Wisconsin Kar Canavarı
Biri sizden çocukluğunuzu hatırlamanızı istediği zaman kafanızda ne canlanır ? Büyük ihtimalle rutin bir gün veya dönem yerine bazı anlar hatırlarsınız. Bu anların bazıları sizin için anlamlı olabilir, kardeşinizin doğduğu gün, ilkokula başladığınız gün gibi. Onları neden hatırladığınızı bilirsiniz, her şey gayet doğaldır. Bazen de saçma sapan bir şekilde ilk elma suyu içtiğiniz günü hatırlarsınız, biraz daha az anlamlı gelir. Hafızamıza benzer şekilde sinema da uzun hikayeleri anlara indirgemeyi sever. Bir çok film anlatmak istediğini bir veya bir kaç tane kritik sahne üzerinden anlatır. Bu şekilde karakterlerin motivasyonları, çelişki gibi hikaye unsurları özetlenmiş olur. Tabii kurgu karakterlerle bunu yapmak gerçek insanlarla yapmaktan daha kolaydır. Yeri geldiğinde uzun süreli hikayeleri kısaltabiliriz veya karakterleri senaryoya hizmet edecek ölçüde basitleştirebiliriz. Peki ya kafaya koymuş bir yönetmen bunun tam tersini yapmaya karar verirse ne olur ? Gerçeği basitleştirmek yerine kurguyu gerçeğe yakınlaştırmak mümkün müdür ? 2000lerin başında Texas’ta görece ünlü bir yönetmen de tam olarak bu soruların cevabını düşünüyordu. O yıllarda yönetmen Richard Linklater, çocukluk ve hayatla tanışmak hakkında yeni bir film çekmeye karar vermişti. Aslında Linklater bu filmi çekmeyi bir süredir planlıyordu fakat bir türlü filmin kurgusunu kafasında oturtamıyordu. Filminde çocukluğun tam olarak hangi yıllarını anlatmak istediğine karar verememişti ve hangi dönemi seçerse seçsin başka yıllardan önemli anları kaçıracağını düşünüyordu. Aslında kariyerinin ilerleyen dönemlerinde zamanın akışı kendisinin kullanmayı en sevdiği konseptlerden biri olacaktı. 1993 yapımı Dazed and Confused filminde yetişkinliğe geçişi anlatmıştı ve 1995te başlayıp 2013te bitireceği Before üçlemesinde ise zaman atlamalarını kullanacaktı. Fakat o gün için zaman kendisi adına sınırlayıcı bir unsurdu. Biraz kafa yorduktan sonra kurt hoca akıntıyı nasıl arkasına alacağını buldu. 12 yıl sürecek bir hikaye anlatmak istiyordu ve bunu 12 yılda çekecekti.
Sinema tarihinde çeşitli sebeplerle yapımı yıllar süren filmler vardı fakat genelde bir filmin uzun sürede çekilmesi iyiye işaret değildi. Bütçe yetersizliği, stüdyo müdahalesi veya ekipten birinin başına bir şey gelmesi gibi istenmeyen sebepler uzatabilirdi filmlerin yapım sürecini. Bu sefer ise durum farklıydı ve filmde çalışacak herkesten 12 yıllık bir adanmışlık bekleniyordu. Tabii milleti 12 yıl alıkoymayacaktı Linklater, o kadar da kafayı yememişti. Onun yerine her yıl en fazla bir kaç hafta çekim yapılacaktı. Öyle ya da böyle kolay bir proje değildi. Zira çok geçmeden Linklater, gerçekci olmak isteyen hikayesi için çok gerçekci bir kötü adamla tanışacaktı: İş hukuku. Filmin çekileceği Texas her isteyenin at koşturabileceği bir yer değildi ve aktör kontratları maksimum 7 yıllık yapılabiliyordu. Bu demek oluyordu ki film iyi niyet, karşılıklı güven ve Richard Linklater’ın stresi üzerine kurulacaktı. Özellikle filmin başrolü çok kritikti. Çalışma kanunları ve kontrat süreleri bir yana 6 yaşında bir çocukla bu yola çıkmak zor olacaktı. Bunun için Linklater evlilik kurumundan ilham aldı ve anne babaya bakarak oyuncu seçmeye karar verdi. Bir süre devam eden bir arayıştan sonra aranan wonderkid bulundu. 1994 doğumlu Ellar Coltrane, bir terapist ve bir müzisyenin oğluydu. Ailesinin projeye adanmışlığını görmek gergin yönetmeni rahatlatmıştı. Ayrıca Linklater’in tabiriyle akademik bir çocuk değildi ve farklı bir düşünce tarzı vardı. Bu filmin ilerleyişi için önemliydi çünkü Linklater anlattığı hikayenin olabildiğince samimi olmasını istiyor ve bunun için oyuncuların da yaratıcı sürece katılmalarını, hikayeyi kendi hayatlarından unsurlarla zenginleştirmelerini istiyordu. Böylece hikayedeki esas çocuk Mason jr. hazırdı. Şimdi sıra aileyi tamamlamaya gelmişti. Mason’ın ablası Samantha rolü için Linklater kendi kızı Lorelai’ye güvenmişti, Ellar ile iyi uyum sağlayacaklarını düşünüyordu. Anneleri Olivia’yı oynaması için Patricia Arquette seçilmişti. Sonradan vereceği bir röportajda Arquette Richard Linklater onu aradığında daha projeyi dinlemeden filmi kabul ettiğini söyleyecekti. Son olarak da baba Mason sr. rolünde Ethan Hawke kadroya katılmıştı. Daha önce Linklater ile Before Sunrise çalışmıştı ve kadronun en tanınmış ismi, pastanın çileğiydi. Sorumluluğu hafifmiş gibi yönetmeni kendisine büyük bir yemin ettirtmişti. Eğer Richard Linklater ölürse filmi o tamamlayacaktı. Kamera arkasında oyuncu kadrosu belli olurken filmdeki aile de şekilleniyordu. Senaryoda ana karakter Mason jr, 6 yaşında, annesi ve ablasıyla beraber Texas’ta yaşayan olabildiğince sıradan bir çocuktur. Hayattaki en büyük keyfi ablasıyla kavga etmek ve yaptığı ödevleri teslim etmemektir. Öte yandan annesi iki zibidiyle uğraşıp bir taraftan da ailesinin geçinmesini sağlamaya çalışmaktadır. Baba Mason sr. hikayeye dahil olduğunda onun da hayli rahat ve sorumsuz bir karakter olduğunu görürüz. Alaska’da tutunamamış Rock grubuyla gittiği turneden dönen Mason sr. çocuklarını hediyeye boğar ve gevşek baba cefakar anne yerine çocukların kahramanı olur. Bu ilk sahnelerle genel hatlarıyla ailemizi tanırız ve hikayede zaman işlemeye başlar. Linklater hikayesini nasıl anlatacağına en baştan karar vermişti. Daha geleneksel bir senaryo yapısı yerine Mason jr.’ın çocukluğundan bir anılar bütünü görürüz. Okula gider, anne babasıyla zaman geçirir, bazen de çok fazla kaydadeğer bir şey yapmaz. Mason ve kardeşi büyürlerken diğer yanda anne babaları yeni insanlarla evlenirler, işlerini değiştirirler ve tabii kendileri de zaman içinde değişirler. Olivia çocuklarıyla beraber Texas’ta farklı şehirlere taşınır, çocuklar her zaman çok istemeseler de yeni okullara gider, farklı insanlarla tanışırlar. Hikayenin ilerleyişi boyunca karşımıza çıkan yan karakterlerin bazıları kalıcı olurlar bazılarını ise bir daha hiç görmeyiz. Karakterlerle paralel olarak dönem de değişir. Bunu aktarmak için siyasi olayları kullanır film. Mason Sr’ I ilk tanıdığımız ilk sahnelerden birinde solcu baba ilkokula giden çocuklarına ABD’nin 11 Eylül sonrası politikalarını eleştirmektedir. “Kime oy vereceksiniz ?” diye sorar bacak kadar çocuklarına, “Bush olmasın yeter.” Sonraları babasının muhalif tavrını genç Mason’da da görürüz. Ergenliğini hakkıyla yaşar, sanki tüm dünya karşısındadır. 12 yıl boyunca kültürel değişimi de görürüz filmde. Mason Pokemon izlerken veya Wii Sports oynarken kendi çocukluğumuzdan bir şeyler görebiliriz. Veya babasını Facetime ile aradığında 18 yaşında bir çocuğun hayatında bile teknolojinin bu kadar değişmesi bizi şaşırtabilir. Sanırım Boyhood’u bu denli etkileyici bir film yapan yanlarından biri zamanın içinde olduğu kadar dışında oluşudur. Evet Mason’ın ekranında Pokemon vardır ama siz izlerken onun yerine Jetgiller de koyabilirsiniz Afacan Louie de. Benzer şekilde belki babanız size Bush eleştirmemiştir -veya çok daha ağır kelimelerle eleştirmiştir- ama yine de hikayeye yabancı değilsinizdir. Zamandan ve mekandan bağımsız bir hikayedir nihayetinde çocukluk. Richard Linklater’ın filmde seçtiği anılar bütününü izlerken bazı anılar diğerlerinden daha çok etkiler sizi kendinizden bir parça görürsünüz. Bazen de ‘Ya kardeşim biz niye bu çocuğun dümdüz hareketlerini izliyoruz.’ diyebilirsiniz. Ama daha sonra kendi hafızanıza aynısını demeseniz daha iyi olabilir.
Nihayetinde iyi kötü anılar ilerler ve 12 yılın sonuna geliriz. Küçük Mason bir nevi elimizde büyümüştür ve artık üniversiteye gitme zamanı gelir. Çekim sürecinin en başından beri Richard Linklater Mason’ın üniversiteye başlangıcını hikayenin sonu olarak kurgulamıştır. Ona göre tam o noktada Mason yetişkinliğe adım atacak ve artık hayattaki rolünü aramaya başlayacaktır. Film sonlarında sık tekrarlanan bir tema olarak Mason’ın hayattaki anlam arayışını görürüz. Filmin o noktasında diğer karakterlerde de zamanın etkisini ve değişimini net bir şekilde görürüz. Gerek anne babası gerek kardeşi filmin başında gördüğümüzden bambaşka noktadadırlar ve bu değişimler net sahneler net anlar yerine zamana yayılan bir süreçle olmuştur. Mason’ı üniversiteye gönderdiği gün annesi çok duygusaldır, ona göre ikinci çocuğunu üniversiteye göndermek hayatındaki mihenk taşlarının, kritik anlarının sonuncusudur. Anne yüreği tabii ki duygulanmayı abartır ve artık hayattaki amacının ölümü beklemek olduğunu söyler. Biz hayatımızın kritik noktalarını yaşamaya devam ederken zaman geçer ve 2014 yılı geldiğinde film Sundance film festivalinde yayınlanır. Yayınlandığı yılda eleştirmenlerden çok iyi yorumlar alır. Özellikle filmin sadeliği ve doğallığı çokca övülür. Ödül törenleri ve festivaller de filme kayıtsız kalmaz, 6 tanesi Oscar olmak üzere 218 ödüle aday olur. Patricia Arquette anne rolüyle en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ını kazanır. Tabii filmin eleştirilen yerleri de vardır. En yaygın yapılan eleştrilerden biri ise filmde çok fazla olay olmadığı, Mason’ın çok da bir şey yapmadığıdır.
Kadrosu için baktığımızda Boyhood kariyerlerinde iyi bir nokta, çok güzel bir başlangıç fırsatıydı. Günümüzde ise bu hikayenin devamının geldiğini söylemek zor. Filmde iki çocuğumuzu oynayan Ellar ve Lorelai henüz kariyerlerinde bir çıkış yapamadılar. Genellikle daha gölgede kalmış filmlerde rol aldılar. Ellar’ın son iki yıldaki tek rolü bu yıl adı sanı pek duyulamış bir filmde yapacağı seslendirme. Öte yandan Patricia Arquette oldukça başarılı, en son Severance’ta rol aldı. Ethan Hawke hala Ethan Hawke, bu filmin kariyerinde çok büyük bir etkisi olduğu söylenemez. Richard Linklater için de işler daha iyi olabilirdi. Boyhood sonrasında çok kaydadeğer bir filmi olmadı, ismi daha çok kariyerinin erken döneminde çektiği filmlerle anılıyor. Bu kadar başarılı bir filmden sonra büyük ihtimal her biri kendileri için daha iyi bir senaryo hayal ederlerdi fakat Mason’nınkine benzer bir hikayeyle yetindiler, yer yer parlak yer yerse daha soluk. Boyhood filme içinse dönüp baktığımızda söylenebilecek en doğru kelime doğallık olur. Gerek oyuncuların beraber geçirdikleri zamanın etkisiyle gerekse kadrodaki herkesin filmin senaryosuna kendisinden bazı parçalar eklemesiyle ortaya sade bir hikaye hatta bir anı topluluğu çıkar. Film boyunca Mason’ın iyi kötü gerekli gereksiz bir çok anına şahit olmuşuzdur. Anı yaşamak hakkında konuşulan bir sahnede kendisinin söyleyeceği üzere “An hep sabittir, ordadır. Sanki sürekli şimdiymiş gibi.” Evet film boyunca izleyici devam eden bir hikayenin eksikliğini bazı noktalarda hissedebilir ancak filme 6 yaşında başlayan bir çocuğun 18 yaşında olduğu kişiyi görünce bu arayış biraz hafifler, yerini samimiyet hissine bırakır. O noktada izleyici bu filme daha az eleştirel yaklaşıp daha çok keyif almaya başlayabilir. Film sonrası yapılacak da bellidir, çalışıyorsa naftalin kokan Wiisports’u çıkarmak, Louie Anderson’a rahmet okumak belki de bir bardak elma suyu içmek.
12 dk.