten 12 yıllık bir adanmışlık bekleniyordu. Tabii
milleti 12 yıl alıkoymayacaktı Linklater, o kadar da kafayı yememişti. Onun yerine her yıl en fazla bir kaç hafta çekim
yapılacaktı. Öyle ya da böyle kolay bir proje değildi. Zira çok geçmeden Linklater, gerçekci olmak isteyen hikayesi için çok
gerçekci bir kötü adamla tanışacaktı: İş hukuku. Filmin çekileceği Texas her isteyenin at koşturabileceği bir yer değildi ve aktör
kontratları maksimum 7 yıllık yapılabiliyordu. Bu demek oluyordu ki film iyi niyet, karşılıklı güven ve Richard Linklater’ın
stresi üzerine kurulacaktı. Özellikle filmin başrolü çok kritikti. Çalışma kanunları ve kontrat süreleri bir yana 6 yaşında bir
çocukla bu yola çıkmak zor olacaktı. Bunun için Linklater evlilik kurumundan ilham aldı ve anne babaya bakarak oyuncu seçmeye
karar verdi. Bir süre devam eden bir arayıştan sonra aranan wonderkid bulundu. 1994 doğumlu Ellar Coltrane, bir terapist ve bir
müzisyenin oğluydu. Ailesinin projeye adanmışlığını görmek gergin yönetmeni rahatlatmıştı. Ayrıca Linklater’in tabiriyle akademik
bir çocuk değildi ve farklı bir düşünce tarzı vardı. Bu filmin ilerleyişi için önemliydi çünkü Linklater anlattığı hikayenin
olabildiğince samimi olmasını istiyor ve bunun için oyuncuların da yaratıcı sürece katılmalarını, hikayeyi kendi hayatlarından
unsurlarla zenginleştirmelerini istiyordu. Böylece hikayedeki esas çocuk Mason jr. hazırdı. Şimdi sıra aileyi tamamlamaya
gelmişti. Mason’ın ablası Samantha rolü için Linklater kendi kızı Lorelai’ye güvenmişti, Ellar ile iyi uyum sağlayacaklarını
düşünüyordu. Anneleri Olivia’yı oynaması için Patricia Arquette seçilmişti. Sonradan vereceği bir röportajda Arquette Richard
Linklater onu aradığında daha projeyi dinlemeden filmi kabul ettiğini söyleyecekti. Son olarak da baba Mason sr. rolünde Ethan
Hawke kadroya katılmıştı. Daha önce Linklater ile Before Sunrise çalışmıştı ve kadronun en tanınmış ismi, pastanın çileğiydi.
Sorumluluğu hafifmiş gibi yönetmeni kendisine büyük bir yemin ettirtmişti. Eğer Richard Linklater ölürse filmi o tamamlayacaktı.
Kamera arkasında oyuncu kadrosu belli olurken filmdeki aile de şekilleniyordu. Senaryoda ana karakter Mason jr, 6 yaşında, annesi
ve ablasıyla beraber Texas’ta yaşayan olabildiğince sıradan bir çocuktur. Hayattaki en büyük keyfi ablasıyla kavga etmek ve
yaptığı ödevleri teslim etmemektir. Öte yandan annesi iki zibidiyle uğraşıp bir taraftan da ailesinin geçinmesini sağlamaya
çalışmaktadır. Baba Mason sr. hikayeye dahil olduğunda onun da hayli rahat ve sorumsuz bir karakter olduğunu görürüz. Alaska’da
tutunamamış Rock grubuyla gittiği turneden dönen Mason sr. çocuklarını hediyeye boğar ve gevşek baba cefakar anne yerine
çocukların kahramanı olur. Bu ilk sahnelerle genel hatlarıyla ailemizi tanırız ve hikayede zaman işlemeye başlar. Linklater
hikayesini nasıl anlatacağına en baştan karar vermişti. Daha geleneksel bir senaryo yapısı yerine Mason jr.’ın çocukluğundan bir
anılar bütünü görürüz. Okula gider, anne babasıyla zaman geçirir, bazen de çok fazla kaydadeğer bir şey yapmaz. Mason ve kardeşi
büyürlerken diğer yanda anne babaları yeni insanlarla evlenirler, işlerini değiştirirler ve tabii kendileri de zaman içinde
değişirler. Olivia çocuklarıyla beraber Texas’ta farklı şehirlere taşınır, çocuklar her zaman çok istemeseler de yeni okullara
gider, farklı insanlarla tanışırlar. Hikayenin ilerleyişi boyunca karşımıza çıkan yan karakterlerin bazıları kalıcı olurlar
bazılarını ise bir daha hiç görmeyiz. Karakterlerle paralel olarak dönem de değişir. Bunu aktarmak için siyasi olayları kullanır
film. Mason Sr’ I ilk tanıdığımız ilk sahnelerden birinde solcu baba ilkokula giden çocuklarına ABD’nin 11 Eylül sonrası
politikalarını eleştirmektedir. “Kime oy vereceksiniz ?” diye sorar bacak kadar çocuklarına, “Bush olmasın yeter.” Sonraları
babasının muhalif tavrını genç Mason’da da görürüz. Ergenliğini hakkıyla yaşar, sanki tüm dünya karşısındadır. 12 yıl boyunca
kültürel değişimi de görürüz filmde. Mason Pokemon izlerken veya Wii Sports oynarken kendi çocukluğumuzdan bir şeyler görebiliriz.
Veya babasını Facetime ile aradığında 18 yaşında bir çocuğun hayatında bile teknolojinin bu kadar değişmesi bizi şaşırtabilir.
Sanırım Boyhood’u bu denli etkileyici bir film yapan yanlarından biri zamanın içinde olduğu kadar dışında oluşudur. Evet Mason’ın
ekranında Pokemon vardır ama siz izlerken onun yerine Jetgiller de koyabilirsiniz Afacan Louie de. Benzer şekilde belki babanız
size Bush eleştirmemiştir -veya çok daha ağır kelimelerle eleştirmiştir- ama yine de hikayeye yabancı değilsinizdir. Zamandan ve
mekandan bağımsız bir hikayedir nihayetinde çocukluk. Richard Linklater’ın filmde seçtiği anılar bütününü izlerken bazı anılar
diğerlerinden daha çok etkiler sizi kendinizden bir parça görürsünüz. Bazen de ‘Ya kardeşim biz niye bu çocuğun dümdüz
hareketlerini izliyoruz.’ diyebilirsiniz. Ama daha sonra kendi hafızanıza aynısını demeseniz daha iyi olabilir.
Nihayetinde iyi kötü anılar ilerler ve 12 yılın sonuna geliriz. Küçük Mason bir nevi elimizde büyümüştür ve artık üniversiteye
gitme zamanı gelir. Çekim sürecinin en başından beri Richard Linklater Mason’ın üniversiteye başlangıcını hikayenin sonu olarak
kurgulamıştır. Ona göre tam o noktada Mason yetişkinliğe adım atacak ve artık hayattaki rolünü aramaya başlayacaktır. Film
sonlarında sık tekrarlanan bir tema olarak Mason’ın hayattaki anlam arayışını görürüz. Filmin o noktasında diğer karakterlerde de
zamanın etkisini ve değişimini net bir şekilde görürüz. Gerek anne babası gerek kardeşi filmin başında gördüğümüzden bambaşka
noktadadırlar ve bu değişimler net sahneler net anlar yerine zamana yayılan bir süreçle olmuştur. Mason’ı üniversiteye gönderdiği
gün annesi çok duygusaldır, ona göre ikinci çocuğunu üniversiteye göndermek hayatındaki mihenk taşlarının, kritik anlarının
sonuncusudur. Anne yüreği tabii ki duygulanmayı abartır ve artık hayattaki amacının ölümü beklemek olduğunu söyler. Biz
hayatımızın kritik noktalarını yaşamaya devam ederken zaman geçer ve 2014 yılı geldiğinde film Sundance film festivalinde
yayınlanır. Yayınlandığı yılda eleştirmenlerden çok iyi yorumlar alır. Özellikle filmin sadeliği ve doğallığı çokca övülür. Ödül
törenleri ve festivaller de filme kayıtsız kalmaz, 6 tanesi Oscar olmak üzere 218 ödüle aday olur. Patricia Arquette anne rolüyle
en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ını kazanır. Tabii filmin eleştirilen yerleri de vardır. En yaygın yapılan eleştrilerden biri
ise filmde çok fazla olay olmadığı, Mason’ın çok da bir şey yapmadığıdır.
Kadrosu için baktığımızda Boyhood kariyerlerinde iyi bir nokta, çok güzel bir başlangıç fırsatıydı. Günümüzde ise bu hikayenin
devamının geldiğini söylemek zor. Filmde iki çocuğumuzu oynayan Ellar ve Lorelai henüz kariyerlerinde bir çıkış yapamadılar.
Genellikle daha gölgede kalmış filmlerde rol aldılar. Ellar’ın son iki yıldaki tek rolü bu yıl adı sanı pek duyulamış bir filmde
yapacağı seslendirme. Öte yandan Patricia Arquette oldukça başarılı, en son Severance’ta rol aldı. Ethan Hawke hala Ethan Hawke,
bu filmin kariyerinde çok büyük bir etkisi olduğu söylenemez. Richard Linklater için de işler daha iyi olabilirdi. Boyhood
sonrasında çok kaydadeğer bir filmi olmadı, ismi daha çok kariyerinin erken döneminde çektiği filmlerle anılıyor. Bu kadar
başarılı bir filmden sonra büyük ihtimal her biri kendileri için daha iyi bir senaryo hayal ederlerdi fakat Mason’nınkine benzer
bir hikayeyle yetindiler, yer yer parlak yer yerse daha soluk. Boyhood filme içinse dönüp baktığımızda söylenebilecek en doğru
kelime doğallık olur. Gerek oyuncuların beraber geçirdikleri zamanın etkisiyle gerekse kadrodaki herkesin filmin senaryosuna
kendisinden bazı parçalar eklemesiyle ortaya sade bir hikaye hatta bir anı topluluğu çıkar. Film boyunca Mason’ın iyi kötü gerekli
gereksiz bir çok anına şahit olmuşuzdur. Anı yaşamak hakkında konuşulan bir sahnede kendisinin söyleyeceği üzere “An hep sabittir,
ordadır. Sanki sürekli şimdiymiş gibi.” Evet film boyunca izleyici devam eden bir hikayenin eksikliğini bazı noktalarda
hissedebilir ancak filme 6 yaşında başlayan bir çocuğun 18 yaşında olduğu kişiyi görünce bu arayış biraz hafifler, yerini
samimiyet hissine bırakır. O noktada izleyici bu filme daha az eleştirel yaklaşıp daha çok keyif almaya başlayabilir. Film sonrası
yapılacak da bellidir, çalışıyorsa naftalin kokan Wiisports’u çıkarmak, Louie Anderson’a rahmet okumak belki de bir bardak elma
suyu içmek.
Sıcak bir temmuz gecesi sevgili dostum, Dergi Falan’ın kritik isimlerinden Ali ve canım kuzenim Efeyle Akyarlarda yazlıkta
oturuyoruz. Gayet sıradan bir akşam, film mi izlesek Fifa mı oynasak diye tartışıyoruz. Bu tartışma hafif tempo devam ederken bir
taraftan da Efe bize transfer haberleri okuyor. “Fenerbahçe onu da almış, bilmemkim bilmemkime gitmiş...”. Birden bir son dakika
haberi mütevazı gündemimize bomba gibi düştüyor. “ ABD uzaylıları açıklamış.” Her ne kadar o gece bizim için bazı daha önemli
haberlerin gölgesinde kalmış olsa da 26 Temmuz tarihinde ABD Temsilciler Meclisinde yapılan UFO duruşması Dünya basınında hayli
ses getirmişti. Üç tanığın yeminli ifade altında sundukları çeşitli iddialar, belki onun da ötesinde böyle bir konunun açık bir
oturuma konu olabilecek ciddiyete gelmiş olması kayda değer bir eşikti. Evet konuyla alakalı yine bir kanıt sunumamıştı fakat
tartışmalar hiç olmadığı kadar yüksek sesle yapılıyordu. İnsanlık uzaylı yaşamanın başlangıcına ansızın gelecek bir twitter
bildirimi kadar yakınken uzaylılarla olan (veya olmayan) ilişkimize daha yakından bakmak için daha iyi bir zaman olamazdı.
Uzaylıları konu alan ilk bilim kurgu eserinin uzaylıların uğrak yeri ABD’den çıkmış olduğunu düşünebilirsiniz. Avrupa
Edebiyat-ından çıkmıştır deseniz de kimse size hiçbir şey diyemez. Fakat büyük ihtimalle çok az kişi uzaylılarla alakalı
hayallerin Adıyaman’ın bağrında doğdunu biliyordur. 2. YY’da o günlerde Suriye eyaletine bağlı topraklarda Samsatlı Lukianops
“Gerçek Bir Hikaye “ isminde bir kitap yazar ve uzaylılardan bahseder. Tabii Dünya dışıyla ilgili fanteziler zamanla Adıyaman
sınırlarında kalmayacaktır.
20.YY yaklaştığında uzaylılar ile ilgili eserlerin sayısı gittkçe artmaya başlar. Özellikle 1898 yılında H.G. Wells’in yayınladığı
‘Dünyalar Savaşı’ bilim kurgu türünü daha önce çok görmediği bir populariteye taşır. Wells’in romanı Mars’tan gelen uzaylıların
Tripod şeklinde makinelerle Dünya’ya hükmedip insanları köleleştirme çabasını anlatmaktadır. Özellikle Wells’in daha önce çok
işlenmemiş bir temayı, Dünya dışı istila konusunu işlemesi ve hikaye anlatmadaki başarısının etkisiyle roman çok başarılı olur ve
büyük bir şöhrete kavuşur. Dünyalar Savaşı’nı bu denli önemli bir eser yapan sadece yenilikçi konusu değildir. Bu eserinde Wells
Uzaylıların Dünyayı istilasını bir metafor olarak kullanarak emperyalizm ve Darwinizm konularını işler. Romanın geçtiği asıl mekan
olan İngiltere’nin yüzyıllar boyunca başka ülkeleri sömürdüğü gibi şimdi ondan üstün bir güç gelmiştir ve sömürülen taraf
değişeçektir. Wells’in açtığı yoldan ilerleyen sayısız sanatçı o günden itibaren uzaylıları ve diğer gezegenleri insanlık ve dünya
ile ilgili fikirlerini aktarmak için kullanırlar. Yeri gelir Solaris romanında Stanislaw Lem’in Komunizm’i eleştirdiği gibi başka
dünyaları içinde yaşadıkları sistemleri, devletleri eleştirmek için kullanır yazarlar. Yeri gelir Frank Herbert’in Dune
romanındaki gibi var olan toplumlar ve ekolojik denge farklı şartlarda hayal edilir. Öte yandan aynı Solaris ve Dune gibi
edebiyatın sınırlarını da aşar uzaylılar. Star Trek ve Star Wars önceden hayal edilemeyecek şöhrete ulaşır popüler kültürü
şekillendirirler. Hayal edilemeyecek demişken gerçekten de artık tek sınır hayal gücüdür. Yaratıcılığımızı arkasına alan uzaylılar
bilim kurgu klasiğindeki gibi zamanın ve mekanın ötesine de geçebilirler veya başka bir bilim kurgu klasiğindeki gibi ağaçlarında
sucuk yetişen medeniyetler de kurabilirler. Bilim kurgu sayesinde bir kere daha hatırlarız ki tahayyül kabiliyetimiz de olmasını
istediğimizden çok daha sınırlıdır. Uzaylı dediğin şey senin benim gibi biraz daha büyük kafalı biraz daha yeşil bir adamdır. Olsa
olsa gemidekileri yemeye çalışan vahşi bir hayvandır. Sanırsam hayal gücünün bu sınırlılığı sebebiyle en başarılı bilim kurgu
eserleri genelde sınırlarının farkında olanlardır. Misal türün sevenleri tarafından oldukça beğenilen Contact bizi din, felsefe ve
merak etmek konusunda düşünmeye iter. Veya daha güncel bir örnek olarak Arrival uzaylılardan ziyade dil ve iletişimin doğası
hakkındadır. Başka bir klasiğe bakacak olursak ise Otostopçunun Galaksi Rehberi için hayatın anlamı basit bir 42’dir. Bu eserlerin
hiçbiri(Star Wars dahil) uzak bir galakside uzun süre önce geçmezler. Uzaylılar ile ilgili değişmeyecek olaylardan biri de her
zaman güzel bir goygoy konusu olması. Uzaylı pastasını yerken uzaylı transferi haberleri dinlemek herhalde benim için her zaman
keyifli olacak. Gora muhabbetine ara vermek istediğimizde ise bu taz uzaylı haberlerine ve onlara gelen tepkilere de bir uzaylı
romanına bakar gibi bakmak yeni fikirler verebilir bize. Örneğin kimi ABD’li için kendi devletine olan güvensizliğin yansımasıdır
bu davaya olan ilgi. Bizim gibi çok uzak ülkelerden takip edenler için ise dünyamızda bulamadığımız bazı şeylerin beklentisi
olabilir tepelerden gelecek yeşil adamlarda. Günün sonunda hangi açıdan bakarsak bakalım uzaylı konusundan kendimizle ve
yaşadığımız dünyayla alakalı çıkarabileceklerimiz var. Evet zaman zaman böyle cıvık bir temelden doğacak dersler zorlama olabilir.
Hatta bu davanın sonunda da karşımızda muhattap alacak bir yeşil adam da olmayabilir. Biz yine de evi toparlayalım, misafir gelse
de gelmese de.