Yazımızın temasıyla kendimizi ayağımızdan vurduk diyebilirim. Düşünmek temalı bir sayıya yazı düşünmek ne zormuş. Zihnimiz
enteresan. Pembe bir fil düşünme deyince aklımıza hemen pembe bir fil geliyor, ama zihnimizin biraz zorlanması gereken bir konu
olduğunda düşünmesi gereken işi yapmak yerine diğer her işi yapıyor. Ödevimizi yapmak yerine odamızı toplarız. İşimizi yapmak
yerine e-posta kutumuzu temizleriz. Zihnimiz suyun en kısa yolu bulması gibi, bir elektrik devresindeki en kolay yolu seçen
elektronlar gibi çalışır. Devrede boş bir kablo varsa bütün akım oradan akar. O boş kablo sistemin kısa devresidir. Zihnimizin de
kısa devresi evde oturmak, telefona bakmak, bir dakikalık videolar izlemek, yani düşünmemek. Efektif bir makineyiz. Öyle de olmak
zorundaydık. Doğada yedi gün avlanamamış bir canlının dergi yazısı düşünmeye harcayacak enerjisi yoktur. Zihnimiz marketten yemek
alabildiğini kavrayana kadar da bu enerjiyi harcamaya direnecek.
Bu bağlamda üst insan olmak, evrimde bir sonraki adıma atlamak düşünmektir. Hatta düşünmek var olmanın temelidir.
Ancak görünebilirliğin artmasıyla birlikte “Düşünüyorum öyleyse varım” sözü yerini “Görünüyorum öyleyse varım” a bırakmıştır.
Buraya çok kısa bir not düşmek istiyorum. Geçmişteki insanların çokça düşündüklerini, günümüzde ise insanların düşünmediklerini
savunmuyorum. Cadı diye insanların yakıldıkları, “Eğer cadıysa yaşar insansa geçmiş olsun” denildiği dönemlerden geçtik. Günde bir
patates ve bir dilim ekmekle de başka düşünce çıkmaz zaten o kafadan. Benim bahsetmek istediğim değer olarak görünebilirliğin
düşüncenin önüne geçmesi. Artık bir işi yapmanız önemli değil, o işi yaptığınızın bilinmesi önemli.
Kendi kitabımdan bir alıntı yapayım: “Diyelim ki bu dünyadaki en güzel şiirleri ben yazıyorum. Eğer benimle dünyadaki geri kalan
insanların hepsi aynı fikirde değilse ya da bu bilgiden haberleri bile yoksa bu dünyadaki en güzel şiirleri ben mi yazıyorumdur
gerçekten? Bu düşüncenin başka klasik örnekleri de var tabi. Hiç kimsenin olmadığı bir ormanda bir ağaç devrilirse bu ağaç ses
çıkarır mı çıkarmaz mı?” Düşen ağacın ses çıkartması için onu işitecek bir çift kulağa, benim yazar olmam için de siz değerli
okuyuculara ihtiyacım var (Okuyun şu kitabı valla güzel kitap). Ha bir de mutlu olmam için mutluluğumu görecek bir çift göze veya
takipçilere ihtiyacım var.
Cenazenizde de “Merhumu nasıl bilirdiniz?” Diye soracaklar. Kimse “Merhum neler yapmıştı” demeyecek.
Bu noktada durup yazımın başından beri kabul ettiğim düşünceyi hatırlamakta fayda var. Düşünmek iyidir. Bunu kabul ederek başladım
yazıma ama ne geçti elimize düşünerek? Shakespeare meşhur Olmak ya da Olmamak tiradında ne diyordu?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Buradaki düşünce ölümden sonrasının düşüncesi. Ancak çalışan bir akıl bir şeyi düşünüp bir diğerini düşünmemezlik edemez. İnsanın
kuvvetli bir aklı varsa iyi kötü her düşünce gelir aklına. Kuvvetli bir akıl da nöronlar arasındaki bağlantıları kurarak
oluşturulur.
Neil Postman’ın dilimize “Televizyon: Öldüren Eğlence” olarak çevrilmiş kitabının ön sözü aklıma geldi (güzel kitaptır, öneridir,
bu yazımı okumaya vermiş olduğunuz emeğin geri dönüşüdür). Postman, dünyanın George Orwell’in 1984 kitabındaki haline
bürünmediğinden bahsediyor. Orwell kitabında bilginin bir büyük birader tarafından kısıtlanacağı bir distopya düşünüyordu.
Postman’a göre Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı daha gerçekçi bir distopyaydı. Her bilginin topluma açık olduğu ama kimsenin
bilgileri umursamadığı bir dünya. Postman’dan direkt alıntı yapayım “Huxley’in görüşlerine göre ise insanların özerklikleri,
olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. Huxley’e göre, insanlar süreç içinde
üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır.”
Bu son cümleden sonra da aklıma direkt bilim-kurgu yazarlarının babası Isaac Asimov’un “The Feeling of Power” hikayesi geldi
(internetten kısa film olarak izleyebilirsiniz). Hikaye şöyle gelişiyor: İnsanlar hesap makinesiyle dört işlem yapmaya
alışmışlardır. Aradan nesiller geçmiş, yeni doğmuş kimse kendi kafasından dört işlem yapmamıştır. Bir savaşta hesap makinelerinin
hepsi yok edilir. Tersine mühendislikle dört işlemin nasıl yapıldığı bulunur ve insanlara gösterildiğinde herkes hayrete düşer.
Bulan kişinin gösterdiği “Abicim bak bunları alt alta yazıyorsun birler basamağından toplamaya başlıyorsun bazen elde bir oluyor
falan” demesine olmaz öyle saçma şey derler. Asimov bu hikayeyi yazdığında ortada daha hesap makinesi yoktu. Şu an geldiğimiz
nokta bu kadar beter olmasa da gelecek asırda yaşanabilecek bir senaryo bu. Kaybedilen başka özellikler de var. Mesela ben yazı
yazıyorum. İnsanlar bazen o kadar şaşırıyor ki, ağızları açık nasıl yazıyorsun diye soruyor. Nasıl mı yazıyorum? Yazıyorum işte.
Grafit ve kilin tahta bir silindir tarafından hapsedilmesiyle oluşturulmuş aletle Antik Mısır dönemlerinde geliştirmiş teknolojik
bir düzleme, daha önceden anlamları ve sesleri belirlenmiş bazı figürler çiziyorum. Bu figürler birleşip harfleri, kelimeleri,
cümleleri ve paragrafları oluşturuyor. “Ben de yazmak istiyorum” diyorlar. “Yaz kardeşim o zaman” diyorum. Dünyadaki tartışmasız
en ucuz hobi bu. Kalem almaya bile gerek yok. Bir taşı duvarlara sürterek de gayet güzel yazılar yazılır.
Bu yazıda yeteri kadar şikayet etmemişsin demeyin diye son olarak da şu kitap okuma işine değinmek istiyorum. Kitap okumak
düşünmek demek değildir. Bir neslin televizyon dizileridir birçok kitap. Kitap okurken durmak, ulan ben bunun bir benzerini şurada
görmüştüm demek. İki düşüncenin arasındaki temel farklılıkları saptamak. Hangi düşüncenin sizin doğrularınıza uyduğunu belirlemek.
Yazarın sizi hangi noktalarda aldatmaya çalıştığını anlamak düşünmektir.
Siz aman ha düşünmeyin. Günümüzde her şeyin olduğu gibi zekanın da yapayı var. Siz ona sorun o sizin yerinize düşünür.
Televizyondan dizinizi izlerken telefonunuzdan arkadaşlarınızın tatil fotoğraflarını beğenin. Bende “Over thinking” problemi var
deyip kafanızı susturacak haplar alın. Bunu gerçekten yapın. Yoksa Neo gibi her tarafınıza borular sokulmuş bir biçimde
kapsülünüzden çıkarsınız ve insan çiftliklerine bakakalırsınız. Kafayı sıyırırsın kanka, yapma.
Şu sıralar bir nostaljik oluyorum galiba. Yazılarımı nostaljik yazıyorum, geçmişe özlemle bakıyorum zamana ve olaylara... Çok
mu üzgünüm yoksa şu anki durumumdan, şu anki yaşantımdan? Şu anki halimizden mutlu olamamak bir depresyon belirtisi mi
acaba? Küçükken ne güzeldi her şey, ortaokuldayken hiç derdim yoktu, tek derdim bu akşam arkadaşlarımla Minecraft
oynayabilecek miyim acaba, aileleri izin verir mi? Benimkiler izin verir mi?
Şu anda bu kelimeleri de yazarken canım sıkılıyor. Zamanın geçmesi elimde olmayan bir şey ama üzülüyorum da aynı zamanda.
Bir tane Japon terimi var bu olayı güzelce anlatan: Mono no aware. Bu terim, zamanın geçmesinin hüzünlü olan güzelliği
demektir. Ne kadar da güzel anlatılmış - nostaljide, zamanın geçmesinde hep bir tamamen üzüntü yerine hüzünlü, ama güzel
anıların verdiği de ufak bir tebessümle hatırlıyorum her şeyi.
Minecraft işte benim mono no aware’m. Her oynadığımda, her müziğini duyduğumda beni durduran, eski anılara götüren bir
oyun. O zamanlar versiyon 1.5 üzerinden oynardık, sonra 1.6 çıktı, 1.7, 1.8’ler. Oyunun gelişmesini, yeni şeylerin
eklendiğini kendi gözlerimle takip ettim. Eskiden babam oyunlara para vermediği için “crack”ini internetten bulduğum, kim
bilir de hangi Truva Atı virüsünü kucaklayan ellerle karşılaştığım bir anım. Crack versiyonuyla da multiplayer oynanmadığı
için internet üzerinden başka bir uygulama indirerek oynayabiliyordum. Bu uygulamaların doğru çalışması için de antivirüs
programınızı kapatmanız gerekiyordu. Ne salakmışım! Gelmiş geçmiş bütün Sims oyunlarına da para vermemek için internetten
antivirüsü kapatıp indirdiğimde ve sonrasında babamın güzelim PC’sine Truva Atı girdiğinde şaşırmış taklidi yapmam da
gerekiyordu.
Hey gidi günler! Ne çekmişim bedava oyun indirmeye çalışmaktan... O zamanlar komik değildi tabii ki ama şu anlar yüzümde
bir tebessümle anlatıyorum bunları. Her Minecraft oyununa girdiğimde de bu zamanları hatırlıyorum. Sims oynadığımda da hayatımı
film şeridi gibi izleyebiliyorum. Babamın benden gizlice Sims 1 oynadığı zamanlar... Bana Nintendo alınan o zamanlar...
Nintendogs bağımlısı olup kendimi Golden Retriever sanıp evde havladığım o güzelim günler... Ne kaldı geriye? Okul bitti, işe
başlayacağım. Hayata atılıyorum. Kendi paramı kazanacağım, kendi ayaklarımın üstünde duracağım ama aynı zamanda da
yorulacağım günler bekliyor beni. Artık oyun oynamaya bu kadar zamanım olmayacağı günler gelecek. Korkmuyorum da, heyecanlıyım
bu geçişe.
Bazen düşünüyorum da, acaba oyunlar eskisi gibi benim hayatımın en önemli yerinde midir... Bence hala öyle. Sadece artık
eskisi gibi vakit bulamıyorum oyun oynamaya. Hayatımda yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biridir çünkü (diğeri de roller
coasterlara binmek). Büyüdükçe hayat daha kompleks olmaya başlıyor sanki, tam da Inside Out 2’deki olay gibi, hayat ve
duygular basitleşmekten çıkıp beynimi ele geçiriyor gibi hissediyorum, ve oturup, her şeyi düşünmeyi bırakıp biraz oyun
oynayayım diyorum ama elimde olmuyor bu. Hep yapmam gereken, ya da daha çok yapabileceğim şeyler aklıma geliyor ve bu beni
rahatsız da ediyor. Keşke eskisi gibi olsam, çocuk gibi hayattan ve basit şeylerden keyif alabilsem... 2. el gri Nintendo’sunu
eline ilk defa almış bir Defne gibi olabilsem, heyecanlı ve çok mutlu. Gerçekten hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum...
Ama çok da hüzünlenmeyelim şimdi. Hala hayatımın o zamanki keyfini Minecraft’ı açtığım gibi hissedebiliyorum. Eski Minecraft
YouTuber’larının videolarını da hatırlıyorum hala. Ne kadar mutlulukla izlerdim, özellikle SkyDoesMinecraft ve Minecraft serileri
yapan, şarkılarını da söyleyen müthiş CaptainSparklez. Eskilerden Sims oynayan YouTuber Quxxn’e de saygım sonsuz.
Çocukluğumun önemli parçalarındandır bu kişiler, ve şu an İngilizcem bu kadar iyiyse bunları onlara borçluyum. Çok
anlamazdım ne dediklerini o zamanlar ama yine de izlerdim, dedikleri şeyleri taklit etmeye çalışırdım kendi kendime, ve böyle
geliştim. Minecraft ve diğer oyunların hepsi İngilizce’ydi ve Türkçe dili yoktu oyunlarda. Aslında her dili böyle öğrenmek
lazım, dizileri ya da altyazılarını öğrenmek istediğimiz dil yapıp onu okumak lazım, ya da YouTube’da videolar izlemek lazım,
ama artık kimde böyle zaman var ki...
Geçenlerde bir konsere gittim. Bu konser de hayatımın en mutlu anlarından biri haline geldi... Sizlere konserine gittiğim bu
grubu önereceğim: The Midnight. Mono no aware terimini onlardan öğrendim. Bu grup 80’ler temasında müzik yapıyor, yani buna
synth müzik de diyebiliriz. Dinlediğinizde tam bir nostalji havasını sezeceksiniz. Altına da, dinlerken benzer şeyler
hissettiğim Minecraft müziğini bırakıyorum, isterseniz dinleyip benim gibi eskilere dönebilirsiniz.
Bu konu da hakkında yazdım da yazdım. O kadar çok diyecek şeyim varmış ki... İçimde birikmiş. Düşündükçe daha da
geliyor aklıma anılar. Belki çok da kafa yormamak lazım böyle şeylere! Yoksa içinden çıkamam, şu anki durumumla mutlu da
olamam... İşte mono no aware de, bu yüzden İngilizce olarak “Beauty of things passing” demek.
Tarih boyunca, teknolojik yenilikler dünya görüşümüzü ve yaşam tarzımızı derinden etkilemiştir. Bir anda hayatımıza giren yapay
zeka gibi... Neredeyse her gün yeni bir modül çıkıyor ya da mevcut modüller güncelleniyor. Günümüzde yapay zeka sadece teknoloji
meraklılarının değil, herkesin gündeminde yer almaya başladı. Nasıl almasın ki? Teknolojik dönüşümün bizzat merkezinde yer alıyor.
Gündelik işlerimizi kolaylaştırmakla kalmadı, iş dünyasında yeni alanlar açtı.
Yapay zeka, bilgisayarların ve insanların yaptığı işlere benzeyen işleri yapabilmesini sağlayan bir teknoloji. Temel olarak, bu
sistemler bir görevi öğrenir ve sonra bu bilgiyi kullanarak o görevi yerine getirir. Yani, yapay zeka sayesinde bilgisayarlar,
bizim gibi düşünebiliyor ve karar alabiliyor gibi görünüyor. Ancak yapay zeka gerçekten bizim gibi mi düşünüyor? Bu yazıda bu
soruyu ele alacağız.
Aslında yeni değil, yapay zeka zaten hayatımızın bir parçası haline geldi. Sabahları uyandığımızda telefonumuz bize hava durumunu,
trafik durumunu gösteriyor ve o günkü randevularımızı hatırlatıyor. Hepsi bir yapay zekanın desteği ile gerçekleşiyor. Chat-GPT
gibi bir sohbet modülüne sorduğumuzda, internetin derinliklerinden bulduğu bilgileri derleyip bize sunar. Aynı şekilde, hava
durumu ve trafik durumu uygulamaları da yapay zekanın desteğiyle bize anlık bilgiler sağlar.
Yapay zeka ile ilgili en önemli soru ise onu nasıl kullanacağımız: "Ona düşündürmek mi, yoksa onunla düşünmek mi?"
İNSAN ZEKASI VE YAPAY ZEKA ARASINDAKI FARKLAR
İnsan bilinci ve sezgileri çevresindeki olup biteni düşüncelerine katabilir. Bu şekilde çevresel şartlara uyum sağlayabilir ya da
kendine düşüncelerine uygun bir çevre oluşturabilir. Farklı bakış açıları yaratıcı bir perspektif oluşturabilir ve düşüncelerde
değişikliğe yol açabilir. Bu sayede insanlar, olaylara ve problemlere daha geniş bir çerçeveden bakabilirler. İnsan zekası, sanat,
bilim ve teknoloji gibi alanlarda yaratıcı düşünme kapasitesine sahiptir ve bu sayede yenilikçi çözümler üretebilir.
Peki ya yapay zeka nasıl düşünüyor? Bizlerin sorduğu sorulara ve verdiği görevlere internet ortamındaki veri setlerinden öğrenme
ve algoritmalar üzerinden işlem yaparak yanıt veriyor. Bilinç ya da duygu yok. Farklı bakış açıları sadece internet alemindeki
bilgiler ile sınırlı durumda. Yapay zeka, öğrenme ve karar alma süreçlerinde insan benzeri esneklikten yoksundur. Algoritmalar ve
verilerle sınırlı olduğu için, beklenmedik durumlarda yaratıcı çözümler üretemez.
ETIK DEĞERLER VE EMPATI
Peki yapay zeka ile insan zekası arasındaki etik değerlere bakış farkı nasıldır? İnsan zekası bilinçli bir varlık olarak düşünür
ve bu yönde karar alır. Bilinçli düşünce sayesinde insanlar, etik kurallar çerçevesinde sorumluluk alır ve hesap verebilir.
İnsanlar düşüncelerinden ve eylemlerinden sorumludur ve bu sorumluluk, toplumsal ve ahlaki değerlerce şekillenir. Yapay zeka ise
bilinçsizdir ve dolayısıyla etik sorumluluk taşımaz. Yapay zekanın yaptığı işlemler, programlandığı kurallar, internetin
derinliklerinden aldığı veriler ve kullanıcısından öğrendikleri ile sınırlıdır. Kararlarının etik sonuçlarını anlamadığı için
sorumluluk tamamen onu tasarlayan ve kullanan yani düşündüren insanlara aittir. Önyargılı verilerle eğitilmiş bir yapay zeka,
adalet sistemi veya işe alım süreçlerinde adil olmayan kararlar verebilir.
İnsan zekası empati kurma yeteneği sayesinde diğer insanların duygularını, yaşadıklarını anlamayı, görmeyi ve hatta hissetmeyi
başarır. Hazır Paris 2024 Olimpiyat Oyunları dönemindeyiz. Olimpiyatlardan bir örnek vereyim: Türk bir sporcumuzun olmadığı bir
branş olan artistik trambolin finallerini izliyordum. Kazanan sporcunun sevinçten ağlamasını gördüğümde neredeyse benim gözlerim
dolacaktı. Ya da Japon bir judocu kadının elendiğinde hocasına sarılarak çığlık çığlığa ağladığı anlarda, tribündeki seyirciler
ayakta kendisini alkışlıyordu. İnsan zekası, kararlar alırken bu etik kurallara ve duygulara özen gösterir. Yapay zeka ise
yazılımındaki kurallar ve kullanıcısından edindiği öğrenime göre düşünür. Günümüzde henüz tam anlamıyla duyguları yok.
İNSAN ZEKASI VE YAPAY ZEKA KARŞILAŞTIRMASI
İnsan zekası, görerek, okuyarak ve üreterek öğrendikleri ile gelişir. Bizler sosyal, kültürel ve kişisel önyargılara sahip
olabiliriz. Bu önyargılar düşüncelerimizi, kararlarımızı hatta tüm bu süreçleri etkileyebilir. Ve bazı durumlarda arada
kalabiliriz. Öte yandan, yapay zeka farklı bir öğrenme sürecine sahiptir. Bu süreç sadece programlandığı algoritmalar, aldığı
veriler ve kullanıcısından öğrendikleri ile sınırlıdır. Ayrıca, yapay zeka duygusal zekadan ve bilinçten yoksun olduğu için, insan
gibi karmaşık sosyal ve kültürel durumları değerlendiremez ve empati kuramaz. Bu da yapay zekanın bazı durumlarda etik ve duygusal
olarak yetersiz kalmasına neden olabilir.
Toparlamak gerekirse… Her teknolojik gelişme gibi yapay zeka da insana yardım etmek amacıyla geliştirildi. Ancak, sadece yapay
zekaya düşündürmek, beynimizi yapaylaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Aynı şekilde, yapay zekayı hiç kullanmamak da
faydasız olacaktır. Asıl önemli olan, yapay zeka ile insan zekasının güçlü yönlerini birleştirerek daha verimli ve etik çözümler
üretebilmektir. Yapay zekayı doğru bir şekilde kullanarak hem günlük hayatımızı hem de iş dünyasını daha etkili ve sürdürülebilir
bir hale getirebiliriz. Gelecekte, yapay zeka ile birlikte nasıl bir dünya inşa edeceğimiz, onu nasıl kullanacağımıza ve onunla
nasıl işbirliği yapacağımıza bağlıdır. Bu dengeyi kurmak, teknolojinin insan hayatına en olumlu şekilde katkı sağlaması için
kritik öneme sahiptir.
Bu yazı yapay zeka modülü Chat-GPT-4o ile birlikte yazılmıştır. Ona düşündürerek değil onunla düşünerek. Öte yandan görseller de
Chat-GPT bünyesindeki Dall-e ile üretilmiştir. Peki siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz, sosyal medyadan bana ulaşarak
fikirlerinizi paylaşabilirsiniz; @erche_bey & @dergifalan
Düşüncelerimiz, fikirlerimiz... Bizleri, aynı dünyayı paylaştığımız pek çok canlıdan ayıran sihirli gücümüz. Öyle bir lütuf ki bu
güç, bir yandan çatışan ruhlarımızın yoğun sisinde ilerlemeyi sağlarken diğer yandan da rotamızı kaybetmemize engel oluyor. Zaten
tarihin tozlu raflarına şöyle dönüp de baktığımızda, düşüncelerin ve fikirlerin varlığı bu yazdıklarımı doğrularcasına selamlıyor
bizleri: Hayatımızda varlığını sürdüren bu kavramların toplumsal yapıları, kültürleri ve hatta bizlerin yaşam kalitesini öyle ya
da böyle ilerletirken veya değiştirirken bir yandan da neye dönüştürdüğünü gözlemleyebilmemiz, üzerimize birer birer düşen düşünce
tanelerinin bile zamanla ne kadar büyük bir çığa sebep olabileceğini bizlere kanıtlıyor. İşte tam da bu sebepten “düşünmek” temalı
bu sayımızda, tarihte büyük değişimlere yol açan bazı önemli düşünceleri ve bu düşüncelerin nasıl şekillendiğini incelemek
istedim: Geçmişte spor, politika, sanat ve felsefe gibi çeşitli alanlarda gerçekleşmiş bu çeşitli ve güçlü fikirlerin izlerinin
günümüz toplumundaki etkilerini de bu sayede hep beraber süreceğiz.
Sanatta Devrim: Rönesans ve Günümüze Etkisi
Pek çoğumuzun bildiği üzere rönesans, 14. ve 17. yüzyıllar arasında Avrupa'da sanat, bilim ve felsefe gibi birçok alanda köklü
değişimlere yol açan bir dönemi sembolize etmekte. Bu kültürel uyanış, antik Yunan ve Roma'nın klasik değerlerinin yeniden
canlandırılmasıyla şekillenip insan merkezli bir bakış açısını (hümanizm) toplumun önemli bir kesimine benimsetmeyi de başardı. Bu
dönemin fikirleri bireyin yaratıcı gücüne olan inancı artırarak, sanatçıların ve bilim insanlarının özgür ve yaratıcı bir şekilde
çalışmalarını sağladı. Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael gibi büyük sanatçılar bu dönemde ortaya koydukları "Mona Lisa",
"Son Akşam Yemeği", "Davud" heykeli, Sistine Şapeli freskleri, "Atina Okulu" gibi eserleriyle, insan formunu ve doğayı yeni bir
gözle keşfetmemizi sağladılar. Rönesansla ortaya çıkardıkları düşünce yapısını sanatla harmanlayarak perspektif kavramının ve
kullanımının toplum bazında keşfini sağladılar. İşin bilim tarafındaysa Nicolaus Copernicus'un güneş merkezli evren modeli,
Galileo Galilei'nin teleskopik gözlemleri ve Johannes Kepler'in gezegenlerin hareket yasaları gibi keşifleri bildiğimiz dünyayı
mikroskop altına alarak gelecek nesillerin daha doğru bir sistematikte; gerçeklikle paralel giden bir yaratıcılıkta
düşünebilmesini sağladı. Bu bilim insanlarının çalışmaları, evrenin anlaşılmasında yeni bir çağı başlatarak, modern bilimin de
temellerini attı. İşte bu şekilde Rönesans'ın hümanist düşünce yapısı, bireyin potansiyeline olan inancını artırmış ve özgür
düşüncenin önemini vurgulamış. İnsanlar, kendi yeteneklerini keşfetme ve geliştirme konusunda cesaretlenmiş. Bu düşünce yapısı,
sanatta, bilimde ve felsefede de bu sayede büyük ilerlemelerin kaydedilmesini sağladı. Rönesans'ın etkileri günümüze kadar ulaştı.
Modern sanat, Rönesans'ın perspektif, anatomi ve kompozisyon konusundaki yeniliklerinden büyük ölçüde etkilendi. Bugün bile
sanatçılar, Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael gibi ustaların eserlerinden ilham alıyorlar. Bilimsel düşünce ve araştırma
geleneği, modern bilimin gelişiminde hala önemli bir rol oynuyor. Galileo ve Copernicus gibi öncülerden ilham alan bilim
insanları, evreni ve doğayı daha derinlemesine incelemeye devam ediyor. Yüzyıllar öncesinde daha da eski zamanlardaki düşüncelerin
gelişimiyle ortaya çıkan fikirler, ilerleyerek ve gelişerek modern zamanlarımızın düşünce yapısına temel oluşturmaya ve onları
dönüştürmeye devam ediyor. Tıpkı bizim fikirlerimizin gelecek nesillere ulaşarak onların dönüşümüne katkı sağlayacağı gibi...
Felsefede Devrim: Aydınlanma Çağı
Aydınlanma çağı, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'da ortaya çıkmış ve felsefede köklü bir devrime yol açmış bir düşünce hareketi. Bu
dönem, akıl, bilim ve bireysel özgürlüklerin önemini vurgulayan entelektüel bir uyanış olarak da tarihte kendine önemli bir yer
bulur. Aydınlanma'nın öncü düşünürleri, toplumun daha adil ve daha ilerici bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğine inanarak
önemli eserler ortaya koydular. John Locke, Voltaire, Jean-Jacques Rousseau ve Immanuel Kant gibi filozoflar, Aydınlanma'nın
teorideki en önemli figürleri arasında yer almakla kalmaz, eş zamanlı olarak hayatta, düşüncelerin toplum yapısını nasıl bir
dönüşüme götürdüğüne de şahit olurlar: Bir yanda insan hakları ve hükümetin rızası kavramlarını geliştirerek, bireylerin doğal
haklarının korunması gerektiğini savunurken modern demokrasilerin temelini oluşturmuş ve bireysel özgürlüklerin önemini vurgulamış
olan Locke. Öteki tarafta; "toplum sözleşmesi" teorisiyle halkın egemenliğini ve hükümetin halkın iradesine dayanması gerektiğini
savunan Fransız Devriminin fikir babalarından Rousseau. Dini hoşgörü ve ifade özgürlüğü üzerine yazılarıyla dikkat çekmiş,
bireysel hakların ve özgürlüklerin savunucusu olmayı başarmış Voltaire. Ve, Aydınlanma'nın felsefi temellerini atan akıl ve
ahlakın insan yaşamındaki önemini vurgulamış; "Sapere aude" (Bilme cesaretini göster) sloganıyla Aydınlanma'nın ruhunu özetlemiş
olan Kant.. Bu isimler sayesinde bireylerin kendi akıllarını kullanarak bilgiye ulaşması gerektiği fikri günümüze ulaştı ve
bireysel özgürlüğün / akılcı düşüncenin toplum tabanındaki köklerine can suyu olmayı başardı. Tabiki Rönesansta olduğu gibi
Aydınlanma, sadece felsefi düşüncelerle de bitmemişti. Bilimde de büyük bir devrim yarattı. Isaac Newton'un "Principia
Mathematica" adlı eseri, klasik mekaniğin temellerini atarak doğa yasalarının anlaşılmasını sağladı. Bugünün üniversitelerinde
okutulan fizik ve matematik derslerinin temelini Newton'un bu konudaki çalışmalarına borçluyuz. Bu engin zihin, evrenin işleyişini
akıl ve deneylerle açıklamış, bilimsel yöntemin önemini ortaya koymuştu. Zaman ilerledikçe aydınlanma düşüncesi, insan aklının
gücüne olan inancı arttırdı ve bilimsel yöntemin yaygınlaşmasına katkı sağladı. Aydınlanma Çağında Rönesans’la birlikte gelen
hümanist düşünce yapısı, bireyin potansiyeline olan inancını ilerletti ve özgür düşüncenin gelişimini destekledi. Bu dönemde
insanlar, kendi yeteneklerini keşfetme ve geliştirme konusunda cesaretlendirildiler. Kısacası; aydınlanma süreci, bireyin yaratıcı
gücüne olan güveni artırmış ve sanatta, bilimde; felsefede büyük ilerlemelerin kaydedilmesini sağlamıştı. Aydınlanma'nın etkileri
günümüze kadar ulaştı. Modern demokrasiler, Aydınlanma'nın akıl, özgürlük ve eşitlik gibi değerleri üzerine inşa edildiler. İnsan
hakları, özgür düşünce ve ifade özgürlüğü gibi kavramlar, Aydınlanma'nın mirası olarak modern toplumlarda varlığını sürdürdü.
Eğitim sistemleri, bireyin potansiyelini en üst düzeye çıkarmayı hedefleyen hümanist ilkeler üzerine kuruldu. Dönemin entelektüel
özgürlüğü ve yaratıcı düşünceye verdiği değer, bugün bile eğitim ve kültür alanlarında temel prensipler olarak kabul edilmekte.
Aydınlanma, felsefede büyük bir devrim yaratmış ve modern dünyanın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bu dönemin
düşünürleri, insan aklının ve özgürlüğünün gücüne olan inançlarını ortaya koyarak toplumların daha adil ve ilerici bir şekilde
yeniden düzenlenmesine katkı sağladılar.
Sporda Devrim: Toplumsal Eşitlik ve İnsan Hakları
Spor, her zaman sadece fiziksel yeteneklerin sergilendiği bir arena olmanın ötesinde, toplumsal değişimin mücadelesi için de güçlü
bir platform olmayı başardı. Tarih boyunca, birçok sporcu adaletsizliklere, ayrımcılığa ve diğer toplumsal sorunlara; kendi
düşüncelerini paylaşarak, onları savunarak ve yayarak karşı çıktı ve toplumda önemli değişimlere imza attı. 1947 yılında Jackie
Robinson, Major League Baseball'da (MLB) oynayan ilk siyahi oyuncu olarak tarihe geçti. Tüm insanların eşitçe mücadele edebileceği
bir dünya düşüncesiyle yola çıkan Robinson, Brooklyn Dodgers ile sahaya çıkarak, Amerika'daki spor dünyasında ırk ayrımcılığına
karşı büyük bir adım attı. Sahadaki başarıları ve sahadışı mücadeleleri, sivil haklar hareketine ilham verdi ve dünyanın pek çok
bölgesindeki insanı etkiledi. Irksal eşitlik için önemli bir sembol haline geldi. Muhammed Ali, sadece boks ringlerindeki
başarılarıyla değil, aynı zamanda sivil haklar hareketlerine olan desteği ve Vietnam Savaşı'na karşı çıkışıyla da tanındı. 1967'de
sadece politik sebeplerden gerçekleştiğine inandığı ve insanları birbirine düşürdüğü Vietnam savaşında askerlik yapmayı reddettiği
için hapis cezasına çarptırıldı ve tüm şampiyonluk unvanları elinden alındı. Ancak cesareti ve kararlılığı, ırksal eşitlik ve
barış konularında tüm dünyaya yankıları hala devam eden güçlü bir mesaj verdi. Ali'nin çeşitli platformlarda yaptığı konuşmalar ve
bir aktivist olarak katıldığı projeler , onun toplumsal adalet konusundaki düşüncelerine derin bağlılığını gösterdi. Ve ırkçılık,
toplumsal adalet gibi konulardaki düşünceleriyle bizlere zor zamanlarımızda geriye dönerek güç alabileceğimiz bir miras bıraktı.
Billie Jean King, kadın sporcuların eşit haklar için verdikleri mücadelenin öncülerinden biri olarak, 1973'te "Cinsiyetler Savaşı"
maçında Bobby Riggs'i yenerek kadınların tenis dünyasındaki etkinliğini kanıtladı ve sporda cinsiyet eşitliği mücadelesine büyük
bir ivme kazandırdı. King, Kadın Tenis Birliği'ni (WTA) kurarak kadın tenisçilerin profesyonel dünyada daha fazla tanınmasını ve
eşit ücret mücadelesini destekledi. Ve teniste hem kadın hem erkeklerin dengelenmiş refah şartlarında mesleklerini
sürdürebilmelerinde büyük pay sahibi oldu. Son olarak da büyük düşünür ve insan hakları savunucusu Nelson Mandela, Güney
Afrika'nın ilk siyahi Cumhurbaşkanı olarak, 1995 Rugby Dünya Kupası'nda Güney Afrika takımının zaferini takımdaki oyuncuların
ülkenin hangi bölgesinden olduğuna bakmaksızın destekledi. Güney Afrika’ya bağlı olan Güney Batı Afrika bölgesindeki siyahi
insanların beyazlara göre daha altta görüldüğü 46 yıl boyunca devam etmiş ve Apartheid sistemi olarak geçen, ırkçılığı bizzat
onaylayan, ülkeyi bölen sistemi kaldırarak Güney Afrika'da ulusal birliği ve uzlaşmayı teşvik etti. Mandela'nın spor aracılığıyla
barış ve birlik mesajı, sporun toplumsal iyileşme üzerindeki gücünü ortaya koydu. Bu özel düşüncelere sahip insanlar düşünceleri
ve hayallerini birleştirerek dünyayı daha güzel bir yer haline getirdiler. İnsan hakları için verdikleri mücadele, sadece spor
dünyasında değil, genel toplumda da derin etkiler bıraktı. Onların cesareti ve azmi, insanlık hakları konusundaki ilerlemelerin
temel taşları oldu ve dünya genelinde milyonlarca insana ilham verdi. Bu sporcuların mirası, gelecekte de insan hakları
savunucuları için kuşkusuz ki yol göstermeye devam edecek.
Tüm bu örneklerden de görülebildiği üzere düşüncenin gücü, insanlık tarihinin karanlıkla bütünleştiği, kötüyü normalleştirdiği
dönemlerinde bile kendini göstermeyi başardı. Sanat, felsefe, politika ve spor gibi alanlarda ortaya konan çeşitli ve güçlü
fikirler, toplumların şekillenmesine, bireylerin özgürleşmesine ve toplumsal adaletin sağlanmasına büyük katkılar sağladı.
Rönesans'ın hümanist düşünce yapısından Aydınlanma'nın akıl ve bilim odaklı devrimlerine, spor dünyasında insan hakları için
mücadele eden cesur sporculardan toplumsal değişime kadar, düşüncenin dönüştürücü gücü kendini bizlere her alanda kanıtladı ve
kanıtlamaya devam ediyor. Billie Jean King, Jackie Robinson, Muhammed Ali ve Nelson Mandela gibi isimler, sadece kendi alanlarında
başarılar elde etmekle kalmadı, aynı zamanda insan hakları ve eşitlik için verdikleri mücadelelerle toplumsal değişimlere öncülük
ettiler. Onların cesur adımları, sporun toplumsal birleştirici gücünü ve insan hakları mücadelesindeki önemini gözler önüne
sermeyi başardı. Sadece yukarıda verilen birkaç örnekte bile açıkça görülebileceği üzere geçmişin bu güçlü fikirleri, günümüz
toplumlarında hala etkisini sürdürmekte ve gelecekteki nesillere ilham vermekte. Bizlere burada düşen görev ise geçmişte olduğu
gibi tarihin kolektif düzenimizde bıraktığı izleri dikkatlice takip ederek düşüncelerimizi büyütmek, ilerletmek; adalet, eşitlik
ve özgürlük için verdiğimiz mücadelelerin dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirdiğini hatırlamak. Bu güçlü düşünceler, her
zaman toplumsal değişim ve ilerlemenin temel taşları olmaya devam edecek. Ve düşünmekten gelen bu güç, geçmişten günümüze ve
geleceğe uzanan bir ilham kaynağı olarak kalmaya devam edecek...
Size bundan bin yıl önce yaşamış insanların bilmediği bir bilgi paylaşayım: dünyamız yuvarlak. Bilim insanlarının asılmasına sebep
olan başka bir bilgi daha: bu yuvarlak dünya evrenin merkezi değil, başka gezegenler gibi güneşin etrafında dönen bir küre. Bu
keşifleri yapmak kolay olmadı. Bunun da ilk adımını atan medeniyetlerin beşiği, tarihin kanla yaşıt olduğu yer Mezopotamya’ydı.
M.Ö. 3 bin yıllarında camı keşfettiler. Yıllar geçti birisi bu camları farklı şekillere sokup mercek yaptı. Ardından Hans
Lippershey 1608 yılında içbükey ve dışbükey mercekleri bir tüpün içine yerleştirip teleskopu buldu. Merdiveni basamak basamak
oluşturduğumuz 4500 yıllık bu serüven Youtube’daki bazı komple teoricileri tarafından yalanlansa da siz onlara inanmayın. Dünyamız
düz değil ve bir öküzün iki boynuzu arasında durmuyor. Ve hayır, depremler Amerika’nın icat ettiği bir “earthquakematic”
tarafından meydana gelmiyor. Depremlerin neden meydana geldiğini anlamlandırmaya çalışmamız gibi mevsimlerin de neden meydana
geldiğini anlamaya çalışıyoruz. Bilim insanları buna da cevap verdi. Dünyamız düz bir eksende değil eğik bir eksende dönüyor. Yaz
aylarında kuzey yarımküre güneşe dönük olduğu için daha sıcak oluyor. Peki eski insanlar bu konuda ne düşünüyorlardı?
Karakterimiz Yunan mitolojisindeki diğer her karakter gibi Zeus’un kızı olan Persephone. Kendisi arkadaşlarıyla çiçek toplamaya
çıkmışken bir nergis çiçeğinin kokusunu takip etmek için gruptan ayrılır. Çiçeği kopardığında yer yarılır ve içinden yeraltı
dünyasının ve ölülerin tanrısı Hades çıkar. “Ya benimsin ya kara toprağın” der Hades. Ancak bu şaşırtmacalı bir sorudur. Zira onun
yanı kara toprağın altıdır. Persephone’un annesi, tarımın, bereketin ve anne sevgisinin tanrıçası Demeter bunu duyunca çılgına
döner. O da “bu dönemde kız kaçırmak mı kaldı” der ve bütün köyü ayağa kaldırır. Amerikan başkanı dahil herkesi devreye sokar,
kızım uzaylılar tarafından kaçırıldı der ve bunları yaparken görevlerini yerine getirmeyi unutur. İnsanlar tarlalarından ürün
alamazlar ve açlıktan ölme noktasına gelirler. Bunun üzerine Zeus, Hermes’i kızını yeryüzüne getirmek için görevlendirir. Ancak
Persephone yeraltından çıkmadan önce Hades’in narından 6 tane (kimisi 9 der) yer ve "ölüler ülkesinde bir şey yiyenlerin yeryüzüne
çıkma hakları bulunmamaktadır" kuralı nedeniyle yediği nar tanesi kadar ay yeraltında kalır. Yeraltına indiği zaman hayat durur,
kış gelir. Yeryüzüne çıktığındaysa yaz gelir ve hayat başlar. Yaz neden mi gelir? Yaz, bir anne kızıyla buluştuğu için gelir.
Kaynak:
https://www.greekmythology.com/Other_Gods/Persephone/persephone.html#:~:text=Who%20was%20Persephone%3F,also%20a%20goddess%20of%20fertility.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Persefoni
Sıkışmış, tamamen rutine binmiş hayatlar yaşayan insanlar için tatiller olması gerekenden de değerli. Her yıl iki hafta, bilemedin
bir ay için yapılan planlar o insanlar için günlük memnuniyetsizliklerden kaçmak için tek fırsat. Değiştiremeyeceği problemleri
fark eden ve kabullenen herhangi bir insanın bir sonraki adımı bulunduğu yeri değiştirmeye çalışmak, iki haftalığına da olsa
uzaklaşmak. Eric Rohmer’in filmi Le Rayon Vert de bu milyonlarca insandan biri olan Delphine’in Fransa’nın güneyindeki tatilinin
hikayesi. Aynı zamanda da tatiller de dahil bir türlü olmak istediği yeri bulamayan bir karakterin kendisiyle çıktığı bir
yolculuğun.
Hikayenin ana karakteri Delphine 30lu yaşlarında, dikkat çekici bir hayat yaşamayan, içine kapanık bir kadındır. Paris’te bir
ofiste sekreter olarak çalışması dışındaki hayatıyla alakalı çok fazla detay öğrenmeyiz filmin başında. Büyük ihtimalle çok fazla
bilinecek şey de yoktur, sorsan kendisi de farklı bir bilgi veremeyebilir. Bu 9-5 hayatını yaşayan Delphine’in o yaz tatil için
arkadaşlarıyla yaptığı plan arkadaşının bir işi sebebiyle iptal olmak zorunda kalınca can sıkıntısı yerini telaşa bırakır.
Delphine tatilini de Paris’te geçirmeyi hiç istemiyordur. Arkadaşları bu kadar istiyorsa tatile tek başına gitmesini önerirler, o
zaten onun için teklif dahi edilemez. Sonrasında bir yerden başlayıp tatile bir şekilde çıktığındaysa artık kafasında sürekli
sığınıp bırakmadığı benlik algısı yıkılmıştır, kamera Delphine’in hayatından Delphine’in kendisine dönmüştür.
Çıktığı yolculuklar Delphine’I farklı yerlere sürüklerken, tesadüfen gittiği bir yerde tesadüfen orada bulunan bir grup
karakterlerin konuşmasını duyarız. Bir arkadaş grubu çok iyi bir manzarası olan bir duvarın üstüne oturmuş, güneşi ve denizi
izlerken filme ismini veren yeşil ışın hakkında konuşmaktadırlar. “İnanılmaz bir şey, vay canına, doğa harikası” gibi konuşmalar
geçerken tecrübeli, çok güvenilir duran bir dayı sözü alır ve filmin içinde veya dışında olan herkese bu fenomeni açıklar. Yavaş
konuşan dayının sözlerini bir-iki dakika kısaltacak olursam, yeşil ışın gün batımında farklı renkler farklı hızlarda kaybolurken
geride kalan yeşilin bir kaç saniyeliğine insan gözüne görünmesiyle oluşur. Bu nadir görülen doğa olayının sebebi güneşin aslında
gözüktüğü yerde olmamasıdır. Bu sahneyle beraber filmin asıl teması da Delphine’in hikayesiyle parallel olarak anlaşılır. Onun
yaşadığı, çoğu insanın yaşadığı ait olmama hissinin sebebi kendileri olmak konusunda yaşadıkları sıkıntılardır. Bu sıkıntılar
konusunda ise kaçmak, uzaklaşmak veya kendini anlık olarak oyalamak çözüm değil bu can sıkıntısını büyüten sebeplerdir anca.
Eric Rohmer’in anlattığı bu sade hikayenin en özel yanı orijinalliği değil. Kendin ol, konfor alanından çık gibi cümleler sadece
yan yana gelmiş harflere dönüşeli uzun zaman oldu. Yine de bence bu sözlerin asıl sıkıntıları yanlışlıklarından ziyade
yetersizlikleri. En basitleşitirlmiş halleriyle birer slogan olarak bakılmayıp az da olsa uygulamaya geçildiğinde hala insanı
dönüştüren tecrübeler ortaya çıkabiliyor. Delphine’in yaşadığı yolculuğa benzer şekilde bazen bu tecrübeler insanın kontrolünde
olmadan gerçekleşiyor, bazen ise o ilk adımı gözünü karartıp atmak gerekiyor. Günün sonunda insana kendini en çok tanıtan
tecrübeler sevdiği ya da nefret ettiği aktiviteler yapmak oluyor, çok da fena olmayan rutine devam etmek değil. Yaz ise bunun için
herhalde en uygun zaman. Yıl içinde mecburi olarak bazı alışkanlılarından çıkamayanlar için akıntıdaki balık gibi yaşamayı bırakıp
kendisini tanıma, oynadığı rolü bırakma, kendi kafasındaki algısını şaşırtma fırsatı. Sürekli kaçış halinde yaşayanlar için de
kendine yaklaşmak için en güzel dönem.
Akıp giden hayatta, koşuşturma içinde, hay huy sürerken, küçücük bir değişim insanı ne kadar sarsabilir? Her şey yerli yerinde
gibi görünüyor oysa…Aynı rutin, aynı kalıplar, aynı ilişkiler, aynı kısırdöngü… Fakat karşıma çıkan küçük bir değişim, beni bütün
hayatı sorgulamaya itti. Aslında buna değişim değil de, konfor alanındaki çok ufak bir farklılık demek daha doğru olur belki de…
Ufak ama sarsıcı, ufak ama belirleyici, ufak ama küçük bir domino taşını düşürüp hayatımdaki bir çok şeyi sorgulamama neden oldu.
Sahafları gezmeyi seviyorum, özellikle de eski dergileri bir hazine gibi raflarında tutan, sahaf dükkanlarını. Akbaba gibi
cumhuriyetin ilk yıllarına, GırGır gibi 70’lere, 80’lere, Penguen ve Leman gibi 90 ve 2000’lere damga vuran mizah dergilerinin
yanı sıra birkaç sayı Sess dergisinin de olduğu mütevazı bir koleksiyona sahibim. Sahafları da gezme motivasyonum bu koleksiyona
katabileceğim parçaları bulmaktan geliyor.
Güneşli ve güzel bir pazar günü, yine sahafları dolaşmak için, Kadıköy’ün o çok sevdiğim sokaklarına daldım yine… Dergi konusunda
arşivi oldukça geniş olan ve benim de en sevdiklerimden İmge Sahaf’ın yolunu tuttum. Zaman zaman hiçbir şey almasam bile İmge’nin
raflarına bakmaktan çok keyif alırım. Hedefsiz, amaçsız giderim bazen, hiçbir şey olmasa bile, dergileri veya kitapları
karıştırmak, sahaf ruhunu içime çekmek için bile giderim zaman zaman İmge’ye. Fakat bir süredir vakitsizlikten uğrayamadığım bu
sahaf dükkanını bir türlü bulamadım. Yerinde yoktu. Kadıköy’de o sokaktan girdim bu sokaktan çıktım ama bir türlü göremedim. Canım
sıkıldı. Orada olmayacağını bildiğim sokaklara bile girip çıktım. Yaklaşık bir saat geçti ama ben İmge Sahaf’ı bulamadım.
Çaresizce her zamanki yerine tekrar döndüm. Bir anda muhteşem bir hayal kırklığıyla bu yazının fotoğrafı ile karşılaştım.
Kepenkleri yarıya kadar indirilmiş ve içi de boşaltılmıştı İmge Sahaf’ın. Yaklaşıp camdan içeriye baktım fotoğrafı çekmeden önce.
Gözümün önüne içerisinin bütün rafları, masaları, merdivenin etrafı geldi ve gitti. Bütün hevesim kaçmış artık günümün çok bir
amacı kalmamış ve kafam da tamamen boşalmış, hiçbir şeyi düşünemez olmuştum. İşte en tehlikeli düşünceler de o zaman gelir aklıma.
Yine aynısı oldu ve kendi kendime şu soruyu sordum: “Konfor alanım değişiyor mu yoksa?”
İnsanın konfor alanını kendisi ve üretkenliği için değiştirmesi gerektiği düşüncesine ben de inanıyorum fakat kendimle ilgili bu
değişimin, benim dışındaki nedenlerle gerçekleşmesi bana korkutucu geliyor. Geleceğin de belirsizliği varken bir de şimdinin
istenmeyen bir şekilde değiştiğini hissetmek, stresi ve paniği de tetikliyor beraberinde. Bu düşüncelerin başlangıcı tabi ki de
sadece bir sahaf dükkanının kapanması değil. İmge Sahaf’ı bıraktığım yerde bulamamak, bende bir farkındalığa yol açtı. Konuya
sadece genel hatlarıyla bakınca, artık bir yetişkin olmanın verdiği sorumluluklar ve o sorumlulukların yarattığı farklılıkları
var. Kimsenin benden bir şey beklentisi olmasa bile benim kendi beklentilerim var. Zaman değişiyor, hayat değişiyor, tabi
etrafımdaki insanlar da değişiyor. Benim farkındalığım hep olumsuzluklar üzerinden gittiği için hayatıma yeni giren sevdiğim
insanları değil de hayatımdan çıkan veya değişen insanları da düşündüm. Eski arkadaşlarımı, birlikte geçirdiğimiz zamanları
düşündüm. Şu an hayatımda olan arkadaşlarımı düşünürken de onların da aslında biraz değiştiğini ve devam etmesi zorunlu bu
değişimle, dostluklarımızın nasıl değişebileceğini düşündüm. Bencilce ama üzücü bir düşünce olduğunu kabul ediyor ve insanları
olmasını istediğimiz şekilde tekrardan yaratamayacağımızı da biliyorum.
Mezun olduğum, Boğaziçi Üniversitesi’nin, yaşadığı değişim de bu düşüncelere eklendi. Bir üniversiteye hissedilebilecek en büyük
hayranlıkla kapısından girdiğim okuldan, yaşadığı kötü değişimi ve uğradığı tahribatı göre göre mezun oldum. Eskiden oturduğum ev
ve ona duyduğum özlem bile aklıma geldi. Hepsinin üstüne bir de İstanbul’un -aynı zamanda Türkiye’nin- yaşadığı değişimi ve
insanların duygularının nasıl olumsuza doğru gittiğini ve artık çoğunluğun mutsuz olduğunu düşündüm. Bunları düşüne düşüne
yürürken, bir de Rexx’in yanından geçmemle düşüncelerim fiziksel olarak da karşıma çıktı.
Bütün bu düşünceler beni iyiden iyiye sararken yürüyerek eve döndüm. Okuduğunuz bu satırlar, sizlere abartılı gelebilir tabi ki
ama bir sahafın dükkanının kapandığını gördükten sonra hissettiklerim, beni bu düşüncelere itti işte. Şehirde artık kendimi rahat
hissettiğim, yalnız kalabildiğim ve vakit geçirmeyi sevdiğim bir yer eksilmişti. Yavaş yavaş değişen bu şehrin değişimini bir anda
hissettiğim için hepsi birden bana fazla geldi. İstanbul’da nerede yaşamak isterim sorusu da zihnimde tekrardan yer etti. Hiçbir
mahallede de kendimi rahat hissedemeyeceğim cevabı da bu sorunun yanına ilişti kaldı. Önceden sorulduğunda veya düşündüğümde bu
soruyu her zaman bir cevabım olurdu fakat artık o da yok. Değişen binalar, sokaklar, insanlar ve şehrin yanına bir de değişen ben
ve fikirlerim eklendi. İyice korktum, çünkü her zaman insanın kendini rahat hissedebileceği bir yer olmalı diye düşünüyor ve bu
yeri de o kişinin doğup büyüdüğü -başka bir deyişle daha fazla vakit geçirdiği- kendi hayatını kurduğu yer olabileceğini
düşünürdüm. Fakat artık bu korkuyla birlikte ondan da emin olamıyorum. Başka bir şehre veya yurt dışına taşınsam bile kendimi asla
ait hissedemeyeceğimi düşünmeye başladım.
Bu düşüncelerle geçirdiğim günlerden bir gün, telefonumda “Safari” uygulamasına girdim ve açık kalan sekmelerden birine tıkladım.
Ne tesadüftür ki bu sekme İmge Sahaf’ın adresine bakmak için kullandığım sekme. Google’daki adres sayfası da buranın kapanması ile
güncellenmiş fakat küçük iki detay eklenmişti: “Geçici olarak kapalı” ve “Çok yakında yeniden beraberiz.” cümlelerini okuyunca
bile içine daldığım bu korkulu düşüncelerden kurtulamadım. Beni bu düşüncelere, çok sevdiğim sahaf dükkanının kapandığını görmek
iterken, yeniden açılacağını öğrenmek bile kendime getiremedi.
Konfor alanımın değiştiğini bir kere abartılı bir şekilde fark edince korkmuyorum demek yalan olurdu benim için. Fakat bu değişimi
kabullenip biraz da kendimi buna hazırlıyorum sanki. Biraz uzaklaşmaya çalışıyorum bu değişikliklerden, biraz da onlarla
yüzleşmeye. Öyle ya da böyle son zamanlarda yaşadığım ve yaşamakta olduğum bir korku durumu bu.
ALEVLER İÇİNDE HAYATA TUTUNDU, F1 TARİHİNE GEÇTİ
Siz hiç canlı yayında elleriniz kollarınız bağlı ve korku dolu gözler ile bir insanın alevler içinden çıkmasını izlediniz mi?
Kulağa ne kadar korkunç geliyor. Madem bu ay konumuz korku, gelin size izleyen herkese bir ömür gibi gelen ama normalde sadece 2
dakika 45 saniye süren korkunç bir kazadan bahsedeyim. Baş karakterimiz Romain Grosjean…
Takvimler 29 Kasım 2020’yi gösteriyor. Formula 1’de o sezonunun sondan üçüncü yarışına gidelim. Bahreyn Grand Prix'si bir gece
yarışı, alevler ile aydınlanıyor. Yarışın daha ilk turu İtalyan takımı Scuderia AlphaTauri Honda’nın Rus pilotu Daniil Kvyat’ın
aracı ilk turda Amerikan Takımı Haas Ferrari’nin Fransız pilotu Romain Grosjean’ın aracı ile temas ediyor.
Temasın etkisi ile Grosjean’ın aracının sağ arka tekerleğinde blokaj yaşanıyor. Yani kitleniyor. Sağ arka tekerleğin kitlenmesi
ile Grosjean aracı aniden sağ savruluyor ve kontrolden çıkıyor ve son sürat bariyere giriyor. Çarpmanın etkisi ile ikiye ayrılan
araç bir anda alevler içinde kalıyor. Böylece korku dolu 2 dakika 45 saniyelik süre başlamış oluyor.
Kaza sonrası her pilotun telsizden takımına sorduğu soru aynıydı; “O iyi mi?” Fakat motor cayırtılarının yankılandığı pistte, tüm
takımların ekipleri ve binlerce seyirci sessizliğe gömülmüştü. “Henüz bir bilgi yok!” diyebildi telsizlerin ucundaki takımların
yarış mühendisleri. Neyse ki kaza ilk turda yaşandı ve sağlık aracı konvoyun arkasındaydı. Yangına ve Grosjean’a anında müdahale
edildi. Onu kurtaran bir diğer unsur ise Halo (yani pilot koltuğunun üstündeki halka çamber) oldu. Bariyerlere kafasını çarpmasını
engelleyen oydu.
Roman Grosjean ve eşi Marlon Jolles tedavi sonrasında Netflix Drive to Survive’a röportaj verdi. Jolles’ın ilk sözü “Kelimeler
kifayetsiz… Zaman geçtikçe öldüğüne daha çok inanıyordum” oldu. Dehşet anlarından günler sonra bile çocukları olayın etkisinden
kurutamamışlardı “Her tarafı yanacak diye korkuyordum” derken ikisi de aynı anı tekrar yaşar gibiydi.
Hepimize oldukça sert bir kaza olarak görünse de Grosjean’a göre bariyere çarpma anı o kadar da sert değilmiş. Ama gariptir ki
kazanın G kuvveti 56 birimdi. Bir insanın bilincini yitirmeden dayanabileceği G kuvvetinden 11 kat daha fazla. Şöyle düşünün;
çarpma anında üzerinde 4 ton ağırlık bulunuyordu. F1 pilotları nasıl bir antrenmandan geçiyor, siz düşünün.
Yaşanan kazaya bir de pilot gözünden bakalım. Yüksek G kuvvetindeki çarpma anından sonra Grosjean araçtan çıkmak istemişti. İlk
denemesinde başaramadı, bir şey onu engelliyordu. Aracın yan ya da ters döndüğünü düşündüğünden başaramadığını farz ediyordu ama
onu engelleyen unsur arasına girdiği bariyerlerdi.
Tıpkı kurtarma planlarından yazıldığı gibi pistteki ekiplerin kendisini kurtaracağını düşünmüş ve beklemeye başlamıştı. O sırada
çevresine baktığında gözüne turuncu ışık kümeleri çarptı. Bahreyn gece düzenlenen bir yarışıtı, gün batımı olamazdı, pist ışıkları
da güvenlik gerekçesiyle bu kadar yakın değildi. Ne olduğunu anlamadığı turuncu ışığa elini uzattığında, şoktan kurtuldu ve
gerçeği anladı; aracı alevler içindeydi. Kurtulmak için hareket etmeye çalıştı fakat, sıkışan ayaklarını kurtaramadı. O an,
“Buraya kadarmış” diye mırıldandı. Çaresizlik içinde ölümü kabul etmişti. En acısı ise kendine sorduğu sorulardı; “Önce nerem
yanacak?” ya da “Canım çok yanacak mı?”
Verdiği röportajdı o anı şöyle antıyordu: Gözümün önüne çocuklarım geldi ve ikisi birden bana hayır baba böyle olmaz dedi.
Çocuklarını düşünerek önce ayaklarını kurtardı, sonra başını hareket etmesini engelleyen bariyerlerden sıyrıldı. Bir an için
öldüğünü düşünmüştü ama o son anda yaşama tutunmayı tercih etti. Bu kadar detaylı nereden mi biliyorum? Bir insanın alevler
içinden hayata tutunma anına tanık olduğunuzda o olayı takip etmeden duramıyorsunuz.
Romain Grosjean kaza sonrasında tedavisi tamamlanıp ayağa kalktığı ilk anda korkunç kazanın gerçekleştiği piste gitti. Kendisinin
kurtarılmasında görev alan pist çalışanlarına teşekkür etti. Takımı ziyaret etti, vedalaştı çünkü eşinin ısrarı ile Formula 1’i
bırakmıştı. Ama yarış dünyasından kopamadı. Kariyerine IndyCar serisinde Andretti Autosport takımında devam ediyor.
Grosjean’ın hedefi yarışlar ve şampiyonluklar kazanarak Formula 1 tarihine geçmekti. Hedefine ulaştı organizasyon tarihine geçti
ama tam istediği tarzda değil. Eşi Marlon Jolles bu tabire tepkili olsa da o “Alevler İçinden Çıkan Pilot” olarak hatırlanacaktı.
“Sadece bazı kişiler buna sahip olabiliyorsa bu mutluluk değildir.”
Ekim ayında Filmekimi programında gösterilen 2023 tarihli yeni Hirokazu Kore-eda filmi olan Monster’ı izlemeye gittim. Broker,
Shoplifters ve Our Little Sister gibi filmleriyle izleyicilerin kalbini kazanmış yönetmenin yeni filmi, Cannes’da en iyi senaryo
ödülünü aldığı için, beklentilerim oldukça yüksekti.
Kore-eda filmlerini izlerken hissetmeyi beklediğim duygular vardır; karakterlere üzülürüm, onlarla empati kurarım, yalnızlık ve
umutsuzluğun nasıl sevgi ile iyileştiğini, insanların nasıl birbirlerinin kurtarıcısı olduğunu görür ve filmin sonunda kalbimde
bir parça umutla sinema salonundan çıkarım. Bu filmden de benzer bir kurgu bekliyordum. Ancak Monster tüm beklentilerimi, en güzel
şekilde yerle bir etti.
Monster, iki defa izlenmesi gereken bir film. İlk izleyişte, özellikle Kore-eda’nın tarzını bilmeyen izleyiciler için, farklı
karakterlerin perspektifleri üzerinden çözülen bir gizem filmi olarak karşınıza çıkıyor. İkinci izleyişte ise filmin asıl
temalarını anlamış olarak izliyorsunuz: yabancılaşma ve sevgi. Film, bir anne ve oğlu üzerinden gelişiyor. Minato bir gün annesine
soruyor: “Anne, ben ne olarak yeniden doğacağım?” Hem bu soruyu hem de Minato’nun son zamanlardaki davranışlarını
anlamlandıramayan annesi ise, oğlunun artık gerçekten anlayamadığı bir kişiye dönüştüğünü fark etmenin rahatsızlığını yaşıyor. Ne
de olsa bir annenin en kötü kabusu, çocuğunun aklını kaybetmesi. Bir gün oğlunun okulda yaralandığını fark ediyor. Suçlanan kişi
ise, filmin ilk canavarı: oğlunun okuldaki sınıf öğretmeni Hori. Anne, öğretmeni şikayet edince, okul müdiresi ve öğretmenlerin
umursamaz, zombiye benzer tavırları ile karşılaşıyor. Onların gözünde hem Hori hem de müdire birer cani, birer canavar. Annenin
deyimiyle onlarda “insan kalbi yok.”
Peki insanlık nasıl kaybedilir? Bir kişi sahip olduğu insanlığı nasıl yitirir ve bu çevresindekiler tarafından nasıl anlaşılır?
Daha da önemlisi, insanlık yitirilebilen bir şey midir?
Minato’nun sınıf arkadaşı Yori, okulda zorbalanan, çevresindekiler tarafından tuhaf bulunan bir erkek çocuk. Minato’ya, beyninin
insan beyni değil, domuz beyni olduğunu söylüyor. Bu sözler, ona babası tarafından aşılanmış. Bu sözler Minato’yu o kadar derinden
etkiliyor ki, ona en büyük hayalinin oğlunun sıradan bir aile kurup sıradan bir hayat yaşaması olduğunu söyleyen annesine şu
soruyu soruyor: “Bir insana domuz beyni nakledilirse o kişi insan mı olur domuz mu?” Hem Minato hem de Yori, birbirlerini
sevdiklerinden dolayı beyinlerinin domuz beynine dönüştüğüne, insanlıklarını yitirdiklerine inanıyorlar. Bu sevgileri, toplum
tarafından aşağılanıyor, ötekileştiriliyor.
Annenin Minato’yu anlayamayışı ve bundan dolayı gelişen korku ve rahatsızlık hisleri, onun toplumsal normlar tarafından
sınırlandığını gösteriyor. Çocuklar ise yetişkinlerin yarattığı bu dünyada kısıtlanmış ve izole edilmiş hissediyorlar. Minato,
annesinin hayallerini asla gerçekleştiremeyecek olmasının ve olduğu kişinin annesini üzecek olmasının yükünü taşıyor. Ona bu
duygularını anlatmaya da çalışıyor: “Anne, benim için üzülme.” Çünkü onu mutlu eden sevgisinin, annesini üzeceğini biliyor.
Filmin ikinci kısımda bu olayların hepsini Hori öğretmenin gözünden en baştan izliyoruz. Aslında hiçbir şekilde öğrencilerine
şiddet göstermeyen Hori, suçun kendisine atılmasının şokunu yaşıyor. İzleyici olarak tam bu anda biz de onunla birlikte bu
şaşkınlığı yaşıyoruz; çünkü o ana kadar biz de Hori’ye, ve onu savunan okul müdiresine bir canavar gözüyle bakıyorduk.
Filmde aslında canavar kelimesi birkaç defa geçiyor. Babasının Yori’ye canavar demesi dışında, anne öğretmenleri, öğretmenler de
velileri canavar olarak niteliyor.
Peki bu kişileri canavar yapan ne? Farklılıkları mı? Etrafındaki insanlara çektirdikleri acılar mı? Küçük bir çocuğun kendini
canavar olarak görmesine neden olan bu toplum yapısı ve ağır yargılar, ne kadar kabul edilebilir?
Kore-eda’nın ağzından: "Bazı insanlar kendilerini anlayamadıkları şeylerden ayırmak için 'Canavar' etiketini kullanıyor.”
Filmin en etkileyici sahnesinde Minato ve müdire konuşuyorlar. İkisi de toplumun gözlerinde birer canavar. Minato, ona sıcak
davranan müdireye, en büyük sırrını paylaşıyor: Yori’ye olan sevgisi. “Benim sevdiğim biri var.” diye başlıyor; “Hiç kimseye
söyleyemeyeceğim için yalan söylüyorum. Çünkü asla mutlu olamayacağımı bilecekler.” Bu sahne Minato’nun üzerindeki yükün ne kadar
ağır olduğunu gösteriyor bize. Farklılıkları, onun sevgisini, annesi ve tüm dünyanın gözlerinde acınası, utanılası bir şeye
dönüştürmüş. Bu sözleri duyan müdire ise filmin bence en can alıcı repliğini söylüyor Minato’ya: “Bu çok saçma. Sadece bazı
kişiler buna sahip olabiliyorsa bu mutluluk değildir. Mutluluk, herkesin sahip olabileceği bir şeydir.”
Minato, sevgisini utançla taşıyor. Düşünsenize, sizi dünyanın gözünde canavar yapan şey sahip olduğunuz sevgi. Oysaki sevgi ne
kadar saf, güzel bir duygu. Hele bir çocuğun sevgisi. Müdirenin sözleri de tam bu noktaya parmak basıyor. Eğer sevgi dediğimiz
duygu, sadece belirli kişilerin hissetmesine izin verilen, sadece belirli kişiler sahip olunca mutlulukla ilişkilendirilen bir
kavramsa, o sevgi gerçek değildir. Çünkü sevgi, herkesin sahip olabileceği bir şeydir.
Filmin sonuna doğru Minato, Yori’yi görmek için evine gidip kapısını çalıyor. Kapıyı Yori açıyor, arkasında ise agresif bir
ifadeye bürünmüş babası. Babasının zoruyla Yori, Minato’ya artık hastalığının iyileştiğini, normal olduğunu söylüyor.
Minato’nun cevabı ise onun artık kendisini ve sevgisini kabullenişinin, bir bakıma yeniden doğuşunun göstergesi: “Sen hep
normaldin.” Yori babasının gözünde, okuldaki zorbalarının gözünde bir canavar; ama Minato’nun gözünde o sadece bir çocuk, sevginin
ne olduğunu anlamaya, anlamlandırmaya çalışan, ona nefretle bakan insanların arasında kendini bulmaya, sevgisi ve saflığını
korumaya çalışan bir çocuk.
Monster, çevremizdeki canavarların hikayesi. Belki bazılarına göre bir gerilim filmi, bazılarına göre ise bir trajedi. Yine de tüm
bu kaosun arkasında ise aslında filme bir iyimserlik duygusu hakim. Bu duygunun kaynağı ise bu ayki konumuz: sevgi. Karakterlerin
taşıdığı sevgi; annenin ve öğretmenin çocuklara, çocukların ise birbirlerine olan sevgisi, önyargı ve sınırlarla dolu bu dünyanın
engellerini aşmayı başarıyor. Ve en nihayetinde, Minato ile Yori yeniden doğuyorlar. Birer canavar değil, birbirlerini ve
kendilerini seven iki insan olarak.
Sevgili okuyucular, hepimiz bazı insanların gözünde birer canavarız, elbet bizim gözümüzde de bazı insanlar birer canavar. Ama
unutmamalıyız ki o canavarların da hikayeleri var, o canavarlar da özlerinde birer insan. En nihayetinde, “canavar”lar da
sevebilir.
Kore-eda’nın röportajı:
https://www.forbes.com/sites/danidiplacido/2023/12/14/director-hirokazu-kore-eda-talks-the-meaning-of-monster/?sh=6a1e1fac1af1
Bazı filmleri izlerken o filmin hangi yönetmene ait olduğunu onların filmlerde yer verdiği kendilerine özgü detaylarla
anlaşılabilir. Öte yandan kimi yönetmenlerin filmografisine bakınca da farklı farklı türlerden filmler görülebilir. Örneğin
Stanley Kubrick; bir filmi uzay gemisinde geçerken diğer filminde bir otelde veya bir diğer filmi de illuminati partilerinde
geçiyor. Tabi ki Kubrick’in filmlerinde de kendisine özgü teknikler görebilmek mümkün. Belki de ben aşağıda yaptığım listeye
Kubrick’i almak istemiyor olduğum için kendimce bahane üretiyorum. Neyse Kubrick iyi olsun, huzur içinde uyusun. Aşağıda yaptığım
listede sevdiğim 4 yönetmenin filmlerini kendimce izlemeye hangi filmden başlanmalı tavsiyesi verme amacındayım. Dediğim gibi bu
liste tavsiye niteliğindedir, bir reçete değildir. İlla da bu adamın bu filminden başlayın gibi iddialı bir cümle kesinlikle
kullanmıyorum.
#1 Quentin Tarantino En sevdiğim yönetmen diyebileceğim biri. Filmlerinde kullandığı kurgu teknikleri, müzikler, karakterler ve
diyaloglar, şiddet sahneleri ve filmlerinin konuları ile kendine has bir yönetmen. En iyi filmi hangisi diye düşünmem gerekirse
hiçbir şekilde bir liste, bir sıralama yapamayabilirim. Kill Bill 1 ve 2, Reservoir Dogs, Django: Unchained, Inglourious Basterds…
Bütün filmleri insanı sinema dünyasının büyüsüne yakalatan ve film izlemeyi inanılmaz bir zevke dönüştüren kendine özgü bir tarzı
var Tarantino’nun. Bana kalırsa da Tarantino İzlemeye Pulp Fiction ile başlamanın uygun olduğunu düşünüyorum. 1994 yılında Cannes
Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi ve aynı dönem Oscar törenlerinde de adaylıklarının yanı sıra en iyi özgün senaryo ödülünü
kazanan bu film birden fazla hikayeyi aynı anda anlatan ve onların kesişmelerini gördüğümüz bir film. İlk hikayede bir restoranda
soygun planlayan bir çift, ikinci hikayede patronlarının kendisini dolandırmaya çalışanlar için tuttuğu iki tane tetikçiyi, üçüncü
hikayede şike yapması istenen bir boksörü, dördüncü ve son hikayede de ikinci hikayedeki tetikçilerden birinin patronunun karısı
ile geçirdiği bir geceyi konu ediniyor. Bu dört hikaye de iç içe geçmiş durumda. Tarantino’yu her yönü ile gördüğümüz,
diyalogları, aksiyonu, şiddet sahnelerini bir arada gördüğümüz ve onu tanımak için ve filmlerini izlemeye başlamanın en güzel yolu
olabilir Pulp Fiction.
#2 Nuri Bilge Ceylan Türk sinemasının en önemli ve en başarılı yönetmenlerinden biridir. Ben onu izlemeye 2014 yılında kendisi Kış
Uykusu’nun Altın Palmiye’yi kazandıktan sonra vizyona girdiğinde Kadıköy’de Rexx Sineması’nda izlemeye başlamıştım. Ortaokulu o
gün bitirmiştik, Cem, Osman ve de yanılmıyorsam Bora ile birlikte 3 saati biraz daha aşkın bir süreli farklı bir film yolculuğuna
çıktık. Bana kalırsa bu filmini en iyi ya da en iyi ikinci filmi olarak kendimce bir liste yapabilirim fakat bu yazıda yaptığım
listede Nuri Bilge Ceylan’ı izlemeye başlama listesi yaptığım için yine en sevdiğim filmi ile değil de kendisini en iyi
tanıyabilecek filmini tavsiye etmek istiyorum: İklimler. Başrolünde kendisinin olduğu ve ona da şimdiki eşi Ebru Ceylan’ın eşlik
ettiği film aralarında sorun olan bir çifti ve onların ilişkilerini anlatıyor. İkili ilişkileri, insanın anlam arayışını ve
yalnızlığını, ve bunları da güzel bir sinematografi ile mevsimlerle birleştiren güzel bir film. Diyaloglar, kamera açıları, ve
film içindeki fotoğraf gibi sahnelerle Nuri Bilge Ceylan sinemasını tanımanın 98 dakikalık bir yolculuk.
#3 Martin McDonagh Tiyatro yönetmenliğinden gelen ve filmleri de bir tiyatro havasında olan bir yönetmen. Genellikle diyaloglar
üzerine giden ve karakter ile mekan odaklı filmleri yapan Martin McDonagh’ı Spaghetti Western podcastimizde çok fazla konuştuk.
Çok büyük ihtimalle de yeni bir film çektiğinde bir daha bir daha konuşuyor olacağız. McDonagh’ın film listesine baktığımızda ben
bu sefer onu tanımaya başlamak için onun bana göre en güzel filmini tavsiye ediyorum: The Banshees of Inisherin. Çok yakın iki
dost olan Padraic ve Colm, bir sabah Colm’un artık Padraic ile hiçbir sebep yokken arkadaş olmak istememesini ve bunu açık açık
lafını esirgemeden ona söylemesini konu alıyor. Colm o kadar ciddi ki bu konuda, eğer Padraic onunla konuşmaya devam ederse tek
tek kendisinin parmaklarını kesmek ile tehdit ediyor onu. Oscar’a da aday olan bu film her ne kadar törenden eli boş dönse de bu
film Martin McDonagh sinemasını tanımak için çok iyi bir yol. McDonagh sinemasının ana elementlerinden olan gri karakterlerin,
arafta kalmışlığı ve diyalogları ile şahane güzellikte bir film. Onun en iyi filmini izleyip diğer filmlerine bu beklenti ile
girmek onun filmografisini keşfetmeyi daha keyifli bir hale getirebilir.
#4 Damien Chazelle Aslında yazımın ilk başlarında yazmış olduğum Stanley Kubrick örneğine benzer bir yönetmen olarak görebiliriz
Damien Chazelle’i. Galiba sırf bu listeye eklememek için bir bahane ile Stanley hocayı örnek verdim fakat daha sonra Damien
Chazelle örneğini vermeden edemedim. Damien Chazelle’in filmografisine bakınca da birbirinden farklı konseptte ve konuda filmleri
görüyoruz. First Man filminde aya giden ilk astronot, Neil Armstrong’u, Whiplash filminde konservatuar öğrencisi bir genç ile onun
sert ve baskın öğretmeninin ilişkisini, Babylon filminde sessiz sinema döneminde sinemada ses kullanımına geçişi ve La La Land
filminde Los Angeles’ta yolları kesişen bir aktris ve caz sanatçısını anlatıyor. Birbirinden farklı ve birbirinden güzel bu
filmlere başlamanın ve gerisini merak etmenin en iyi yolu bence Damien Chazelle’in en iyi filmi olan La La Land’den geçiyor. Bir
müzikal havasında olan bu film Mia ve Sebastian’ın ilişkisini ve ikisinin de hayatta kendine bir yol bulma hikayelerini çok güzel
bir şekilde işliyor. Damien Chazelle’i izlemeye bu filmle başlamak onun diğer filmlerine olan heyecanı arttıracaktır.
Yine duyduğu seslerin arasında kaybolmuş, uykuya bir türlü dalamamıştı. Yatakta sağa sola döndüğü, gözleriyle açık kapının
ardındaki karanlığa bir şeylerin cevabını bulmak ister gibi baktığı bir gece daha geçiriyordu. Daha önce hayatında hiç uykusuzluk
problemi yaşamamış birisi için son bir haftadır içinde bulunduğu bu durum gerçekten sinir bozucuydu. Bu sebepten kendisine karşı
herhangi bir anlayış da gösteremiyordu. Bir haftadır yaşadığı bu sağlıksız döngünün zihni üzerinde oluşturduğu boğucu baskı ise
günden güne artmaktaydı ve bu durum artık canına tak etmişti. Son zamanlarda oluşan uykusuzluğunun sebebi; sadece kendisinin
duyduğu ve ona bir şeyler aktarmaya çalıştıklarını hissettiği o anlamsız seslerdi. Onları görmezden gelmek için takındığı
vurdumduymaz tavra karşın, bir türlü üstesinden gelemediği bu seslerin varlığını sonunda kabul etmişti. Seslerin ne anlama
geldiklerini arkaplanlarında oluşan gürültüden dolayı bir türlü anlayamıyordu. Adeta şifrelenmiş bir mesaj gibi kulaklarında
çınlayan bu sesler kolay kolay sinirlenmeyen sakin mizacını bile çileden çıkarmayı başarmışlardı. O artık, sadece uyku kalitesini
değil, gün içindeki hayat kalitesini de gittikçe artan bir şiddetle etkileyen bu sorunu kökünden çözmeye karar vermişti. Yanı
başına koymuş olduğu telefonunu eline aldı. Saat on bir buçuktu, yatağın içinde debelenerek bir buçuk saati devirmişti. Güzel bir
uyku ve tamami sessizlik hayaline kavuşma ihtimalinin verdiği motivasyonla kendisini olabildiğince çabuk bir şekilde yatağının
dışına attı. Dağılan yatağına ve yere düşen yastığına karşı onun gibi takıntılı birinden asla beklenmeyecek bir umursamazlıkla
hole çıktı. Yatak odasının hemen karşısındaki banyoda yüzünü yıkadıktan sonra doğruca mutfağa yöneldi. Aslında bu seslerin
anlamını çözebilmek için ne yapması gerektiğinden bihaberdi. Zaten böylesine saçma bir durumda ne yapılabilirdi ki. Gerçek anlamda
gaipten sesler duymaktaydı. Aklına gelen tek şeyse az önce inadını kırarak bıraktığı vurdumduymaz tavırdan uzak durmaya devam
etmek olmuştu. İtinayla dikkatini topladığı bir ortamda bu seslerin üzerine yoğunlaşmalı ve zihnini her türlü sınırlamaya karşı
özgür bırakmalıydı. Ancak tüm bu düşünsel sürece girerek bu seslerin gerçek anlamını çözebilirdi. Fakat bu sürece de girmeden
önce, yapması gereken önemli bir şey olduğunu hatırlamış ve bu yüzden de mutfağa doğru yönelmişti. Mutfağa girdiğinde Beyoğlundaki
aktardan almış olduğu kış çayı tezgahın üzerinde duruyordu. Portakal,limon, elma, ayva gibi meyvelerin yanı sıra ıhlamur, adaçayı,
zencefil, zerdeçal benzeri zengin bitkileri içeren bu çay; aslında zihninin en ücra köşelerine kadar girmiş anlamsız seslerin
başlama sebebi sayılabilirdi. Tam bir hafta önce, tüm bunların başladığı sıradan bir iş gününde aldığı bu çayı henüz demlememiş
olması da arkaplana ittiği seslerin davranışsal bir yansıması olabilir miydi acaba. Bu düşünceleri arasında kaybolmuş bir şekilde
ilk defa demlediği kış çayını kupasına koydu ve yoğun iş dönemi sebebiyle çokça vakit geçirdiği çalışma masasının başına geçti.
Önce çayından bir yudum aldı. Her içtiğinde düşünceleri arasındaki bariyerleri kaldıran ve zihninin bir bütünlük hissine
kavuşmasına olanak veren bu inanılmaz tadın ve kokunun eşliğinde artık kendisini bulunduğu mekandan ve zamandan tamamen
soyutlamıştı. Arkasına güzelce yaslandı ve uykusuz gecelerinin müsebbipi olan o aktar ziyaretini hatırlattı kendine. İçindeki
huzursuzluğun ve zihnindeki seslerin ana kaynağına inmesi gerekliydi ve bunun için yaşananları tekrar gözden geçirmesi
gerekiyordu. O da öyle yaptı ve bir hafta önce yaşanmış o rutin çarşamba gününe geri döndü. Reklamcılık sektöründe kreatif
direktörlük başından beri hedeflediği bir kariyerdi ve sektör ortalamasına göre çok da uzun olmayan altı buçuk senelik başarılı
bir yolculuk sonucunda sektördeki görece büyük şirketlerden birinde bu hedefine ulaşmıştı. İçerik editörlüğü yaparak başladığı bu
yolculukta bu kadar çabuk bir şekilde gelmiş olduğu konuma bazen kendisi bile inanamıyordu. Toplantıdan yeni çıkmış olduğu sırada
zihni bu düşüncelerle dolup taşmaktaydı. Yanına gelmiş olan diğer çalışanların varlığını fark etmemişti bile. İş odaklı yaşamı,
şirket içi ilişkilerini mümkün olabildiğince resmi bir şekilde kurmasına yol açmış; yükselme hırsı ve rekabetçi yapısı mesleki
başarıyı getirse de iş arkadaşlarıyla arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulamamasına sebebiyet vermişti. Bununla ilgili bir sorunu
da yoktu. Gerçi kendisini sık sık sağlıklı sosyal ilişkilere sahip tanıdıklarının hayatlarına imrenirken buluyordu ancak en
azından henüz tüm bunların kendisine ne ifade ettiğini fark edememişti. Kısacası, hayatı tek bir yönde ve alanda başarılı bir
şekilde ilerlemekteydi. Parçalara bölerek çeşitli hedefler koyduğu hayatında, iş yılları olarak tanımladığı bir bölümün içindeydi
ve bu sebepten yaşamın diğer alanlarına yeterli önemi göstermiyordu. Yemeğe katılıp katılmayacağının sorulmasıyla düşüncelerinden
bir anlığına da olsa sıyrıldı. Herkese afiyet dileklerini sunarak bu daveti her zamanki gibi reddetti. İstiklaldeki aktara
uğraması gerekiyordu. Karaköyle istiklali bağlayan tünelin çok yakınında konumlanan ofisinden aktara doğru yola koyuldu. Aktara
giderken yine aynı şeyleri düşünmeye başladı. Kendisine koyduğu ilk büyük hedefe görece yeni bir vakitte ulaşmıştı. İlk başlarda
kendisinde oluşan tatmin ve mutluluğun sarhoşluğu, kendisini başkahraman olarak gördüğü bir dünyanın içinde yaşadığına inanmasına
sebep olmuştu. İşe girdiği günden beri obsesif bir şekilde beklediği ve uğruna meslektaşlarından kat be kat fazla çalıştığı
hayali, kanlı ve canlı bir şekilde onundu artık. Yediği her yemeğin tadı daha güzel, gördüğü her manzara daha büyüleyici ve yapmış
olduğu her eylem daha anlamlı geliyordu. İnsanlara bir direktöre yakışan şekilde davranmaya özen gösteriyor, eskiden olsa
kendisini rahatsız edebilecek pek çok duruma karşın daha önce göstermediği bir sebat göstermeyi başarıyordu. Hayatının tartışmasız
en keyif aldığı dönemini geçirmekteydi. Özellikle işi dışında özel bir hobisi veya ilgisi olmayan biri için, almış olduğu bu
terfinin anlamı çok büyüktü. Kendini hiç bitmeyecek bir rüyanın içinde hissediyordu, ta ki o rüya bitene kadar. Terfisinin
üzerinden geçen hatırı sayılır bir süre sonunda, yeni hayatına dair alışkanlıkları net bir şekilde oluşmuş ve yavaş yavaş zihnine
inmiş olan toz pembe perde aralanmaya başlamıştı. Daha fazla sorumluluğa sahip olduğu, daha fazla mesai yaptığı ve daha çok
sorunla uğraştığı bir döngünün içerisinde kendisine yine sözde hedefler koymuş olsa da içindeki harekete geçirici o ateşin
söndüğünü net bir şekilde hissetmekteydi. Mesai sonrası Beyoğlunda yeni kiralamış olduğu geniş apartman dairesine doğru yola
koyuluyor ve tüm akşamı ya yeni projesi üzerinde çalışarak ya da oyun oynayarak geçiriyordu. Bu durumdan o kadar da zevk almıyordu
aslında ancak daha iyi bir seçeneği yoktu. Sosyal hayatı zayıftı, işi ve evde oynadığı bilgisayar oyunları dışarısında başka bir
hayata da sahip değildi. Bu farklı hayatı kurmak içinse geç kaldığını hissediyordu. Yıllardır planladığı “önce iş sonra yaşam “
felsefesi aksamaya başlamıştı. Özellikle zamanında ona sunulan tüm beyaz bayrakları çöpe attıktan sonra… Uzun yıllar boyunca
haftasonları herkesten fazla içerik yazmakla meşgul olmuş, yalnızlığın ve tek yönlülüğün getirmiş olduğu hüznü hissettiği
zamanlarda günümüz dünyasında ekmekten ve sudan daha bol olan motivasyon videoları ile para ve mesleki başarının geri kalan her
şeyin kilidini açacağını söyleyen tek yönlü instagram reelslerini izlemiş; bunlarla duygularını baskılamıştı. Kısacası başarısı
bir süre de olsa yalnızlığını törpülemeyi başarmış fakat yalnızlığı belirli bir sürenin sonunda tekrardan baskın duygu olarak
hayatına girmişti. Tüm bunların üzerine yalnızlığının da içerisinde bir anlam bulamaması ve kelimelere bir türlü dökemediği
benliğine olan uzaklığı; onu tanımlamaktaki acizliği kendisine acı vermeye başlamıştı. İdealleri ve varlığı hakkında bir şüphe
ağının içerisine düşmüştü. Henüz ortaya tam olarak çıkmamış bu duygu birikimlerinin ve hayatını sorgulayan düşüncelerinin
eşliğinde aktara vardı. Bu aktara ilk defa geliyordu. Düzenli müşterisi olduğu eski aktarının kapanmasıyla, karşısındaki ara
sokakta konumlanmış bu eski ve sönük dükkanı fark etmişti. İstiklal’in karışık ve hızlı akan yapısı içerisinde adeta üzerine
görünmezlik pelerinini çeken bu dükkan tüm bunlara rağmen hatrısayılır bir müşteri profiline sahipti. Aktardan ne alacağı başından
beri belliydi. Özellikle bu soğuk kış günlerinde evde biraz da olsa rahatlamasını sağlayan kış çayı favori içeceğiydi. Paketlenmiş
halde tezgahta bulunan çayı eline aldı ve ödemeyi yapmak için kasaya geçti. Önündeki kadın ödemesini yaptıktan sonra tezgahta
bulunan yumuşak bakışlı, tahmini yetmişlerinin başında olan amcaya çayı uzattı. İçindeki huzursuzluk yüzüne de vurmuştu elbet
ancak o an için düşüncelerini ve duygularını bastırmayı başarmış; ödemesini yaptıktan sonra öğleden sonraki toplantıda
konuşulacakların bir taslağını çıkartmaya başlamıştı kafasında. Aniden gelen bir sesle düşüncelerinden sıyrıldı ve gözleri çayı
yerden almak için eğilen amcanın kamburuna takıldı. İnsanların kusurlarına uzun süre bakmaktan rahatsızlık duyardı. O yüzden
gözlerini refleksif olarak aşağıdan yukarıya çevirdi. Bu sırada duvarda asılı olan resimlerse hemen dikkatini çektiler. Bu
resimler önünde duran yaşlı amcanın pek de eski olmayan fotoğraflarıydılar. Amca, elindeki yan flütle kısmen genç sayılabilecek
otuzlu yaşlarındaki bir grubun arasındaydı. Hep beraber çok da geniş olmayan ama hatrı sayılır bir kalabalığın olduğu sahnede
reverans yaptıkları bu fotoğraf ve devam hikayesini anlatan diğer iki kare tezgahın arkasındaki duvara düzgün bir üçgen
oluşturacak şekilde asılmışlardı. Gözlerini tekrardan amcaya çevirdi, bu sırada amca çoktan çayı poşete koymuş; kendisinin
gözleriyle süzdüğü resimlere yüzünü dönmüştü. Yüzünde bu resimlere bakmanın verdiği bir gurur vardı. Büyük bir tebessümle
resimlerin dikkatini çekip çekmediğini sordu. Başlangıcı tesadüfi ancak gidişatı bilinçli geçen bir konuşma sonucundaysa saatin
çoktan öğle arasını geçtiğini fark etmemişti bile. Amcayla yaklaşık bir saate yakın ettiği bu sohbet sırasında belirli
özgünlükleri olan ama Türkiye’nin klişe gerçeklerinden biri haline gelmiş bir hayat hikayesi dinlemişti. Zamanında babasının
dükkanı olan bu aktarda 60 yıla yakın çalışmak, amcanın hayat hedefleri arasında yoktu. 17 yaşında babasının vefatıyla beraber
devraldığı ve en büyük tutkusu olan konservatuar hayaline hem o zamanki yılgınlığı hem de yaşamış olduğu travmanın etkisiyle veda
ettiği bir süreçti bu. Geleneksel, insanların düşüncelerine, ne dediklerine fazlasıyla önem veren bir neslin ferdi olarak da
özellikle akrabalarının inanç kırıcı konuşmalarına kendini inandırması da şüphesiz bunda etkili olmuştu. Aktarı devralarak kendi
isteklerinden uzaklaşmış, ekonomik olarak zor durumda olan kardeşi ve annesinden oluşan ailesine bakmaya başlamıştı. Yan flütü
nasıl çalacağını babasından öğrenmişti fakat babasının genç yaşında vefatıyla birlikte suya düşen hayalleri o suların dibine müzik
sevdasını da atmasına sebep olmuştu. En azından uzunca bir süre... Tamamiyle işine odaklandığı ve benzer şekilde hayatının diğer
alanlarını aksattığı bir on beş sene sonucundaysa İstanbulun bir ucundan diğer ucuna yayılan bir aktar ağı kurmayı başarmıştı.
İstanbul içinde tamı tamına altı dükkan açarak, zamanında kimsenin bu küçük dükkandan beklemediği bir başarıya imza atmıştı. Ancak
amca, tüm bunlara rağmen sürekli olarak bu senelerin ne kadar zor geçtiğinden bahsetmiş ve tek yönlü bir hedefe baki kalarak
yaşadığı hayatın kendisine asla yeterli tatmini ve mutluluğu getirmediğini vurgulamıştı. Evet, başarının ve ailesine gittikçe
iyileşen koşullarda bakabilmesinin getirdiği huzur ve rahatlık vardı. Ancak bu huzur ve rahatlığa rağmen aynaya baktığında gördüğü
kişiyi bir türlü kendiyle bağdaştıramıyordu. Hayati hedeflerinin gerçekleşmesiyle beraber hayattaki diğer detaylar ortaya çıkıyor
ve kendisinin bu alanlarda çok geride kaldığını hissediyordu. Hikayeleri de aslında bu noktada birbirlerine benziyordu. Başarı,
yalnızlık, tek bir sürece ve hedefe adanmış bir hayat… Gençlik yıllarını bu şekilde harcamış olan amca yoğun geçen yılların
sonrasında otuzlu yaşlarına gelmişti. Bir zamanlar bakmakla yükümlü olduğu kardeşi büyümüş, annesi ise iyice yaşlanmış ve
hastalanmıştı. Aktarların hepsinde işler düzenli ve bereketli bir şekilde devam etse de tüm hayatını ailesine adamış biri için
ailesinin yaşamın akışı içerisinde organik bir şekilde yollarının birbirinden ayrılabileceği olasılığını görmesi tüm varlığını
tehdit etmiş; benliğinde bir şok etkisi yaratmıştı. Annesinin kaybıyla beraber gelmiş olduğu noktadaysa geçmişe dair pişmanlıkları
dayanılmaz bir hal almış ve işte böyle bir çıkmazın içerisinde çıkış yolunu tekrardan müziğe sarılarak bulmuştu. Önce babasından
yadigar bu dükkan dışında geri kalan tüm dükkanları satarak elden çıkartmış, önceden değiştirdiği isim hakkını da satarak
tekrardan eski dükkanın ismine geri dönmüştü. Bununla beraber otuzlu yaşlarından sonra müziğe tekrardan başlamıştı. Bir yandan
aktarla ilgilenirken bir yandan da müziğe vakit ayırmayı başarmış; kendisini gereksiz bir strese sokmadan hayatın akışı içerisinde
doğru ve somut hedeflerle paslanmış yeteneğini geri kazanmıştı. Ve yine 40’lı yaşlarının sonlarına doğru gitmeye başladığı müzik
kursu aracılığıyla tanıştığı altı,yedi kişilik arkadaş grubuyla amatör olarak çeşitli kültür sanat etkinliklerinde sahne almaya
başlamışlardı. Hayata karşı olan tek yönlü düşünce yapısını pişmanlıklarının ağırlığına ve travmalarının kederine rağmen
değiştirmeyi böylece başarmıştı. Geçmişinde sahip olduğu pişmanlıklar kesinlikle ailesine bakmak için çektiği zorluklar veya
yaptığı fedakarlıklar değildi. O zaten böyle biriydi. Karakteri, fıtratı, benliği bu ideal uğruna yaşamaktan memnundu. Kardeşi
okuyup mühendis olmuş, annesine son ana kadar iyi şartlarda bir hayat sunabilmiş ve bir şekilde kendi hayatını kurmayı başarmıştı.
Pişmanlığı, hayatın kompleks ama bütünleşik yapısını tek bir amaç ve hedefe yoğunlaşarak yakalamaya çalışmasıydı. Bu uğurda kendi
isteklerinin tamamından herhangi bir çaba sarf etmeden uzaklaşmış, kendisine yabancılaşmış, kendisini değersizleştirmişti. Ve bunu
fark etmesi, kendisini tanıyabilmesi maalesef erken sayılamayacak bir yaşta gerçekleşmişti. Hayat kitabının ilk sayfasını okumaya
otuzlu yaşlarının sonunda ancak başlamıştı. Fakat tüm pişmanlıkları ve geçmişi de hayatın bir parçası olarak görüyordu.
Yaşadıkları hatalar sadece onun yaşayabileceği bir hayat çizgisinin özgün eserleriydiler. Bu doğrultuda şu anda da baba yadigarı
olarak gördüğü bu dükkanda hala satış yapmaya devam ediyor, bir yandan da hayatını müzikle ve diğer yönleriyle olabildiğince
yaşamaya çalışıyordu. Herkesin yazgısı özeldir evladım demişti, hiç kimse kendini tam anlamıyla başka bir hikayenin içinde yüzde
yüz isabetle imgeleyemez. Bu sebepten kendi yazgını belirlemeye çalışırken başka hayatların görüntüsündeki cazibeye kapılma,
onlarla kendi hayatını karşılaştırma. Önce kendini tanı, çünkü; eğer ki kendini tanıyamadığın bu yolda başkalarının yazgılarını
taklit etmeye, özgünlükten kaçınmaya çalışırsan içindeki o kara delik, gittikçe büyür. Seni sen yapan ışığın, kaçamayacağı bir
fenomen haline gelir. “Ve sonunda, tüm ışığını kaybedersin”, diyerek de uğurlamıştı kendisini. İşte şu anda çözmeye çalıştığı tüm
o anlamsız sesler de ilk defa o akşam çınlatmıştı kulaklarını ve yavaş yavaş ele geçirmişlerdi zihnini. Bu anıları anımsarken,
elinde tuttuğu kalemin yere düşmesiyle çıkan ses onu kendine getirdi. Zihninde bir türlü çözemediği o gizemli seslerin artık yavaş
yavaş çözümlenmeye başlandığını seziyordu. Onlara kulak veriyor, anlattıklarını yavaş yavaş anlamaya başlıyordu. Bugüne kadar
kendisiyle hiç yürekten gerçek bir konuşma gerçekleştirmemişti. Sevdiği mesleği yaptığından emin olsa bile, hayatını sadece iş
temelli tek yönlü bir hedef haline getirmiş ve hayatın diğer alanlarını ihmal etmişti. Belki de mükemmeliğe parça parça ulaşmaya
çabaladıkça kusursuz dengeyi bozmuştu. Belki de mükemmellik denilen fenomen kusurların içerisinden toplanan ışıltılar sonucunda
tesir ediyordu hayatın içerisine. En azından dönüp geriye baktığında bu durumu böyle yorumlayabiliyordu. Her yaşayış, her hedef,
her ideal insan hayatına farklı şekillerde etki etse de herkes aynı ölçek içerisindeki duyguları farklı oranlarda ve farklı
biçimlerde yaşamaktaydı. Hayatı parçalara ayrılmış bir hedefler bütünü olarak görmekse bu sebepten yanlıştı belki de. Ancak şu ana
kadar yaşadıklarından tecrübe ettiği tek bir şey vardı; o da bir bütün olarak var olan, gelişimin ve değişimin yer aldığı ömür
denen bu süreçte insan zihninin sürekli parçalanmış ve farklı doğrultudaki hedefler yerine, doğal yollarla oluşan kimliği
üzerinden kendini gerçekleştirmesi, hedeflerini koyması; değerli hissedebilmesi için geçerli tek formüldü. Ve hedef, nefesti.
Herhangi bir doğrultusu olmayan hayat, yaratıcılıktan uzak bir yaşam demekti. Önündeki bu kısıtlı ömürde kendini gerçekleştirmeyi
başarmak da kişinin kendini değerli hissetmesi için gereken yegane unsurdu. Öbür türlü hiçbir şey kalıcı olmuyordu. Saatler üçü
gösteriyordu, gecenin sessizliği artık iyice çökmüş; zihni yavaş yavaş filtrelemeyi başardığı ses karmaşasının gürültüsünden
kurtulmuştu. Sonunda uykusu gelmeye başlıyordu. Son bir kez tekrardan amcayı düşündü. Kendi hayatını ve hedeflerini tamamen
ailesine adamıştı. Hayatta yapmış olduğu eylemlerin ahlaki tarafını da önemsemiş, içinde bulunduğu topluma adapte olabilmeyi
önemli bulmuştu. Onun ideali buydu. Ancak bunu yaparken uzun bir süre kendi egosunu yok saymış, amatör olarak olsa da genç
yaşlarında bırakmadan devam edeceği müziğe uzun bir süre ara vermişti. Değersizleştirdiği egosu, hayattaki idealleriyle birlik
olamamış aksine onlar tarafından baskılanmış ve uzun bir süre ortak bir zemin bulamamıştı. Yaşadığı çeşitli travmalar sonucu ise
otuzlu yaşlarında zihinsel bir değişim geçirmiş. Ulaştığı bu yeni farkındalık sayesinde, hayatın akışı içerisinde kendi egosunu,
duygularını mantığının ve tecrübelerinin desteklediği kendi idealleriyle ortak bir zemine getirmeyi başarmış ve mükemmel olmasa da
çabalamaya devam etmişti. İçinde bulunduğu o karamsarlıktan işte tam olarak bu çabanın yarattığı umutların ve hayallerin sayesinde
kurtulmuştu. Sonuç olarak ne şanslıydı ki; bu anlamsız sesler kulaklarını bir kurtuluş çığlığı olabilmek amacıyla çınlatmışlardı.
Kaybolmuşluk, yalnızlık vb. duygu birikimleriyle geçen hayatında fark ettiremedikleri varlıklarını bu aktar ziyareti sonrası bir
şekilde öne çıkarmak istemişlerdi. O bu sesleri anlamlandırdıkça, onların kendisinin içsel rehberi olarak egosuna ve ideal
arayışına destek olduklarını görüyordu. Bu sesler, birçok insanın farklı yollardan kalıcı mutluluğa ve başarıya ulaşabileceğini
öne sürüyor, ancak ortak nokta her zaman, bireyin kendi özgün ideallerini belirleyip egosunu ve özgürlüğünü tamamen kaybetmeden
idealleri çerçevesinde kısıtlayabileceği bir noktada tutmasıydı. Egonun idealle buluşması, içsel bir tutku ve dışsal bir amacın
potasında kaynaşıyordu. Yani tek bir hedef uğruna değil, hayatın bütünü uğruna yaşaması gerekiyordu. Yapacağı fedakarlıklar,
çekeceği acılar, biriktireceği değerli anılar hem belirli bir çerçeveye oturttuğu egosuna hizmet etmeli, arzularını yok etmemeli
hem de hayat yolculuğundaki o ana amacın dışarısına çıkmamalıydı. Bu yüzden de o kendi için, tutkuları ve inançları doğrultusunda
hedefler belirleyerek, egonun idealle buluşmasını sağlamalıydı. İşte zihnindeki bu sesler, bunları söylüyordu ona. Bunları
anlatmaya çalışıyordu. Gerçek başarı, bireyin kendi özünden gelenlere ulaşabilmesinde yatıyordu. Formülü çözmüştü artık, kendi
için doğru olan bu formülün detaylarını doldurmayıysa yarına bırakacaktı. Zira artık zihninde dolaşan munzur seslerin ne anlama
geldiğini çözmeyi başarmıştı. Üzerinden büyük bir yük kalkmış ve uykusuzluğun getirdiği yorgunluk sonunda zihnine hücum etmeye
başlamıştı. Önce çalışma odasının sonra da mutfağın ışıklarını kapadı. Mutfağa girdiği sırada tezgahın üzerinde duran kış çayına
son bir bakış daha attı. Ona karşılaştığı amcayı hatırlatan bu favori içeceğine içten ama sessiz bir bakışla teşekkürlerini sundu
ve bir haftadır bir türlü alamadığı uykusunu biraz da olsa alabilmek için yatağına gitti. Uzun ve yorucu bir dövüşten çıkmış
gladyatör edasıyla kendini yatağına bıraktı. Derin uykusuna dalarken, içinde oluşan huzursuzluk ve değersizlik hislerinin yavaş
yavaş yok oluşunu hissetti. Yılbaşının da yaklaştığı bu günlerde, bir şömine sıcaklığıyla soğuk benliğini ısıtan o gizemli seslere
hürmetlerini sundu. Artık o da, hayatının ilk sayfasını okumaya hazırdı. Hem de görece erken bir yaşta…Buraya kadar soyut bir
kavram olarak ele alınan ve köklerini kalbimize çoktan atmış olan korku, çoğunluğun üzerinde böylesine bir tesire ulaşınca; ortak
insanlığımızın değerlerini ve dünyanın hatlarını şekillendiren somut bir güç olarak görülmeye başlanır. Aynı zamanda kontrolden
çıkmış doğasının koyu tonlarını istikrarlı bir şekilde benimseyen bir dünyada, merakını hala kaybetmeyen birkaçımızın sistemin
yanlış taraflarını incelemek için kullanabileceği bir mercek haline gelir. Bunun sonucunda da geriye dönüp baktığımızda, tek bir
gerçek gözükür: Tarihin hangi noktasında bulunmuş, hangi milletten ve arkaplandan gelmiş olursak olalım; bugünde dahil yaşadığımız
her günü, biraz daha derine biraz daha genele yayılan bir korku ağının; zulmün mürekkebiyle lekelenmiş, unutulmuşların
gözyaşlarıyla yazılmış bir anlatının içerisinde yaşıyoruz. Ve hala korkuyu bir simbiyot gibi üzerine geçirmiş olanların, gücün
sembolü, kontrolün sahibi olmasıda; belki de başından beri aynı formülün kullanıldığı ve farklı yanıtın arandığı bir problemi
çözmeye çalıştığımızı gösteriyor bizlere. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin sadece öne çıkan veya “sıradan” hayatların dosyalarında
sağlandığı dünyamızın, satır araları belki de hala bu yüzden yazım hatalarıyla dolu. Sokaklarda, medyada, ekranlarda ve tarihin
tozlu sayfalarında insanlığın zulmü trajikomik bir şekilde sahnelensede, korkularımızın varlığı bizi, bizden olanların acılarına
karşı daha da duyarsızlaştırmaya devam ediyor.
Önemli bir uyarı: Bu yazı içerisinde Ahsoka, Clone Wars, Rebels ve orijinal Star Wars serisi içeriklerine dair spoilerlar
bulunmaktadır. Orijinallerini izlemediyseniz zaten ne duruyorsunuz? Öbürleri için ise dilerseniz izleyip buraya dönebilir veya
keyifli keyifli hafif spoilerla dolu yazımı okuyup olan biteni buradan da öğrenebilirsiniz. Keyfinize bakın!
“A long time ago in a Galaxy far far away…” ile yıllar önce başlamış, Disney’in eline geçmesi ardından da birçok yeni hikâye ve
karakter eklenmiş olan Star Wars evreninin çok uzun süredir beklenen yeni dizisi sonunda izleyicilerle (ve benim gibi büyük
hayranlarla) buluştu: AHSOKA. Bilmeyenler ya da aşina olmayanlar için Ahsoka Tano orijinal Star Wars üçlemesinde, prequellarda
veya sequellarda bulunmayan bir karakter, onun için yeni dizilere adım atmamış olanlarınız için bu yabancılık oldukça doğal.
Kendisi Star Wars: Clone Wars dizisi ile seyirci ile tanışıyor ve ardından gelen Rebels dizisinde de önemli rollerde boy
gösteriyor. Anakin Skywalker’ın padawanı (bkz. Öğrenci) olarak karşımıza çıkan Ahsoka Tano, Clone Wars dizileri boyunca iyi
niyeti, sempatik ve dostça tavırları, kurallara karşı onları bükmeye hazır tavrı (ustası Anakin gibi) ve de ışın kılıcı
savaşlarında gösterdiği büyük yetenek ile hem Star Wars evreni içerisindeki karakterlerin, hem de seyircinin sevgisini kazanıyor.
Fakat Klon Savaşları ( Clone Wars) çerçevesinde Jediların Cumhuriyet için Ayrılıkçılara karşı yürüttüğü mücadelede uzunca bir süre
savaşan ve büyük katkılara imza atan Ahsoka, o dönemin güçlü askeri adamlarından olan Moff Tarkin (ki orijinal üçlemeyi izleyenler
onu Darth Vader’a ayar vermeyi başaran nadir karakterlerden olan Grand Moff Tarkin olarak hatırlayacaktır) tarafından bir komplo
ile Cumhuriyete ihanetle suçlanıyor ve ardından suçu kanıtlanmamış olmasına rağmen Jedi konsülü tarafından Jedi Düzeninden
atılıyor. Hikâyede suçsuz olduğu ustası Anakin tarafından tam zamanında kanıtlanmış olsa da Ahsoka Jedi Düzenine geri dönmemeyi
seçiyor ve resmi olarak bir Jedi olmayı bırakıyor. (Burada yanlış anlaşılmaması gereken husus Ahsoka’nın ışın kılıcı kullanmayı
veya force kullanmayı bırakmıyor oluşu. Sadece Jedi Düzeninin doktrinlerinden, yolundan sapmışlığından, önyargısından uzaklaşmak
için bu kararı alıyor. Ne sith ne de jedi olan bu tarz force kullanıcılarına Gri Jedi da deniyor). Bundan sonra daha bireysel bir
yol izleyen Ahsoka, Rebels dizisinde “Fulcrum” kod adıyla asi gruplarına öncülük ederken bir başka Star Wars evreni dizisi olan
Mandalorian’da da çok sevilen Grogu’ya (bkz. Baby Yoda) yol gösterici görevini üstleniyor. Fragmanlar ve ilk 3 bölüm sonunda
anladığım kadarıyla da bu dizide de Rebels’ın sonunda kaybolan Amiral Thrawn’a karşı bir mücadele içinde olacaktır.
Dizinin içeriğine giriş yapmadan önce kült evrenlerin yeni dizileriyle alakalı genel bir değerlendirme yapmak istiyorum. Her yeni
başlayan Star Wars dizisi (ve açıkçası herhangi başarılı serinin devamı niteliğinde çekilen diziler) aslında bir nevi
Schrödinger’in kedisi gibi. Aşina olmayan okuyucularımız için basitleştirilmiş haliyle Schrödinger’in kedisi konsepti, kuantum
dünyasındaki süperpozisyon ilkesini anlatabilmek için Erwin Schrödinger tarafından tasarlanan bir alegori. Alegoriye göre bir kedi
radyoaktif olma ihtimali olan bir element ile bir kutunun içinde bulunuyor. Kutunun kapağı kapalı ve kutudan dokulara hitap eden
hiçbir uyaran (koku, ses, hareket) çıkmıyor. Schrödinger’e ve kuantum fiziğine göre kedi kutunun içindeyken bir süperpozisyon
halinde, yani hem ölü hem yaşıyor. Fakat kutuyu açtığımızda iki sonuçtan birini görüyoruz. Yani kutuyu açmamız sonuca etki ediyor
ve kedi ya ölü ya da canlı olarak çıkıyor, ikisi aynı anda değil. Bu durumun Disney versiyonunda ise bu hayali kutunun içerisinde
belki muazzam yeni fikirler, hikayeler ve başlangıçlar var. Belki de kötü yazılmış senaryolar, bulunduğu evrenle tutarsız olaylar,
basit karakterler, “plot hole”lar ve daha niceleri var. Ve maalesef kutuyu açmadan sonucunu bilmenin hiçbir yolu yok. Bunun için
koca yürekli(!) ve George Lucas’a verdiği ~ 4 milyar doların her kuruşunun suyunu çıkarmak isteyen Disney kutuyu açmış, gelin biz
de beraber içine bakalım.
Diziye öncelikle daha genel bir perspektiften baktığımızda dizinin kendisinden önce gelen Star Wars evreni eklentilerine
(Mandalorian ya da Kenobi gibi) birçok açıdan benzediğini görebiliyoruz. Bölümler yarım saat civarında ve oldukça kısa. Açıkçası
hayatı boyunca Türkiye’de iki buçuk saatlik dizilere maruz kalmış bir birey olarak bunu söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi fakat 30
dakika, haftada bir çıkan bir dizi için gerçekten yeterli değil. Başlamasıyla bitmesinin bir olmasının yanı sıra, maalesef öbür
Star Wars dizilerinde de görebildiğimiz “filler-episode” örüntüsü devam ediyor. Disney yaklaşık 10 bölüm olarak tasarladığı Star
Wars dizisi sezonlarının ilk birkaç bölümünü boş ve zaman geçirmeye yönelik içerikle dolduruyor. Dizi içerisinde gerçek bir
mücadele yaşanmıyor ya da basit bir mücadele, konuşma ya da sorun, tüm bölüme yayılacak şekilde uzatılıyor. Bu da izlemesi keyif
vermeyen ve sıkıcı bölümlerle sonuçlanıyor. Sadece son bir veya iki bölümde seyirciyi büyüleyecek kesitler sunan (Kenobi
dizisindeki son bölümdeki Obi -Wan - Vader düellosu gibi) Disney bölümlerin büyük çoğunluğunda sadece izlenme, ürün satışı ve
özetle bol bol para peşinde olduğunu açıkça hissettiriyor. Ahsoka da maalesef aynı şekilde. Şu ana kadar daha sadece 3 bölüm
yayınlanmış olsa da o 3 bölümün sunduğu 90 dakikalık içerik çok dürüstçe bir şekilde 30 dakika gibi bir sürede de seyirciye
iletilebilirdi. Düşük kaliteli içerik sunumu dizi hakkındaki ilk hayal kırıklıklarımdan biri oldu maalesef.
Beni asıl üzen gerçeklik ise Star Wars evreninde alıştığımız ve değer verdiğimiz bazı genel konseptlerin umursanmıyor,
önemsenmiyor ve değiştiriliyor oluşu. Bunun en basit örneklerinden bir tanesi birinci bölümün sonunda gerçekleşen ışın kılıcı
düellosunda Sabine Wren’in karnına ışın kılıcı saplanması. Orijinal üçlemeden hatırlayacağımız üzere bir karakterin ışın kılıcıyla
teması oldukça ciddi sonuçlara sebep veriyor. Luke ve Anakin ellerini, Count Dooku kafasını ve ellerini kaybediyor. Doğrudan
vücuduna ışın kılıcı darbesi alan Obi-Wan ise hayatını kaybediyor (o bunu Luke’u korumak için bir fedakârlık olarak
gerçekleştiriyor, bu yüzden o ölüm ekstra anlam kazanıyor). Peki Sabine Wren’e ne oluyor karnından ışın kılıçlandıktan sonra?
Hastanede uyanıyor ve nasıl iyileştiği, nasıl yara aldığı, nasıl ölmediği vb. konulardan hiçbirine değinilmiyor bile! Her ne kadar
fantastik bir evren olsa da Star Wars evreni ölümün var olduğu ve karakterlerin eylemlerine anlam ve ağırlık kattığı bir evren.
Önemli olan hiçbir karakter şans eseri ya da rastgele ölmüyor, hepsi bir amaca hizmet ediyor. Vader ve Obi-Wan Luke’u kurtarırken,
Dooku (kendi iradesi dışında) Anakin’in karanlık tarafa geçişine yardımcı olmak için, Qui Gon Obi-Wan’ı kurtarmak için ölüyor ve
bu tarz anlamlı ölümler (ya da Palpatine’in durumunda ölümden dönmeler) karakterler için dönüm noktaları oluyor. Fakat yeni
dizilerde ya da filmlerde ölümü “Last Skywalker’da” olduğu gibi karşıdakini öperek, ya da hiç açıklamadan atlamak Star Wars
evreninin değerleri ve kurgusuyla çok büyük bir tezat oluşturuyor ve bu seriyi benim gözümde anlamsızlaştırmaya ve Star Wars
değilmiş izlenimi yaratmaya başlıyor.
Bir başka göze batan olay da ikinci bölümde gerçekleşiyor. Parçalanmış bir droidin hafıza bankasına hackleyerek girmeye çalışan
Sabine, gittikçe ısınan teçhizat yüzünden bu görevi zamana karşı gerçekleştirmek zorunda kalıyor. Droidin hafızasından bir
lokasyon verisi bulmaya çalışırken droid aşırı ısınıyor ve veriyi temin edemeden önce acil kapatılması gerekiyor. Bu süreç
içerisinde biz seyirci olarak zaten Sabine’in o bilgiye bir şekilde erişebileceğini biliyoruz çünkü Star Wars evreni gittikçe
tesadüflerin karakterlere yardım ettiği, olayların kolayca çözüldüğü bir çocuk evrenine doğru gidiyor. Fakat beni bir seyirci
olarak daha da hayal kırıklığına uğratan ve “e yok artık ya” dedirttiren şey Sabine’in bu başarısızlığın üstünden birkaç saniye
geçmeden hiçbir ekstra gözlem veya düşünce belirtisi göstermeksizin bir anda o tarz droidlerin X gezegeninde üretildiği (gezegen
ismi önemli değil) ve oradan olabileceği gibi oldukça rastgele ve şanslı bir bilgiyi ortaya atması oluyor. Tabii ki bu bilgi doğru
çıkıyor ve karakterlerimizi doğru yola doğru itekliyor. Fakat böyle bir bilginin ve hikâye akışının böylesine bir tesadüfe ve
şansa bağlanmış olması kurgu açısından Ahsoka dizisinin şimdiden ne kadar başarısız, tahmin edilebilir ve basit olduğunu
gösteriyor.
Aslında bu tarz şansa bağlı olayların yaşandığı çok fazla sahne var fakat onlarla ilgili daha derine girip bol bol örnek ve
spoiler vermek istemiyorum. İzlediğiniz zaman siz de tanık olacak ve anlayacaksınız zaten bu eleştiri kaynaklarımı. Fakat
söylemeden geçemeyeceğim son bir an ve özellik var ki senaryodan, hikayeden, karakterlerden ve olan herhangi bir şeyden bağımsız.
Çok basit, hatta aşırı basit bir konsept: hologram projeksiyon. Star Wars evreninin her dizisinden ve filminden alışkın olduğumuz
başka varlıklarla tam vücut “facetime” yapılmasını sağlayan hologram projeksiyon onca film boyunca belirli bir renk ve stil
formatını izliyordu: genelde mavi tonları kullanılır, hafif hafif kesinti olur ve aşağıdan yukarıya olacak şekilde yansıtılırdı.
Fakat Ahsoka’nın daha ilk bölümünde bir sahnede görebileceğimiz hologram projeksiyon tamamıyla yeşil tonlarından oluşmakta ve
yukarıdan gelmekte. “Aman Kaan buna mı takıldın sen de!” diye düşünüyor olabilirsiniz. Fakat izlediğinizde beni anlayacağınızı
garanti ediyorum; çünkü yıllardır alışkın olduğumuz bir görsel unsur sadece renk olarak bile değiştiğinde, hele bir de çok bilinen
bir başka serinin kullandığı Hologram Projeksiyon renk tonlarını kullandığında (adı lazım değil baş harfi Star Trek), o seriyi o
seri yapan temel unsurların sarsıldığını ve aynı dokuyu hissettirmediğini gerçekten çok açık ve temel bir şekilde
hissedebiliyorsunuz. Bu kadar temel ve alışılmış bir unsuru değiştirmek yerine kurguya daha yeni fakat Star Wars dokusuna uygun
unsurlar eklemek çok daha ılımlı ve destek görecek bir alternatif olurdu.
Bu kadar eleştirdim, farklı unsurlar üstünden laf söyledim fakat bu dizinin hiç mi iyi bir yanı yok? Tabii ki var. Ahsoka
karakterinin gelişimini ve yaşadıklarından sonra dönüştüğü daha stoik kişiliği gözlemleyebilmek gerçekten çok keyifli. Animasyon
üzerinden tanıdığımız lokasyonların ve karakterlerin live-action hallerini görmek ve “Rebels” kurgusundan öğeleri görebilmek
(kahramanların resimlerinin olduğu duvar) hikayeyi daha gerçek ve daha alışkın olduğumuz evrenin bir parçası olarak hissetmemize
büyük ölçüde yardımcı oluyor. Bunlara ek olarak Rebels dizisinin en kahraman ve komik karakterlerinden olan robot Chopper’ın aynı
enerji ve dinamizmle bu seride olduğunu görmek gerçekten çok mutlu edici ve gülümsetici. Nasıl R2-D2 kendi başına bazı sahneleri
taşıyabiliyorduysa eski filmlerde, Chopper da aynı potansiyele sahip. Umarım daha da çok görürüz kendisini.
10 bölümlük sezon üzerinden planlanan bir diziyi sadece 3 bölüm üzerinden değerlendirmenin doğru olmadığının farkındayım. Fakat şu
ana kadar izlediğim kadarıyla Ahsoka dizisinde oluşturulan kurgu ve yaşanan olaylar Star Wars evreninin alıştığımız dokusuna,
kurallarına ve değerlerine uymayan ve onlarla çatışan bir yapıya sahip. Bu tarz çatışmalar da seyircilerin diziyi, karakterleri ve
olay örgülerini benimsemelerini ve sevmelerini zorlaştırıyor. Disney bu durumu kendi lehine çevirmek için ileriki bölümlerde
şaşaalı ışın kılıcı düelloları, göz kamaştırıcı yeni dünyalar, özlediğimiz eski karakterler ve daha nicelerini önümüze serecektir,
ki ben bunların hepsi için gerçekten çok heyecanlıyım. Fakat gerçek bir Star Wars hayranı olarak tek umudum bunları yaparken Star
Wars’un ilkelerine, geçmişine ve fantastik realitesine saygı duymaları ve onunla uyumlu, hatta onun üstüne kurup daha ileri
taşıyabilecek hikayeler yaratmaları. Bekleyelim bakalım ileriki haftaların çarşamba günlerini. Bakalım kedi kutunun içinde hayatta
kalmayı başarabilmiş mi…
Dipnot: Bu makale yayınlandığında Ahsoka’nın 5. bölümü çıkmış olacaktır fakat makale ilk 3 bölüm kapsayacak şekilde daha önce
yazıldığından dolayı, dizinin en yeni olaylarını içermez. Sevgili okuyucularımız bu konu hakkında okumayı sever ve beğenirlerse
ileriki bölümlerle alakalı da makalenin devamı gelecektir.