Sıradaki

1920’lerin sonunda birgün Edward Hopper ve eşi Josephine Nivinson trenle bir yolculuğa çıkarlar. Saatler süren bir yolculuktan sonra rotalarındaki ilk şehre varırlar. Eşyalarıyla birlikte o gece kalacakları otel odasına gittiklerinde Josephine odaya girdikleri gibi bavullarını bırakır, yatağın üstüne oturur ve elindeki rehberi çıkarıp yolculuğun sıradaki durağını düşünmeye başlar. Bu sürekli geçişte olma, hareket halinde olma hissi Edward Hopper’ı beklemediği bir şekilde etkiler ve ona sonraları Hotel Room tablosunu yapmasını sağlayacak fikri verir. Böylece o günkü anı yaşayamama günlük akışta kaybolma hissinden bu hissi yıllar boyunca başkalarına hissettirecek bir tablo doğar.

Edward Hopper tablolarına ilk bakışta hissedilen duygulardan biri sıradan anları yaşamak. Resim sanatının, özellikle Hopper’ın bir takipçisi olduğu realizm akımının bu konudaki güçlü etkisi bir yana, rutini ölümsüzleştirmek Hopper’ın bir imzası. En ünlü eseri “Nighthawks” ve yine en ünlü tablolarından “Automat”, “Chop Suey” Hopper’ın bu konudaki yeteneğini gösteren güzel örnekler. Bu özelliği onun 20.yy’ın en önemli ve bilindik ressamlarından olmasında oldukça etkili. Öte yandan Hopper tablolarının bakanların üzerindeki etkisini anlamak için onun neden devrinin insanı olduğunu anlamak da önemli.

1882’de New York’ta doğan Edward Hopper 1967’de yine New York’ta öldü. Sanayi Devrimi’nin etkilerinin artık iyice yerleşmiş olduğu şartlarda bir metropolde yaşadı. İçinde yaşadığı hayat koşulları özellikle 2.Dünya Savaşı sonrası tüm Dünya’ya bir ölçüde yayılacak, o dönemde sadece Batı ülkelerinin büyük şehirlerinde yaşanılan hayatlar zamanla Türkiye’de, Singapur’da veya Brezilya’da da yaşanmaya başlayacaktı. Bu sebeple kendisinden önce gelen ressamlara karşı bulunduğu yer ve zaman olarak şanslıydı. Bu şansı daha önce bahsedilen kendine has yetenekleriyle birleştiren Hopper çoğu gelişmekte olan ülkelerde yaşayan bir çok insanın yarınını resmediyordu.

Bu yeni hayat tarzı herkes için farklı kelimelerle anlatılabilir. Öncesine göre çok daha dakik yaşanan bir hayat, gün akışları, deadlinelar, finaller, terfiler ve daha bir sürü hedef. Mesai bitiminde başlayan gidilmesi gereken yerler, kaçırılmayacak etkinlikler. Ölmeden önce mutlaka gideceğimiz yerler ve bir ara alınacak 16 dakikada patates kızartan airfryer. Fight Club’tan fırlamış gibi duran anti-kapitalist veya anti-modernist klişeler bir yana çok planlı veya planlı olmaya çalışan hayatlar yaşadığımız bir gerçek. Bu hayat tarzının büyük bir kısmında bireyin söz hakkı az görülebilir, elden gelen bu, modern toplumun şartları bunlar denilebilir. Bu noktada ayırt edici olabilecek olan ise insanın bu şartları ne kadar içselleştirdiği. Zira günlük sorumlulukların zorunlu olmaları bir yana insanın hayatına bakışını da etkileyen bir yanları var. Günlük hayatlarını 09.30’ta burada olup 10.00’da burada olmam lazım diye yaşayan insanların bir noktadan sonra hayatlarını “30 yaşına kadar bunu yapmalıyım”, “acilen yazılım öğrenmeliyim” bakış açısıyla yaşaması çok şaşırtıcı değil.

Aynı zamanda hayatı sürekli gelecek kipiyle yaşamanın rahatlatıcılığı da önemli tabii. Mental enerjimizi bugün yerine geleceğe -benzer şekilde geçmişe- harcadığımızda hem bugünün tatminsizliklerinden bir nefes almış oluyoruz hem de aslında mevcut sorumluluklardan kaçarak elimizden gelenin daha sınırlı olduğu dolayısıyla sorumluluklarımızın da daha az olduğu zaman dilimlerinde yaşıyoruz. Bizi bugünün özgürlüğünün boğuculuğundan kurtaran bu öteleme hissi geçici olarak rahatlamamızı sağlıyor. Bununla kalmayıp bize sürekli oyunun sıradaki bölümü olduğunu gösterip çaresi kolay olmayan sonluluk hissinden de uzaklaştırıyor. Aslında bu bakış açısının en büyük tehlikesi de belki burada yatıyor, farklı zaman dilimlerinde yaşayan insanlar, hatta toplumlar kendilerini gerçekleştiremeyip ileride gerçekleştirecekleri günlerin umuduyla hayatlarına devam ediyor.

İnsanların kendilerini geliştirmek için hedefler koymaları, beklentileri olması çeşitli amaçlara hizmet eden ve kişiye hayattan tatmin sağlayan bir durum. Aynı zamanda büyük değişiklikler için de uzun süreli planlama bir gereklilik. Fakat bu bakış açısının tek yol olmadığının, insanın sürekli gelişmek zorunda olan bir proje olmadığını, başka şekillerde var olabileceğini de arada sırada hatırlamak lazım. Carpe diem klişesi ve daha radikal görüşler bir yana,  günlük hayatta gelecek hedeflerine gereğinden fazla odaklanıp odaklanmadığımız sorgulamaya değer bir konu. Sürekli dozu artan ve asla sonu gelmeyecek hedeflerin arasında kaybolurken bazen kafamızı kaldırabilmek de en azından arada hatırlanması gereken bir yeti. Nasıl yıllar sonra insan geriye dönüp en az hedefler kadar ulaşmaya çalışırken geçen anları hatırlayacaksa bazen de bugünün nostaljisini hissetmeye çalışmak bence hoş bir değişiklik olur.

İnsanın anın farkında olması, bugününe geçmişi veya geleceği gibi bir gözle bakması her zaman çok kolay değil. Çoğu zaman bu sözler klişeleşmiş bir şekilde mindfulness sloganlarının arasında kaybolur, biz de sırada gideceğimiz yeri düşünmeye devam ederiz. En azından geçiçi bir çözüm olarak ise  bazen Edward Hopper’ın resimleri, sevdiğiniz bir film veya bir günbatımı insanı kaçırıyor olduğu ana döndürebilir. O dönüş anlarında hikayeyi tersine çevirip bir değişiklik olarak kendimize sorabiliriz, asıl derdimiz gelecekteki hedeflerin bize ne getireceği mi yoksa bu anın geleceğe ne götürdüğü mü?

Cem Cahit Gülan

15 dk.